Karl Marx’ın Kapital, Cilt I (1867) kitabında sermayenin üretim sürecini, nasıl değer kazandığını ve emek-sermaye çelişkisini ele alır. Kapitalizm, sürekli büyüme zorunluluğu içinde olan, ancak bu büyümenin temeli olan işçi sınıfını sömürerek kendi krizlerini yaratan bir sistemdir, diyerek, kapitalist sistemin doğasını açıklamaya çalışır.
Bu eser, modern ekonomik düşüncenin temel taşlarından biri olarak kabul edilir ve kapitalizmin nasıl işlediğini anlamak isteyenler için vazgeçilmez bir kaynak olmuştur. 19. yüzyılın sanayileşen Avrupa’sında yazılmış olmasına rağmen, burada ortaya konan teoriler, günümüz ekonomi politikalarının ve gelir dağılımı tartışmalarının anlaşılmasında hâlâ büyük bir etkiye sahiptir. Marx’ın kapitalist üretim sürecine yönelik eleştirileri, işçi sınıfı hareketlerini, sosyalist düşünceyi ve ekonomik kriz analizlerini şekillendirmiştir.
BİRİNCİ KISIM – META VE PARA
META
Meta, her şeyden önce, bizim dışımızda bir nesnedir ve, taşıdığı özellikleriyle, şu ya da bu türden insan gereksinmelerini gideren bir şeydir.
Bir şeyin yararlılığı, onu, bir kullanım-değeri haline getirir. Ama bu yararlılık, belirsiz bir şey değildir. Metanın fiziksel özellikleriyle sınırlı olduğu için, o, metadan ayrı bir varlığa sahip değildir. Maddiyatından gelen bir kullanım-değeridir, yararlı bir şeydir.
Değişim-değeri, ilk bakışta, bir nicel ilişki olarak birbirleriyle değişilen değişik türden kullanım değerlerindeki oran olarak zamana ve yere göre durmadan değişen bir ilişki olarak görünür.
Metaların kullanım-değerini bir yana bırakırsak, diğer bir ortak özelliği emek ürünleri olmaları özelliğidir. Yani bunların üretimleri sırasında, insan emek-gücü harcanmıştır ve bunlarda insan emeği cisimleşmiştir. Hepsinde ortak olan bu toplumsal özün kristalleri olarak bakıldığında, bunlar değerdir.
Bir kullanım-değeri ya da yararlı bir madde, bu nedenle, ancak, içersinde insan emeğini somutlaştığı için bir değere sahiptir.
Malın içerdiği, değer yaratıcı özün, yani emeğin niceliğiyle ölçülür. Emeğin niceliği, onun süresiyle ölçülür ve emek zamanının ölçütü de hafta, gün ve saat olarak ifade edilir.
Hava, işlenmemiş toprak, doğal çayırlar ve otlaklar gibi bir şey, meta olmadan da yararlı ve insan emeği ürünü olabilir. Bir ürünün meta olabilmesi için, kullanım-değeri olacağı başka bir kimseye, değişim yoluyla devredilmesi gerekir.
İlk bakışta, bir meta, kendini, bize, iki şeyin karmaşığı olarak göstermişti: kullanım-değeri ve değişim-değeri.
Bir ceket ile 10 yarda keten bezi gibi iki meta alalım; bunlardan birincisinin değeri, ikincisinin değerinin iki katı olsun. Kullanım-değerleri, iki öğenin birleşmesinden meydana gelir: madde ve emek. Bunlar üzerinde harcanan yararlı emeği kaldırırsak, geriye, insanın yardımı olmaksızın doğa tarafından konmuş olan maddi tortu kalır. Her türlü emek, insan emek gücünün, özel bir biçimde ve belirli bir amaca dönük olarak harcanmasıdır ve bu somut yararlı emek özelliği ile, kullanım-değerlerini üretir.
Maddi servetin babası emek, anası da topraktır.
DEĞERİN BİÇİMİ YA DA DEĞİŞİM-DEĞERİ
20 yarda keten bezi bir ceket değerindedir ifadesi; her ikisinin de aynı miktarda değer-özünün (donmuş emeğin) somutlaştığını anlatır. Ancak bu oranı dokumacılık ya da terzilikteki üretkenlikte meydana gelen her değişme ile değişecektir. İşte şimdi biz, değerin nispi ifadesinin nicel yanı üzerindeki bu gibi değişikliklerin etkisini göz önüne almak zorundayız.
Bunların değerlerindeki değişiklik değeri, sabit kalan üçüncü bir meta ile karşılaştırıldığı zaman görülür. Biçimin asıl özü, maddi metanın kendisidir–cekettir ve bu haliyle, değer ifade eder ve değer-biçimini doğadan almıştır. Ama eşitlik olmadan değişim, ortak bir ölçü ile ölçülebilme olmadan eşitlik olamaz. (Aristoteles)
Bununla birlikte, bu kadar farklı şeylerin, aynı ölçü ile ölçülebilir olmaları gerçekte mümkün değildir. Böyle bir eşitleme, eşyanın gerçek niteliğine yabancı bir şeydir ve, dolayısıyla, ancak pratik amaçlar için geçici bir çare olabilir. Aristoteles, böylece, tahlile devam etme yolunu tıkayan şeyin ne olduğunu kendisi söylüyor, onu devamdan alıkoyan şey, değer kavramından yoksunluktur.
Bir metanın değeri, değişim-değeri biçimini almakla bağımsız ve belirli bir ifadeye kavuşur. Aslında hem yataklarda hem evde gerçekten eşit olan bir şey yani insan emeği temsil edilmiş oluyor.
Artık her metanın değeri ortak bir birime eşitlenmekle, yalnızca kendi kullanım-değerinden ayrılmakla kalmaz, genellikle bütün öteki kullanım-değerlerinden de farklılaştırılmış olur ve işte bu nedenle bütün metalarda ortak olan bir şeyle ifade edilir.
İşte biz bu ortak birime para-meta durumu , ya da kısaca para diyoruz. Metalar âleminde değerin ifadesinde bu konumu kendi tekeline alır almaz, altın, para-meta durumunu alır
İlk bakışta bir meta, çok önemsiz ve kolayca anlaşılır bir şey gibi gelir. Oysa metanın tahlili, aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu göstermiştir. Kullanım-değeri olduğu sürece, o ister insan gereksinmelerini karşılayabilen özellikleri açısından, ister bu özelliklerin insan emeğinin ürünü olması yönünden ele alınsın, gizemli bir yanı yoktur.
Ne var ki, meta olarak ilk adımını atar atmaz, tamamen başka bir şey olur. Değişim sırasında üreticiyi ilkin ilgilendiren şey, kendi ürünleri karşılığında ne kadar başka ürün alabilecekleri sorusudur: ürünlerini hangi oranlarda değişebileceklerdir? Ürünün meta şeklini aldığı üretim biçimi, ya da (kullanım için değil ) doğrudan değişim için üretilmesi, burjuva üretim biçiminin en genel ve en ilkel biçimdir.
DEĞİŞİM
Metalar pazara kendi başlarına gidemezler ve kendi hesaplarına değişim yapamazlar. Bu yüzden, aynı zamanda sahipleri olan koruyucularını da tanımamız gerekir. Meta, sahibi için doğrudan bir kullanım-değerine sahip değildir. Yoksa onu pazara getirmezdi. Ondaki kullanım-değeri başkaları içindir.
Bunların arasındaki değişim oranı, başlangıçta oldukça bir raslantı işidir. Bunları değişilebilir yapan şey, sahiplerinin bunları elden çıkarma konusundaki karşılıklı istekleridir. Bu arada yararlı yabancı nesne gereksinmesi giderek yerleşir. Değişimin durmadan yinelenmesi, bunu, olağan toplumsal bir fiil haline getirir. Bu nedenle, zamanla, emek ürünlerinin hiç değilse bir kısmı özel bir değişim amacıyla üretilmek zorundadır. İşte o andan itibaren, bir nesnenin tüketim amacı için yararlılığı ile, değişim amaçları için yararlılığı arasındaki fark kesinlik kazanır.
Altın ve gümüş, doğası gereği para değildir, ama para doğası gereği altın ve gümüştür önermesinin doğruluğu bu madenlerin fiziksel özelliklerinin paranın işlevleriyle uygunluk halinde olmasıyla görülmüştür. Yani olan; altının, tüm öteki metaların değerlerini onda ifade etmeleri sonucu para halini alması değil, tam tersine, altın para olduğu için tüm öteki metaların değerlerini, evrensel olarak altında ifade etmeleridir.
PARA YA DA META DOLAŞIMI
Bütün bu yapıt boyunca, kolaylık olsun diye, altını para-meta olarak kabul ediyorum.
Değerin ölçüsü ve fiyatın ölçütü olarak paranın birbirinden tamamen farklı iki işlevi vardır. Para, insan emeğinin cisimleşmesinin toplumsal olarak kabul edilmesi yönünden ele alınırsa değerin ölçüsüdür, belirlenmiş bir madeni ağırlık olması yönünden fiyatın ölçütüdür.
Her şeyden önce altının değerindeki bir değişme, fiyatın ölçütü olarak işlevinde herhangi bir değişiklik yapmaz. Fiyat, metada gerçekleşen emeğin para-adıdır.
Bu değişim sürecinde zamanla kendileri meta olmayan vicdan, onur vb. gibi şeyler, sahipleri tarafından satışa çıkarılır hale gelirler ve böylece bir fiyatları olduğu için meta biçimini alırlar. Demek ki, bir şeyin değeri olmadığı halde, bir fiyatı olabilir.
Emek, paraya dönüşmedikçe, toplumsal geçerlikte evrensel eşdeğer özelliğini kazanamaz. Ne var ki, bu para da bir başkasının cebindedir. Bu parayı ayartıp cepten çıkartmak için bizim meta dostumuzun her şeyden önce para sahibi için bir kullanım-değeri olması gerekir. Bunun için de, meta üzerinde harcanan emeğin, toplumsal yararlı türden, toplumsal işbölümünün bir dalını oluşturan bir türden olması gerekir.
Görünüşteki tek süreç, gerçekte ikili bir süreçtir. Bu, meta sahibinin bulunduğu kutuptan bir satış, para sahibinin bulunduğu karşı kutuptan bir satınalıştır. Bir başka deyişle, her satış, bir satınalmadır.
Metaların dolaşımı, ürünlerin dolaysız değişiminden (trampadan) yalnızca biçim yönünden değil, öz yönünden de farklıdır. Burada meta değişimi, bizi dolaysız trampadan ayrılmaz olan bütün yerel ve kişisel bağlardan kopuk olarak gelişir.
