Zihin Felsefesi – Ders Notu

ZİHİN FELSEFESİ NEDİR?

Zihin felsefesi, genel bir çerçevede tanımlanacak olursa özellikle bilincin doğası, ne tür şeylerin bilinçli olduğu ya da olabileceği ve yalnızca bilinç sahibi varlıkların sahip olabileceği her tür zihinsel olguyla ilgilenen bir felsefe dalı olduğu söylenebilir.

Zihin kavramı felsefeye modern çağla giren bir kavramdır. İlk ve Ortaçağlarda zihin kavramı yerine ruh kavramı kullanılırdı. Dolayısıyla bugün zihin beden sorunu olarak tanımladığımız sorun klasik felsefe literatüründe ruh beden sorunu olarak geçer.

Zihin felsefesi genel olarak felsefe içinde merkezi bir yere sahiptir; zihin kavramı zihin felsefesinin temel kavramı olmakla beraber epistemoloji (bilgi kuramı), metafizik ve dil felsefesinin de temel kavramlarından biridir.

ZİHİN FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI

Zihin Kavramı

Zihnin üç temel kapasiteye sahip olduğunu söyleyebiliriz; bunlar “biliş” (bilme), “duygulanım” (duygular) ve “istenç” (isteme) olarak sıralanabilir.

Biliş içsel ve dışsal bilgi kaynaklarını, her türlü bilme edimini içerir. Duygulanım bedensel duyumlar, duygu ve hisler kadar kişilik özelliklerini de barındırır. İstenç alanı, bir eyleyici olarak, öznenin sahip olduğu arzular, güdüler, kararlar, niyetler, çabalamalar, eylemeler, yapar gibi görünmeler gibi, edimler ve davranış özellikleridir.

Zihinsel olgular, sadece üç kapasitenin altına alınamayacak kadar çeşitlilik göstermektedir. Örneğin; inanma olgusu hangi kapasitenin altına girmelidir? Kendini güven, ya da ikna olma ya da emin hissetme hangi kapasiteye aittir? Zihni böyle basitçe üç temel kapasiteye ayırmanın sakıncalarına ve kısıtlamalarına dair örnekler çoğaltılabilir. Günümüzde zihin felsefesindeki genel eğilim, herhangi bir sınıflandırma yapmaktan kaçınmak yönündedir.

Gilber Ryle 19. yüzyılda Descartes’ın zihin-beden ayrımını eleştirerek bedenden bağımsız ve ayrı bir zihin olamayacağını ve zihinsel kapasiteleri bilmenin ancak bedensel ipuçları yoluyla mümkün olacağını savunan çözümleyici felsefe geleneğine mensup bir filozoftur.

Düşünmenin büyük oranda dilde, bir dil aracılığıyla gerçekleştiği düşünülür. Bu dil Türkçe gibi konuşulan, günlük bir dil olabildiği gibi mantıksal formüllerden oluşmuş yapay bir dil de olabilir. Düşünmenin zihinsel imgeler yoluyla da olduğu bilinmektedir. Düşünme “neyin düşünüldüğü” ve “ne düşündüğünü düşünme” olarak iki farklı anlamda ele alınabilir.

Bir şeyi görmek, o şeyin bilincinde olmayı, onun farkında olmayı gerektirir. Bu etkin ilişki fiziksel değildir. Okurken sayfanın bilincinde olmanın bir şekli ya da sertliği yoktur. Bu sayfayla sizin aranızda gerçekleşen şey ruhsal, görülemez, hiçbir şekilde kelimelerle ifade edilemeyen bir ilişkidir. İşte bu ilişkiye bilinç diyoruz.

Özne olmak, deneyim yaşayabilme kapasitesine sahip olmak demektir. Deneyimin öznesi deneyimi yaşayandır ve deneyimin nesnesi de deneyimlenendir. Bizim bir özne olmamız, öznelliğe sahip olmamız, felsefi olarak şaşırtıcı ve anlaşılması güç bir olgudur. Sadece kendimizi, diğerleri arasında bir kişi olarak düşünerek, öznelliğimizin farkına varmamız mümkün değildir. Diğerleri bizim için sadece birer nesne olarak vardır; onlar deneyimlerimizin nesnesidir. Aynı şekilde biz de diğerleri için, onların deneyimlerinin nesnesi olarak varız. Kendimizi kısmen özne, kısmen nesne olarak algılarız.

Bireysellik sorunu her bir bireysel varoluşun nedeninin ve olduğumuz kişi olmanın kendimiz için ne demek olduğunun açıklanması sorunudur. İnsan zihninin işleyişinde bulunan ve düşünceler arasında bağ ve düzen kurarak akıl yürütmeyi yöneten belli ilkelere aklın ilkeleri adı verilir. Bunlar özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı ilkeleridir. Özdeşlik ilkesine göre bir şey ne ise odur. Özdeşlik bir şeyin kendisiyle aynı olmasıdır.

Kendilik kendi kendisinin bilincinde olan bir bireyin durumunu ifade eder. Beynimizi hiçbir zaman algılayamayız. Bu kısmen duyu organlarının düzenlenişinin biyolojik koşullarıyla açıklanabildiği gibi, kısmen de eğer kendimiz beynimizden ibaretse açıklanabilir.

ZİHİNSEL OLANIN BİR İŞARETİ VAR MIDIR?

Epistemolojik Ölçüt

Dişinizdeki bir çürük nedeniyle şiddetli bir diş ağrısı çektiğinizi düşünün. Dişinizin durumu değil, ama yaşadığınız diş ağrısı zihinsel bir olaydır. Bu ayrımın temeli nedir? Ayrım, iki olgunun bilgisini elde etme yolumuzdaki farklılıktan kaynaklanır:

Doğrudan (veya dolaysız) bilgi: Dişinizin ağrıdığını birtakım ipuçlarına dayanarak veya çıkarım yaparak bilmezsiniz. Dişinizin ağrıdığını çıkarsayabileceğiniz bir başka olay ya da durum yoktur; yani dişinizin ağrıdığını diğer bilgiler ve inançlar aracılığıyla da bilmezsiniz. Bunun en önemli göstergesi “dişinin ağrıdığını nasıl biliyorsun?” sorusunun bize son derece anlamsız gelmesidir. Eğer bu soruyu ciddiye alırsanız, verebileceğiniz tek olası cevap “sadece biliyorum” olur.

Zihinsellikle bağlantılı bir başka bilgisel özellik kişinin sahip olduğu mevcut zihinsel durumların “yanılmaz” ve “kişinin kendisi için özel” olduğudur. Kişi kendi ağrısını yanılmaz bir şekilde bilir. Psikosomatik adı verilen ağrılar da sonuçta ağrıdır.

davranışlarını etkilediği besbelli olduğu halde, kişinin farkında olmadığı, hatta üzerinde düşündüğünde o zihinsel durumları yaşadığını reddettiği “bilinçdışı” veya “bilinçaltı” inançlar, duygular gibi psikolojik durumlar olduğunu biliyoruz. İkinci olarak, her zaman hissettiğimiz duygunun gerçekten ne olduğunu örneğin utanma mı, pişmanlık mı yoksa vicdan azabı mı olduğunu, ya da imrenme mi kıskançlık mı yoksa kızgınlık mı olduğunu tam olarak bilmek kolay değildir.

Kendimize böyle sorular sorduğumuzda bu şeyleri istediğimizden, bunlara inandığımızdan o kadar da emin olmadığımızı görürüz. Bu kuşkumuz Bilgimizden emin olmadığımız durumlar, duyumlar bağlamında da ortaya çıkabilir.

Uzamsal Olmayan Bir Şey Olarak Zihinsel Olmak: René Descartes zihinsel ve fiziksel olan arasında yapmış olduğu bu ayrımla modern felsefede ikicilik (düalizm) akımının öncüsü olmuştur. İkicilik zihinsel ve fiziksel olanın ya da zihin ve bedenin birbirine indirgenemez iki ayrı töz olduğunu savunan, ontolojik bir görüştür.

Fizik biliminin dilini bütün öteki bilimlere uygun evrensel bir dil haline getirmek isteyen öğretiye fizikalizm adı verilir. Fizikalizm gerçek dünyada fiziksel olgu ve olayların dışında bir şeyin var olduğunu reddeder. Fizikalizm Neurath, Carnap, Ayer gibi filozoflar tarafından ortaya konan mantıksal pozitivizm görüşü ile büyük oranda örtüşür. Zihin felsefesi bağlamında fizikalizm, kabaca zihnin maddeden bağımsız var olamayacağını ve her tözün tamamen fiziksel olduğunu iddia eden bir görüştür.

Zihinsel Olmanın Ölçütü Olarak Yönelimsellik: Zihinsel olanı fiziksel olandan ayıran bir diğer önemli farklılık, zihinsel olanın belli bir nesneye yönelmiş olması, nesnesinin veya içeriğinin, mutlaka var olan bir şey olması gerekmemesidir.

Zihinsel olanın böyle var olmayabilen bir nesnesinin ve içeriğinin olması ya da bir nesneye yönelmiş olması özelliğine “yönelimsellik” adı verilir. Zihinsel durumlarımızın, kendilerinin dışında olan şeyleri temsil etme kapasitesi, yani temsil edici içeriğe sahip olmaları onlara ilişkin en önemli olgudur.

Çözümsüz Bir Bilmece

Standart olarak, iki genel zihinsel olgu sınıfı olduğu kabul edilir:

  • Acı, ağrı ya da renk ve dokunma algısı gibi duyumsal veya algılanmış nitelikler (qualia)
  • inançlar, arzular, niyetler gibi yönelimsel durumlar.

Duyumsal ya da niteliksel durumlar, doğrudan erişim, kişiye özel olma gibi, zihinselliğin epistemolojik ölçütünü karşılayan durumlara örnek oluştururken yönelimsel durumlar, yönelimsellik ölçütünü karşılayan zihinsel durumların örneklerini içerir. Ancak şu soru hala yanıtsız kalmıştır: Hangi ortak niteliğe göre hem duyumsal durumları, hem de yönelimsel durumları “zihinsel” olarak sınıflandırabiliriz?

PRE SOKRATİK DÜŞÜNÜRLERDEN PLATON’A ZİHİN KAVRAMI

Thales’den başlayarak Miletli düşünürler, bir ölçüde Elealılar, doğrudan sorun edinmeseler de zihin ve bedenin birbirinden ayrı olmadığını, bir bütün olduğunu, bütün gerçekliği tek bir tözden ibaret olarak görmenin mümkün olduğunu göstermişlerdir. Buna karşın Pythagorascılar doğu mistisizmini Yunan dünya görüşünü oluşturan, bugün “bilimsel” diye adlandırılabilecek anlayışla birleştirmişlerdir.

İlyada’da zihin kavramı doğrudan değil, ama bilinç sahibi bir insanın Tanrı’larla ilişkisi çerçevesinde ele alınır. İlyada’nın kahramanlarının, bugün anladığımız anlamda, özerk bir bilince sahip bireyler olarak davranmak yerine, tanrılara ve kahinlere danışarak davrandığı görülür.

Homeros’un diğer destanı Odysseia ise İlyada’nın aksine Odysseus’un dillere destan “tanrılara denk” aklı, yani bilinçli bir zihin

Odysseia destanının ardından MÖ. 4. yüzyılda Aiskhylos tarafından yazılan Zincire Vurulmuş Prometheus tragedyası ile artık aklın kişileştirilmesine tanık olmaktayız. Aklın, zihnin, fantezinin temsilcisi Prometheus, ateşi Tanrılardan çalarak insanlara vermekle onların uygar topluma geçmelerini sağlamış, onlara teknolojiyi, bilimlerii ve sanatları öğretmiştir. Dolayısıyla Prometheus’da İlyada’da kendi aklından ziyade tanrıların aklına güvenen, onların yönlendirmesiyle eylemde bulunan insanın yerini, özerk aklıyla doğayı dönüştürme, kendi amaçları için kullanma gücüne sahip olan insan almıştır.

DOĞA FİLOZOFLARININ ZİHİNLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ

İnsanın antropolojisini, doğanın yapısında var olan logos’a ait niteliklerle açıklamışlardır. Bu nedenle doğa filozofları, doğa felsefesinden bağımsız bir insan felsefesi geliştirmemişlerdir.

Sokrates öncesi felsefeye damgasını vuran, iki temel felsefe sorunundan biri olan değişim sorunu ya da oluş ve bozuluş sorunu, bugün, zihin felsefesinin temel sorunlarından olan, duyu algılarının güvenilirliği ve düşünceyle ilintisi sorununun temelini oluşturur.

Herakleitos ve Oluş

Her şeyin akış içinde olduğu savıyla tanınan Herakleitos, aynı zamanda Miletli düşünürlerin maddeci (tekçi) felsefesini sürdürerek, her şeyin değiştiği evrende değişmeyen bir düzen olduğunu da savunmuş, bu değişmeyen düzenin ve varlığın temelini de ateşte bulmuştur.

Herakleitos, hiç bir şeyin kendisi gibi kalmadığını, şeylerin sonsuzluk içinde akıp gittiğini ve sürekli birbirleriyle yer değiştirdiklerini öne sürmüştür. Hem doğada, hem de insan yaşantılarında, karşıtlıkların bitip tükenmeyen bir mücadelesi vardır. Zıtların çatışması, kozmostaki oluşun nedenidir. Evrensel ilke karşıtlıktır.

Herakleitos’a göre, gündelik yaşantımızda deneyimlerimizin süreklilik ve durağanlık göstermesi, şeylerin sürekli değiştiğinin farkına varamayışımızın nedeni, değişimin sürekli olarak aynı düzeyde olmasıdır. Dolayısıyla Herakleitos, Antik Yunan’da ilk kez, duyu organlarıyla algıladığımız görünüşler alemi ve esas gerçeklik alemi arasında bir ayrım yapmıştır.

Phrónêsis, bilgelik, pratik bilgelik, aklı başındalık (düşünme ve akıl sağlamlığı) anlamlarına gelir. Homeros’un İlyada destanında phren ya da thumos terimleriyle karşılanan bu kavram manevi kudret, akıl, zihin, tin, düşünme gücü, anlama, anlayış gibi terimlerle ifade edilir. Herakleitos, doğa filozofları içinde, insana akılcı bir varlık olarak akışın içinde anlam yükleyen ilk düşünürdür.

Bireysel akıl evrensel akıldan ayrı düşünülemez ve ondan bağımsız değildir. Çünkü; ölümsüz olan ruh, bedenden ayrıldıktan sonra evrensel ruh’a (logos) geri döner. Herakleitos’da, ruh ve akıl, anlamsal bağlamda özdeştir.

İnsandan ancak kendisinin bilgisine varması umulabilir. Kendinin bilgisi de kendi logos’unun bilgisiyle sınırlıdır. İnsan “kendini araştırmalıdır.”

Elea Okulu

Birlik ve çokluk, varlık ve oluş, hareket ve durgunluk sorunu Herakleitos’un olduğu gibi, Elealıların da başlıca tartışma konusu olmuştur. Ancak Elealı Parmenides Bir ve Tek olanın mutlak birliğini ve gerçekliğini öne sürdüğü şiirinde Herakleitos’un görüşlerine karşı çıkmıştır.

Hem Herakleitos, hem de Parmenides duyuların verilerine güvenmemiş, duyulara karşıt olarak düşünmeyi temel almışlardır. Ancak bunu birbirine zıt yollardan yapmışlardır. Duyuların, varlığın kalıcılığıyla ilgili bir yanılsamaya yol açtığını iddia eden Herakleitos, her zaman değişim halinde olan, özü değişim olan ateşi, değişmeyen kalıcı töz olarak ortaya atmıştır. Buna karşın Parmenides, görünüşteki oluş ve bozuluşun, duyuların yanılsamasından kaynaklandığını görmüş, onun arkasındaki değişmeyen hep var olan varlığı öne sürmüştür. Parmenides’e göre, eğer söz edilebilecekse yalnızca “bir varlık vardır” (Esti gar einai).

Varlık değişmeyen, ebedi, zaman dışı olandır. Bir olan (varlık), doğmamıştır, yok olmayacaktır, değişmez, sonu yoktur, sarsılmazdır. Parmenides’in varlığın mükemmel bir bütün, yani bir ve tek olarak salt düşünmeyle kavranılabileceği görüşü, ilerde Platon’un idealar kuramını geliştirmesinde rol oynayacaktır.

Empedokles ve Anaksagoras: Nous

Empedokles, ahlak alanına girerek, insani güdüleyiciler olan “sevgi” ve “nefret” kuvvetlerini tözleştirmiştir.

Anaksagoras’a göre, “nous”, “başka türlü anlaşılmayan bir evren için anlaşılır bir taslağı uygulamaya koyan, tümüyle yaygın akıl’dır; bütün şeyleri, onlar olmadan etkileyen maddesel varlıktır”.

