Zamanın Düzeni – The Order of Time – Carlo Rovelli – Kitap Özeti

Balıkların suda yaşadığı gibi biz de zamanın içinde yaşıyoruz. Varlığımız bir anlamda zamanın içinde olmaktır.Birçok soru var cevaplanacak: Neden geçmişi hatırlıyoruz da geleceği hatırlamıyoruz? Zamanın ‘geçtiğini’ söylemek gerçekten ne anlama geliyor? Zamanı kişi olarak doğamıza, öznelliğimize bağlayan nedir?

Zamanın özelliklerinin genel geçer anlamda ele alınışında hatalar olduğu kanıtlanmıştır. Bu konuda bilgimizin artması, zaman kavramımızın yavaş yavaş parçalanmasına yol açmaktadır. Üzerinde çalıştığım fizik bu aşırı ve güzel manzarayı anlama ve ona tutarlı bir anlam verme çabasıdır.

ZAMAN FİKRİNİN ÇÖKÜŞÜ

Tek bir zaman anlayışının çöküşü

Basit bir gerçekle başlayalım: dağlarda zaman deniz seviyesinde olduğundan daha hızlı geçer.
Aradaki fark küçüktür, ancak bu hassas saatlerle ölçülebilir. Einstein, zamanın geçtiği farklı hızları ölçebilecek kadar hassas saatlerin geliştirilmesinden önce zamanın her yerde aynı şekilde geçmediğini anlamıştı.

Mekaniğin temellerini oluşturan Newton denklemlerinden elektromanyetik fenomenler için Maxwell denklemlerine; kuantum fenomenlerinin nasıl geliştiğini açıklayan Schrödinger denkleminden atom altı parçacıkların dinamikleri için kuantum alan teorisi denklemlerine kadar: fiziğimizin tamamı ve genel olarak bilim, olayların ‘zamanın düzenine göre’ nasıl geliştiğiyle ilgilidir.

Denklemlerde bu zamanı T harfiyle belirtmek uzun zamandır alışılagelmiş bir durumdur. Bu bir saat tarafından ölçülen sayı anlamına gelir. Denklemler bize saat tarafından ölçülen zaman geçtikçe şeylerin nasıl değiştiğini anlatır. Ancak farklı saatler farklı zamanları işaretliyorsa bu yaklaşım geçerliliğini yitirir.

Zamanlar sayısızdır: uzaydaki her nokta için farklı bir zaman vardır. Tek bir zaman yoktur; çok sayıda zaman vardır. Einstein bize uygun zamanların birbirlerine göre nasıl geliştiğini açıklayan denklemleri vermiştir. Biz, şeylerin yerel zamanda nasıl geliştiğini ve yerel zamanların birbirlerine göre nasıl geliştiğini tanımlıyoruz.

Fizik, şeylerin ‘zaman içinde’ nasıl geliştiğini değil, şeylerin kendi zamanlarında nasıl geliştiğini ve ‘zamanların’ birbirlerine göre nasıl geliştiğini tanımlar.

Zamanın yönü fikrinin çöküşü

Geçmiş ve gelecek birbirinden farklıdır. Neden sonuçtan önce gelir. Acı bir yaradan sonra gelir, önce değil değil mi? Ama zaman iki eşit yönü olan bir çizgi değildir: farklı uçları olan bir oktur. Dünyanın mekanizmasını tanımlayan temel yasalarda böyle bir fark yoktur.

Dünyanın temel denklemlerinde zamanın oku yalnızca ısının olduğu yerde belirir. Zaman ve ısı arasındaki bağlantı bu nedenle temeldir: geçmiş ve gelecek arasında her fark ortaya çıktığında, ısı da işin içine girmiştir demektir. Geriye doğru yansıtıldığında saçma hale gelen her olay dizisinde ısınan bir şey vardır.
Örneğin düşünceler geçmişten geleceğe doğru ilerler, tersi değil çünkü aslında düşünmek kafamızda ısı üretir.