Para bir meta sahibinin elinden bir diğerinin eline geçecek şekilde bir yol izler. İşte izlediği bu dolaşımının ilk evresinde meta, para ile yer değiştirir. Bunun üzerine, meta, yararlı nesne niteliği ile dolaşım alanından çıkar, tüketim alanına girer.
Paranın devinme hızı, belli bir madenî paranın belli bir zamanda yaptığı hareketlerin sayısı ile ölçülür. Devinmenin yavaşlaması, bu iki sürecin biçim değiştirmesinde ve dolayısıyla maddenin toplumsal değişimindeki tıkanmayı yansıtır.
Dolaşım aracı miktarı, dolaşımdaki metaların fiyatlarının toplamı ile ortalama dolaşım hızı tarafından belirlenir. Paranın sikke biçimini alması, dolaşım aracı olarak işlev görmesinden çıkmıştır. Sikke ile külçe arasındaki tek fark, biçim yönündendir ve altın daima bir biçimden diğerine geçebilir.
Sikke olarak altının işlevi, altının madeni değerinden tamamen bağımsız hale gelir. Bu nedenle, kâğıt paralar gibi nispeten değersiz şeyler, onun yerine sikke görevini görebilirler. Bu salt simgesel özellik, belli bir ölçüde madenî ufaklıklarda maskelenmiştir. Kâğıt parada ise iyice sırıtır.
Kâğıt paranın dolaşımına özgü bir yasa, ancak, bu kâğıt paranın altını temsil oranından doğabilir. Kâğıt para, altını ya da parayı temsil eden bir simgedir. Burada tek zorunluluk, bu simgelerin kendi başına nesnel toplumsal bir geçerliğe sahip olması gerekir ki, kâğıt simge bunu da zora dayanan devinmesi ile kazanır.
PARA
Artık metalar, başka metaları satınalmak için değil, bunların meta-biçimini, para-biçimi ile değiştirmek için satılmaya başlanmıştır.Metaların dolaşımının ilk aşamalarında, yalnızca kullanım değerleri fazlaları paraya çevrilirdi. Altın ile gümüş, böylece, fazlalığın ya da servetin toplumsal ifadeleri halini almışlardır.
Altın, kendisine dönüşen şeyleri açığa vurmadığı için, her şey, meta olsun ya da olmasın, altına dönüştürülebilir. Her şey, satılabilir ve satınalınabilir hale gelir.
Para-yığma (birikim yapma) hırsı, doğası gereği doymak bilmez. Nitelik ya da biçim açısından paranın yararlılığının sınırı yoktur, yani her metaya doğrudan doğruya çevrilebildiği için maddi servetin evrensel temsilcisidir.
Altının para olarak elde tutulması ve istiflenmesi için, dolaşımına ya da zevk aracına dönüşmesine engel olunması gerekir. Para yığıcı, bunun için, altın fetişi adına, bedeni zevklerden fedakârlık yapar.
Ne kadar çok üretirse o kadar çok satabilir. Çok çalışmak, tutumluluk ve hasislik onun başlıca üç erdemidir ve çok satıp, az satınalmak ekonomi politiğin özetidir.
Paranın ödeme aracı işlevi, sınırsız bir çelişkinin varlığına işaret eder. Ödemeler birbirlerini dengeledikleri sürece, para, yalnızca, bir hesap parası, bir değer ölçüsü olarak düşünsel bir işlevi yerine getirir. Fiili ödemeler yapılması gerektiği sürece, para, artık bir dolaşım aracı, evrensel meta olarak iş görür.
Bu konu; para bunalımı diye bilinen iktisadi ve ticari bunalımların bu evrelerinde açıkça görülür. Bu gibi bunalımlar, ancak, uzayıp giden ödemeler zincirinin ve bunların kapanması için yapay bir sistemin iyice geliştiği yerlerde görülür.
Meta üretimi kendisini yeterince yaygınlaştırınca, para, metaların dolaşım alanı ötesinde ödeme aracı olarak hizmet etmeye başlar. Bütün sözleşmelerin evrensel konusu olan meta halini alır. Rantlar vergiler ve benzeri ödemeler, ayni ödemeler halinden çıkıp nakdi ödemelere dönüşürler.
İKİNCİ KISIM – PARANIN SERMAYEYE DÖNÜŞÜMÜ
SERMAYENİN GENEL FORMÜLÜ
META dolaşımı, sermayenin çıkış noktasıdır. Para ile sermaye olan para arasındaki gözümüze çarpan ilk fark, dolaşımın biçimlerindeki ayrılıktan başka bir şey değildir.
100 sterline alınan pamuk, belki de 100+10 ya da 110 sterline tekrar satılıyor. İşte ilk değerinin üstünde bu artışa ya da fazlalığa ben “artı-değer” diyorum. Başlangıçta sürülen değer, demek ki, dolaşımda ilk haliyle kalmak şöyle dursun, kendisine bir artı-değer katar ya da kendisini çoğaltır. İşte onu sermayeye çeviren şey, bu harekettir.
Bu hareketin bilinçli temsilcisi olarak para sahibi, kapitalist haline gelir. Gitgide daha fazla soyut servete sahip olma faaliyetlerinin tek dürtüsü haline geldiği ölçüde o, bir kapitalist olarak, yani bir kişiliğe bürünmüş, bilinç ve iradeye sahip sermaye olarak işlev yapar.
Bu değişim-değeri avcılığı tutkusu, kapitalist ile cimride ortak bir yandır; ne var ki, cimri, çılgın bir kapitalist olduğu halde, kapitalist akıllı bir cimridir. Cimrinin parasını dolaşımdan çekmek suretiyle sonu gelmez değişim-değeri biriktirme amacını, ondan daha akıllı ve kurnaz kapitalist, parayı tekrar tekrar dolaşıma sokmak suretiyle gerçekleştirir. Meta biçimine girmedikçe, para, sermayeye dönüşmez.
BU FORMÜLDEKİ ÇELİŞKİLER
Meta sahipleri, satıcı olarak mallarını değerinden daha pahalıya satmak ayrıcalığına sahiptirler. Artı-değerin kökeninin satıcının da pahalı satma ayrıcalığında olduğu hayalini savunanlar, tutarlı olabilmek için, yalnızca satın alıp hiç satmayan, yani yalnızca tüketip hiç üretmeyen bir sınıfın varlığını varsaymak zorundadırlar.
Bir ülkenin kapitalist sınıfının tümü, kendi kendisinden kar sağlayamaz. Dolaşım ya da metaların değişimi, hiçbir değer doğurmaz.
Tefeci sermayesi biçimi, paranın para ile değişildiği bu biçim, paranın doğası ile bağdaşmadığı için, metaların dolaşımı açısından açıklanamaz bir durum gösterir. Bu yüzden Aristoteles şöyle der: tefeci pek haklı olarak nefret edilen bir kimsedir, çünkü paranın kendisi, onun kazanç kaynağıdır ve icat edildiği amaçlar için kullanılmamaktadır. Faiz, paranın parasıdır ve insanın yaşamını kazanma biçimleri içersinde doğaya en karşıt olanıdır.
Artı-değerin dolaşım tarafından yaratılamayacağını ve onun oluşması için, bizzat dolaşımda görülmeyen, ama arka planda yer alan bir şeyin var olması gerektiğini göstermiş bulunuyoruz.
EMEK-GÜCÜNÜN ALIM VE SATIMI
Emek-gücü ya da emek kapasitesi sözünden, insanın, kendisinde bulunan ve hangi türden olursa olsun bir kullanım-değeri üretirken harcadığı ussal ve fiziksel yeteneklerin bütünü anlaşılmalıdır.
Emek sahibi ile para sahibi, pazarda karşı karşıya gelirler, eşit haklara sahip kimseler olarak temasa geçerler, aralarındaki tek fark birisinin satıcı, diğerinin alıcı olmasıdır. Bu yönden yasalar karşısında her ikisi de eşittir. Bu ilişkinin sürekli olabilmesi için, emek gücü sahibinin, bunu, yalnızca, belirli bir süre için satması gereklidir. Çünkü eğer onu toptan ve süresiz satacak olursa, kendini satmış, kendini özgür bir insan olmaktan çıkartıp köleye, meta sahibi olmaktan çıkartıp meta haline dönüştürmüş olur.
Bu izlekte Paranın sermayeye çevrilebilmesi için, demek ki, para sahibinin özgür emekçi ile karşı karşıya gelmesi gerekir. Açarsak; sermayenin doğabilmesi için, ancak üretim ve tüketim araçlarını elinde bulunduran kimse ile emek-gücü satan özgür emekçilerin pazarda karşı karşıya gelmesi gerekiyor.
Onun için sermaye, ilk ortaya çıkışı ile, toplumsal üretim sürecinde yeni bir çağın başladığını ilan ediyor.
Bu piyasada emek-gücünün değeri, kendisini belirli bir miktarda geçim aracının değerine indirgiyor. Emek-gücü değerinin asgari sınırı; işçinin, her gün almadığı takdirde hayati enerjisini yenileyemeyeceği meta değeri ile, yani fiziksel bakımdan vazgeçilmesi olanaksız geçim araçlarının değeri ile belirlenir.
ÜÇÜNCÜ KISIM – MUTLAK ARTI-DEĞERİN ÜRETİMİ
EMEK-SÜRECİ
Kapitalist, emek-gücünü, kullanmak için satın alır; kullanılan bu emek-gücü, emeğin kendisidir. Çalışarak, emek-gücü sahibi, daha önce yalnızca potansiyel olan emek-gücünü fiili eyleme geçirir, işçi olur. Kapitalistin, işçiye ürettirdiği belli bir kullanım-değeri, belirli bir nesnedir.
İş, her şeyden önce, hem insanın hem doğanın katıldığı ve insanın kendisi ile doğa arasındaki maddi tepkimeleri dilediği şekilde başlattığı, düzenlediği ve denetlediği bir süreçtir. İşçi, üzerinde çalıştığı malzemede yalnızca bir biçim değişikliği yapmakla kalmaz, aynı zamanda kendi amacını / kendini de gerçekleştirir.
Emek-sürecinin basit öğeleri şunlardır: 1. insanın kişisel faaliyeti, yani bizzat iş; 2. işin konusu ve 3. araçları.