Demokritos

Zihin felsefesinin ana konularından birisi olan zihin ve bedenin ilişkisine, iki temel yorumlama olan deneycilik ve usçuluk, Demokritos’un ve Protagoras’ın öğretilerinde açık bir şekilde ortaya konmuştur.

Demokritos’a göre gerçeklik, büyük oranda boşluktur ve bu boşluğu atom adı verilen ve küçüklükleri nedeniyle tek başlarına algılanamayan, içlerinde boşluk barındırmayan sayısız parçacıklar doldurur. Dolayısıyla evrenin ilk ilkeleri atomlar ve boşluktur. Nesnelerin bizim içimizde belli idealar üretme güçleri nitelik olarak adlandırılır. Bu niteliklerin bazıları nesnelerin kendilerine aittir, onlardan ayrılamazlar. Locke bu nitelikleri özgün ya da birincil nitelikler olarak adlandırmıştır; bunlar katılık, uzam, biçim, devim ya da durağanlık ve sayıdır. Renk, ses, tat gibi nesnelerin bizde çeşitli duyumlar üretme güçlerine ise ikincil nitelikler adını vermiştir.

Usçuluk deneycilik tartışmasının dayandığı temel de burasıdır. Usçuluğu savunan düşünürler sadece birincil niteliklerin doğruluğundan emin olunabileceğini ve ikincil niteliklerin, yani duyum niteliklerinin, değişken ve yanıltıcı olduğunu savunurlar.

Demokritos, birisi hakiki, diğeri yanılsamalı olan, iki bilgi türü olduğunu söyler. Yanılsamalı bilgi duyum algısı yoluyla edinilirken diğeri, zihinsel bir süreçle elde edilir.

Protagoras’ın Deneyciliği

Protagoras, bütün bilgimizin, yalnızca deneyimden geldiğini savunan en ünlü sofistlerden biridir.

Protagoras’ın göreciliği onu, öznelci bir yaklaşıma götürmüştür. Protagoras’a göre, herkesin deneyimi kişisel, kendine özgü olduğu, kişi yaşlandıkça değiştiği için, ne kadar insan varsa en az o kadar da dünya vardır. “İnsan her şeyin ölçüsüdür; var olan şeylerin varlıklarının ve olmayan şeylerin varolmadıklarının”.

Protagoras’a göre bilgi, bilen kişinin algısına dayanır ve özneldir. Şeylerin bilgisini edinebilmek için elimizdeki tek araç duyularımızdır.

Pythagorasçı ruh göçü inancı, bununla bağlantılı zihin beden düalizmi, daha sonra Platon’u etkilemiş, Platon’nun Phaidon diyaloğunda ve Devlet’in 10. kitabında dile getirilmiştir. Pythagorasçıların amaçları, duyumsal olandan arınmak olduğu için, öncelikle matematik üzerinde yoğunlaşmışlar, varlığın temelinin sayı olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Pythagorasçı öğretide ruh ölümsüzdür. Ölümsüz ruhun sürekli hareket halinde olması yaşamın temel ilkesidir. Pythagorasçı görüşe göre, ruhun bedenle ilişkisine bağlı olarak bir sonraki hayatta, içine gireceği bedenler değişecektir.

PLATON VE ANTİK BİLİŞSEL PSİKOLOJİ

Sofist Gorgias’ın iddia ettiği gibi, şeylerin bilgisine sahip olmak imkansız değilse duyumun geçici, değişen nesnelerinin ötesinde, değişmeyen ve mükemmel nesneler dünyası olmalıdır; filozofun amacı da bu dünyayı keşfetmektir. Platon’un felsefi görüşlerinin şekillenmesinde evrende, süre giden değişime rağmen değişmeyen bir töz olduğu görüşünü ileri süren Herakleitos‘un ve duyum dünyasının görünüşten ibaret olduğunu ileri süren Elealı Parmenides’in etkisi büyüktür.

Bir bütün olarak bakıldığında Platon’un felsefesi, akıl ve madde, Tanrı ve dünya ile ruh ve beden arasında kesin bir şekilde tanımlanmış bir düalizme dayanan akılcı bir felsefedir.

Hakikat ve bilgi (episteme) Parmenides’in ortaya koyduğu fiziksel olmayan, zaman ve uzam üstü olan, değişmeyen, bir ve tek varlık alanına aittir. Platon’a göre öncesiz olan gerçektir, değişen şeyler de görünüştür. Kanılara konu olan şeyler değişen, görünüşteki şeyler olduğu için gerçekten bilinemezler. Dolayısıyla kanılar, akla dayalı felsefi bilgiye nazaran daha aşağı konumdadırlar.

Ruhun aşağı bölümü duyumla ilgilidir (aistesis) ve duyum dünya zevklerine açılma eğilimindedir. Ruhun orta katı kanı (doksa) katıdır, bu düzeyde ruh yanılmaya eğilimlidir. En üst bölüm ruhun ölümsüz yanı olan nous’tur ve bilimsel düşüncenin ya da gerçek bilginin (episteme) ortamıdır.

Phaidon diyaloğunda karşıtların birbirinden doğduğu genel prensibinden hareketle Sokrates, hayatın ölümden, ölümün hayattan doğduğu sonucuna varır. Bu sonucu yeniden doğuş (reincarnation) için delil olarak alır. Anımsama argümanı olarak bilinen argümanla insanlar doğmadan önce ruhların var olduğunu gösterir. Bu tez bizi açıkça düalizme götürür. Çünkü; eğer birisinin ruhu, onun bedeni var olmadan var olabiliyorsa o zaman, bir insanın ruhu ile bedeninin eşdeğer olması imkansızdır. Bu argüman Platon’un bir çok diyaloğunda geçer, ama en çok bilinen Menon diyaloğudur. Sokrates Kebes’in ağzından “öğrenme anımsamadan başka bir şey değildir”.

ARİSTOTELES’TEN THOMAS AQUINAS’A ZİHİN KAVRAMI

ARİSTOTELES VE DE ANİMA

Platon’un öğrencisi Aristoteles’e göre ruh ve bedenin bir bileşkesi olan insan, aynen diğer bireysel tözler gibi var olan birincil tözdür. Ruh ve beden farklı olmalarına rağmen bireyin ayrılamaz parçasıdırlar.

De Anima, Aristoteles’in psikolojik konularla ve genel olarak Psyche ile ilgili görüşlerini ortaya koyduğu kitaptır. Yunanca bir terim olan Psyche, literatürde Aristoteles’in kullandığı anlamda, kimi zaman ruh, kimi zaman da canlılık ilkesi olarak çevrilmiştir. De Anima’da Aristoteles, Platon’un ruh anlayışından iyice uzaklaşarak, duyumsal etkinliğe dayanan bir ruh anlayışı geliştirmiştir.

Anima bedenden ayrılamaz; salt bedenin içinde bulunan bir şey değildir; [bedene içkindir]. Durağan bir şey değildir; biçimlendirici bir güce sahiptir. Yaşamsal işlevlerin tümünü içerir. Bedene canlılık veren ilkedir. Bedendeki organların işlevlerini yerine getirmesini sağlar.

Ruh canlı olmakla ilgilendirilebilecek bütün işlevlerden sorumlu bir ilkedir. Bu işlevler de beslenme, büyüme ve üremedir. Ruhu bedenin formu, yani maddesel bedene her ne ise o olma özelliğini kazandıran ilke olarak tanımlayan Aristoteles’e göre ruh entelekheia’dır. Entelekheia tamamlanma ya da mükemmellik durumu, edimsellik, kendini gerçekleştirme anlamına gelen Yunanca bir terimdir. Aristoteles bu terimi, ruhun gizil güç halinde varlığı kendini gerçekleştirmek üzere düzene sokması ve yönlendirmesi anlamında kullanmıştır.

Nasıl bir heykelin şekli ya da formu heykelin kendisinden ayrı ve bağımsız olarak düşünülemezse ruh da aynı şekilde bedenden ayrı ve bağımsız bir varlığa sahip değildir. Aristoteles’e göre ruh ile beden arasındaki ilişki maddeyle form arasındaki ilişki gibidir, yani saklı olanağın (potansiyel) olanın gerçekleşmesi, varlığa gelmesidir: “Ruh amaçtır ve canlı cisimlerin biçimsel cevheri olarak da nedendir…

Bu görüşe göre, ruh bedenin eylemde bulunmasıdır, bedenin çeşitli bilinç halleridir, yani, duyumsama, arzulama, düşünme ve benzeri zihinsel durumlar sadece bedenin çalışmasının yan ürünleridir. İnsanı diğer canlılardan ayıran, insan yapan özelliği, ruhunun bir yanının, aklın (logos) taşıyıcısı olmasıdır. Çünkü ruh, canlı varlıkların “hayatlarının nedeni ve ilkesi” olarak insanda olduğu gibi, bitkilerde ve hayvanlarda da vardır ve onlara canlılık verir.

Aristoteles düşünmenin büyük oranda imgelemi içerdiğini, bu sebeple de bedene ihtiyaç duyduğunu söyler. Bedenin duyum organları olmaksızın görsel ya da işitsel bir imge nasıl olanaklı olabilir? Ruhun bir etkinliği olan algılama da Aristoteles’e göre bedenin aracılığıyla ruhta meydana gelen bir değişmeden ibarettir, daha doğrusu algılanan nesnenin formunun algılayan özneye iletilmesinden ibarettir. Aristoteles dokunma, tatma, görme, koklama ve işitme gibi özel duyulurdan türemiş olan ve onlarla birlikte bulunan ortak duyu adını verdiği altıncı duyudan söz eder. Ancak hareket, dinginlik, biçim, büyüklük, sayı, birlik gibi ortak duyulurların rengin görmeye ya da sesin işitmeye ait olduğu gibi, belli bir duyuma ait olmadıklarını belirtir.

Ortak duyulurlar, beş duyuyla ilineksel olarak algılanmazlar, onlar bir hareketle algılanır: “Büyüklüğü ve ardından şekli de bir hareketle algılarız, çünkü şekil belli bir büyüklüktür, hareketsiz nesne, hareketin yokluğuyla… algılanır”. Ortak duyunun ikinci işlevi, hem ortak duyulurları duyumlaması hem de duyumlamakta olduğumuzu duyumlamasıdır. Biz bir şeyi sadece görmekle kalmayız ama, aynı zamanda onu gördüğümüzün de farkındayızdır.

Aristoteles’e göre us (nous), ruhun “bilmesini ve anlamasını sağlayan yeti” dir. Bireyde düşünme kapasitesi, gerçek düşünme eylemini önceler; insan dünyaya, potansiyel olarak her şeyi almaya hazır olan, ama üstünde hiçbir iz bulundurmayan, temiz yazılmamış bir levha gibi olan bir zihinle gelir.

Aristoteles’in insan zihninin doğuştan boş ama her şeyi almaya hazır bir olanağa sahip olduğu görüşünü Aristotelesçiler tabula rasa in qua nihil est scriptum yani üstünde hiçbir şey yazılı olmayan boş bir levha olarak belirlemişlerdir. 17. yüzyılda zihnin doğuştan boş bir levha (tabula rasa) olduğu görüşü John Locke tarafından yeniden canlandırılmış ve tabula rasa deneyselci felsefenin diktumu haline gelmiştir.

Aristoteles’e göre duyum adı verilen bilgi edinme yetisi iki aşamalıdır; duyum önce edilgin, sonra etkindir. Duyu organı nesnenin etkisiyle karşılaştığında edilgin bir şekilde nesnesinin biçimini edinir. Bunu takip eden etkinlik evresindeyse duyum nesnesiyle özdeşleşerek onu özümser, yani etkin bir şekilde nesnenin bilgisini edinir.

Aristoteles yalın bir bilme ve düşünme yetisi anlamındaki usa “edilgin us” adını verir (pathetikos nous). Soyutlama yapan yeti olarak us ise “etkin us” tur. Soyutlama yapmak usun gerçek özüdür. Ona göre yalnız bu anlamdaki us ölümsüz ve ebedidir, tanrısaldır. Bu anlamda us, kavramlar arasında bir bağ kurma, birleştirme işlevi görür. Akıl (logos), Aristoteles’e göre, tek tek kişiler için bir olanaklar bütünüdür.

MARCUS AURELİUS’UN ZİHİN KAVRAMI

Stoacılar felsefeyi mantık, doğa bilimleri ve etik olmak üzere üçe ayırırlar ve akılcı bir felsefe anlayışıyla insanın evrendeki yerini ve yazgısını, bu üç yönelim bağlamında ortaya koymayı hedeflerler. Herakleitos’un logos öğretisini kabul eden Stoacılara göre evren, Evrensel akıl olan logos’un rehberliğinde düzenli bir şekilde işler; insanın aklı da evrensel akıl olan logos’tan fışkıran kıvılcımlardır ve ancak, evrensel akıl olan logos ile uyumlu bireyler, bu dünyada huzurlu olabilir.

Marcus Aurelius için doğal olan, evrensel doğanın düzen ve aklıyla uyumlu olandır. İnsan da aklını kullanarak, doğaya uygun hareket edebilir, kesintisiz bir uyum içinde bir yaşam sürebilir.

Stoacılık Roma İmparatorluğu döneminde Elealı Zenon tarafından kurulmuş bir felsefe okuludur. Zenon Stoa Poikile yani resimli veranda adı verilen bir mekânda derslerini verdiği için kendisinden sonra öğretisini devam ettirenler de stoacılar olarak tanınmıştır. Bu öğretide duyumlar bedene, tutkular ruha, ilkeler ve yargılar akla aittir.

AUGUSTİNUS’UN ZİHİN KAVRAMI

Augustinus Orta Çağda Patristik felsefenin en önemli temsilcisidir. Ona göre bütün bilgi ruhun işidir. Ruh akılla donatılmıştır, bedeni yöneten tözdür.

İnsan, ruh ve bedenin birleşmesinden oluşmuş özsel bir birliktir. Ancak, her ne kadar ruh ve bedenin birleşmesi insanı meydana getiriyorsa da Augustinus, ruhun bedene nazaran daha üstün bir töz olduğunu, insanın kendisinin de ölümlü ve maddesel olan bedeni kullanan, yöneten akıllı ruh olduğunu söyler.

Augustinus da Aristoteles gibi, ruhun bedenin yaşatıcısı olduğunu düşünür ve işlevlerine göre dört farklı ruh olduğunu söyler.

  • Bunlardan ilki insanlarda ve hayvanlarda ortak olarak bulunan anima’dır.
  • İkincisi yalnızca insana ait olan animus’tur.
  • Mens insana ait olan ruhun en yüce tarafıdır. Bilgelik, düşünsel bilgiyi ve bilimi içerir.
  • Augustinus, bunların hepsinin üstünde olan ve diğerlerini içeren spiritus adını verdiği dördüncü bir ruh olduğunu söyler. Spiritus akıl ya da zihin anlamında ruh kavramıdır.

Platoncu bir etkiyle ruhun ve bedenin birbirinden bağımsız birer töz olduğunu savunan Augustinus, bir yandan da Hristiyan dininin etkisiyle ruhun bedenden bağımsız bir yerde, İdealar âleminde gerçek varlığını sürdürüp bedende hapsolduğu fikrini reddeder.

Augustinus’a göre hakikat insanın içindedir, ona Tanrı tarafından bahşedilmiş doğal ışıktadır, düşünme de hiçbir yanılgıya düşmeden doğruya ulaşmaktır. Augustinus hiçbir kuşkuya kapılmaksızın zihnimizin ya da ruhumuzun doğru, kesin bilgiyi elde etmesinin mümkün olduğunu öne sürmekle Descartes’ın öznelci felsefesini öncelemiş, dolayısıyla modern çağın öznelci felsefesinin temellerini Orta Çağda atmıştır. Augustinus, her şey tartışmalı olsada kişinin, ne kadar kuşkucu olursa olsun, kendisinden şüphe edemeyeceği bir şey olduğunu, yani onun kendi varoluşundan hiçbir şekilde şüphe edemeyeceğini söyler. Ne kadar şüphe edersem edeyim, şüphelenebilmek için var olmam gerekir.

Augustinus’a göre kendi varlığı kesindir; kendi varlığından şüphe edemez, çünkü şüphe ederse kendi varlığını ortadan kaldırması gerekir ki bu da saçmadır. Şüphe duyuyorsam, düş görüyorsam, yaşıyorum demek. Aldanıyorsam varım; varım derken nasıl aldanabilirim, aldanıyorsam var olduğum kesindir.

THOMAS AQUİNAS’IN ZİHİN KAVRAMI

Aquinas, özellikle Aristotelesçiliği, Hristiyan inancıyla bağdaştırmaya çalışmasıyla tanınır.