S harfiyle gösterilen entropi, yalıtılmış bir süreçte artan veya aynı kalan ancak asla azalmayan ölçülebilir ve hesaplanabilir bir niceliktir. Asla azalmadığını belirtmek için şöyle yazıyoruz: ΔS ≥ 0 ve biz buna ‘termodinamiğin ikinci ilkesi’ diyoruz (ilki enerjinin korunumudur). Bu ilkenin özü, ısının yalnızca sıcak cisimlerden soğuğa geçtiği, bunun tersinin asla söz konusu olmadığı gerçeğidir.

Bu sıra dışı denklemin ardında koca bir dünya gizlidir. Entropinin büyümesi, düzensizliğin her yerde bulunan ve bilinen doğal artışından başka bir şey değildir. Geçmiş ve gelecek arasındaki fark temel hareket yasalarında yatmaz; doğanın derin gramerinde bulunmaz. Bu, giderek daha az tikel, daha az özel durumlara yol açan doğal düzensizliktir.

Şimdi soru şu: zamanın iki yönünden birinde -bizim geçmiş dediğimiz yönde- neden her şey daha düzenliydi? Evrende etrafımızda gözlemlediğimiz olgular neden ilk etapta daha düşük entropi durumunda başlıyor?

Boltzmann Entropinin tam da bulanık görüşümüzün birbirinden ayırt edemediği farklı konfigürasyonların kaç tane olduğunu sayan bir nicelik olduğunu göstermiştir. Yani geçmiş ve gelecek arasındaki fark, dünyayı bulanık görüşümüzle derinden bağlantılıdır… Peki, dünyanın kesin, mikroskobik durumunun tüm ayrıntılarını hesaba katabilseydim, zamanın akışının karakteristik yönleri ortadan kalkar mıydı? Evet. Eğer şeylerin mikroskobik durumunu gözlemlersem, o zaman geçmiş ve gelecek arasındaki fark ortadan kalkar. Zaman bir başka önemli bileşenini daha kaybetmiştir: geçmiş ve gelecek arasındaki içsel fark.

Şimdinin Sonu

Einstein, zamanın kütle tarafından yavaşlatıldığını anlamadan on yıl önce hız tarafından yavaşlatıldığını fark etmişti. Hareket eden kişi daha az yaşlanır, saati daha az zaman geçtiğini gösterir; düşünmek için daha az zamanı vardır; taşıdığı bitkinin filizlenmesi daha uzun sürer ve bu böyle devam eder. Hareket eden her şey için zaman daha yavaş geçer. Einstein şunu kavramıştı T değişkeni sizin zamanınızdır; sizinle birlikte hareket eden şeylerin meydana geldiği ritimdir. Yani sadece farklı yerler için tek bir zaman yoktur, herhangi bir yer için bile tek bir zaman yoktur.

Birinin şu anda ne yaptığını sorduğunuzda, cevap genellikle kolaydır: ona bakarsınız ve anlarsınız. Ancak dikkatli olun: birine bakarsanız, ondan gözlerinize gelen ışığı alırsınız. Işığın size ulaşması zaman alır, diyelim ki birkaç nanosaniye bu nedenle onun şu anda ne yaptığını değil, birkaç nanosaniye önce ne yaptığını görürsünüz. Eğer onu telefonla arıyorsanız, sesinin size ulaşması birkaç milisaniye sürer, dolayısıyla en fazla kız kardeşinizin birkaç milisaniye önce ne yaptığını bildiğinizi iddia edebilirsiniz. Bunu öteye götürürsek uzak bir gezegendeki biri yanına bir takvim aldıysa ayrıldıktan on yıl sonra buraya geri dönmüş ve bu arada yirmi yılın geçtiği yere varmış olabilir. Peki o gezegendeki ‘şimdi’ ne zaman?
O gezegendeki şimdi ve burada’yı oluşturan şeye karşılık gelen bizim dünyamızda özel bir an yoktur. Bana göre bu, çağdaş fiziğin tamamında varılan en şaşırtıcı sonuçtur.