Tarihsel olarak işçinin ilk sahip olduğu şey, emeğin konusu değil, emeğin araçlarıdır. Birbirinden farklı ekonomik çağların ayırdedilmesinde işe yarayan şey, yapılan eşyalar değil, bunların nasıl ve hangi araçlarla yapıldıklarıdır. İşçide hareket olarak ortaya çıkan şey, üründe hareketsiz, sabit bir nitelik olarak görülür. Demirci döver ve ürün dövülmüş demirdir.
Emek, maddi öğelerini, konusunu ve araçlarını kullandığı, bunları tükettiği için, bir tüketim sürecidir de. Öyleyse, araçları da konusu da zaten ürün olan emek, ürün yaratmak amacıyla bu ürünleri tüketir.
Kapitalistin emek-gücünün tüketilmesi haline dönüştürdüğü iş süreci, kendine özgü iki olgu gösterir:
- Birincisi, işçi, emeğinin ait bulunduğu kapitalistin denetimi altında çalışır; kapitalist, işin usulüne uygun yapılmasına, üretim araçlarının akıllıca kullanılmasına büyük bir özen gösterir.
- İkincisi, ürün, onu doğrudan üretenin, işçinin değil, kapitalistin malıdır.
İşyerine adımını attığı anda, emek-gücünün kullanım değeri ve bundan ötürü de emek olan onun kullanımı artık kapitaliste aittir. Burada emek-süreci, kapitalistin satın aldığı şeyler, yani onun malı haline gelen şeyler arasında cereyan eden bir süreçtir.
ARTI-DEĞER ÜRETİMİ
Matematiksel olarak ortaya çıkan ürünün değeri, konan sermayenin değerine tamı tamına eşittir. Koyduğu değer, büyümemiştir, artı-değer yaratılmamıştır ve sonuç olarak para, sermayeye dönüşmemiştir. Ama vülger ekonomiye yatkın kapitalistimiz şöyle haykıracaktır: Ama ben, paramı, daha fazla para kazanmak için yatırmıştım. Sorar: Emeğinin ancak onun aracılığı ile ve yalnız onun içinde somutlaşabileceği malzemeyi ona sağlayan ben değil miyim? Yani bütün bu hizmetlerime karşı bana bir pay verilmeyecek mi?
DEĞİŞMEYEN SERMAYE VE DEĞİŞEN SERMAYE:
Sermayenin üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler ve iş aletlerince temsil edilen kısmı, üretim kısaca değişmeyen sermaye adını veriyorum.
Öte yandan, sermayenin, emek-gücü tarafından temsil edilen kısmı, üretim sürecinde bir değer değişimine uğrar. Bu, kendi değerinin eşdeğerini yeniden ürettiği gibi, bir fazlalığı da değişen koşullara göre az ya da çok olabilen bir artı-değeri de üretir. Buna da kısaca değişen sermaye diyorum.
Yatırılan sermaye, S, ile üretim sürecinde doğan artı-değer, karşımıza bir fazlalık, ürün değerinin, onu meydana getiren öğelerin değerleri toplamını aşan bir miktarı olarak çıkar. Artı değer oranını anlamanın en iyi yolu onu değişen sermaye ile oranlamaktır.
Kuşkusuz, artı-değer oranı, yalnızca, sermayenin doğrudan doğruya kendisinden çıktığı ve değerindeki değişmeyi temsil ettiği kısmı ile ilişkili değildir, yatırılmış toplam sermaye de ekonomik bakımdan büyük önem taşır. Ama artı-değerin doğru bir şekilde kavranması için, onun salt maddeleşmiş artı-emek olduğunun anlaşılması da o kadar önemlidir. Artı-değer oranı, bu nedenle, emek-gücünün sermaye, ya da işçinin kapitalist tarafından sömürülme derecesinin tam ve kesin ifadesidir.
Ürünün, artı-değeri temsil eden kısmına (mesela 20 libre ipliğin onda-birine, ya da 2 libresine) biz “artı-ürün” adını veriyoruz. Tıpkı, artı-değer oranının, sermayenin toplamı ile değil, onun değişen kısmıyla orantılı olması gibi, artı-ürünün nispi miktarı da aynı şekilde, bu ürünün, geri kalan kısmı ile değil, gerekli emeğin somutlaştığı kısmı ile orantılı olarak belirlenir. Artı-değerin üretimi, kapitalist üretimin başlıca ereği ve amacı olduğuna göre, insanın ya da ulusun servetinin büyüklüğünün, ürünün mutlak büyüklüğü ile değil, artı-ürünün nispi büyüklüğü ile ölçülmesi gerekir.
İŞ GÜNÜ
Emek-gücününün değerine alınıp satıldığı varsayımıyla hareket etmiştik. Onun değeri de diğer bütün metalar gibi, üretimi için gerekli emekzamanı ile belirlenir. Eğer işçinin günlük ortalama yaşamı için gerekli şeylerin üretimi 6 saat alıyorsa, günlük emek-gücünü üretmesi ya da onun satışı sonucu elde ettiği değeri yeniden üretmesi için ortalama günde 6 saat çalışması gerekir.
Artı-emek = 0 dersek, bir asgari sınır elde ederiz; bu, günün, işçinin kendi yaşamını sürdürmek için zorunlu olarak çalışması gerektiği kısımdır.
İşgününün uzatılması, moral sınırlamalar ile karşılaşır. İşçinin, entelektüel ve toplumsal gereksinmelerini karşılamak için zamana gereksinmesi vardır; bu gereksinmelerin büyüklüğü ile sayısını toplumsal ilerlemenin genel durumu belirler.
Kapitalistin bir tek yaşam dürtüsü vardır, değer ve artı-değer yaratmak, üretim araçlarını mümkün olduğu kadar büyük miktarda artı-emeği emebilecek değişmeyen etmen haline getirmek eğilimi. Sermaye, ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emek emerse, o kadar çok yaşar.
İşçinin çalıştığı süre, kapitalistin ondan satınaldığı emek-gücünü harcadığı süredir. Kapitalist, bütün alıcılar gibi, metasının kullanım değerinden mümkün olduğu kadar büyük yarar sağlama peşindedir. Ama birdenbire işçinin, üretim sürecinin gürültü-patırtısı arasında bastırılmış olan sesi yükselir: Benim sana sattığım meta, bütün öteki metalardan farklıdır; onun kullanımı değer yaratır, kendisinden daha büyük olan bir değer. Zaten sen de, onu, bunun için satın almıştın. Senin yönünden sermayenin kendiliğinden genişlemesi gibi görünen şey, benim için, fazla emek-gücü harcanmasıdır. Tek servetim olan emek-gücüme göz kulak olacak ve onun her türlü israfından kaçınacağım. Her gün, yalnızca onun normal ömrü ve sağlıklı gelişmesine uygun düşecek kadarını harcayacak, harekete geçirecek ve eyleme sokacağım. İşgününü sınırsız olarak büyütmekle, Senin emekten kazandığını ben özden yitiriyorum.
İşçilerin ödenmeyen emeği, piyasadaki rekabetin kaynağını oluşturmaktadır. Değişmeyen sermaye, üretim araçları, artı-değer üretilmesi açısından düşünüldüğünde, yalnızca, emeği ve emeğin her damlası ile birlikte, onunla orantılı miktarda artı-emeği emmek için vardır. Bunu yapamadığı sürece, onların varlığı kapitalistin nispi bir kaybına neden olur,
İşte bunun için, günün 24 saati boyunca, emeğe el konulması, kapitalist üretimin kaçınılmaz eğilimidir. Ne var ki, aynı bireysel emek-gücünü, hem gece, hem de gündüz devamlı olarak sömürmek maddi olarak olanaksız olduğuna göre, bu maddi engelin üstesinden gelmek için, gündüz emek-gücü tükenen işçilerle, gece tükenenler arasında bir nöbetleşme gereklidir.
Bu vardiya sisteminin doğuşunu getirmiştir. Ayrıca erkek kışında kadınların ve çocukların da işgücüne katılmasının zeminini sağlar.
İşgünü, 24 saatlik tam günün, emek-gücünün yeniden işe koşulabilmesi için mutlaka gerekli birkaç dinlenme saati çıktıktan sonraki kısmıdır. Bundan da apaçık görülüyor ki, işçi, bütün yaşamı boyunca emek-gücünden başka bir şey değildir.
Kapitalist üretim tarzı (aslında artı-değer üretimi, artı- emeğin emilmesi), böylece işgününün uzatılmasıyla, insan emek-gücünü, normal, manevi ve fiziksel gelişme koşullarını ve işlevlerini yozlaştırır. Aynı zamanda, bu emek-gücünün, zamanından önce tükenmesine ve ölümüne neden olur. Belli bir dönem içersinde emekçinin gerçek yaşam süresini kısaltarak, onun üretim süresini uzatır.
köle ithal eden ülkelerde, en etkin ekonomik yolun, köle sürüsünden mümkün olan en kısa zamanda elden geldiğince fazla emek sızdırılması şeklinde bir kural vardır.
Mutato nomine de te fabula narratur.
Bu öyküde, bir başka ad altında, senin sözün ediliyor
Köle ticareti yerine emek-pazarını, Kentucky ile Virginia yerine İrlanda ve İngiltere’nin tarım bölgelerini, İskoçya ve Galler’i, Afrika yerine Almanya’yı koyunuz. Demek ki, sermaye, toplumun koyduğu zorunluluklar olmaksızın işçinin sağlığına karşı da yaşayacağı ömrün uzunluğuna karşı da vurdumduymazdır.
Serbest rekabet, kapitalist üretimin içinde yatan yasaları, tek tek her kapitalist üzerinde güce sahip zorlayıcı dış yasalar olarak ortaya çıkarır. Bu rekabet içerisinde normal işgününün saptanması, kapitalist ile emekçi arasında yüzyıllarca süren savaşımların sonucudur.
Sermayenin, iş gününü, önce normal üst sınırına kadar uzatması ve ardından bundan da öteye, 12 saatlik doğal günün sınırına uzatılması ile Ahlakın ve doğanın, yaşın ve cinsiyetin, gecenin ve gündüzün bütün sınırları yıkıldı. Eski statülerdeki o çok yalın gündüz ve gece kavramları bile, öylesine karmakarışık hale geldi ki, daha 1860’ta bir İngiliz yargıcının, gündüzün ve gecenin ne olduklarını “hukuken” açıklayabilmesi için tam Talmud’a yaraşır bir bilgelik göstermesi gerekmişti.
salt tarihsel olgular arasındaki ilişkiden şu sonuçlara varabiliriz: Birincisi. Sermayenin, işgününün sınırsız ve hesapsız uzatılması konusundaki hırsı, su gücü, buhar ve makineyle ilk devrimlerini yapan sanayi kollarında, modern üretim tarzının ilk yaratıkları olan, pamuk, yün, keten, ipek eğirme ve dokumacılık alanlarında tatmin edilmiştir. Maddi üretim tarzındaki değişmeler ve buna tekabül eden üreticiler arasındaki toplumsal ilişkilerdeki değişmeler, önce sınırsız aşırılıklara, ardından da buna bir tepki olarak, işgünü ile paydos saatlerini yasalarla sınırlayan, düzenleyen ve aralarında birlik kuran toplumsal bir denetimin doğmasına yol açtı.