Auyularla zihin arasında yakın bir ilişki olduğunu öne süren Aquinas “zihinde daha önce duyularda olmamış olan hiçbir şey bulunmadığını” (nihil est in intellectu quod non prius in sensu) söyler. Bunun zorunlu sonucu, zihinde doğuştan hiçbir bilgi, hatta Tanrının bilgisinin bile olmadığıdır.

Summa Theologica’da “anlama, zihnin olanağıdır” (intellectus est potential animae) diyen Aquinas, zihnin doğuştan boş bir levha olduğunu kabul ederken bir yandan da zihnin soyutlama yapma gücünü ortaya koymaktadır. Aquinas’a göre, sadece insanların sahip olduğu ruhun yetkinliği, hakikatin bilgisiyle yakından ilişkilidir ve hakikatin bilgisine erişmek ancak insandaki akılsal ruh ile mümkündür.

Aquinas’a göre, istediğimiz şey bildiğimiz şeyi, bildiğimiz şey de istediğimiz şeyi belirler. Her ne kadar, zihin duyulardan üstün de olsa, içeriğini duyulardan aldığı için, onun birincil ve asıl nesnesi duyumlanabilir şeylerde bulunur. Dolayısıyla Aquinas için, kendileri aracılığıyla duyumlanabilir şeyleri, bildiğimiz duyularımız örtülüyken zihnimizin yetkin bir şekilde yargıda bulunması mümkün değildir.

YENİÇAĞDA ZİHİN FELSEFESİ: DESCARTES VE SPINOZA

DESCARTES VE DÜALİZM

Descartes, modern felsefenin kurucusu olarak tanınır. Descartes’ın felsefesi, bir yandan Hristiyan inancıyla yeni gelişen bilimlerin açıklayıcı gücünü birleştirme ve diğer yandan da 16. yüzyıl sonlarıyla 17. yüzyılın başlarında yeniden güç kazanan, Tanrının varlığına ilişkin şüpheciliği reddetme çabası olarak görülebilir.

Descartes’ın şüpheciliği, genel bir şüphecilik değil, aksine doğruluğundan açık ve seçik olarak emin olamadığı bilgileri ayıklayarak insan bilgisine şaşmaz, sağlam bir temel bulmak amacıyla takip edilen bir yöntemdir. Bu yüzden yöntemsel şüphecilik olarak bilinir.

Descartes’ın Meditasyonlar’ı yazmaktaki amacı, felsefenin tamamen, mutlak bir temele dayanan bir bilim haline dönüştürülmesidir. Yönteminin ünlü dört kuralını aşağıdaki gibi sıralamıştır:

  • Birincisi, doğruluğunu apaçık olarak bilmediğim hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemek;
  • İkincisi, inceleyeceğim güçlükleri daha iyi çözümlemek için her birini, mümkün olduğu ve gerektiği kadar bölümlere ayırmaktı.
  • Üçüncüsü, en basit ve anlaşılması en kolay şeylerden başlayarak, tıpkı bir merdivenden basamak basamak çıkar gibi, en bileşik şeylerin bilgisine yavaş yavaş yükselmek için; hatta doğal olarak birbiri ardınca sıralanmayan şeyler arasında bile bir sıra bulunduğunu varsayarak; düşüncelerimi bir sıraya göre yürütmekti.
  • Sonuncusuysa hiçbir şeyi atlamadığımdan emin olmak için, her yanda eksiksiz sayımlar ve genel kontroller yapmaktı.

Descartes, Aristoteles’i birçok konuda otorite olarak kabul etmemesine karşın, Aristoteles’ten gelen şu fikri kabul eder; bir şeyin özü onun gerçekten ne olduğudur. Meditasyonlar’da varlık sorusundan öz sorusuna geçiş yapan ve “ben neyim?” sorusunu cevaplamayı amaçlayan Descartes, “Ben neyim?” sorusunu II. Meditasyon’da, özde düşünen bir şey olarak cevaplar.

Cogito ergo sum Descartes’ın şüphe yöntemiyle ulaştığı açık seçik, kesin ve kendinden şüphe edilemez bilgidir, dolayısıyla bilginin temeli ve başlangıç noktasını temsil eder.

Zihnindeki Tanrı fikrini gözden geçiren Descartes, zihnindeki tanrı idesine nasıl sahip olduğunu araştırmaya koyulur. Tanrı idesini duyular yoluyla elde etmiş olamayacağı için, Tanrı idesinin kaynağının kendisi olup olmadığını inceler. Ancak, kendisi sonlu bir varlık olduğu için, kendisine ilişkin idesi sonlu ve mükemmel olmayan bir töz idesidir. Dolayısıyla tanrı idesini zihin de üretmiş olamaz. Bu noktada “yeterli neden ilkesi” ne yani bir fikrin nedeni de en az kendisi kadar gerçeklik taşımalıdır ilkesine dayanarak bizdeki sonsuz mükemmellik idesinin, kendisi sonsuz ve mükemmel olan bir varlık, yani Tanrı tarafından verilmiş olması gerektiği sonucuna varır.

Descartes’ın açık seçik ideler kavramı, onun zihin kuramında çok önemli bir yere sahiptir. Descartes akılcı bir düşünür olarak ideyi kavram anlamında kullanır ve zihnimizde meydana geliş nedenlerine bağlı olarak üç türlü ide bulunduğunu söyler; “Bu idelerden bazıları benimle doğmuş, diğer bazıları yabancı olup dışarıdan gelmiş, bazıları da bizzat benim tarafımdan yaratılıp uydurulmuş gibi görünüyor.” Descartes’a göre açıklık ve seçiklik, zihnin kavrayışında en yüksek nokta ve bir şeyin doğruluğunun şaşmaz bir kanıtıdır.

Descartes’a göre açıklık bir nesnenin kendisini aracısız olarak kavramaktır. Seçiklik ise nesnenin bilgisinin diğerlerinden ayrılmış ve kesin olmasıdır.

Descartes’ın Felsefesinde Duyguların Rolü

Descartes Ruhun İhtirasları’nı, Elizabeth’in bu sorularına tatmin edici bir cevap vermek amacıyla yazmıştır. Eser ana hatlarıyla üç kısımdan oluşur. Genel olarak ihtiraslar başlığını taşıyan ilk bölümde Descartes ihtirasların genel olarak özelliklerini ve zihin beden ilişkisini nasıl aydınlattığını ele alır.

ihtiras, Descartes’a göre her meydana gelen şeye filozoflar tarafından, olayın kendinde meydana geldiği nesne ya da özne göz önüne alındığında verilen isimdir.

Descartes “ruhumuzda bir ihtiras olan şey, bedende bir etkidir” diyerek, zihin ve beden arasındaki ayrımı anlamanın en etkili yolunun ihtirasların doğasını anlamak olduğunu belirtir. Duyguları, bedenin eylemleri yoluyla ruhun hissettiği ihtiraslar olarak tanımlaması, soyut akıl yürütme ve irade gibi zihinsel etkinliklerde bedenden gelen etkilerin de katkısının olması Descartes’ın felsefesinin açık göstergesidir.

SPİNOZA’NIN ZİHİN ANLAYIŞI

Spinoza’nın felsefesi Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş gören panteist bir felsefedir. Panteizm tüm tanrıcılık demektir. Panteizme göre, Tanrı her şeyde, doğada, nesnelerde, insan dünyasındadır. Tanrının evrenden bağımsız ve ayrı bir varlığı yoktur; evren Tanrı ile doludur; evren Tanrının kendisidir.

Spinoza’nın “geometrik düzene göre kanıtlanmış” Etika’sı şu “tanım” la başlar: “Özü varlığı kuşatan, başka deyişle tabiatı ancak varolarak tasarlanabilecek olan şeye, kendi kendisinin nedeni (causam sui) diyorum”). İkinci tanımda da tözü “kendi başına var olan ve kendisiyle tasarlanan, yani kendisini teşkil edecek başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın hakkında fikir edindiğimiz şey” olarak tanımlar. Etika’da ortaya koyduğu metafizik sistemin belki de en kayda değer yanı tekçi (monist) bir sistem olmasıdır Spinoza’nın görüşüne göre, zihin ve beden tek bir tözün, yani Tanrı’nın iki ayrı yönü ya da görünüşüdür.

Descartes’in sisteminde sonlu töz olan “uzam” Spinoza’da Tanrının sonsuz sıfatlarından biridir, yani “Tanrı uzamlı varlıktır”. Fiziksel dünyayla zihinsel dünya, ruhla beden tek bir tözün sıfatı ya da ana niteliğidir. Spinoza’nın bedenden (cisim) anladığı şey, uzamlı bir şey olarak görülmesi bakımından, Tanrının özünü belirli ve gerektirilmiş bir tarzda ifade eden tavırdır.

Bedenin Bir İdesi Olarak Zihin

Spinoza, ister tek ister bileşik olsun, bu ideleri birer zihin olarak düşünür. Doğadaki her cisme karşılık gelen bir ide olduğu, her ide için de ideye karşılık gelen bir cisim olduğuna göre, bu cisim insan varlığı için bedendir, yani yer kaplama ana niteliğinin bir halidir.

Burada önemli olan Spinoza’nın ruhu ya da zihni uzamı olan bir şeyle ya da bedenle ilişkilendirmiş olmasıdır. İnsan bedeninin idesi de dolayısıyla zihindir. Descartes’ın felsefesinde zihnin ve bedenin ya da maddesel cisimlerin birbirine indirgenemez birer töz olarak ele alınmasından kaynaklanan sorun, Spinoza’nın zihni ve bedeni birer töz değil, ama sonsuz töz olan Tanrı’nın birer sıfatı olarak ele almasıyla ortadan kalkmıştır.

Spinoza’nın Felsefesinde Duyguların Rolü

Zihnimiz ve zihnimizdeki olaylar, Tanrının sıfatlarından birisi olan düşünmeye bağlı idelerin nedensel bağlantıları içinde varolduğu için, eylemlerimiz ve isteklerimiz de zorunlu olarak diğer doğal olaylar gibi belirlenmiştir.

Spinoza, böylece usa aykırı, boş, insanların kusuru gibi görülen duyguları, aynen hareket halindeki bir beden ya da matematiksel biçimler gibi, evrensel doğa yasaları tarafından belirlenen şeyler olarak ele alır. Spinoza, duygulanış deyince, bedenin etkileme gücünün artmasına, eksilmesine, tamamlanmasına ya da indirilmesine sebep olan değişklikleri ve o değişikliklerin idelerini anlar.

Duygulanışlar, sahip oldukları fikrin uygunluğuna bağlı olarak, zihnin kendisini yöneten güçlerin ve kendi kendisinin farkında olmadan tamamen pasif olduğu tutkulardan zihnin sahip olduğu fikirlerin açık seçik bilgisine sahip olduğu gücünün ve yetkinliğinin en üst noktasında olduğu Tanrısal anlayışa kadar giden bir çizgide düşünülebilirler.

Spinoza’nın felsefesinde, ruhun edilginliği ve etkinliğiyle erdem arasında bir bağlantı vardır. Duygulanışların bizi ezmesine, bize hakim olmasına izin verdiğimiz ölçüde edilgin oluruz. Edilginlik de başlı başına erdemsizliktir.

Zihnin duygulanışları bilmesi demek, bedenin duygulanışlarının düzen ve bağlantısını bilmesi demektir. Spinoza’ya göre, her ne kadar duygulanışlarımız üzerinde mutlak bir egemenliğimiz olmasa da zihnin akla uygun hareket ederek, yani onları upuygun fikirlere dayandırarak duygulanışları azaltmak ve onları yöneltmek gücü vardır.

YENİÇAĞDA ZİHİN FELSEFESİ: İNGİLİZ DENEYCİLERİ VE KANT

İNGİLİZ DENEYCİLERİNDE ZİHİN KAVRAMI

John Locke

Locke İngiliz deneyciliğinin en önemli temsilcilerinden biridir ve modern deneysel psikolojinin öncülerinden kabul edilir. İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme adlı eserinin ilk kitabını, Descartes’ın doğuştan fikirler görüşünü çürütmeye ayırmıştır.

Locke, insan zihninin sınırlarını incelemeye, bilginin doğasını ve kökenlerini inceleyerek başlar. Bu noktada Descartes’tan taban tabana zıt bir anlayışla bütün bilginin tek bir kaynaktan, deneyimden geldiğini söyler: “Tüm bu bilgi ve akıl malzemelerini zihin nereden edinmektedir? Bunlara tek yanıtım var: Deneyim”.

Locke’a göre, deneyim aracılığıyla zihinde çeşitli ideler, kavramlar ve imgeler oluşur. Bu ideler ya Locke’un dış duyum adını verdiği duyularımız yoluyla aktarılır ya da Locke’un iç duyum adını verdiği algılama, düşünme, kuşku duyma, inanma, uslamlama, bilme, isteme gibi çeşitli zihinsel edimlerle edinilir.

Locke’a göre zihin, duyular aracılığıyla kendisine sunulan yalın ideleri dışlayamaz, işlendiklerinde değiştiremez, bozamaz, kendisi yenilerini yapamaz, sadece edilgin bir şekilde alır. Locke’a göre iç ve dış duyum yoluyla elde edilen yalın ideler, dış dünyaya ait temsiller ve tasarımlar olarak daha karmaşık idelerin temelini oluştururlar. Zihnin “yineleme, karşılaştırma ve neredeyse sınırsız çeşitlilikteki birleştirme işlemleri” aracılığıyla bu yalın idelerden bileşik ideler ve bir üst düzeyde de soyut ideler elde edilir.

Locke’un yalın ideler görüşü, insan anlayışının ya da zihninin sınırlarını belirler; biz dış dünyayı, yalnızca beş duyu organımızın müsaade ettiği ölçüde biliriz. Locke’a göre her ne kadar yalın ideler tamamen deneyime dayalıysalar da onlardan meydana gelen bileşik ideler, doğrudan deneyimden elde edilmiş ideler değildir.

Locke’a göre “töz genel adını verdiğimiz ide, var olduklarını gördüğümüz, dayanacakları bir şey olmadan varlıklarını sürdüremeyeceklerini düşündüğümüz niteliklerin, bilinmeyen ancak varsayılan desteğinden başka bir şey değildir. İde sözcüğünün asıl anlamı “altta duran” ya da “destekleyen” dir”

Locke’un Descartes’ın doğuştan ideler fikrini reddetmesine rağmen, zihni ve maddeyi iki ayrı töz olarak belirlemesi, Kartezyen düalizmin bir devamı olarak değerlendirilebilir.

Locke’a göre, zihnimizdeki ideleri oluşturanlar birincil nitelikler cisimlerde olduğu düşünülenlerse ikincil niteliklerdir. Cismin bizde katılık, uzam, şekil, hareket, hareketsizlik ve sayının yalın idelerini üreten, her ne durumda olursa olsun asla cisimden ayrılmaz olan nitelikler kökensel ya da birincil nitelikler’dir. Locke’a göre zihin, sadece duyudan gelen bilgileri, edilgin bir şekilde almanın ötesinde duyu verileri üzerinde etkin bir şekilde çalışarak, bilgi üretme kapasitesine sahiptir.

David Hume

David Hume deneyci zihin anlayışının en önemli ve tutarlı temsilcisidir. Hume’a göre, izlenimlerle ideler arasında, niteliksel değil, sadece bir derece farkı vardır. İdeler soluk, daha az canlı, daha az güçlü izlenimlerdir ve ancak izlenimler üzerinde “düşünüldüğünde” sonradan fark edilirler. Daha önce duyu organlarıyla algılamadığımız, zihnimizde hissetmediğimiz hiçbir şeyin idesine sahip olamayız ve her ne kadar düşünme, nesneleri doğru bir şekilde temsil ederse de “bu temsiller, kendilerine dayanak teşkil eden orijinal algılardan, daima daha zayıf ve donuktur.

Duyu deneyimine, yani izlenimlere geri götürülemeyen inançlar, hiçbir şekilde düşünce olamaz ve yalnızca anlamsız bir ifade olarak kalır. Zihin idealar arasındaki “benzerlik, zamanda ya da yerde yakınlık, neden ya da etki (nedensellik)”, bağlantı ilkeleriyle ideaları birleştirebilir, daha karmaşık idealar ve düşünceler ortaya koyabilir.

Ona göre neden, etki idesine (a priori) akıl yürütmelerle ulaşılamaz, aksine insanlar “belirli nesnelerin, sürekli bir arada olduklarını görerek” neden, etki idesini türetir. Bu yatkınlık da bazı nesneleri (ve olayları) hep bir arada göre göre edindiğimiz “alışkanlığın” ürünüdür. Bu alışkanlık da “en üst derecede” olduğu için “yokmuş gibi görünür”. Her etki, nedeninden ayrı bir olaydır. Bu yüzden de neden de bulunamaz ve etkinin başlangıçta (a priori) uydurulması ya da kurulması tümüyle rastgele olmak zorundadır.