Sonuç olarak ‘Şimdiki zaman‘ kavramı bize yakın olan şeylere atıfta bulunur, uzaktaki herhangi bir şeye değil. Bizim ‘şimdiki zamanımız’ evrenin tamamına yayılmıyor. Etrafımızdaki bir baloncuk gibidir. Bu kabarcık ne kadar uzağa uzanır? Bu, zamanı hangi hassasiyetle belirlediğimize bağlıdır. Eğer nanosaniyelerle tanımlıyorsak, şimdiki zaman sadece birkaç metreyi kapsar; eğer milisaniyelerle tanımlıyorsak, binlerce kilometreyi kapsar.

Evrenin her yerinde iyi tanımlanmış bir şimdinin var olduğu fikri bir yanılsamadır, kendi deneyimlerimizin gayrimeşru bir ekstrapolasyonudur. ‘Evrenin şimdisi’ anlamsızdır.

Bağımsız bir zaman kavramının çöküşü

Saatlerden önceki binlerce yıl boyunca, zamanı ölçmenin tek düzenli yolu gece ve gündüzün birbirini takip etmesiydi. Günlük ritim, zaman fikrimizin temel kaynağıdır: gece gündüzü takip eder; gündüz de geceyi.

Avrupa’da insanların yaşamları ancak 14yy`da mekanik saatler tarafından düzenlenmeye başlar. Saatle düzenlenen zaman çağı başlar. Yüzyıllar boyunca, seyahatler at sırtında, yaya olarak ya da arabalarla yapıldığı sürece, saatlerin bir yerden diğerine senkronize edilmesi için bir neden yoktu.
Her şehir ve köyde, güneşin orta noktasında olduğu anı kaydeden bir güneş saati vardı ve çan kulesindeki saatin de bununla birlikte herkesin görebileceği şekilde ayarlanmasına izin veriyordu.
19yy`da telgraf ortaya çıkar, trenler yaygın ve hızlı hale gelir ve bir şehir ile diğeri arasında saatlerin düzgün bir şekilde senkronize edilmesi sorunu ortaya çıkar. 1883 yılında dünyanın zaman dilimlerine bölünmesi ve böylece zamanın yalnızca her bir dilim içinde standartlaştırılması fikriyle bir uzlaşmaya varılır.

Aristoteles, kendisine “Zaman nedir?” sorusunu sorduğunu bildiğimiz ilk kişidir ve şu sonuca varmıştır: zaman değişimin ölçümüdür. Her şey sürekli olarak değişir. Bu değişimin ölçülmesine, sayılmasına ‘zaman’ diyoruz. Peki hiçbirşey değişmezse zaman sabit mi kalır?

Newton, günleri ve hareketleri ölçen bir tür ‘zamanın’ var olduğunu kabul eder: Aristoteles tarafından ele alınan (göreli, görünen ve ortak). Ancak buna ek olarak, başka bir zamanın da var olması gerektiğini iddia eder: şeylerden ve onların değişimlerinden bağımsız olarak geçen ‘gerçek’ zaman. Newton bu ‘mutlak, gerçek ve matematiksel’ zamanın algılanabilir olmadığını yazar. Hesaplama ve gözlem yoluyla, olguların düzenliliğinden çıkarılmalıdır. Bu, giderek hepimizin zaman hakkında düşünme biçimi haline gelmiştir.

Aristoteles’in zamanı ile Newton’un zamanı arasındaki sentez Einstein’ın en değerli başarısıdır. Cevap şudur: Newton’un varlığını sezdiği zaman ve mekân, somut maddenin ötesinde, fiilen mevcuttur.
Ancak hiçbir şekilde mutlak değildirler; olup bitenlerden hiç de bağımsız değildirler; Newton’un hayal ettiği gibi dünyanın diğer maddelerinden farklı değildirler.