Normal işgününün yaratılması, kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki az çok gizli, uzun süren bir iç savaşın sonucudur. Çatışma, modern sanayi arasında olduğu için, ilk kez bu sanayiin beşiğinde, İngiltere’de başlamıştır. Fransa, ağır aksak İngiltere’yi izledi. Ardından Amerikan iç savaşın ilk meyvesi, Atlantikten Pasifiğe, New England’dan California’ya soluk soluğa gidip-gelen bir lokomotif hızıyla yayılan sekiz saatlik çalışma hareketi oldu.
ARTI-DEĞERİN ORANI VE KİTLESİ
Üretilen artı-değerin kitlesinin iki etmen tarafından, yani artı-değer oranı ve yatırılan değişen sermaye ile belirlenmesinden, üçüncü bir yasa çıkar. Artı-değer oranı, ya da emek-gücünün sömürülme derecesi ile emek-gücü değeri, yani gerekli emek-zamanı belli olduğuna göre, değişen sermaye ne kadar büyük olursa, üretilen değerin ve artı-değerin kitlesi de doğal olarak o kadar büyük olur. İşgünü ile bunun gerekli kısmının sınırları belli ise, kapitalistin ürettiği değer ile artı-değer kitlesi, kuşkusuz, yalnızca harekete getirdiği emeğin kitlesine bağlıdır.
Diğer bir deyişle artı-değer oranı ile emek-gücü değeri belli ise, üretilen artı-değer kitlesi, yatırılan değişen sermayeye bağlı olarak değişir.
Asgari değişen sermaye miktarı, artı-değer üretimi için bütün yıl her gün çalıştırılan tek bir emek-gücünün maliyet fiyatıdır. Eğer bu işçi kendi üretim araçlarına sahip olsaydı ve işçi olarak yaşamayı yeterli görseydi, kendi üretim araçlarının yeniden-üretimi için gerekli süreden, diyelim 8 saatten fazla çalışmasına gerek kalmazdı. Ayrıca ancak, 8 iş saati için yetecek kadar üretim aracına gereksinme duyardı. Oysa, bu 8 saatin yanı sıra, onu bir de 4 saatlik artı-emeğe zorlayan kapitalist, ek üretim araçlarının sağlanabilmesi için bir miktar daha paraya gereksinme duyar. Bununla birlikte, bizim varsayımımıza göre, kapitalistin, günlük olarak elde ettiği artı-değerle, tıpkı bir işçi gibi yaşayabilmesi, yani zorunlu gereksinmelerini karşılayabilmesi için iki işçi çalıştırması gerekir. Bu durumda, servetini artırmak değil, yaşamını sürdürmek, üretiminin amacı olurdu; oysa kapitalist üretim demek, bunlardan ilki demektir.
DÖRDÜNCÜ KISIM – NİSPİ ARTI-DEĞER ÜRETİMİ
NİSPİ ARTI-DEĞER KAVRAMI
İşgününün uzatılmasıyla üretilen artı-değere, ben, mutlak artı-değer diyorum. Buna karşılık, gerekli emek zamanının kısaltılması sonucu (ve bu arada iş gününün sabit tutulması ile) doğan artı-değere, nispi artı-değer diyorum.
Metaların değeri, emeğin üretkenliği ile ters orantılıdır. Metaların değerlerine bağlı bulunması nedeniyle, emek gücünün değeri de öyledir. Oysa tersine, nispi artı-değer bu üretkenlik ile doğru orantılıdır.
Metanın değeri, kendi başına, kapitalisti hiç ilgilendirmez. Onu ilgilendiren tek şey, metada yatan ve satışı ile gerçekleşen artı-değerdir. Kapitalist üretimde, bu nedenle, üretkenliğin artmasıyla emekten tasarruf sağlandığı zaman, işgününün kısaltılması hiçbir zaman düşünülmez.
ELBİRLİĞİ
Kapitalist üretim, ancak her bireysel sermayenin aynı anda oldukça çok sayıda işçi kullanmasıyla ve bunun sonucu emek-sürecinin büyük ölçüde yürütülmesi ve nispeten geniş miktarda ürün vermesiyle başlar. Çok sayıda işçinin, aynı zamanda, aynı yerde, tek bir kapitalistin patronluğu altında aynı türden meta üretmek üzere bir arada çalışmaları, hem tarih hem mantık açısından, kapitalist üretimin çıkış noktasını meydana getirir.
Çok sayıda işçinin, bir ve aynı, ya da farklı, ama aralarında ilişki bulunan süreçlerde bir arada yan yana çalışmalarına elbirliği içinde çalışmak denir. Bu çalışma sisteminde bir değişiklik olmadan bile, emek-sürecinin maddi koşullarında bir devrime yolaçar. Burada gördüğümüz şey, yalnızca elbirliğiyle çalışma yoluyla bireyin üretici gücünde bir artma değil, yepyeni bir gücün, yani kitlelerin ortak gücünün yaratılmasıdır.
Örneğin, bir düzine duvarcı merdivenin basamaklarına sırayla dizilseler ve taşları yukarıya doğru elden ele geçirseler, her biri aynı şeyi yaparlar, ama de onların ayrı ayrı hareketleri, bir toplam işlemin birbirine bağlı kısımlarını oluşturur; Bunun nedeni, bir insan grubunun uyum içersinde çalışırken elleri ve gözlerinin hem arkada, hem önde olması ve bir ölçüde uyanık bulunmasıdır. Üzerinde çalışılan işin çeşitli kısımları, aynı anda gelişir. Bu yüzden, işin tamamının bitirilmesi için gerekli zaman kısalmış olur. (1+1=3 olur).
Birleştirilmiş işgünü toplumsal emeğin üretme gücüdür. Bu güç, doğrudan doğruya elbirliğinden doğmaktadır. İşçi diğer işçiler ile sistemli bir elbirliğine girdiği anda, bireyselliğin verdiği bağları parçalar, türünün yetilerini geliştirir. Orkestra için bir şefe gerek vardır. Sermayenin denetimi altındaki emeğin elbirliği haline geldiği andan itibaren yönlendirme, denetleme ve düzenleme işi, sermayenin işlevlerinden biri haline gelir.
Elbirliği yapan işçi sayısı arttıkça, sermayenin egemenliğine karşı direnmeleri de artar ve bununla birlikte, sermayenin bu direnmenin üstesinden gelmesi için, karşı-baskı gereği de fazlalaşır. Bir kapitalistin komutası altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı) gereksinme gösterir ve bunlar, işin yapılması sırasında, kapitalist adına bu orduya komuta ederler.
Basit elbirliğinin yarattığı pek büyük etkiler, eski Asyalıların, Mısırlıların, Etrüsklerin vb. dev yapılarında görülebilir.
İŞBÖLÜMÜ VE MANÜFAKTÜR
Manüfaktür iki yoldan ortaya çıkar:
- Çeşitli bağımsız elzanaatlarına bağlı olan ama belli bir malın son şeklini alabilmesi için teker teker ellerinden geçmek zorunda bulunduğu, işçilerin, tek bir kapitalistin denetimi altında bir işyerinde toplanmaları ile. Örneğin bir binek arabası eskiden, tekerlekçi, koşumcu, terzi, çilingir, döşemeci, tornacı, kaytan-kordon ve püskülcü, camcı, boyacı, cilacı, kaplamacı vb. gibi çok sayıda bağımsız zanaatçının emeğinin ürünüydü.
- Manüfaktür, bunun tam tersi bir şekilde de doğabilir; yani, diyelim, hepsi de kağıt, hurufat ya da iğne gibi aynı ya da benzer türden işi yapan birçok zanaatçı, tek bir kapitalist tarafından bir işyerinde aynı zamanda çalıştırılmak suretiyle. Bu, en yalın şekliyle bir elbirliğidir. Belli bir sürede daha çok sayıda malın teslim edilmesi gerekebilir. Bunun için eldeki iş, yeniden bölünür.
Manüfaktür, bu belirli zanaatı çeşitli parça işlemlere bölüyor ve her biri belli bir emekçinin özel işi haline gelinceye kadar onları yalıtıyor ve birbirinden bağımsız hale getiriyor.
Bütün yaşamı boyunca tek ve aynı basit işi yapan işçi, bütün vücudunu, bu işlemin otomatik ve özel aracı haline getirmiştir. Bunun sonucu, bir dizi işlemi ard arda yapan bir zanaatçıya göre, bu işi daha az zamanda yapar. Nette emeğin üretken gücü artmıştır.
Ama bir emek-sürecindeki çeşitli işlemler birbirinden ayrılıp da her küçük işlem, parça-işçinin elinde özel ve amaca uygun bir şekle girince, daha önce birden fazla amaç için kullanılan araçlarda değişiklik yapılması zorunlu hale gelir. Manüfaktür dönemi, emek araçlarını, her parça-işçinin özel görevine uygun hale getirerek bunları basitleştirir, geliştirir ve çoğaltır. Parça-işçi ile onun kullandığı araçlar, manüfaktürün en yalın öğeleridir.
Her işçi ya da işçi topluluğu, bir diğer işçi ya da topluluk için hammadde hazırlayıcısıdır. Bir işçinin emek-ürünü, bir diğerinin başlangıç noktasıdır. Manüfaktürün, çeşitli işlemleri ayırmasından, bağımsızlaştırmasından sonra işçiler, ağır basan niteliklerine göre bölündüler, sınıflandılar ve gruplandılar.
Tek bir işi yapma alışkanlığı onu, hiçbir hata yapmayan bir araç haline getirirken, işleyişin bütünüyle ilişkisinde, bir makine parçasının düzeni ile çalışmaya zorlar. Böylece manüfaktür, el attığı bütün zanaatlarda, bu zanaatların hiç barındırmadığı ve adına vasıfsız işçiler denilen bir sınıf yaratır. Tek yanlı bir uzmanlaşmayı, insanın tüm çalışma kapasitesi aleyhine olmak üzere yetkinleştirdiği gibi, her türlü gelişmeden yoksunluğu da bir uzmanlık haline getirir.