Hume’un nedensellik ilkesini, alışkanlığa indirgeyerek açıklamasının sonucu olarak bilgiyi, bu şekilde sınırlaması Hume Çatalı olarak bilinir.

Hume’un benlik ya da kendilik idesinin de aynen, nedensellik idesi gibi, duyumsal bir karşılığı olmadığını, dolayısıyla anlamsız olduğunu savunur. Hume için gerçekten var olduğundan ve bilgisinden emin olabileceğimiz tek şey izlenimlerdir. Hiçbir zaman, benliğimi bir algı olmaksızın yakalayamam, hiçbir zaman algıdan başka bir şey gözleyemem…

George Berkeley

Berkeley, fiziksel dünyanın zihnin dışında bir gerçekliği olmadığını, maddesel gerçekliğin zihne bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Berkeley, aşırı deneyci bir tavırla sadece duyumlar aracılığıyla edindiğimiz deneyimlerimizi, bilebileceğimizi öne sürmüştür.

Duyumlarımız, zihnimizin dışında olan, algılanmamış şeylerin bilgisini veremezler. Berkeley, rüyada ve sanrılarda olduğu gibi, zihnimizin dış dünyada var olmayan şeyleri deneyimlemesinden, şeyleri zihnimizde imgelememizden hareketle şeylerin zihnimizin dışında var olduğundan emin olamayacağımızı söyler.

Berkeley’in algı kuramı, Locke’un, daha önce öne sürmüş olduğu birincil ve ikincil nitelikler ayrımına dayanır. Locke göre nesnelerin kendisine atfettiğimizi söylediği ikincil nitelikler Berkeley’e göre, algılayan kişinin zihnindedir. Bilincimizin nesneleri, dış dünyanın nesneleri değildir. Çünkü; dış dünyadaki nesneler, ikincil nitelikleri, algılandıkları şekliyle kendilerinde barındırmazlar. Dış dünya renksiz, kokusuz ve sessizdir. Bizim algıladığımız ikincil nitelikler, zihnimizdeki idelerdir.

Dolayısıyla, Berkeley’in görüşüne göre, bir şeyin var olduğunu söylemek, onun bir zihin tarafından algılandığını ya da algılanabileceğini söylemek demektir. Berkeley’in fiziksel dünyaya ilişkin idealist kuramı “var olmak, algılanmış olmaktır” (esse est percipi) diktumu ile ifade edilir.

Berkeley, sadece ikincil niteliklerin değil, birincil niteliklerin de var oluşunun zihne bağlı olduğunu ileri sürerek, zihin dışında var olabilecek hiçbir şeye açık kapı bırakmamıştır. Sonsuz sayıda ideye ek olarak, bu ideleri bilen, algılayan bir şey, algılama, isteme, imgeleme, anımsama gibi faaliyetlere ek olarak, bu faaliyetleri gerçekleştiren aktif bir varlık vardır, bu da zihin, ruh ya da bendir.

Spinoza ve Leibniz gibi akılcı düşünürlerin Descartesçı geleneği sürdürerek, duyusal bilgilerin gerçekliğini reddederek ulaştığı idealizme Berkeley, bütün var olanları algılayan bir zihne bağlı kılmakla ulaşmıştır.

TRANSENDENTAL BİLİNÇ OLARAK ZİHİN: KANT

Metafizik, kavramı gereği, insan aklının deneye hiç başvurmadan elde ettiğini ileri sürdüğü bilgilerden oluşmaktadır. Kant’ın sorusu da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır: Bir şeyi deneye hiç başvurmadan bilmek, zihnin böyle bir bilgiyi ortaya koyması nasıl olanaklıdır? Kant böylesi bilgimizi genişleten, deneyden gelmeyen yargılar veren bir yeti olarak insan zihninin yapısını aydınlatmayı amaçlar.

Kantçı idealizm olarak da bilinen transendental idealizme göre, bilginin bütün etkin ilkeleri önsel olarak zihinde bulunmakla birlikte bilginin içeriği deneyim aracılığıyla edinilir. Transendental sözcüğü yalnızca Kant felsefesi içinde anlamı olan, uydurma bir sözcüktür. Transendent sözcüğü aşkın anlamına gelir, ama transendent al sözcüğü, bir terim olarak, bilgimizin herhangi bir şeyi aşmasını değil, bilme yetimiz hakkındaki bilgiyi anlatır.

Aklın deneye hiçbir şekilde başvurmadan işlemesine dayanan bilimler, eğer gerçekten bir bilim olacaklarsa kavramların çözümlenmesinden öte, bilgimize yeni bazı eklemeler de yapmalı, bilgimizi genişletmelidirler. Kant’ın ifadesiyle söylenirse, “sentetik” olmalı ve “deneyden ve hatta bütün duyu uyaranlarından bağımsız” (a priori) yargılar vermelidirler. Eğer metafizik, bir bilim olacaksa bu türden “sentetik a priori” yargılar üretebilen bilimleri örnek almalıdır.

Metafiziğin bir bilim olarak olanaklı olup olmadığını araştıran Kant’ın, “saf matematik nasıl olanaklıdır?” sorusuna verdiği yanıt, insanın zihninin bilme yetilerinin ilk basamağı olan duyusallığın yapısını ortaya çıkartır. Saf matematiğin olanağı, şeyleri (a priori) görmemizi sağlayan, duyusal görünün sadece biçiminden (saf görülerde) kaynaklanır. Bu nedenle nesneleri kendi başına oldukları gibi değil, duyularımıza göründükleri gibi biliriz. Böylece algılarımıza verildiği biçimiyle dünya “deneysel bir görünün belirsiz nesnesi” olarak “görünüş” adını alır.

Kant’ın kavram dilinde görü, “nesneler bize verildiği sürece nesnenin varlığına sanki doğrudan doğruya bağlı, onlarla dolaysız bir ilişki içinde olan tasarım” anlamına gelir. Böylece “görü” “bir bilgi, hangi türde ve hangi araçla olursa olsun nesnelerle ilişkiye girebildiğinde, bilginin nesnelerle doğrudan doğruya ilişkisini sağlayan ve tüm düşünmede araç olarak göz önünde bulundurulan [şeydir].”.

Kant’a göre, deneye ilişkin bilgileri ortaya koyabilmemiz, zihnimizin iki kaynağından gelir. Birinci aşamada, kendinde şeyler tarafından uyarılan duyusallığımızın oluşturduğu tasarımlarla bir nesne bize verilir, ikinci aşamadaysa bu tasarım (verilmiş nesnenin tasarımı) belirli bir ilişki içinde düşünülür. Kantçı zihin anlayışının ikinci öğesinin karşımız çıktığı nokta burasıdır. Kantçı anlayışa göre insan zihninin ilk öğesi, dünyayla ilişkiye geçebilmemizi sağlayan uzam ve zaman, görme biçimlerinin (görülerinin) sahibi olan duyusallıktır. Ancak, duyusallıktan gelen veriler, kendi başlarına yargı vermek anlamına gelmezler. İnsan yalnızca dünyayı algılayan bir varlık değildir, insan zihni dünya hakkında yargı da verir. Zihnin dünya hakkında yargı vermesi, düşünme etkinliği, anlama yetisinin saf kavramları ile gerçekleşir. Kant, saf doğa biliminin olanağını, bu kavramlara borçlu olduğunu savunur. Kant’a göre anlama yetisinin saf kavramları, görüden ya da duyusallıktan gelmez, düşünmeye ve anlama yetisine aittirler. Kant’ın çok alıntılanan deyişiyle söylenecekse “Duyusallık olmadan bize hiçbir nesne verilemez ve anlama yetisi olmadan hiçbir şey düşünülemez. İçeriksiz düşünceler boş, kavramsız görüler kördür”.

İlk iki aşamada zihnin üretti bilgiler yalnızca bir tasarımdır. Dünya, insan zihni için, gerek duyusallık, gerekse anlama yetisi anlamında bir tasarımdan ibarettir. İnsan zihni dünyayı tasarım olarak kuran yetidir. Bu anlamda zihin, tasarımlama yetisidir. İngiliz deneycilerinin vahye dayandırdıkları tanrı ve ölümsüz ruh kavramları da insan zihninin tasarımlarıdır. Yani, insan zihnin sahip olduğu tasarımlar yalnızca dünyanın tasarımları değildir. İnsan zihni, anlama yetisindeki kavramları kullanarak, sadece bu kavramlara dayanarak, başka hiçbir veriye dayanmadan da tasarımlar üretebilir.

Aklın bu işlevi, aklın saf kavramlarının üretimini sağlar. Kant saf akıl kavramlarına “transendental ideler” adını verir. Böylelikle akıl da “ideleri üreten yeti” nin adı olur. Saf aklın kavramları deneyle sınırlı kavramlar değildirler. Bu kavramların karşılığı hiçbir deneyde bulunamaz.

Kant’ın Tanrı, evren ve ruh olarak belirlediği bu aşkın ideler zihnin koşulsuz birlik ilkeleri arama eğiliminin bir sonucudur. Buna göre, saf akıl bütün psikolojik eylemlerimizi bir birlik halinde düzenleyecek ya da sentezleyecek bir ruh ya da ben idesi öne sürer: “İlk düzenleyici ide, düşünen yapı ya da düşünen ruh olarak “ben” dir…

Kant ve Descartes arasındaki temel ayrım noktalarından birisi “Ben” e yaklaşımlarında ortaya çıkar. Descartes’da “Ben” somut, çürütülemez bir şekilde dolaysız bir sezgi yoluyla asli gücü içinde kavranan bir gerçeklikken Kant’ta bütün kavramlara eşlik eden yalın bir bilinçten ibarettir. Kant için “Ben” gerçeklikten yoksun, yalnızca bilgi için gerekli (a priori) bir durumdur. Dolayısıyla özne deneyimlenmez, yalnızca kabul edilir.

ZİHİN BEDEN SORUNU

ZİHİNSEL VE FİZİKSEL NİTELİKLER AYRIMI

Zihin beden sorunu, zihnin maddeten farklı olduğu varsayımına dayanır.

Kuantum fiziğine göre atom-altı düzeyde madde belirli yerlerde kesin bir biçimde var olmaz, var olma eğilimi gösterir. Atomik olaylar da belirli zamanlarda ve belirli şekillerde kesin bir biçimde oluşmaz, oluşma eğilimi gösterirler. Dolayısıyla, atom altı parçacıkların kendi başlarına hiçbir anlamı yoktur. Bir başka deyişle asıl olan, şeyler değil, şeyler arasındaki bağlantılardır ve bu bağlantılar ağı sürüp gider. Çağdaş fiziğin bize gösterdiği şey evrenin ve evrenin bir parçası olan bizlerin de tek bir bütün olduğudur.

Bir insan bedeninin belli bir kütlesi, ağırlığı, üç boyutlu bir yapısı, şekli, dokusu ve rengi vardır. Bu özellikleri olduğu için insanlar, bedenleri görebilir ve hissedebilirler. Buna karşın, fiziksel olmayan zihin ve ruh yukarıda sözü edilen özelliklerin hiç birine sahip olmayan, bu nedenle de hissedilemeyen, görülemeyen, bağımsız olarak var olan (var olma kapasitesine sahip) bir nesne olarak düşünülür.

ZİHİNSEL OLGU TÜRLERİ

Bu noktada zihinsel olayların ve durumların birkaç temel sınıflandırmasına bakmak faydalı olacaktır. Söz konusu sınıflandırma tamamlanmış ya da sistemli olmaktan uzaktır, ayrıca bazı kategorilerin birbiriyle örtüşmesi de söz konusudur.

İlk olarak, duyumlarla ilgili zihinsel olguları ayrı bir sınıfa koymak mümkündür. Ağrı, acı, kaşınma, gıdıklanma, ardışık görüntü (afterimage), yuvarlak yeşil bir leke görmek, arabanın lastiklerinin asfaltta ötüşünü duymak, başı dönmek vb. gibi durumlar bu sınıfa girecektir. “Yalın his” ve “algılanmış nitelikler” (qualia) ifadeleri de bu niteliksel zihinsel durumları ifade etmekte kullanılır.

Algılanmış nitelikler (qualia) felsefi, literatürün en çetrefil ve karmaşık kavramlarından biridir. Kırmızı bir şey görüp ‘kırmızı’ dediğimizde, yahut soyut olarak bir ‘kırmızılık’ düşündüğümüzde, beynimizin ya da gözümüzün herhangi bir yerinde kırmızı herhangi bir şey bulunmadığını biliyoruz. Peki ama benim kırmızı algımla sizin kırmızı algınız aynı mı? Kırmızı bir şey gördüğümüzde, beynimizde aynı süreçler mi oluşuyor? İşte bu sorular felsefede algılanmış nitelikler sorunsalına işaret eder.

İkinci olarak, bir kişiye ya da organizmaya psikolojik filler yardımıyla atfedilen zihinsel durumlar vardır. Bu tür zihinsel durumlara ifadesel tutumlar (propositional attitues) adı verilir. Bu tür durumlar öznenin ifadeye (örneğin, “referandum onaylanacak” veya “tavuk eti kırmızı etten daha sağlıklıdır” gibi) karşı sahip olduğu bir tutum (örneğin, inanma, korkma, umma, düşünme gibi) hakkındadırlar.İfadesel tutum bir insanla bir ifade arasındaki bilişsel ilişkilere işaret eden bir zihinsel durumdur. İfadesel tutumlar genellikle doğru veya yanlış olabilen düşünme içeriklerini ifade ederler. Bir tutum olarak, insanın her hangi bir ifadeye karşı inanma, isteme veya umma gibi farklı zihinsel yönelimlere sahip olabileceğine dolayısıyla yönelimselliğe işaret ederler.

Bunların dışında çok geniş, bir ölçüde belirsiz, hisler ve duygular başlığı altında toplanabilecek çeşitli zihinsel durumlar vardır. Bunlar kızgınlık, sevinç, üzüntü, çöküntü, coşku, utanma, pişmanlık, vicdan azabı duyma vb. gibi duygulardır.

Bunların dışında niyetlenme, karar verme, isteme gibi “istenç” durumları vardır. Varsayın ki siz de ben de kolumuzu kaldırıyoruz. Ancak, siz kolunuzu kaldırırken benim kolumu bir başkası tutup kaldırıyor.

Eylemleri “salt bedensel hareketler” den ayıran şeyin tam olarak ne olduğuna ilişkin tartışma, zihin felsefesinin ana konularından biridir.

Kişilik özellikleri (dürüst, takıntılı, şakacı, içe dönük olmak), alışkanlıklar ve eğilimler (çalışkan, dakik olmak), zihni yetenekler, artistik beceriler vb. gibi şeyler, genelde “psikolojik nitelikler” başlığı altında yer alırlar. Ama bunlar aynı zamanda dolaylı olarak ya da çıkarım yoluyla zihinsel olarak da kabul edilebilirler.

ZİHİN VE BEDENİN ETKİLEŞİMİ SORUNU

Descartes, zihin beden sorunu tartışılırken belki de en çok referans gösterilen filozoftur. Descartes’a göre iki töz vardır, zihin ve madde. Her tözün de belirleyici bir niteliği vardır. Zihnin belirleyici niteliği düşünme, maddenin belirleyici niteliği yer kaplamadır. Zihin beden sorunu, büyük oranda, bu töz görüşünden kaynaklanır, Çünkü; eğer zihin ve beden hiçbir ortak nitelik içermiyorsa, o zaman, nasıl olur da etkileşimde bulundukları söylenebilir?

Töz Düalizmi (Substance Dualism)

Descartes’ın, zihni ve maddeyi birbirine indirgenemeyen, ama aralarında nedensellik ilişkisi olan iki töz olarak kabul eden görüşüdür. Zihin ve beden arasında böyle bir nedensellik ilişkisini savunan bu düalist görüş psiko-fiziksel etkileşimcilik ya da kısaca etkileşimcilik (interactionaism) olarak bilinir.

Kartezyen düalizmin en temel özelliklerinden birisi zihinsel olanın kişiye özel olmasıdır. Töz düalizminin ikinci özelliği, kendi zihnimize ilişkin doğrudan edindiğimiz bilgiden şüphe edilememesidir. Oysa duyularımız aracılığıyla edindiğimiz bilgiler yanıltıcıdır ve herkese göre farklı olabilir.

Zihinsel olan, hiçbir şekilde, tamamen fiziksel bir terminolojiye indirgenemez. Dolayısıyla düalistler, zihinsel olanın beyin süreçleri, davranış gibi fiziksel dünyanın belli özellikleriyle özdeş olduğu fikrini tamamen reddederler.