Lonca kuralları tek bir ustanın çalıştırabileceği çırak ve kalfa sayısını sınırlayarak, onun kapitalist haline gelmesini önlemişti. Manüfaktürdeki işbölümü ise işçi sayısındaki bu artışı teknik bir zorunluluk haline getirir. Bir kapitalistin çalıştırmak zorunda olduğu asgari işçi sayısı, burada, daha önce yerleşmiş işbölümü ile belirlenir.
Kendi yaratılışına göre bağımsız bir şey yapma yeteneğini yitiren manüfaktür işçisi, üretken faaliyetini yalnızca kapitaliste ait işyerinin bir parçası olarak geliştirir.
İnsan kavrayışının büyük bir bölümü der Adam Smith, zorunlu olarak, onların günlük uğraşılarından oluşur. Tüm yaşamı, birkaç basit işlemi yapmakla geçen insanın önünde kavrayışını kullanacak fırsat yoktur. Genellikle böyle bir kimse, bir insanoğlunun olabileceği kadar aptal ve bilgisiz kalır. Parça-işçinin budalalığını anlattıktan sonra şöyle devam ediyor: Durgun yaşamının tekdüzeliği doğal olarak zihinsel atılganlığını da yozlaştırır.
Kapitalist üretim bir yandan, kendisini, tarihsel olarak, toplumun ekonomik gelişmesinde bir ilerleme ve bir zorunlu evre olarak gösterir. Öte yandan da o, inceltilmiş ve uygarlaştırılmış bir sömürü yöntemidir.
MAKİNENİN GELİŞMESİ
John Stuart Mill, Principies of Political Economy adlı yapıtında, “Bugüne kadar yapılan bütün mekanik buluşların, insanoğlunun katlandığı günlük meşakkatleri hafiflettiği kuşkuludur.” der.
Makine temelde bir artı-değer üretme aracıdır. Bir iş-makinesini daha yakından incelersek genel kural olarak, onda, el zanaatları ile manüfaktür işçilerinin kullandıkları aygıt ve aletleri parçalar halinde buluruz; ancak şu farkla ki, bunlar, eskiden insan tarafından kullanılan aletler iken, şimdi bir mekanizmanın aletleridir.
İnsanın aynı anda kullanabileceği aletlerin sayısı, kendi doğal üretim araçları ile, onun bedensel organ sayısı ile sınırlıdır. Bir makineler sistemi ise kendi kendine devinen bir ilk motor tarafından işletilmeye başlar başlamaz, kendi başına dev bir otomat meydana getirir.
Sanayiin bir alanında üretim tarzındaki köklü bir değişme, diğer alanlarda da benzer değişiklikleri birlikte getirir. Örneğin bu baş döndürücü üretim hızı ile; iletişim ve ulaştırma araçları modern sanayi için çok geçmeden taşınması olanaksız ayak bağları halini almışlardı.
Makine biçimine gelen emek araçları, insan kuvveti yerine doğal kuvvetlerin konulmasını ve el alışkanlığı yerine bilimin bilinçle uygulanmasını gerektirir.
Salt ürünü ucuzlatmak amacıyla makine kullanılması, makinenin üretimi için harcanan emeğin, bu makinenin kullanılmasıyla yerini aldığı emekten daha az olması gerekir ilkesini temel alır.
Makine, adale gücünü vazgeçilmez bir öğe olmaktan çıkardığı ölçüde, adaleleri zayıf, vücut gelişmesi eksik, ama eklem ve organları kıvrak işçileri çalıştıran bir araç halini alır. Bu nedenle de kadın ve çocuk emeği, makine kullanan kapitalist için aranan ilk şey olmuştur.
Makine, ayrıca, daha önce karşılıklı ilişkilerini saptamış olan işçi ile kapitalist arasındaki sözleşmede de baştan sona bir devrim yapar.
Belli bir sanayide makine kullanılmasının daha yaygın duruma gelmesiyle ürünün toplumsal değeri bireysel değeri düzeyine iner ve, artı-değerin, makinenin yerini aldığı emek-gücünden değil, makinenin başında çalışan emek-gücünden doğduğu konusundaki yasa kendisini göstermeye başlar.
Sermayenin elinde bulunan makine aracılığı ile işgününün alabildiğine uzatılması, yaşam kaynakları tehdit edilen toplum tarafından tepkiyle karşılanır ve uzunluğu yasa ile belirlenmiş normal bir işgününe ulaşılır. Böyle olunca da daha önce karşılaştığımız bir olay, yani emeğin yoğunlaştırılması büyük bir önem kazanır.
FABRİKA
Fabrikada makinenin, kadınlarla çocukların da emeğini katarak, kapitalist sömürünün malzemesini oluşturan insanoğlunun sayısını nasıl çoğalttığını, çalışma saatlerini alabildiğine uzatarak işçinin bütün zamanına nasıl el koyduğunu ve en sonu, gitgide kısalan sürelerde üretimin çok büyük ölçülerde artmasını sağlayan gelişmelerle, daha kısa sürede daha fazla iş yaptırmanın, yani emek-gücünü daha yoğun bir biçimde sömürmenin bir aracı haline nasıl geldiğini görmüştük. Şimdi, bir bütün olarak fabrikayı ele alacağız:
Aletle birlikte işçinin onu kullanmadaki becerisi de makineye geçer. Aletin iş yapma olanağı, insanın emek-gücünün zorunlu sınırlarından kurtulur.
Bir ve aynı aleti yaşam boyu kullanmanın verdiği uzmanlık, şimdi, bir ve aynı makineye yaşam boyu hizmet etmenin verdiği uzmanlık halini alır. Makine, işçiyi, ta çocukluğundan başlayarak, parça makinenin bir kısmı haline sokmak amacıyla kötüye kullanmıştır. Böylece işçinin fabrikaya ve dolayısıyla kapitaliste olan çaresiz bağımlılığı da tamamlanmış olur.
Emek araçlarını kullanan işçi değildir, tersine, işçiyi kullanan emek araçlarıdır. Bu tersine dönüş, ilk kez yalnız fabrika sisteminde teknik ve somut bir gerçeklik kazanır.
Fourier, fabrikaları, “ıslah edilmiş hapishaneler” diye adlandırdığında haksız mıydı?
İŞÇİ İLE MAKİNE ARASINDAKİ ÇEKİŞME
Emek aracı, makine şeklini alır almaz, bizzat işçinin rakibi olur. Makine aracılığı ile sermayenin kendi kendisini genişletmesi, o zamandan beri geçim araçları bu makine tarafından ekarte edilen işçilerin sayısı ile doğru orantılıdır.
Geliştirilen bir makinenin amacı, el emeğini azaltmak ve fabrikadaki üretim sürecindeki bir halkayı insandan bir aygıt yerine demirden bir aygıt koyarak tamamlamaktır. Emek aracı, işçiyi yere serer. O, grevleri, işçi sınıfının sermayenin tahakkümüne karşı bu devresel başkaldırmalarını ezmede en güçlü silahtır.
John Stuart Mill ve daha bir dizi burjuva ekonomi politikçisi, işçileri yerlerinden eden bütün makinelerin aynı zamanda ve zorunlu olarak, aynı miktarda işçiyi çalıştırmaya yetecek kadar sermayeyi serbest bıraktığını öne sürerler.
Bu iktisatçıların iyimserlikleri yüzünden acayipleşen olgular gerçekte şöyledir: Makinenin fabrikadan sürüp çıkardığı işçiler, kapitalistlerin emrine amade işçi sayısını artırmak üzere doğruca emek pazarına atılırlar. İşbölümü ile çalışma alanları daralmış bulunan bu zavallıların eski uğraşları dışında değerleri o kadar azdır ki, ancak, aşağı türden ve zaten az ücretli işçiler ile dolup taşan sanayilerde kendilerine iş bulabilirler.
BÜYÜK SANAYİNİN YOLAÇTIĞI DEVRİM
Ucuz ve henüz olgunlaşmamış emek-gücünün sömürülmesi, modern manüfaktürde gerçek fabrika sisteminden çok daha utanç verici bir biçimde yapılmıştır. Bunun nedeni de, fabrika sisteminin teknik temelinin, yani adale gücünün yerini makinenin almasının ve yapılan işin hafiflemesinin, manüfaktürde hemen hemen hiç söz konusu olmaması ve aynı zamanda, kadınlarla çok küçük çocukların, zehirli ya da sağlığa zararlı maddelerin etkilerine en acımasız biçimde bırakılmasıdır.
Toplumun, kendi kendine gelişip şekillenen üretim biçimine karşı ilk bilinçli ve yöntemli tepkisi olan fabrika yasaları, tıpkı pamuk ipliği, otomat ve elektrikli telgraf gibi büyük sanayilerin zorunlu bir ürünüdür.
Fabrika yönetmeliğinin, işçi sınıfının hem kafasını ve hem de bedenini korumak amacıyla bütün işkollarına uygulanması kaçınılmaz duruma gelirken, öte yandan da daha önce de değindiğimiz gibi, bu gelişme, sayısız tek başına küçük sanayilerin, büyük ölçüde yürütülen birkaç birleştirilmiş sanayie dönüşmesini hızlandırmakta ve böylece de sermayenin yoğunlaşmasını ve fabrika sisteminin tam egemenliğini çabuklaştırmaktadır.
Büyük sanayi, tarım alanında, diğer alanlardan daha fazla devrimci bir etki yapmaktadır ve bu nedenle de, eski toplumun kalesi olan köylüyü yokederek, yerine ücretli işçiyi koymaktadır. Böylece, toplumsal değişme isteği ile uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları, kırsal bölgelerde de kentlerdeki düzeye yükselmiştir.
BEŞİNCİ KISIM – MUTLAK VE NİSPİ ARTI-DEĞER ÜRETİMİ
Üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmanız da gerekmez, kolektif emekçinin bir parçası olmanız, onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir.
İşgününün, emekçinin kendi emek-gücünün değerine (kendisi için üretseydi) eşit bir değeri ürettiği noktanın ötesine uzatılması ve bu artı-emeğe sermaye tarafından el konulması, işte bu, mutlak artı-değer üretimidir. Kapitalist sistemin genel dayanağını ve nispi artı-değer üretiminin çıkış noktasını bu oluşturur. Nispi artı-değer üretimi, işgününün, gerekli-emek ve artı-emek diye zaten iki kısma bölünmüş olduğunu öngörür.