Descartes, zihnin bedenle beynin merkezine yakın bir yerde olduğunu düşündüğü kozalaksı bez (Pineal gland) aracılığıyla etkileştiğini ileri sürmüştür. Töz düalizmine göre zihinsel ve fiziksel olayların nasıl etkileştiğini bir örnekle açıklayalım: Yanlışlıkla bir çivinin üstüne oturduğunuzda (( fiziksel olay), bu olay sizde bir acı duyumu yaratacaktır (zihinsel olay). Bu acı duyumu da bir başka zihinsel duruma, yerinizden derhal kalkma arzusuna yol açacaktır ve bu arzu da bedeninizde bu arzuya uygun olarak bir sıçrama hareketine yol açacaktır.

Descartes’dan sonra, zihinle bedenin nedensel olarak etkileşmesi gerektiği fikrini reddederek, bu sorunu çözmeyi hedefleyen çeşitli düalist görüşler ortaya atılmıştır.

Psiko Fiziksel Paralelizm (Psycho-Physical Parallelism)

Psikofiziksel paralelizm zihinlerin ve bedenlerin nedensel olarak etkileşmediklerini ama zihinsel ve fiziksel olayların bir insan varlığında ilişki içinde olduğunu iddia eden düalist görüştür. Töz olarak ayrımını kabul ederler, ancak bu iki tözün nedensel olarak etkileştiğini reddederler. Paralelizm görüşünün en önde gelen temsilcisi bir 17. yüzyıl düşünürü olan Leibniz’ dir.

Leibniz zihin ile beden arasındaki ilişkiyi zamanı tam olarak bildiren iki saatin çalışması analojisiyle açıklar. Tanrı zihindeki zihinsel olaylar zincirini başlatandır, aynı şekilde Tanrı “önceden kararlaştırılmış bir uyum” içinde saatin içindeki fiziksel olaylar zincirini başlatandır. Bu başlangıç zihinsel ve fiziksel olaylar arasında bir düzen olmasını sağlar ve bu düzen de bizim hatalı bir şekilde zihinsel ve fiziksel olaylar arasında bir nedensellik ilişkisi kurmamıza neden olur.

Aslında, zihinle ilgili olaylar kendi nedensellik zinciri içersinde ve bedenle ilgili olaylar da kendi nedensellik zinciri içersinde birbirine paralel bir şekilde gerçekleşmektedir. Çivinin üstüne oturmanız sadece zamansal olarak acı hissinden öncedir, ancak onun nedeni değildir.

Zihinsel ve fiziksel olaylar arasındaki paralelizmi açıklamak üzere Leibniz gibi Tanrı’ya başvurulabilir. Descartes Tanrı’yı, zihinsel ve fiziksel tözün ötesinde, üçüncü bir töz, sonsuz töz olarak tanımlamıştır. Ama bu durumda da fiziksel olmayan bir töz olan Tanrı’nın, nasıl olup da fiziksel olaylar sürecini etkilediği sorgulanabilir.

Aranedencilik (Occasionalism)

Aranedencilik de bir paralelizm çeşididir. Paralelizmden farkı, Tanrı’ya daha etkin bir rol vermesidir. Aranedencilik bütün olayların tek gerçek nedeninin Tanrı olduğunu öne süren, insana neden gibi görünen bütün öbür şeylerin, Tanrı’nın istencini yansıtan birer araneden olduğunu savunan, bir düalizm çeşididir. 17. yüzyılda yaşamış olan Fransız düşünür Nicholas de Malebranche tarafından savunulmuştur.

Malebranche’ ın görüşüne göre, ne zihin bedene bağlı olarak var olur, ne de beden zihne bağlı olarak var olur, ancak her ikisi de Tanrı’da var olur. Aranedenciliğe göre, bir çivinin üstüne oturduğunuzda Tanrı, zihninizde bir ağrı hissi duymanıza sebep olur. Aynı şekilde yerinizden sıçramanız da Tanrının istencinin bir sonucudur.

Malebranche ile Leibniz’ in paralelizm görüşleri arasındaki fark şu şekilde ifade edilebilir: Leibniz’ e göre Tanrı, iki nedensel zincirin hareketini başlatır ama, sonradan onların hareketine karışmaz. Buna karşın Malebranche Tanrı’nın, iki nedensel zincirin hareketini başlattığını, her etkinin esas nedeni olarak, bu iki zincirin hareketini sürekli olarak kontrol ettiğini kabul eder.

Paralelizm ve aranedencilik, zihinlerin ve bedenlerin, nedensel olarak birbirine bağlı olduğunun bir yanılsama olduğu konusunda hemfikirdir. Zihin beden etkileşiminin, bir yanılsama olduğu fikrini bir adım daha ileri götürdüğümüzde, bütün fiziksel dünyanın aslında bir yanılsama olduğu fikrine varırız ki bu idealizmdir.

İdealizm

İdealizm yalnızca zihinsel olayların ya da zihinlerin var olduğunu ileri süren görüştür. İdealistler fiziksel dünyadaki nesnelerin var olduğunu reddetmezler, yalnızca onların kendilerini algılayacak, düşünecek bir zihnin dışında, var olduklarını reddederler.

İdealizmin en önemli temsilcisi Berkeley’dir. Berkeley’e göre, dış dünyadaki fiziksel şeylere ilişkin bilgimizin tek kaynağı deneyimlerimizdir.

Biz sadece bize nasıl göründüğünü, nasıl hissettiğimizi, nasıl duyduğumuzu, benzer duyumsal deneyimlerimizi biliriz. Berkeley, fiziksel nesnelerin, bir insan tarafından algılanmadığı durumda, nasıl var olabileceği sorununu, sürekli algılayan Tanrısal bir zihin yoluyla çözmüştür.

Epifenomenalizm (Epiphenomenalism)

Epifenomenalizm (epiphenomenalism), maddesel olayların nedensel olarak bağımsız olduklarını, ancak, zihinsel sonuçlara yol açabileceklerini kabul eder. Epifenomenalizm, zihinsel olayların mekanik beyin süreçlerinin yan ürünü olduğunu ileri süren bir kuramdır. Bu görüşe göre zihinsel olaylar, beynin işleyişinin nedensel sonucudur, ama hiçbir zihinsel olay ve süreç, fiziksel olay ve durumların nedeni olamaz. Epifenomenalizmde nedensellik tek yönlü işler; zihinsel olan fiziksel olana, nedensel olarak bağlıdır.

T. H. Huxley’in meşhur örneğinde fabrikanın bacasından çıkan dumanın, fabrikanın çalışmasının sonucu olarak ortaya çıkması gibi, zihinsel olaylar, sadece fiziksel olay ve durumların bir sonucu, epifenomenidir. Epifenomenalizm, özellikle sinir bilimciler tarafından kabul gören bir görüştür.

Ancak, epifenomenalizm de kendi içinde, bazı sorunlar taşımaktadır. Öncelikle, fiziksel olandan zihinsel olana doğru tek yönlü işleyen nedensellik ilişkisinin nasıl işlediği belirsizdir. Bir zihinsel olay, diğer bir zihinsel olaya neden olabilirse o zaman, bazı zihinsel olayların, kendi var oluşları, var demektir. Ama, bir zihinsel olayın kendi başına var olması epifenomenalizmin özüne aykırıdır. Çünkü, epifenomenalizm görüşüne göre zihinsel olaylar, yalnızca fiziksel olayların bir yan ürünüdür.

Nitelik Düalizmi (Property Dualism)

Nitelik düalizmi (property dualism) olarak bilinen bu görüşe göre fiziksel beynin dışında bir töz yoktur. Ancak beyin, öyle bazı özel niteliklere sahiptir ki bunlara başka hiçbir fiziksel nesne sahip olamaz. Yalnızca fiziksel tözün var olduğunu kabul eden ve zihinsel olayların fiziksel beynin özel nitelikleri olduğunu öne süren düalist görüşe nitelik düalizmi adı verilir.

Nitelik düalizmi, töz düalizmi ve materyalizm arasında yer alan, bir düalizm çeşididir. Materyalizm gibi, nitelik düalizmi de yalnızca fiziksel tözün var olduğunu savunur. Ama materyalizmin aksine, zihinsel durumların fiziksel durumlara indirgendiğini kabul etmez. Dolayısıyla nitelik düalizmi, yalnızca tek bir tözde (fiziksel tözün) fiziksel ve zihinsel olmak üzere iki tür niteliğin var olduğunu savunur.

Töz düalizminin, iki birbirinden bağımsız tözün nasıl etkileştiğini açıklayarak karşılaştığı sorunlardan kaçınır.

Materyalizm

Materyalizm ya da fizikalizm yalnızca tek bir tözün, fiziksel tözün var olduğunu savunan görüştür. Materyalistler için en önemli sorun, zihinsel olayları tamamen fiziksel terimlerle açıklayabilme çabasıdır. Böylesi indirgemeci bir tutum takınan materyalizm çeşidi, davranışçılıktır.

Felsefi Davranışçılık (Philosophical Behaviorism)

Felsefi davranışçılığa göre, her hangi bir zihinsel terimin anlamı, onun dışarıdan gözlenebilen davranışlara ve durumlara ilişkin terimlerle bağlantısına göre belirlenir. Düşünme, umma, algılama, hatırlama, benzer zihinsel kavramlar ya davranış ya da belli bir davranışı göstermeye eğilimli olmayla tanımlanırlar. Davranıştan bağımsız bir zihin söz konusu değildir.

Felsefi davranışçılığın en önemli temsilcisi Gilbert Ryle, Zihin Kavramı (The Concept of Mind) adlı eserinde zihin beden sorununun, “klasik görüş” olarak adlandırdığı, Descartes’ın düalist anlayışından kaynaklandığını iddia eder. Ryle, zihnin bedenin içinde, bedenden ayrı ontolojik varlığa sahip olan bir şey olarak tasarlanmasını “makinanın içindeki ruh” kavramıyla eleştirir. Kartezyen düalizmini kategori hatası yapmakla suçlar.

Davranışçılığın içine düştüğü sorunlardan en önemlisi, gerçek zihinsel durumlarla sahte zihinsel durumları birbirinden ayıramamasıdır. Çünkü; gerçek zihinsel durumlar da sahte zihinsel durumlar da tamamen, aynı davranış eğilimleriyle ifade edilirler. Günümüzde davranışçılık, ne psikolojide, ne de felsefede geçerliliği olan bir görüş değildir.

Zihin Beyin Özdeşliği Kuramı

Aynen davranışçılık gibi, indirgemeci bir materyalizm görüşü de zihinsel durumların fiziksel durumlarla özdeş olduğunu iddia eden zihin beden özdeşliği kuramıdır. Zihin beyin özdeşliği kuramının temel dayanağı, zihinsel olayların beynin belli kısımlarıyla bağlantılı olmasıdır.

Ancak, zihin beyin özdeşliği kuramının açıklamakta zorlandığı önemli husus, zihinsel niteliklerle beynin niteliklerinin birbirinden son derece farklı olmasıdır. Ayrıca çoğu kere bir zihinsel durum, beyindeki birçok farklı kısımla bağlantılı olabilmektedir.

Nasıl idealizm fiziksel, nesnel, gözlenebilir olayların varlığını yok sayıyorsa zihin beyin özdeşliği kuramı da zihinsel, öznel, gözlenemez olayların varlığını yok saymaya dayanır.

İşlevselcilik (Functionalism)

İşlevselciler belli bir zihinsel durumu, belli bir işlevsel rolle tanımlarlar. İşlevselcilik görüşüne göre zihinsel bir durum, işleviyle tanımlanır. Her bir zihinsel durum için, onu tanımlayan işlevsel bir rol vardır. İşlevselcilerin çoğunun, aynı zamanda materyalist oldukları kesindir. Ama işlevselciliğin tek başına materyalizmi gerektirdiği söylenemez.

Zihnin ne olduğu sorusunun, zihnin ne işe yaradığı sorusuyla aynı şey olduğunu düşünen birisi, aynı zamanda zihinsel durumların, aslında fiziksel durumlar olduğunu, bir insanın oldukça karmaşık bir fiziksel nesne olduğunu da düşünüyor demektir.

İşlevselciliğe göre, zihinsel bir durum, bir algının sonucu ve bir davranışın nedenidir. Zihinsel durumlar da birbirinin nedeni ve sonucu arasındadır.

Zihin Beden Sorununa Cevap: Ne Materyalizm Ne de Düalizm

Yukarıdaki tartışmadan da açıkça görüldüğü gibi, ne düalizm, ne de materyalizm zihin beden sorununa etraflı ve kesin bir çözüm getirememiştir. Ancak, zihinsel olguların ve durumların, beyinle bir şekilde bağlantılı olduğu göz ardı edilemeyecek kadar kesin olduğu için, zihin beden sorununa doyurucu bir cevap verilmesinin, ancak materyalist yönelimli, bir şekilde zihinle beynin ilişkisini göz önüne alan, bir kuramdan geleceği besbellidir.

Pankreasın insülin salgılaması ne kadar doğalsa beynin işleyişinin zihinsel durumlar üretmesi de o kadar doğaldır. İnsülin kendisini üreten pankreastan ne kadar farklı ve ona indirgenemezse zihinsel nitelikler de kendilerini üreten beyin durumlarından o kadar farklıdır ve onlara indirgenemez.

YAPAY ZEKA: MAKİNELER DÜŞÜNEBİLİR Mİ?

YAPAY ZEKA VE TURİNG TESTİ

Bilincin ve zihinsel süreçlerin beynin işleyişine indirgenmesiyle düşünme ve bilinç gibi zihinsel işlevlerin sadece insana has olup olmadığı sorusu irdelenmeye başlanmıştır. Yapay zeka insan zihninin ve zihinsel süreçlerin bir makine tarafından taklit edilmesini, bir başka deyişle insan gibi düşünen, zeki makineler yaratmayı amaçlayan bir bilim dalıdır.

Yapay zeka çalışmaları, karşılıklı konuşmak, çok az bilgi sahibi olduğumuz bir konuda bile sorulanlara aklı başında cevaplar vermek, gibi, bizim normal olarak günlük hayatımızda yaptığımız bir çok davranışın, aslında ne kadar yoğun bir bilgi birikimi ve düşünme gücü gerektirdiğini anlamamızı sağlar.

“Makineler düşünebilir mi?” sorusunu ilk defa cevaplamaya çalışan ve makine zekası kavramını ortaya atarak, insan zekasını taklit eden makinelerin yapılabileceği fikrini geliştiren kişi Alan Turing’dir. Turing’in makinelerin düşünüp düşünemeyeceği sorusunu bir oyun şeklinde test etmesi, yapay zeka alanında çığır açmış, kendinden sonra birçok araştırmacıya ilham vermiştir.

Turing Testi bir sorgucunun, başka odalarda yer alan insan ve bilgisayarı ayırt etmesi üzerine kuruludur. Eğer sorgucu bilgisayarı insandan ayırt edemezse o zaman bilgisayarın düşündüğü söylenebilir. Turing’e göre sorgucu, bu testte insanı bilgisayardan ayırt etmeyi % 50’ den daha az başardığında, yani sorgucu insanı bilgisayardan ayırt edemediğinde, bilgisayarın zeki olduğu, düşündüğü söylenebilir.

Turing testine getirilen, yapay zeka konusunda en sık söz edilen eleştirilerden biri, duygularla ilgilidir. Buna göre, yalnızca biyolojik organizmalar duygu ve düşünme yetisine sahiptir. Biyolojik olmayan makinelerin düşünmeye duyguya sahip olduğu söylenemez. Buna karşın yapay zeka savunucuları, düşünme ve duyguya sahip olmanın yalnızca biyolojik organizmalara has olmadığını, silikon temelli yapıların düşünme ve duyguyu taklit etmesinin yeterli olduğunu öne sürmektedir.

ZAYIF VE KUVVETLİ YAPAY ZEKA AYRIMI

Yapay zeka alanındaki tartışmaların çoğu, Kartezyen düalizmin, duyguların ve düşüncelerin, fiziksel dünyadan farklı bir alana ait olduğunu, öne sürmesinden kaynaklanır. Yapay zekanın çıkış noktası, düalist bir dünya görüşünün aksine, duyguların ve düşüncelerin fiziksel dünyaya ait olduğu, makineler tarafından taklit edilebileceği fikridir.

Akıllar, Beyinler ve Bilim adlı meşhur kitabında düalist görüşlerin, zihnin ve beynin nasıl etkileştiği sorununu çözmekten uzak olduğunu söyleyen Searle, insan beyninin dijital bir bilgisayar, zihnin de sadece bir bilgisayar programı olduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda yapay zeka anlayışını, kuvvetli yapay zeka ve zayıf yapay zeka olarak ikiye ayıran Searle, kuvvetli zeka anlayışını eleştirerek, yapay zeka anlayışının savunuculuğunu yapmıştır.

Kuvvetli yapay zeka yaklaşımı gerekli teknolojik ilerleme sağlandıktan sonra makinelerin, yani dijital bir bilgisayarın insan zekasına ve duygularına sahip olacağını ileri sürer.