Kapitalist üretim tarzı bir kez kurulup genelleşti mi, artı-değer oranında bir yükselmenin söz konusu olduğu durumlarda, mutlak ve nispi artı-değer arasındaki fark kendisini belli eder. Emek-gücüne değerinin ödendiğini varsayarsak, şu seçenekle karşı karşıya geliriz: emeğin üretkenliği ile normal yoğunluğu belirli ise, artı-değer oranı, ancak işgününün fiilen uzatılmasıyla yükseltilebilir; öte yandan, işgününün uzunluğu belli ise, bu yükseliş, ancak işgününü oluşturan kısımların, yani gerekli-emek ile artı-emeğin nispi büyüklüklerinde bir değişiklik yapmakla sağlanabilir; burada, eğer ücretler, emek-gücünün değerinin altına düşmüyorsa, ya emeğin üretkenliğinde, ya da yoğunluğunda bir değişme olmasını gerektirir.
Karşılanmaları zorunlu doğal gereksinmelerin sayısı ne kadar az, toprağın verimliliği ile iklimin elverişliliği ne kadar fazla olursa, üreticinin yaşaması ve devamı için gerekli emek-zamanı da o kadar kısa, olur.
Mill diyor ki: “Kârın nedeni, emeğin kendisini sağlaması için gerekli olandan fazlasını üretmesidir. Teoremi şöyle de koyabiliriz: sermayenin kâr sağlamasının nedeni, besinlerin, giysilerin, malzeme ve araçların, bunların üretilmeleri için gerekli olan zamandan daha uzun süre dayanmalarıdır.” Mill, burada, emek-zamanının süresi ile onun ürünü olan şeylerin sürelerini karıştırmaktadır.
EMEK-GÜCÜ FİYATINDA VE ARTI-DEĞERDE BÜYÜKLÜK DEĞİŞMELERİ
Emek-gücünün değeri, ortalama emekçinin yaşaması için gerekli, alışılagelen tüketim maddelerinin değeriyle belirlenir.
(1) Metaların değerleri üzerinden satıldıklarını; (2) emek-gücü-nün fiyatının zaman zaman değerinin üzerine yükseldiğini, ama hiçbir zaman bunun altına düşmediğini varsayıyorum. Bu varsayımlara dayanılarak: artı-değer ile emek-gücü fiyatının nispi büyüklüklerinin, üç şey tarafından belirlendiğini söyleyebiliriz:
- işgünü uzunluğuna ya da emeğin büyüklüğünün genişliğine
- emeğin normal yoğunluğuna, yoğunluk yönünden büyüklüğüne, belli bir sürede belli bir miktarda emek harcanmasına
- emeğin üretkenliğine, üretim koşullarındaki gelişme derecesine bağlı olarak aynı miktarda emeğin belli bir sürede, daha çok ya da daha az ürün sağlamasına.
Sermaye, Adam Smith’in dediği gibi, yalnızca emek üzerinde egemen değildir, temelde karşılığı ödenmemiş emek üzerinde egemendir. Her türlü artı-değer, sonradan (kâr, faiz, rant gibi) hangi özel biçim altında billurlaşırsa billurlaşsın, özü bakımından, karşılığı ödenmemiş emeğin maddeleşmesidir. Sermayenin kendisini genişletmesinin sırrı, sonunda, başkalarının karşılığı ödenmemiş belirli bir miktarda emeği üzerindeki tasarruf yetkisi olarak kendini açığa vurur.
ALTINCI KISIM – ÜCRET
BURJUVA toplumunun görünüşünde, işçinin ücreti, emeğinin fiyatı olarak, belli bir miktarda emek için ödenen belli miktarda para olarak görünür. Böylece, herkes, emeğin değerinden söz eder ve bunun para olarak ifadesine onun gerekli ya da doğal fiyatı der. Öte yandan, emeğin pazar fiyatından, yani onun doğal fiyatının üstünde ya da altında oynamalar gösteren fiyatlarından söz ederler. Ama bir metanın değeri nedir?
Bir metanın değerini belirleyen şey, onun üretimi için gerekli-emek miktarıdır, yoksa bu emeğin gerçekleşmiş şekli değildir. Pazarda, para sahibi ile doğrudan doğruya yüzyüze gelen aslında emek değil, emekçidir. Onun sattığı, kendi emek-gücüdür. Onun emeği, fiilen başlar başlamaz, artık, ona ait olmaktan çıkmıştır ve bunun için de bu emeğin şimdi onun tarafından satılması söz konusu olamaz. Emek, değerin özü ve değerin içkin ölçüsüdür, ama kendisinin değeri yoktur.
Klasik ekonomi politik, “emeğin fiyatı” kategorisini fazla eleştirmeden günlük yaşamdan almıştır ve yalnızca, bu fiyatın nasıl belirlendiği sorusunu sormakla yetinmiştir. Çok geçmeden, arz ve talep arasındaki ilişkideki değişmenin, emeğin fiyatı bakımından, diğer bütün metalarda olduğu gibi, bu değişmeler dışında, yani pazar fiyatının belli bir ortalamanın üstünde ya da altında gösterdiği oynamalar dışında, hiçbir şeyi açıklamadığını farketmiştir.
Emeğin değeri, emek-gücünün değerinin yalnızca akla uygun olmayan bir ifadesi olduğu için, emeğin değerinin daima ürettiği değerden daha küçük olması zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkar, çünkü kapitalist, daima emek-gücünü, kendi değerini yeniden üretmesi için gereğinden daha uzun süre çalıştırır.
ZAMANA GÖRE ÜCRET: Günlük, haftalık vb. emek miktarı belli ise, günlük ya da haftalık ücret, kendisi de, emek-gücü-nün değeriyle ya da bunun fiyatıyla değeri arasındaki farkla birlikte değişen emek fiyatına bağlı olur. Öte yandan, emeğin fiyatı belli ise, günlük ya da haftalık ücret, günlük ya da haftalık emek miktarına bağlı olur.
PARÇA-BAŞI ÜCRET: Bu zamana göre ücretin değişikliğe uğramış biçiminden başka bir şey değildir. Burada emeğin niteliği ile yoğunluğu bizzat ücret tarafından denetlendiği için, işin ayrıca gözetlenmesi büyük ölçüde gereksiz hale gelmektedir.
Parça-başı ücreti kapitalist ile ücretli-emekçi arasına asalakların girmesini, “emeğin aracıyla kiralanmasını” kolaylaştırır. Bu aracıların kazancı, tümüyle, kapitalistin ödediği emek-fiyatı ile, bunların, bu fiyatın emekçiye ulaşmasına fiilen izin verdikleri kısmı arasındaki farktan ileri gelir.
Parça-başı ücret, kapitalist üretim tarzı ile en uyumlu ücret şeklidir.
YEDİNCİ KISIM – SERMAYE BİRİKİMİ
Bir para tutarının, üretim araçlarına ve emek-gücüne dönüştürülmesi, sermaye olarak işlev yapacak bir değer miktarının atacağı ilk adımdır.
Birikimin ilk koşulu, kapitalistin elinde bulunan metaları satabilmesi ve aldığı paranın büyük kısmını sermayeye dönüştürebilmesidir. Artı-değeri üreten, yani karşılığı ödenmemiş emeği doğrudan doğruya emekçiden kopartıp alarak bunu metalarda somutlaştıran kapitalist, aslında, bu artı-değerin ilk sahibi olmakla birlikte, hiçbir zaman onun son sahibi değildir. Bunu diğer kapitalistlerle, toprak sahipleriyle vb. paylaşmak durumundadır. Artı-değer, bu nedenle, çeşitli kısımlara ayrılır. Bu parçalar, çeşitli kategorilere ayrılan kimselere gider ve, kâr, faiz, tüccar kârı, toprak rantı vb. gibi birbirinden bağımsız farklı şekiller alır.
BASİT YENİDEN-ÜRETİM
Bir toplumda üretim sürecinin şekli ne olursa olsun, bu sürecin devamlı olması, devresel olarak aynı evrelerden geçerek sürüp gitmesi gerekir. Bir toplum tüketmekten nasıl vazgeçemezse, üretmekten de öyle vazgeçemez. Yani her toplumsal üretim süreci, aynı zamanda, bir yeniden-üretim sürecidir.
Üretim süreci, bir yandan, ardı arası kesilmeden, maddi serveti, sermayeye, kapitalist için daha fazla servet ve zevk yaratma aracına çeviriyor. Öte yandan, işçi, üretim sürecine bir servet kaynağı olarak girdiği halde, süreci, kendisinin de zenginliğinin kaynağı olabilecek bütün araçlardan yoksun olarak terkediyor.
Emekçinin bireysel tüketimi, ister işyerinde, ister dışarda geçsin, üretim sürecinin bir kısmı olsun ya da olmasın, bu yüzden, sermayenin ve üretiminin ve yeniden-üretiminin bir etmenini oluşturur, tıpkı bir makinenin temizliğinin, çalışırken ya da dururken yapılması gibi. Emekçinin, geçim araçlarını, kapitalisti hoşnut etmek için değil de kendi amacına hizmet için tüketmesinin hiçbir önemi yoktur.
Kapitalistler ve onların ideolojik temsilcileri olan ekonomi politikçiler, emekçinin bireysel tüketiminden yalnız bu sınıfın devamı için gerekli olan ve bu nedenle de kapitalistlerin tüketmek üzere emek-gücü bulabilmeleri için yerine getirilmesi zorunlu olan kısmını üretken tüketim saymakta ve bunun dışında kalan ve emekçinin kendi keyfi için yaptığı tüketimi ise üretken olmayan tüketim olarak kabul etmektedirler.
Emekçiyi, durmadan, yaşaması için emek-gücünü satmaya zorlamakta ve kapitaliste, daha da zenginleşmesi için bu emek-gücünü satınalma olanağını hazırlamaktadır. Demek oluyor ki, kapitalist üretim, birbirine bağlı, sürekli bir süreç, yani bir yeniden-üretim süreci olması nedeniyle, yalnızca meta ve artı-değer üretmekle kalmıyor, aynı zamanda, bir yanda kapitalist, öte yanda ücretli emekçi olmak üzere, kapitalist ilişkiyi de üretiyor ve yeniden üretiyor.
ARTI-DEĞERİN SERMAYEYE DÖNÜŞMESİ
Buraya kadar artı-değerin sermayeden nasıl çıktığını inceledik; şimdi de sermayenin artı-değerden nasıl çıktığını göreceğiz. Artı-değerin sermaye olarak kullanılmasına ve yeniden dönüştürülmesine, sermaye birikimi denir. Birikim için, artı-ürünün bir kısmının sermayeye dönüştürülmesi zorunluluğu vardır.