Zayıf yapay zeka anlayışına göre makinelere, yani dijital bir bilgisayara, düşünmeyi öğretmek mümkün değildir. Makinelerin insan gibi akıl yürütmesi, karar vermesi, duygulara sahip olması beklenemez.

ÇİNCE ODASI DENEYİ VE CEVAPLAR

Searle’e göre kuvvetli yapay zeka görüşünden çıkarılacak sonuç, insan zihninde biyolojik hiçbir öğenin bulunmadığıdır. Searle bu görüşü bilgisayar işlevselciliği olarak tanımlar ve bu görüşün zihni bir dijital bilgisayar programına indirgediğini söyler. Zayıf yapay zekaya göre, bilgisayarlar düşünmeyi yalnızca taklit ederler, onların anlıyormuş gibi görünmeleri gerçek anlama değildir (yalnızca mıs gibi anlamadır), düşünüyormuş gibi görünmeleri mış gibi düşünmedir vb.

Searle, bilgisayar programlarının, salt biçimsel ve sözdizimsel özelliği olduğunu bu özelliklerinden dolayı da zihinsel süreçlerden farklı olduğunu savunur. Düşüncelerim herhangi bir şey ile ilgiliyse bu sıralamaların, bir düşüncemi o düşünceyle ilgili kılan bir anlamı olması gerekir. Kısaca zihin, sözdizimin ötesinde anlambilimi de barındırır. Hiçbir bilgisayar programının zihne sahip olmamasının nedeni, bilgisayar programlarının sözdizimsel, zihinlerinse hem söz, hem de anlamdizimsel olmalarıdır.

Çince Odası Deneyi

Searle bu noktayı açıklamak için Çince odası deneyi olarak bilinen, meşhur, düşünsel deneyini düzenlemiştir. Deneyin başında, Searle “bilgisayar programcılarının, bilgisayarın Çince anlamasını sağlayan, bilgisayar yazılımı hazırladıklarını varsayın. Örneğin; bilgisayara Çince bir soru verdiğinizde, cevapları hafızası veri tabanında eşleştirip, uygun cevabı Çince verebiliyor. Ve düşünün ki bu cevaplar, ana dili Çince olan bir insanınki kadar iyi. Bu durumda bilgisayar, gerçekten Çince konuşanların anladığı şekilde, Çince anlıyor mu?” diye sorar.

Çince odası deneyi Searle’ün bilgisayarların düşünemediğini göstermek amacıyla tasarladığı bir düşünce deneyidir. Saerle’e göre, bilgisayarda Çince odasındaki hiç Çince bilmeyen kişinin durumunda olduğu gibi, anlamı bilinmeyen Çince simgeleri işleten bir biçimsel program vardır ve bir dili anlamak demek, bir takım biçimsel simgeleri bilmek demek değil, uygun zihinsel durumlara sahip olmak demektir.

Searle, Çince odası deneyinde anlamadan, zekice ve anlamlı çıktılar veren bir sistem betimler. Searle bu karşı örneğiyle Turing testinin geçersizliğini göstermeyi hedefler. Çünkü; Çince odası, gerçek anlamda hiçbir şey anlamadığı halde, Turing testini kolaylıkla geçebilir. Çünkü; Çince odasının tezi “basit bir mantıksal gerçeğe dayanır; sözdizimi anlam için yeterli değildir, bilgisayarlar sadece sözdizimine sahiptirler”.

Çince Odası Deneyine Verilen Cevaplar

Sistem Cevabı: Odadaki kişi Çince anlamaz ama program, oda, sembollerle dolu sepetler, programları bulunduran defterler ve kişiden oluşan bütün sistem Çince anlar.

Robot Cevabı: Eğer bir bilgisayar bir robotun içine yerleştirilirse ve etrafını algılayabilmesi ve çevresi ile bağlantı kurabilmesi için duyu organları verilirse o zaman insanlar gibi anlayabilir.

Beyin Taklitçisi (Brain Simulator) Cevabı: Eğer program, gerçekten de beyindeki bütün sinir hücrelerinin ateşlenmesini taklit edebiliyorsa o zaman anlıyor demektir.

Bileşim (Combination) Cevabı: Bileşim cevabı yukarıda verilen cevapların tümünü kapsar.

Diğer Zihinler Cevabı: Çince odasında eğer hiçbir anlama ya da düşünme yoksa o zaman, karşımızdaki diğer kişilerin bir şey anladığından ya da düşündüğünden nasıl emin olabiliriz Dolayısıyla bir bilgisayar, bir insan gibi, davranışsal testleri geçerse diğer insanlara, davranışlarına bakarak anlayış atfettiğimiz gibi ilkece bilgisayarlara da anlayış atfetmemiz gerekir. Searle’nin buna verdiği cevab, cevabın esas noktayı gözden kaçırdığıdır. Searle, burada söz konusu olan “benim diğer insanların bilişsel durumlara sahip olduğunu nasıl bildiğim değil, aksine ben onlara bilişsel durumlar atfettiğimde, onlara atfettiğim şeyin ne olduğudur”.

Birçok Bina Cevabı: Searle, bilgisayarların günümüzde birçok olguyu ve süreci taklit etmekte kullanıldığını, örneğin bilgisayarda depremlerin, fırtınaların taklit edildiğini, ama kimse bilgisayarın fırtına ya da deprem olduğunu düşünmezken bilgisayarda zihni taklit ettiğimizde, insanların bilgisayara bilinç atfetmesinin anlamsız olduğunu düşünür. Bunun sebebinin, insanların büyük oranda, davranışçı temelde düşünmesi olduğunu söyler.

Searle’e göre, zihin ve beden etkileşim içindedir, ama töz düalizminin aksine zihin ve beden birbirinden ayrı ve farklı şeyler değildir. Çünkü; zihinsel olgular beynin bir özelliğidir. Bu görüş en iyi bir şekilde hem fizikalizmin, hem de mentalizmin bir karışımı olarak düşünüldüğünde anlaşılabilir.

Searle’ün zihin, beden ve bilgisayar etkileşiminin doğasına ilişkin argümanı birkaç temel öncüle dayanır. Bunlardan ilki, beynin zihnin nedeni olduğudur. Buna göre, zihni oluşturan tüm zihinsel süreçlerin temeli beyindeki süreçlerdir. İkinci temel önermesi sözdiziminin anlamdizimi için yeterli olmamasıdır. Bunu tamamlayan üçüncü önermeye göre, bilgisayar programları sadece biçimsel ve sözdizimsel yapılarıyla tanımlanır. Son önerme de zihnin zihinsel, ve anlamsal bir içeriği olduğudur.

Colin McGinn, Searle gibi materyalist bir bakış açısından, zihnin fiziksel bir temele sahip olduğunu savunur. Ama Searle’in aksine, eğer zihnin fiziksel bir temeli varsa o zaman, bilinçli bir makine yapmanın olanaklı olduğunu savunur. McGinn’in vurgulamak istediği husus, insan beyniyle bilgisayar arasındaki niteliksel farklılıktır.

McGinn “şu andaki bilgimizle doğal olarak beynin hangi özelliğinin bilinç ürettiğini bilemediğimiz için, beynin bilinç üretme yeteneğine sahip bilinçli bir makineyi nasıl yapabileceğimizi bilmiyoruz.

MAKİNELER DÜŞÜNEBİLİR Mİ?

Yapay zeka alanındaki ikinci çalışma alanı, beyni taklit eden bağlantılı ya da yapay sinirsel sistemler yaklaşımıdır. Yapay sinirsel sistemlerin dikkate değer özelliği, sembolik yapay zeka gibi programlanmış değil, aksine eğitilmiş olmalarıdır. Makinelerin öğrenebilmesi, zeka davranışı elde etmekte can alıcı bir husustur.

Yapay sinirsel sistemlerin düşünme ya da zeka üretmesi, çok fazla sayıda sinir hücresinin, onların birbiriyle bağlantılarının, taklit edilmesini gerektirecektir. Ama sorun, sadece taklit edilen sinir hücresi sayısının artması değildir; salt uyarılma eşiğinin taklit edilmesinin ötesinde, sinir hücresinin kendisini de daha detaylı bir şekilde taklit etmek ve biyolojik bir sinir hücresinin işlevine özgü karmaşıklığı yakalamak gerekir. Ayrıca tek bir tip sinir hücresi olmadığı da unutulmamalıdır.

KİŞİSEL ÖZDEŞLİK SORUNU

Kişisel özdeşlik sorunu “ben kimim?” sorusunun felsefede ele alınış şeklidir. Kişisel özdeşlik kuramları bir kişinin zaman içinde aynı kişi olarak kalmasının koşullarını açıklamaya çalışır. Yıllar önceki ben ile şimdi, şu anda var olan benin, aynı ben olmasını sağlayan şey nedir?

KİŞİ KAVRAMI VE KENDİLİK İLİŞKİSİ

White’ın (1991) tanımına dayanarak kişi (person), bedensel olarak ayırt ettiğimiz sosyal kişiyi tanımlar. Kişi ve kendilik kavramları birbiriyle yakından ilişkili ancak, birbirinden farklı kavramlardır.

Kendilik, bütün içsel yaşantıların ilk elden, aracısız olarak, aynı özne kavramı altında bir bütünlük ve birlik içinde bir araya geldiği, kendisine atfedildiği şekliyle bireyi temsil eder.

Kişi olmanın kendilik bilinciyle bağlantısını Locke, açık bir şekilde, kişisel özdeşliğin dayanağı olarak ortaya koymuştur: Bence kişi, akıl ve iç duyuma sahip, kendini farklı yer ve zamanlarda da aynı düşünen şey diye tanımlayan zihinli bir varlıktır. Locke’a göre özsel bilincimizi oluşturan şey, dış duyum ve algılarımızla edindiğimiz şeylerdir, çünkü; bir insanın, algıladığını algılamaksızın algılaması imkansızdır. Dolayısıyla kişiliğin özü, özsel bilinçtir.

Kişi olmak için, yeterli ve gerekli koşulların belirlenmesinde, iki farklı görüş karşımıza çıkmaktadır. Bunlar düalist görüşleri temele alan ego kuramı, materyalist görüşleri temele alan bundle (yığın) kuramıdır.

Ego Kuramı

Platon ve özellikle Descartes’ın düalist görüşlerinden kaynaklanan ego kuramına göre kişisel özdeşlik, maddi olmayan, uzamsal olmayan, ölümsüz ruha dayanmaktadır. Kartezyen ego kuramcıları, bütün deneyimlerin aynı kişi tarafından yaşanmasını, kişisel özdeşliğin ölçütü olarak öne sürerler.

Bundle (Yığın) Kuramı

17. yüzyıl düşünürü olan Hume, deneyci bir yaklaşımla bundle (yığın) kuramı olarak bilinen görüşü ortaya atmıştır. Materyalist bir düşünür olan Hume, bedenden bağımsız ölümsüz bir zihin fikrini reddetmiştir. Gerçek bilgiye ulaşmanın yolunun duyu organlarından geçtiğini söyleyen Hume’a göre, esas olan izlenimlerdir. İzlenimlerin bir araya gelmesiyle basit fikirler ve bunların çağrışımlar yoluyla bir araya gelmesiyle de karmaşık fikirler oluşur. Kendilik böyle fikirler ve izlenimlerden oluşmuş bir yapı olduğu için, kendiliğin özdeşliği diye bir şey de olamaz.

Bundle (yığın) kuramını ortaya atan Hume’a göre, sürekli, değişmeyen bir kendilik fikri bir yanılsamadır ve dolayısıyla kişisel özdeşlik tasarımından bahsetmek saçmadır. Hume göre kişi, sadece belli bir zamandaki zihinsel durumların, izlenimlerin ve tasarımların bir araya gelmesinden ibarettir; bütün bu izlenimlerin ve tasarımların dışında ya da ötesinde ayrı bir özne aramak saçmalıktır.

Hume’a göre, benlik tasarımını ortaya çıkarabilmek, bütün hayatımız boyunca aynı kalan bir izlenim olmalıdır, “çünkü; kendiliğin bu şekilde var olması gerekir”. Oysa sürekli ve durağan hiçbir izlenim yoktur. Yani birbirinden ayrı algılarımız arasında gerçek bir bağlantı yoktur, ama biz, yine de onların birbirine bağlı olduğunu düşünürüz.

Reid’e göre, düşüncelerimiz, eylemlerimiz, duygularımız her an değişse de bunların hepsinin kendisiyle ilişkili olduğu kendiliğimiz kalıcıdır ve bütün bu zihinsel durumların, benim zihinsel durumlarım olmasını sağlayan şeydir.

KİŞİSEL ÖZDEŞLİK SORUNU

Kişisel özdeşlik sorunu, hem farklı deneyim ve yaşantıların nasıl olup da aynı kişinin deneyimleri olabildiği, yani bütünlük sorunu, hem de kişiyi zaman içinde aynı kişi yapan şeyin ne olduğu, yani kimlik sorunudur.

Bütünlük Sorunu

Bütünlük sorunu kısaca şöyle düzenlenebilir: İnsan yaşamı boyunca birçok duyumlara, duygulara, düşüncelere, hatıralara vb. sahiptir. Bütün bu deneyimlerin ortak olarak paylaştıkları tek husus, hepsinin o kişinin deneyimleri olması, hepsinin o kişinin zihninde olmalarıdır. Ama, bu farklı deneyimlerin, aynı kişinin deneyimleri olarak, aynı çatı altında toplanması nasıl mümkündür?

Kimlik Sorunu

Kimlik sorusuysa şu şekilde dile getirilebilir: Biz karşımızdaki insanı çeşitli şekillerde tanırız, ama en yaygın olarak karşımızdaki insanı fiziksel görünüşünden hareketle tanırız.

Kişisel özdeşlik sorununa iki temel yaklaşım söz konusudur. Bir kişinin, zaman içinde aynı kişi olarak sürekliliğini sağlayan şeyin ne olduğuna bağlı olarak, iki temel kişisel özdeşlik ölçütü vardır. Bunlar bedensel süreklilik ve zihinsel süreklilik ölçütleridir.

BEDENSEL SÜREKLİLİK ÖLÇÜTÜ: Bedensel süreklilik ölçütüne göre, kişinin zaman içinde aynı kişi olarak kalması, aynı bedende yaşayan insan varlığı olarak kalmasıyla mümkündür. Kişinin bedeni, yıllar içinde, ne kadar değişikliğe uğrarsa uğrasın, eğer şimdiden geçmişe doğru, o kişinin, yaşayan bedeninin uzamsal varlığı, kesintisiz bir şekilde takip edilebildiği sürece o kişi, aynı kişi olmayı sürdürür.

Beyin: kişisel, psikolojik özelliklerimizin taşıyıcısı olarak özel bir yere sahiptir. Bu yüzden bedensel süreklilik ölçütü, çoğu kere, beynin sürekliliği ölçütü olarak düşünülür.

PSİKOLOJİK SÜREKLİLİK ÖLÇÜTÜ: Psikolojik süreklilik ölçütü, zihinsel durumların sürekliliğinin ve kalıcılığının kişisel özdeşliği oluşturduğunu ileri sürer. Psikolojik süreklilik ölçütünün en önemli ve ilk temsilcilerinden birisi John Locke’dur.

Locke’un kişisel özdeşlik sorununu, bellek ölçütü altında tanımlama çabası, bu konuda, daha sonra yapılan çalışmalara büyük ölçüde esin kaynağı olmuştur. Locke’a göre, kişisel özdeşliğin asıl ölçütü olan bilinç, geçmiş yaşantılara uzatılabildiği ölçüde, kişi geçmişini hatırlayabildiği ölçüde, kişinin eylemlerini, aynı kendilik altında bir araya getirebilir. Sslında Locke’un kişisel özdeşlik açısından esas vurgulamak istediği şey, salt kişinin geçmişini hatırlaması, yani bellek değil, ama kişinin geçmişteki eylemlerinin farkında olmasıdır.

John Locke, ilk defa kişisel özdeşlik için, psikolojik bir ölçüt olarak bellek ölçütünü ileri sürmüştür. Bellek ölçütünden kastettiği şey, kişinin şimdiki ve geçmişteki eylemlerinin bilincinde olmasıdır. Kişinin bilinci, geçmişteki herhangi bir düşünceye erişebildiği ölçüde, kişi hatırlayabildiği ölçüde, eski kendisi neyse şimdiki de odur.

Locke’un bellek ölçütüne ilk karşı çıkan Reid, Locke’un kişisel özdeşlik, kişinin bilincinin gittiği yere kadar gider anlayışı kabul edilirse “bir insan aynı anda, hem geçmişte belli bir eylemde bulunan kişi olabilir, hem de olmayabilir” diyerek bellek ölçütünde değişiklik yapılması gerektiğine işaret etmiştir. Bellek ölçütüne yöneltilen ikinci bir eleştiri, açıklamasının döngüsel olmasıdır. Belleğimiz her zaman doğru olmayabilir. Bazı durumlarda hiç olmamış şeyleri olmuş gibi hatırlayabiliriz. Locke’un, kişisel özdeşliğin dayanağı olarak, görünüşte bellek durumlarını kastetmediği bellidir. O halde, bizim gercek belleği görünüşte bellekten ayırt edecek bir yola ihtiyacımız vardır.

Locke, aynen Hume gibi zihinsel yaşamın birbirinden ayrı kısımların bir araya getirilmesiyle oluştuğunu düşünür. Hume için, birbirinden ayrı yaşantılar ve deneyimler arasındaki bağlantı ve kişisel özdeşlik fikri, alışkanlıktan kaynaklanan hayali bir tasarımdır. Hume’un aksine Locke, geçmişteki ve şimdiki farklı zihinsel yaşantıların, aynı bellek altında toplanmasının, kişisel özdeşliği sağladığını iddia eder.

Bellek Ölçütüne Farklı Yaklaşımlar

Locke’un bellek ölçütünün döngüselliğini bertaraf etmek üzere, Shoemaker ve Parfit gibi düşünürler, birbiriyle geçişli ilişkiler içinde bulunan farklı zihinsel durumların, nedensel olaylar zinciri içinde var olmasını, kişisel özdeşlik ölçütü olarak öne sürmüştür.

Shoemaker, psikolojik sürekliliği, hem psikolojik özelliklerin benzerliği, hem de bellek izlenimlerinin geçişliliği bağlamında, kişinin sahip olduğu zihinsel durumların işlevsel olarak birbirine bağlanması olarak ele alır.

Parfit’e göre, her zihinsel olaylar zinciri bir yaşam teşkil eder ve dolayısıyla bedenden bağımsız kişinin varlığını reddeder. Bunu açıklamak için de bir düşünce deneyi geliştirmiştir. Psikolojik sürekliliğin bedensel sürekliliğe zorunlu olarak bağlı olduğunu, eğer fiziksel süreklilik ortadan kalkarsa psikolojik sürekliliği sağlayacak temelin de ortadan kalkacağını göstermektedir.

Ayrık beyin hastaları epilepsi hastalığını tedavi etmek amacıyla beyinlerin sağ ve sol yarı küreleri bir ameliyatla birbirinden ayrılmış kişilerdir. Ayrık beyin hastalarında sağ ve sol yarı kürenin birbiriyle bağlantısı koptuğu için aynı bedende iki farklı bilinç hali olduğu söylenebilir. Bu durum bütün deneyimlerin aynı kişi tarafından yaşanmasını kişisel özdeşliğin ölçütü olarak öne süren Kartezyen ego kuramcılarına karşı bir örnek teşkil etmektedir.

Özetle: Kişisel özdeşlik tasarımı, bütünlüklü bir kendilik kavramı, bir insanın bütünlüğü tartışmalı zihinsel hayatını açıklamak üzere ortaya atılmış, kişinin kendinden bağımsız, soyut bir nitelik değildir; aksine söz konusu bütünlüğün anlamlı bir derecede var olduğunu gösteren bir işarettir. Ancak zihinsel birlikten söz edebilmek için gereken minimum bütünlük derecesinin ne olduğu sorusu sorulduğunda bunu belirleyecek bir siyah beyaz çizgisi olmadığı görülmektedir.

BİLİNÇ SORUNU

Bilinç kavramı zihin beden sorununun merkezinde yer alır. Çünkü; zihin beden sorunu esas itibarıyla bedenden bağımsız bir bilinçliliğin olup olamayacağıdır.

Bilinç tanımlanması en güç kavramlardan biridir, genel olarak etrafındaki dünyanın ve kendinin farkında olmak, duyabilmek, hissedebilmek, duyumlara uygun tepkiler verebilmek olarak tanımlanabilir. Bilinç az ya da çok olmaz; bir varlık ya bilinçlidir ya da değildir.

Bilinci bugünkü anlamıyla ilk kez kullanan düşünür John Locke’dır. Locke bilinci, kişinin kendisinin, kendi olarak farkında olmasının koşulu olarak tanımlar.

Algılama, hissetme, isteme, niyet etme, düşünme, hatırlama gibi zihinsel eylemler, insan bilincinin paradigmatik örnekleridir. Bilinçle ilgili esas sorun, öznel deneyim sorunudur. Genellikle ne zaman bir bilinçten bahsedilse, bu bilince sahip olan bir özneden de bahsedilmesi gerektiği öne sürülür.

Bilincin, açık ve kesin bir tanımının verilememesine rağmen, her hangi bir olgunun bilinç olgusu olarak nitelendirilmesinde üç temel öğenin öne çıktığı görülmektedir. Bunlar, bilincin öznel bir deneyim olduğu, yönelimsellik içerdiği ve farkındalıkla son derece bağlantılı olduğudur.

Farkındalık bilinçle en bağlantılı kavramdır. Farkındalık nelerin bilincinde olup nelerin olamayacağımız sorunudur. Kendi zihnimizde ya da bedenimizde olanları özel bir şekilde, birinci şahıs bilgisiyle biliriz. Buna dolaysız farkındalık ya da ayrıcalıklı erişim adı verilir.

Bilincinde olmadığımız zihinsel durumların olup olmadığı zihin felsefesinin en önemli tartışma konusudur. Descartes ve Locke gibi düşünürler için bilinçli olmak tam da bu anlamda, zihnimizin içinde olup bitenlerin farkında olmaktır. Locke’a göre, bilinç insanın kendi zihninin içeriklerini algılamasıdır.

Bu konuda araştırmacılar iki kampa ayrılmıştır. Bunlardan bir kısmı bilincinde olmadığımız zihinsel durumlar olduğuna inanırken materyalist yönelimli araştırmacılar, bilincin beynin ve sinir sisteminin içinde oluşan olayların sonunda ortaya çıkan bir yan ürün olduğunu iddia eden epifenomenalizm, zihinsel bir olgunun zaten bilinçli olmakla aynı şey olduğunu, bunun dışında kalan her şeyin beynin sinirsel ve fizyolojik işleyişi olduğunu iddia ederler. Her zihinsel durumun, mutlaka kişinin bilincinde olmadığının en çarpıcı örneğini, “kör görü” hastaları oluşturmaktadır. Nörolojik bir bozukluk olan “kör görü” hastalığında, hastanın görüş alanındaki bazı bölgeler, hasta için görülemez olur.

Bu hastalar aslında duyum bilgisini beyinlerine almakta, işlemekte ve neyi gördüklerinin bilgisine sahip olmaktadırlar. Ancak bu süreç tamamen bilinçlerinin dışında gerçekleşmekte, yani bildikleri şeyi gördüklerinin farkına varamamaktadırlar. Hasta görmektedir, ama bu görme, nitelerden yoksundur, çünkü; hasta gördüğü rengin nitesinin, yani kırmızı ışığın kırmızısının farkında olamamaktadır. Weiskrantz bunu, bilinçte meydana gelen bir hasar olarak değerlendirmektedir. Yoksun nite (absent qualia) kavramı, kişinin hiç bir nitel zihin halinin, yani algılanmış niteliğin bilincinde olmadığının varsayıldığı bir düşünce deneyidir. Bunlara zombi adı verilir.

ÖZNELLİK VE BİLİNÇ

Öznellik bilincin özüdür. Bilinç öznel deneyimle bağlantılı olması bakımından kişinin kendine yönelik farkındalığı, yani kendilik bilinci olarak tanımlanır.

Bilinç, öznel deneyimle bağlantısı olması bakımından kişinin kendi eylemleri ve algılarının farkında olması, yani öz bilinç veya kendilik bilinci olarak da tanımlanır. Çoğu “içebakış” ya da “içgörü” olarak da ifade edilen öz bilinç, ikinci düzey bir bilinç durumudur. Özellikle insanlara has olduğu, insanla hayvanı ayıran en temel özellik olduğu düşünülür.

Bilincin özsel niteliği olarak öznellik, kişinin birinci şahıs bakış açısını da temsil eder. Thomas Nagel (2004) “What Is It Like To Be A Bat?” (“ Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?”) isimli klasik araştırmasında bilinci, dünyanın öznel deneyimine sahip olma yetisi olarak tanımlamıştır. Buna göre bir yarasa, yarasa olmaklığın öznel deneyimine sahip bir varlık olarak bilinçlidir. Yarasanın dışında hiçbir varlık, yarasa olmanın kendine özgü deneyimine sahip olamaz. Bu anlamda bilinç, dünyaya öznel bir bakış açısıdır.

Nesneler oldukları gibidir, ancak nesnelerin farklı öznelerce algılanmaları, sadece o öznelere özgüdür. Eğer dünyada, bilinçli deneyimler yaşama kapasitesine sahip özneler olmasaydı, bir şeyin nasıl göründüğü ya da nasıl görünüşe geldiği gibi bir sorun olmazdı.

Kendilik Bilinci

Kendilik bilinci, kişinin kendi kendinin, yani kendi içsel, zihinsel durumlarının farkında olmasıdır. Kant, öz bilince sahip bir kendilik anlayışı geliştirmiş, kişinin sahip olduğu çeşitli, farklı deneyimlerin, bir ve aynı kendilik altında toplanmasının mümkün olduğunu göstermiştir. Kant, kendiliğin sürekliliğinin bilinçte bulunamayacağı, farklı deneyimler boyunca bir ve aynı kalan kendiliğin, bir deneyim nesnesi olamayacağı konusunda Hume ile aynı fikirdedir.

Kant’a göre kendilik bilinci sayesinde, özne yetileri aracılığıyla kurduğu tasarımsal dünyayı ve bilgisini, bir birlik içinde, aynı kendilik altında tutar. Kant’ın teorisi kendiliği, çoklu ve hatta birbiriyle çelişen deneyimlerimizi önceleyen, onları özneye ait olan deneyimler olarak bir araya getiren, bir etkinlik olarak tanımlamamıza olanak sağlamaktadır.

YÖNELİMSELLİK VE BİLİNÇ

Birçok bilinç durumları özünde yönelimseldir. Dünyayı, belli bir içerikle deneyimleriz, deneyimimiz şeyleri, belli bir şekilde temsil eder. Her bilinç edimi yönelimsel değildir, ve her yönelimsellik bilinçli değildir, ama her bilinç ve yönelimsellik çoğu kere birbirinin yerine kullanılır.

Yönelimsellik, bilincin, her zaman bir şeyin bilincinde olması demektir. Ancak bilincin nesnesi, her zaman, gerçekten orada var olan bir şey olmak zorunda değildir.

Husserl’e göre yönelmişlik bilincin özüdür. Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir. Bilincin bütün özelliklerinin hepsini birden noema diye tanımlayan Husserl, noema’ nın belli bir zamanda bilinci, görünüşte bir nesneye yönelmiş olarak kendisini gösteren edimle birleştirdiği saptamasında bulunmuştur. Bu anlamda noema bilinç ediminin yöneldiği nesne olmaktan çok, bilincimizin nesneyle ilişkiye geçmesini olanaklı kılan yapıdır.

Husserl’e göre, her bilinç edimi, ‘cogito’ bir yönelimdir, bir seçimdir. Her bilinç ediminin bir nesnesi vardır. “Düşünüyorum” mutlaka “bir şeyi düşünüyorum” anlamına gelir.

Fenomenoloji, “doğal tavır” adını verdiği tavırdan tamamen farklı şekilde düşünmeye dayanır. “Doğal tavır” bizim günlük yaşamdaki tavrımızdır. Mesela günlük yaşamda masayı düşünürken sahiden de somut masayla iş gördüğümüzü kabul ederiz. Oysa fenomenolojik tavırda nesneler artık, gerçek nesneler olmaktan çıkmış “ide” ler olarak ele alınmaktadır. Nesneler “doğal tavırda” olduğu gibi gerçekte değil, birer bilinç fenomeni olarak bilinçte var olurlar. İşte fenomenolojinin söz konusu ettiği fenomenler, bu nedenle “özsel” dir.

Nesneyi görmemizi olanaklı kılan, bütünüyle o anki noema’ mızın, fiziksel nesnenin noema’ sı olmasıdır. Örneğin; ağaç, noema olarak bir anlamdır. Dış dünyadaki ağaç yanabilir, ama ağacın noema’ sı yanmaz.

Bilincin fenomenolojik bir biçimde, saf fenomen olarak, göründüğü şekliyle incelenmesi gerektiğini söyleyen Husserl’e göre fenomenoloji, gözlemden çok, algıyı içerir. Bilinç akışının bireysel bileşenlerini gözlemek yerine, zihinsel fenomenlerin özünü, sezgi yoluyla kavrar. Her ne kadar her ikisi de bilinçle ilgili olsalar da Husserl, fenomenolojiyi “gerçekten de bilincin bilimi olan, ama yine de psikoloji olmayan bir bilim, bilincin doğa biliminin karşısında bir bilinç fenomenolojisi” olarak tanımlar.

Husserl’e göre, Descartes’ın en önemli hatası, cogito’ dan hareketle tözsel öznenin varlığını çıkarsamaktır. Bunun yerine Descartes, sadece bilincin verileriyle yetinseydi, o zaman cogito’ da, yalnızca öznelliğin özünü bulurdu. Cogito, Descartes’da olduğu gibi, ego’ nun tözsel apaçıklığının bir göstergesi değildir. Aksine ego’ su olmakla bilinçli olmanın, aynı şey olduğunun göstergesidir. Husserl’e göre ego’su olmak özne olmaktır.

Bu aslında, Descartes’ın özne ve nesneyi hiç birleşemez şekilde ayırmasına karşın Husserl’in, bu ikisini birbirleriyle karşılıklı bağlantısı içinde yeniden tanımlama çabasıdır. Husserl, özne ve nesneyi tekrar birleştirme amacında değildir; o, bir nesnenin nesne olma özelliğini yalnızca bir özne aracılığıyla kazandığını, aynı şekilde bir öznenin de özne olduğunu ancak bir nesne aracılığıyla bildiğini, dolayısıyla da özne ve nesnenin birbirinden asla ayrılamayacağını, çünkü; birbirleriyle karşılıklı ilişkileri içinde anlam kazanacaklarını iddia etmektedir.

BİLİNÇ SORUNUNA FELSEFİ YAKLAŞIMLAR

Bilinç nasıl tanımlanırsa tanımlansın, neyin bilince sahip olduğu ve neyin olmadığına karar vermek kolay görünmemektedir.

Bilincin tanımlanması ve açıklanmasıyla ilgili en önemli sorunlardan birisi, fiziksel bir evrende bilincin nasıl olanaklı olduğudur. Thomas Nagel The View From Nowhere (Hiçbir Yerden Bakış) adlı eserinde, bu ikilemi çözmek üzere, “bilinçli bir organizma olarak insan varlığını, kimyasal öğelerden oluşmuş ve uzayda yer kaplayan, ama aynı zamanda dünyaya ilişkin bireysel bir bakış açısına, kendisine ilişkin farkındalığa sahip fiziksel bir sistem olarak” ele alan bir bilinç kuramına ihtiyaç olduğunu belirtir (Nagel, 1986: 51).

Yeni Gizemciler

McGinn gibi beynin, bilincin nedensel temeli olduğunu kabul eden, ama bu bağlantının doğasının, bizler için bir giz olduğunu iddia eden araştırmacılar yeni gizemciler olarak bilinir.

İndirgemeci Olmayan Fizikalizm (Supervenience)

İndirgemeci olmayan fizikalizm bilincin, beyin süreçlerini izleyerek, onlara bağlı olarak, ortaya çıktığını varsayar. Bu görüşün temelindeki fikir, beyin süreçlerinde bir değişiklik meydana gelmeden zihinsel durumarda bir değişiklik olmayacağıdır. Bu görüşün en önde gelen savunucuları Jaegwon Kim ve John Searle’dür.

İndirgemeci Olmayan Fizikalizm (Supervenience) bilincin tamamen beynin durumlarını izleyerek, onlara bağlı olarak, ortaya çıktığını varsayar. Bilinci beynin işleyişine bağlı olarak açıklamanın zihin beden sorununa uygun bir çözüm sunduğu ya da en azından sorunun çözülmesinde bir ilk adım oluşturduğu düşünülür.

Panpsişizm (Tüm Ruhçuluk)

Panpsişizm bilincin evrende her yerde olduğunu iddia eden görüştür. Bu görüş, nadiren açıkça ifade edilmesine karşın, özellikle gizemciler arasında içten içe varlık gösterir.

Panpsişizmin savunucusu olan David Chalmers, Nagel’i izleyerek, bilinçli bir termostat olmak nasıl bir şeydir sorusunu, son derece inandırıcı bir şekilde cevaplar. Chalmers’a göre, evrende herşey bilinç sahibidir, hatta bir termostat bile, çünkü; her şey için, belli bir şey olmak, o şey olmaklığın bilincine sahip olmaktır.