Bu sürecin sonuçları şunlar olur:
- ürün işçiye değil, kapitaliste ait oluyor
- bu ürünün değeri, yatırılan sermayeden başka, işçiye bir emeğe malolan, ama kapitaliste hiçbir harcamaya malolmayan bir artı-değeri de içeriyor ve bu da gene kapitalistin yasal malı oluyor
- işçi, emek-gücünü hâlâ elinde bulundurmaktadır ve eğer yeni bir alıcı bulursa, bunu, gene satabilir. Basit yeniden-üretim, bu ilk işlemin yalnızca devresel yinelenmesidir; her seferinde para yeniden sermayeye çevrilir.
Artı-değer kapitalistin malıdır; zaten hiçbir zaman bir başkasına ait olmamıştır. Bu sonuç, işçinin kendi emek-gücünü bir meta gibi serbestçe satabildiği andan itibaren kaçınılmaz hale gelir.
Ücretli-emeğin araya girmesiyle meta üretiminin bozulduğunu söylemek, bozulmaması için meta üretiminin gelişmemesi gerektiğini söylemek gibidir. Meta üretimi, kendisine özgü yasalarıyla uygunluk içersinde, kapitalist üretim haline geldiği ölçüde, meta üretimi ile ilgili mülkiyet yasaları da kapitalist el koyma yasalarına dönüşür. İşte bu nedenle, ekonomi politik, sermayeyi, “artı-değer üretiminde tekrar kullanılan biriktirilmiş zenginlik” (dönüştürülmüş artı-değer ya da gelir) olarak, kapitalisti ise “artı-değerin sahibi” diye tanımlar.
Kişileşmiş sermaye olma dışında kapitalistin tarihsel bir değeri olmadığı gibi, bu tarihsel varolma hakkına da sahip değildir, yani şakacı Lichnowsky’nin deyimiyle, “‘hiçbir tarihe sahip değildir”.
Bizzat değeri genişletme işine kendisini büyük bir tutkuyla kaptıran kapitalist, insanoğlunu üretim için üretmeye insafsızca zorlar; böylece o, toplumdaki üretken güçlerin gelişmesini zorlar, daha yüksek bir toplum şeklinin gerçek temelini atabilecek maddi koşulları yaratır; ve bu toplumda, her bireyin kişiliğini tam ve özgürce geliştirmesi artık temel ve yön verici ilke olur. Kapitalist, yalnızca kişileşmiş sermaye olarak saygıya değerdir.
Biriktirmek, toplumsal zenginlik alemini ele geçirmek, sömürdüğü insanların kitlesini artırmak ve böylece kapitalistin dolaysız ve dolaylı egemenliğini genişletmek demektir.
“Ücretlerin” diyor John Stuart Mill, “hiçbir üretken gücü yoktur; bunlar bir üretken gücün fiyatlarıdır. Eğer emeğe satın alınmaksızın sahip olunabilseydi, ücretten pekâlâ vazgeçilebilirdi. Emeğin maliyetini bu sıfır noktasına doğru durmadan zorlamak, sermayenin değişmeyen eğilimidir.
Sermayenin, sabit bir büyüklük olmayıp, toplumsal zenginliğin esnek ve her yeni artı-değerin, gelir (revenue) ve ek sermaye olarak bölünmesiyle durmadan dalgalanan bir parçası olduğu, bu inceleme sırasında görülmüş bulunmaktadır.
KAPİTALİST BİRİKİMİN GENEL YASASI
Sermaye birikimi sonucu emeğin fiyatındaki bir yükselme, gerçekte, ücretli işçinin kendisi için dövmüş olduğu altın zincirin uzunluğunda ve ağırlığındaki bir gevşemedir. Emeğin fiyatındaki yükselme, birikimin ilerlemesini etkilemediği için artmaya devam eder.
Her bireysel sermaye, şu ya da bu ölçüde üretim araçlarının yoğunlaşması olup, buna uygun düşen büyüklükte bir emek ordusu üzerinde komuta yetkisi vardır. Her birikim, yeni bir birikimin aracı olur. Birçok bireysel sermayelerin büyümesi, toplumsal sermayenin büyümesi sonucunu verir. Birikim ve onunla birlikte ortaya çıkan yoğunlaşma, birçok noktalara dağılmakla kalmaz, her işleyen sermayedeki artış, eski sermayenin bölünmesiyle oluşan yeni sermayeler tarafından güdükleştirilir.
Kapitalist üretim ve birikimin gelişmesi ölçüsünde, merkezileşmenin en güçlü iki mekanizması da gelişir: rekabet ve kredi.
Büyük sanayiin bütün hareket şekli, emekçi nüfusun bir kısmını, sürekli olarak, işsiz ya da yarı-işsiz insanlar haline getirmeye dayanıyor. Emek-gücünün sermaye tarafından tüketilmesi o kadar hızlıdır ki, emekçi, yaşamının daha yarısında iken aşağı yukarı bütün ömrünü tüketmiş gibidir. Bu anlamda en kısa ömre, büyük sanayi işçileri arasında rastlıyoruz.
Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta (emekçide) sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilgisizliğin, zalimliğin, aklı yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur.
Bugün artık harcanan çaba, bunun ödülünden ayrılmış bulunuyor; önce çalışan, daha sonra dinlenen, aynı adam olmuyor. Ama birisi çalıştığı için diğeri dinlenebiliyor…. O halde, emeğin üretken gücündeki sınırsız artış, ancak, aylak zenginlerin lüks ve zevklerini artırmaktan başka bir sonuç veremez. (Sismondih)
Ensonu, ağırkanlı burjuva doktrincisi Destutt de Tracy de, şu zalimce sözleri yumurtluyor: “Yoksul uluslarda halk rahattır, zengin uluslarda ise genellikle yoksuldur.”
Mesela İngiltere’de 1853 ile 1861 yılları arasındaki sermaye artışı yüzde 20’dir! Bu durum, inanılmayacak derecede şaşırtıcıdır. Bu başdöndürücü servet ve kudret artışı tamamıyla mülk sahibi sınıfa aittir; ama, genel tüketim mallarının fiyatlarını düşürdüğü için dolaylı yoldan emekçi nüfusun da yararınadır. Bir yandan zenginler daha da zenginleşirken, yoksullar da daha az yoksul hale gelmektedirler. Gene de ben, burada, aşırı yoksulluğun azaldığını söyleyemem.
Kömür ve diğer madenlerde çalışan emekçiler, İngiliz proletaryasının en iyi ücret alan kategorisine girerler. Kural olarak, bir maden işleticisi, işçileri için bir miktar kulübe yaptırır. Madenci, ücretinin bir kısmını, pislik ortasındaki bir evin kirası karşılığı almış durumdadır. İşçi burada çaresizlik içersindedir ve mal sahibinden başka, çevrede ona elini uzatacak kimse yoktur. Harcamalarını incelediğimizde görüyoruz ki, emekçi ailelerinin çoğu, ortalama deniz ya da kara eri kadar değil, bir mahkum kadar bile beslenememektedir.
Kapitalist üretim ve birikimin uzlaşmaz karşıt niteliği hiçbir yerde, İngiliz tarımındaki (hayvancılık dahil) ilerleme ile İngiliz tarım emekçisinin durumundaki gerilemede olduğu kadar kendisini zalimce ortaya koyamaz. Sayıları azaldığı ve sağladıkları ürünlerin kitlesi büyüdüğü halde, tarım emekçilerinin sürekli olarak gereksiz hale gelmeleri, sefalete düşmelerinin nedeni olur. Bu yoksul ve perişan durumları, bulundukları yerlerden sürülmelerinin nedeni ve son direnme güçlerini de kırarak onları büyük toprak sahipleriyle büyük çiftçilerin kölesi haline dönüştüren sefil barınma koşullarının başlıca kaynağıdır.
Bir sanayi ülkesi olan İngiltere’de, sınai yedek emekgücü kırsal bölgelerden devşirilir, oysa bir tarım ülkesi olan İrlanda’da, tarımsal yedek emek-gücü kırlardan kovularak kasaba ve kentlere sığınan tarım emekçilerinden devşirilir. Yedek emek-gücüne Nispi artı-nüfus üretimi diyebiliriz.
SEKİZİNCİ KISIM – İLKEL BİRİKİM
Sermaye birikimi, artı-değerin varlığını; artı-değer, kapitalist üretimi; kapitalist üretim ise, meta üreticilerinin ellerinde daha önceden oldukça büyük bir sermaye ve emek-gücü kitlesinin bulunmasını öngörür. Bu üretim tarzının sonucu değil, çıkış noktasını oluşturan bir ilkel birikimin bulunduğunu kabul etmekle kurtulmak mümkündür.
Kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz. Bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan, doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür. İlkel birikim denilen şey, bu nedenle, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir.
Tarımsal üreticilerin, köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan ayrılmaları, bütün bu sürecin temelidir.
TARIMSAL NÜFUSUN TOPRAKSIZLAŞTIRILMASI
İNGİLTERE’DE serflik, 14. yüzyılın sonuna doğru hemen tamamen ortadan kalkmıştı. Nüfusun büyük bir çoğunluğu o zaman ve daha büyük ölçüde olmak üzere, 15. yüzyılda, mülkiyet hakları hangi feodal ad altında gizlenirse gizlensin, kendi topraklarını işleyen özgür köylülerden oluşuyordu. Büyük malikanelerde, kendisi de serf olan çiftlik kahyalarının yerini, serbest çiftçiler almıştı.
Kapitalist üretim tarzının temelini atan devrimin ilk perdesi, 15. yüzyılın son otuz yılı ile 16. yüzyılın ilk on yılında oynandı. Senyörlerin, “evi ve şatoyu boş yere dolduran” hizmetliler ile uşaklar takımına yol vermesiyle emek pazarına serbest bir proletarya yığını sürülmüş oldu.
Kral ve parlamento ile çetin bir çatışmaya giren büyük feodal beyler, köylüleri, tıpkı kendileri gibi feodal haklara sahip bulundukları topraklardan zorla söküp atarak ve ortak topraklara el koyarak, çok daha fazla proletarya yarattılar.
Halkın zorla mülksüzleştirilmesi süreci, 16. yüzyılda, Reformasyon ve kilise mallarının yağmalanması ile yeni ve korkunç bir hız kazandı. Katolik kilisesi, Reformasyon hareketi sırasında, İngiliz topraklarının büyük bir kısmının feodal sahibiydi. Manastırlar ile benzeri kuruluşların kapatılması, buralarda barınanları, proletarya haline getirdi.