Panpsişizmin karşı karşıya kaldığı en önemli sorun, bilincin bütünlüğü sorunudur. Bilinç bütüncül olarak kendini gösteren bir durumdur.

Bilince Evrimsel Bakış Açısı

Evrimsel psikoloji; bilincin, akıllarımızı diğer insanların akılları için birer model olarak kullanabilmemizi, onların davranışlarını önceden tahmin etmeyi sağlamak amacıyla ortaya çıktığını öne sürer.

Bilinç, Humphrey’e göre, karşımızdaki insanın nasıl bir iç dünyaya sahip olduğu konusunda zihnimizde bir model oluşturabilme, giderek daha geniş anlamda, bir problemi çözmek için, geçmiş ve geleceği aynı anda zihinde canlandırabilme yeteneğidir. Çünkü; Humphrey, bilincin, sosyal zekanın bir parçası olarak insan ilişkileri içersinde evrimleştiğini savunur (Humphrey, 1984: 48-51). Şempanzelerle yapılan deneyler de Humphrey’in savını destekler şekilde şempanzelerin de aynen insanlar gibi birbirlerinin niyetini kestirdiklerini, yani bir ölçüde birbirleri yerine düşünebildiklerini göstermektedir Dawkins, (1998).

Daniel Dennett Consciousness Explained (Bilinci Açıklamak) (1991) başlıklı klasik çalışmasında bilincin, en basit canlı formlarından evrilerek insandaki bilinç düzeyine eriştiğini savunur. Bilincin, kişinin ayrıcalıklı erişimle ulaştığı ve doğruluğundan emin olduğu zihinsel durumlarla açıklayan geleneksel görüşlere karşı Dennett, kendi zihinsel durumlarımızın, birinci şahıs bilgisine sahip olmamızın, onlara ayrıcalıklı erişimle ulaştığımız anlamına gelmediğini söyler. Biz zihnimizde gerçekte ne olup bittiğini bilmeyiz, bize nasıl geliyorsa öyle biliriz.

Heterofenomenoloji, Daniel C. Dennett’in bilincin öznel bir deneyim olduğunu ve bir başkası tarafından nesnel bir olguymuş gibi tanımlanamayacağını öne süren Kartezyen teze karşı geliştirdiği bir yöntemdir. Heterofenomenolojiye göre, içsel yaşantıları doğabilimi çerçevesinde incelemenin tek yolu, bu iç yaşantıları kişinin davranışına, konuşmasına yansıyan yönüyle ele almaktır. Heterofenomenoloji kendi bilincini değil, başkasının iç yaşantısıyla ilgili olarak söylediklerini, tanımlarını ciddiye alıp, bunlar hakkında bilgi sahibi olmaya çalışma esasına dayanır.

Dennett bilinci, kafamızın içinden dışarıya bakan, onu anlamaya çalışan bir insan olarak canlandıran tüm klasik görüşleri ters yüz ederek, bilince yepyeni bir bakış açısı getirmiştir. Bütünlüklü ve ayrıcalıklı erişimle kişinin bilgi sahibi olduğu bir kendilik bilinci yoktur.

Dennett, bilincin klasik 17. yüzyıl yöntemleriyle ve kavramlarıyla anlaşılamayacağını çok çarpıcı bir şekilde göstermiştir. Ancak; Dennett’in heterofenomenoloji yaklaşımı bilinci, üçüncü şahıs bilgisiyle ulaşılabilen bir olgu olarak ele alındığında, bilincin öznel doğasının gözden kaçırıldığı şeklinde eleştirilmiştir. Çünkü; Dennett’e göre, doğa bilimi çerçevesinde bilincin, kişinin davranışlarına, söylemine, hafızasına vs. yansıyan, erişilebilir ve gözlenebilir yönü dışında, özgün fenomenal bir içeriği olduğunu söylemek anlamsızdır.

BİLİNÇ: ÇÖZÜMSÜZ BİR BİLMECE Mİ?

Bilincin bilinip bilinemeyeceği, dolayısıyla bilimsel bir araştırma konusu olup olamayacağı üzerindeki tartışma hala sürmektedir. Ancak; bu hususta iki önemli sorun alanı bulunmaktadır. Bunlardan birisi nitel zihinsel durumların, yani domatesin kırmızılığını algılamamızın nasıl olup da tamamen fiziksel ve sinirsel süreçlerden kaynaklandığını açıklamak, diğeriyse yönelimsellik sorunudur.

BİLGİ ZİHİN İLİŞKİSİ

KENDİLİK KAVRAMI VE KENDİLİK BİLGİSİ

Zihinlerin nasıl bilineceği sorusu iki yönlü ele alınabilecek bir sorundur. Bunlardan ilki, kendi zihnimizin içinde ne olup bittiğini, nasıl bilebildiğimiz üzerindedir. Bu sorun kendilik bilgisi sorunu olarak bilinir. Diğeriyse ise kendimiz dışında diğer insanların, hatta diğer hayvanların ve makinelerin bir zihne sahip olduğunu nasıl bilebiliriz sorusudur. Bu soru da başka zihinler sorunu olarak bilinir.

Kendilik Kavramı

Bir organizmanın kendilik olduğunu söylemek, aslında o organizmanın, kendisi ve diğerleri arasında ayrım yapabilme kabiliyeti olduğunu söylemektir. Kendilik kendinin ayrı bir kişi olduğunun bilincinde olan bir kişidir. Ancak kendilik bilincine sahip bir kişi bir kendilik olabilir.

Kendilikle ilgili felsefe literatüründe yapılan tanımlamalar ve kullanımlara bakacak olursak, kendilik hakkında birkaç temel özelliğinin öne çıktığını görürüz. Bunlar kendiliğin bir şey olduğu, zihinsel olduğu, belli bir zamanda ve zaman içinde tek olduğu, hem diğer şeylerden, hem de kendi düşüncelerinden, deneyimlerinden varlıksal olarak farklı olduğu, bireyin deneyimlerinin öznesi olduğu, bir eyleyici olduğu ve belli bir kişiliğe sahip olduğudur.

Kişilik kavramı, çok genel olarak, bir kişiyi başkalarından farklı kılan düşünsel, duygusal, ruhsal ve bedensel özelliklerin tümüne karşılık gelmek üzere kullanılır.

Ancak; bir bedende birden fazla kişinin bulunduğu çoklu kişilik hastalığı (olgusu), bir kişi (ya da birey) olmak nasıl bir şeydir sorusunu paradoksal hale getirerek anlamamızı, üzerinde düşünmemizi güçleştirmektedir. Çünkü; çoklu kişilik, bir bedende, bir bireyin ne zaman bittiği ve bir başka bireyin ne zaman ortaya çıktığı konusunda şüphe uyandıran bir durumdur.

Merkezi ve bütünlüklü bir kendilik fikrini reddeden, buna karşın hikaye kuramı adı verilen bir görüş geliştiren Dennett, tam da bu anlamda kendiliği, kendimize ilişkin hikayelerimizin odaklandığı merkez (center of gravity) olarak tanımlamaktadır. Doğaya baktığımızda, her biri genler aracılığıyla kendine çizilen görevi yerine getiren bağımsız alt sistemlerden oluştuğu halde, bütün olarak ele alındığında, sanki belli bir amaç doğrultusunda ve merkezi bir kontrol mekanizması tarafından yönlendiriliyormuş gibi davranan sistemler mevcuttur.

Kendilik Bilgisi

Bir kişinin kendini diğerlerinden ayırt edebilmesi, kendisini ayrı bir kişi olarak bilmesi demektir. Kendilik bilgisi iki farklı süreçte edinilir. Bir yandan, etkin bir eyleyici olarak kendiliğin diğerleriyle ilişkisini değerlendirmesidir, diğer yandan kişinin kendi eylemleri ve düşünceleri üzerine düşünmesidir.

İçebakışla zihne ilişkin olarak neler bilinebileceği sorusu, Frege’nin meşhur anlam ve referans arasında yaptığı ayrıma işaret eder. Frege’nin meşhur ayrımına göre anlam, bize o terimin uyduğu şeyleri bulmamızı sağlayan bir reçete gibidir. Örneğin; kalemin anlamı, yazmaya yarayan bir şeydir. Referans ise o terimin, neye gönderme yaptığı, yani neye işaret ettiğidir. Kalemin referansı her tür kalemdir.

Kihlstrom ve Cantor’un (1984) geliştirdikleri kendilik anlayışı, bilişsel ve sosyal psikolojik bir perspektiften, kendilik tasarımının kendilik bilgisiyle bağlantısını gösterir.

Kendilik, kişinin kendine ilişkin bütün farklı deneyimlerinin, düşünce ve bilgilerinin, anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde bir araya gelmesiyle oluşan, zihinsel bir tasarımdır.

Ryle, Zihin Kavramı (The Concept of Mind) adlı ünlü eserinde, Descartes’ın insanın ruhunu bedenin içinde, bedenden ayrı ve bağımsız bir töz olduğunu iddia etmekle bir kategori hatası yaptığını söyler. Takım oyuncularının, birbirleriyle uyumlu bir şekilde oynamalarının dışında bir takım ruhu aramak, Ryle’ın deyimiyle bir “kategori hatası” yapmaktır.

BAŞKA ZİHİNLER SORUNU

Karşımızdaki bir başka kişinin, hatta üst düzey bir memelinin ya da bir makinenin, kendimiz gibi bir zihne sahip olduğundan nasıl emin olabiliriz sorunu, başka zihinler sorunudur.

Başka zihinler sorununa geleneksel olarak bulunan çözüm, benzerlik argümanıdır. Buna göre, kendimizin zihinsel durumlara sahip olmamızdan hareketle kendimize benzeyen diğer varlıkların da kendimiz gibi bir zihinsel durumlara sahip olduğunu düşünürüz.

Gözlenen belli davranışlardan hareketle belli zihinsel süreçlerin varlığını çıkarsamak, dışsal davranışlarla içsel zihinsel süreçler arasında, genel olarak birbirine karşılık gelen bir bağlantı olduğunu varsaymaktır. Bu tür genellemeler genellikle Hume’un, nedensellik ilkesi adını verdiği, bizim iki olayın art arda gelmesini alışkanlıkla birbirine bağladığımız ve aralarında neden sonuç ilişkisi olduğunu varsaydığımız, deneysel durumlar için geçerlidir.

Başka zihinlerin de bilinçli olduğuna inanmak onların davranışlarından çıkarım yapmayı gerektirir. Böyle bir durumda, bizim genelleme yapmak için kullanabileceğimiz tek yaşantı, kendi yaşantımızdır.

Benzerlik Argümanı

Eğer kendimiz hakkında yaptığımız genellemeler doğruysa, diğer bir kişi de bedeninde bir hasar olduğunda, bizim çıkardığımız gibi sesler çıkarıp aynı davranışları sergilerse, benzerliğe dayanarak, onun da bizim hissettiğimize benzer zihinsel durumlar içinde olduğunu çıkarsayabiliriz.

Benzerlik argümanı kişinin zihinsel durumları ile davranışları arasında bağlantı olduğu ve kişinin kendi zihinsel durumlarıyla ilgili birinci şahıs bilgisinin kişiye özel ve yanılmaz olduğu görüşüne dayanır.

Benzerlik argümanına getirilen ilk eleştiri, argümanın sonucunun zorunlu olmamasıdır.

Wittgenstein’ın benzerlik argümanına eleştirisi, bu yaklaşımda, doğru olan ve doğru olmayan tanımlamayı, birbirinden ayırt etmeye yarayan bir ölçütün olmamasıdır.

Bir kişinin ağrı teriminden anladığıyla bir başka kişinin, ağrı teriminden anladığı anlam, birbirinden son derece farklı olabilir. Bu konuyla ilgili olarak Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar’da, herkesin kendine özel bir kutusunun olduğu ve kutunun içindeki şey yalnızca kişinin kendisinin görebildiği, kimsenin bir başkasının kutusunun içindekileri görme şansının olmadığı, bir düşünce deneyi geliştirir. Herkesin kendi kutusunda bir böcek olduğunu söylemektedir. Ama belki de bir başkasının kutusunda onun böcek dediği şeyin aslında bir örümcek olduğunu görecektik. Belki kutusunda hiçbir şey olmadığı halde, (yani nitel zihin durumlarından yoksun olduğu halde) kutusunda böcek olduğuna inanan kişiler vardır.

Wittgenstein’in bu deneyle vurgulamak istediği husus; kişi sadece kendi zihinsel durumlarını bilebilir, farkında olabilir, bir başkasının zihninde neler olup bittiğinin asla farkında olamaz ve bilemez.

Kutudaki böcek benzetmesi bir kişinin kendi zihinsel durumlarını isimlendirmek için kullandığı terimler ile bir başkasının aynı zihinsel durumları isimlendirmekte kullandığı terimlerin farklı anlamlar taşıyabileceğini gösterir. Çünkü herkesin dili kendine özeldir. Wittgenstein özelikle, salt kendi öznel deneyimlerimizden hareketle diğerlerinin zihinsel durumları ve deneyimleri hakkında bilgi sahibi olabileceğimiz savını eleştirir.

Bu sorun, dış dünyanın var olduğunu bilebilmek sorunundan ziyade, anlamını kişinin kendi deneyiminden almıyorsa o zaman ‘dış dünya’ teriminin ne anlam ifade ettiği sorunudur.

Wittgenstein’e göre, zihinler hakkında, hatta kişinin kendi zihni hakkında, sadece birinci şahıs perspektifinden hareketle söz etmek olanaksızdır. Aksine, kişinin zihinsel durumlarının kendisine mal edebilmesi, diğer insanlarla ilişkisinden, yani üçüncü şahıs perspektifinden edinilmiş zihinsel kelime dağarcığıyla mümkündür. İnsanların, zihinsel kelime dağarcıklarını, yalnızca kendi öznel zihinsel deneyimlerinden edindiklerini düşünmesi, bir yanılsamadır.

P. F. Strawson’un benzerlik argümanına yönelttiği eleştiri, Wittgenstein’ın görüşleri ışığında, zihinsel terimleri nasıl edindiğimiz ve kullandığımıza ilişkin bir bakış açısı da sunar. Individuals (Bireyler) isimli eserinde “kişinin kendisine bilinç durumları, deneyimler atfetmesinin zorunlu koşulu, kişinin, aynı durumları kendisinden başka bir kişiye atfederken de aynı şekilde davranmasıdır” diyen Strawson, kişinin kendisine zihinsel durumlar atfetmesinin ancak başkalarına zihinsel durumlar atfetmesiyle olanaklı olduğunu vurgular.

Hem Wittgenstein hem de Strawson, kişinin kendinin veya başkalarının zihinsel süreçleri hakkında edindiği bilginin birinci şahıs perspektifinden değil üçüncü şahıs perspektifinden kazanması gerektiğini savunur. Bu yüzden her ikisi de davranışçı olmakla itham edilmiştir.

Davranışçılık ve Başka Zihinler Sorununa Çözüm Önerisi

Benzerlik argümanının içine düştüğü zorlukları gören davranışçılar, bütün psikolojik ifadelerin davranışlar düzeyinde anlaşılıp açıklanabileceği temeline dayanan bir çözüm üretmişlerdir.

Hem genel olarak davranışçılığa, hem de davranışçılığı temele alarak Wittgenstein ve Strawson gibi, başka zihinler sorununa çözüm üreten bir başka yaklaşıma karşı getirilebilecek en temel eleştiri, kişiye özel birinci şahıs perspektifini yansıtan önermelere, davranışçı bir açıklama getirilmesinin imkansız olmasıdır. Örneğin; ben “dişim ağrıyor” dediğimde, bunu kendi davranışımı gözlemleyerek ve içinde bulunduğum durumu değerlendirerek söylemiyorum. Kendimin, diğer olası durumlarda nasıl davranabileceğim konusunda da fikir yürütmüyorum.

Halk psikolojisi kuramı başka kişilerin davranışlarını, arzular, niyetler, duyular bağlamında açıklayabiliyorsak o zaman onların da kendimiz gibi birer zihne sahip olduğunu kabul etmeliyiz.

Soruna farklı bir açıdan yaklaşacak olursak, davranışçı çözüme alternatif bir çözüm önerisi halk psikolojisi kuramından getirilebilir.

Bu, günlük hayatta herkes tarafından insanların davranışlarını anlamada kullanılan en iyi yol olduğuna göre, diğerlerinin de “başka zihinler” olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Dolayısıyla diğer varlıkların, hatta makinelerin bile, eğer onlara atfettiğimiz zihinsel ve psikolojik süreçler, onların genel olarak davranışlarını açıklamakta ve yordamakta başarılı oluyorsa o zaman, içsel zihinsel süreçlere sahip olduklarını kabul etmek gerekir.