Bu toprakların birkaç büyük çiftçi eline geçmesi sonucu küçük çiftçiler yaşamlarını başkaları için çalışarak kazanan ve gereksinmeleri olan her şeyi ancak pazardan satın alabilecek kimseler haline getirilecektir. Çok daha fazla zorunluluk olduğundan dolayı, belki de çok daha fazla çalışılacaktır. Kentler ve sanayi, daha fazla insan, iş ve barınak aramaya sürüleceği için, genişleyecektir.
Tarımsal nüfusu topraktan tümüyle yoksun bırakan en son süreç, clearing of estates (mülklerin temizlenmesi), yani üzerlerindeki insanların silinip süpürülmesi hareketi olmuştur. Bağımsız köylü kalmayınca, kulübelerin “temizlenmesi” başlıyordu. Böylece tarım emekçileri, elleriyle ekip biçtikleri topraklar üzerinde başlarını sokacak bir yer bulamaz hale geliyorlardı.
Kilise mallarının yağmalanması, devlet mülkünün hileli yollardan ele geçirilmesi, ortak toprakların çalınması, feodal ve klan emlâkının gasp edilerek, başıboş bir terör havası içinde modern özel mülkiyet haline getirilmesi, ilkel birikimin birçok sevimli yöntemlerinden bazılarıydı. Kapitalist tarım için gerekli alan ele geçirilmiş; toprak, sermayenin bir parçası haline getirilmiş ve kent sanayileri için gerekli, “özgür” ve yasa-dışı proletarya sağlanmıştı.
MÜLKSÜZLEŞTİRİLENLERE KARŞI KANLI YASALAR
Alışageldikleri yaşam tarzından birdenbire kopartılan bu insanlar, yeni durumlarının gerektirdiği disipline aynı hızla kendilerini uyduramazlardı. Bunlar, bazan eğilimlerine uyarak, ama çoğu zaman da koşulların baskısıyla çoğunlukla dilenci, hırsız, serseri haline geldiler.
Yaşlı ve çalışamayacak durumdaki dilencilere birer dilencilik belgesi verilir. Buna karşılık, sapasağlam serserilere dayak ve hapis cezası. Bir yasaya göre, çalışmak istemeyen herhangi bir kimse, kendisini tembel ve aylak bir kimse olarak ihbar edene kölelik etmeye mahkum edilecekti. Herkes, serserilerin çocuklarını çırak olarak kullanma hakkına sahipti; bu, erkek çocuklar için 24, kız çocuklar için 20 yaşına kadar devam ederdi.
Önce zorla toprakları ellerinden alınan, evlerinden atılan ve işsiz-güçsüz serseriler haline getirilen tarımsal nüfus, işte böyle kırbaçlanarak, damgalanarak, müthiş yasalar yoluyla işkence edilerek, ücret sisteminin gerektirdiği disipline sokuluyordu.
Kapitalist üretim süreci, bir kez örgütlenmesini tamamladı mı, bütün direnmeleri kırar. Devamlı bir nispi artı-nüfus yaratılması, emek-gücüne olan arz ve talebi ve dolayısıyla ücretleri daima sermayenin gereksinmelerine uygun bir düzeyde tutar. Ekonomik ilişkilerin sessiz baskısı, emekçinin, kapitalistin boyunduruğu altına girmesini tamamlar.
KAPİTALİST ÇİFTÇİNİN DOĞUŞU
Peki kapitalistler nerden kaynaklandılar?
Tarımsal nüfusun mülksüzleştirilmesi, doğrudan doğruya yalnız büyük toprak sahiplerini yaratmaktadır. Ortak toprakların gaspı, yeni sahiplerinin elindeki hayvan sürülerini büyük ölçüde çoğaltmasını sağladığı gibi, toprağın işlenmesi için neredeyse hiç masraf etmeksizin gübre elde etmesini de kolaylaştırdı.
O sırada çiftlikler için kira sözleşmeleri çok uzun süreli, çoğu 99 yıllık oluyordu. Hububat, yün, et, kısacası tarımsal ürün fiyatlarındaki sürekli artış, fazladan hiçbir çaba harcamaksızın çiftçinin para-sermayesini çoğaltıyor, oysa ödediği kira (paranın eski değeri üzerinden hesaplandığı için) aslında küçülmüş bulunuyordu. Böylece bu çiftçiler, hem emekçilerin ve hem de toprak beylerinin sırtından zenginleştiler.
TARIMSAL DEVRİMİN SANAYİ ÜZERİNDEKİ TEPKİSİ
Bağımsız ve kendine yeterli köylülerin seyrekleşmesi yalnız sanayi proletaryasının bir yerde toplanması sonucunu doğurmakla kalmamıştı. Üzerinde çalışanların sayısında bir azalma olduğu halde, toprak, eskisi kadar ve hatta daha fazla ürün veriyordu. Çünkü toprak mülkiyeti koşullarındaki devrimle birlikte, işleme yöntemleri gelişmiş, elbirliği ve üretim araçlarının yoğunlaşma derecesi artmış, tarım ücretli emekçileri daha sıkı bir biçimde çalıştırıldığı gibi, kendileri için işledikleri tarlaların alanı gitgide daralmıştı.
Mülksüzleştirilen ve yerlerinden atılan köylü, değeri, yeni efendisinden, sanayi kapitalistinden, ücret biçiminde satın almak zorundaydı. Küçük köylüleri ücretli emekçiye, bunların geçim ve emek araçlarını, sermayenin maddi öğelerine dönüştüren olaylar, aynı zamanda, bu sermaye için bir iç pazar da yaratır.
Böylece, kendi kendilerine yeterli köylülerin mülksüzleştirilmesi ve üretim araçlarından ayrılması ile, kırsal ev sanayilerinin yok edilmesi, manüfaktürle tarımın birbirinden ayrılması süreci el ele gitmiş oluyor.
SANAYİCİ KAPİTALİSTİN DOĞUŞU
Sanayici kapitalistin doğuşu, çiftçinin doğduğu gibi yavaş yavaş yürüyen bir süreçIe olmamıştır. Kuşkusuz, pek çok küçük lonca ustası, daha da fazla bağımsız küçük zanaatçı ve hatta ücretli-emekçi, küçük kapitalist haline gelmiş ve (ücretli-emeği, gitgide artan ölçüde sömürerek ve dolayısıyla birikim sağlayarak) tam kapitalist olup çıkmışlardır.
Luther’in “tekelci şirketleri”, sermaye birikimi için güçlü araçlardı. Sömürgeler, tomurcuklanan manüfaktürler için pazar üzerindeki tekel aracılığı ile artan bir birikim sağladı. Avrupa dışında düpedüz talan, köleleştirme ve katillik yoluyla ele geçirilen servet, anayurda taşınarak sermayeye çevrildi.
Kamu kredisi, sermayenin credo’su halini aldı. Kamusal borçlanma, ilkel birikimin en güçlü kaldıraçlarından birisi halini alır. Bir büyücü değneğinin dokunması gibi, kısır paraya üreme gücünü kazandırır ve onu sermayeye çevirir.
Aşırı vergilendime, bir raslantı olmaktan çok, bir ilkedir. İşte bunun için, Hollanda’da bu sistem ilk kez uygulanmaya başlandığı zaman, büyük yurtsever De Witt, Özdeyişler’inde, bunu, ücretli-emekçiyi, uysal, tutumlu, çalışkan ve aşırı işle yüklü hale getirmenin en iyi yolu diye göklere çıkarmıştı.
Sömürge sistemi, kamu borçları, ağır vergiler, himaye, ticari savaşlar vb., gerçek manüfaktür döneminin bu çocukları, büyük sanayiin çocukluk çağı boyunca dev gibi büyüdüler.
KAPİTALİST BİRİKİM TARİHSEL EĞİLİMİ
SERMAYENİN ilkel birikimi, yani tarihsel doğuşu nasıl olmuştur?
Özel mülkiyet, ancak, toplumsal, kolektif mülkiyetin antitezi olarak, emek araçları ile emeğin dış koşullarının özel kişilere ait olduğu yerlerde varolur. Ama bu özel kişilerin emekçi olup olmamalarına göre, özel mülkiyetin niteliği farklı olur.
Doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, acımasız bir vahşetle ve en bayağı, en rezil, en küçültücü, en çirkin tutkuların dürtüsü altında gerçekleştirilmiştir. Tecrit edilmiş, bağımsız emekçi bireyin, deyim yerindeyse, kendi emek koşullarıyla kaynaşmasının sonucu olan özel mülkiyetin yerini, öbürlerinin itibari olarak özgür emeğinin, yani ücretli-emeğin sömürülmesine dayanan kapitalist özel mülkiyet alır.
Bu mülksüzIeştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir.
Emek-sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçIi teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider.
Kapitalist üretim bir doğa yasasının kaçınılmaz zorunluluğu ile kendi yadsınmasını doğuracaktır. Birinci durumda, halk yığınlarının birkaç gasp edici tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusuydu; ikincisinde ise, birkaç gasp-edicinin, halk yığınları tarafından mülksüzleştirilmeleri söz konusu olacaktır.
MODERN SÖMÜRGECİLİK TEORİSİ
Ekonomi Politik, biri üreticinin kendi emeğine, diğeri başkalarının emeğinin kullanılması ilkesine dayanan çok farklı türden iki özel mülkiyet şeklini birbirine karıştırmaktadır. Bunlardan ikincisinin yalnızca doğrudan birincisinin antitezi olmakla kalmayıp, mutlaka onun mezarı üzerinde boy attığını da unutmaktadır.
Sömürgelerde ise durum başka türlüdür. Anayurdun gücüne sırtını dayayan kapitalist, üreticinin kendi bağımsız emeğine dayanan üretim ve mülk edinme tarzlarını yolunun üzerinden zorla temizler. Halk yığınlarının topraktan mülksüzleştirilmesinin, kapitalist üretim tarzının temelini oluşturduğunu görmüş bulunuyoruz.
Her neyse, biz, burada, sömürgelerin durumu ile ilgilenmiyoruz. Bizi ilgilendiren tek şey, eski dünyanın ekonomi politiğinin, yeni dünyada keşfettiği ve damların üzerinden ilân ettikleri sırdır: kapitalist üretim ve birikim tarzının ve dolayısıyla kapitalist özel mülkiyetin, temel koşul olarak, bizzat kazanılmış özel mülkiyetin yok olması, bir başka deyişle, emekçinin mülksüzleştirilmesidir.