Einstein, Aristoteles ve Newton’un her ikisinin de haklı olduğunu anlar. Newton, hareket ettiğini ve değiştiğini gördüğümüz basit şeylere ek olarak başka bir şeyin daha var olduğunu sezmekte haklıdır.
Einstein yerçekimi alanının denklemlerini 1915’te yazar ve ancak bir yıl sonra, kuantum mekaniğinin varlığı nedeniyle bunun zaman ve uzayın doğası hakkında son söz olamayacağını gözlemleyen Einstein’ın kendisidir. Yerçekimi alanı, tüm fiziksel şeyler gibi, zorunlu olarak kuantum özelliklerine sahip olmalıdır.

Buraya kadar anlattığım görelilik fiziğinin garip manzarası uzayın ve zamanın kuantum özelliklerini düşündüğümüzde daha da yabancı bir hal alıyor. Bunları inceleyen disipline ‘kuantum kütleçekimi‘ adı verilir ve bu benim kendi araştırma alanımdır. Kuantum mekaniğinin yol açtığı üç temel keşif şunlardır: taneciklilik, belirsizlik ve fiziksel değişkenlerin ilişkisel yönü.

Taneciklilik (Granularity)

Bir saat tarafından ölçülen zaman kesintilidir, yani yalnızca belirli değerleri alır, diğerlerini almaz. Sanki zaman sürekli değil de granülermiş gibi. Tüm fenomenler için asgari bir ölçek mevcuttur. Kütleçekim alanı için buna ‘Planck ölçeği‘ denir. Minimum zaman ‘Planck zamanı’ olarak adlandırılır. 10-44 saniye en küçük birimdir ve bu ölçekte zaman kavramı artık geçerli değildir.

Taneciklilik doğada her yerde bulunur: ışık, ışık parçacıkları olan fotonlardan oluşur. Atomlardaki elektronların enerjisi yalnızca belirli değerleri alabilir, diğerlerini alamaz. En saf hava tanecikli olduğu gibi, en yoğun madde de taneciklidir.

Planck zamanının uzamsal kardeşi Planck uzunluğudur: uzunluk kavramının altında anlamsızlaştığı minimum sınır. Planck uzunluğu yaklaşık 10-33 santimetredir.

Belirsizlik

Kuantum mekaniği tarafından yapılan ikinci keşif belirsizliktir: örneğin bir elektronun yarın nerede görüneceğini tam olarak tahmin etmek mümkün değildir. Elektronun bir görünüşü ile diğeri arasında kesin bir konumu yoktur, sanki bir olasılık bulutu içinde dağılmış gibidir. Fizikçilerin jargonunda, elektronun konumların ‘süperpozisyonu’ içinde olduğunu söyleriz.

Şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek arasındaki ayrım bile böylece dalgalı, belirsiz hale gelir. Tıpkı bir parçacığın uzayda dağılabilmesi gibi, geçmiş ve gelecek arasındaki farklar da dalgalanabilir: bir olay bir diğerinden hem önce hem de sonra olabilir.

İlişkiler

Bu dalgalanma ne olacağının asla belirlenmediği anlamına gelmez. Sadece belirli anlarda ve öngörülemeyen bir şekilde belirlendiği anlamına gelir. Belirsizlik, bir nicelik başka bir şeyle etkileşime girdiğinde çözülür. Yani somutlaşma yalnızca fiziksel bir sistemle ilişkili olarak ortaya çıkar: bence bu, kuantum mekaniğinin yaptığı en radikal keşiftir.

Zaman, artık tutarlı bir tuval olarak bir arada durmayan bir ilişkiler ağına dönüşmüştür. Dalgalanan, üst üste bindirilmiş, belirli nesnelere göre belirli zamanlarda cisimleşen uzayzamanların (çoğul olarak) resmi bize çok belirsiz bir vizyon sağlar.

Tek bir zaman yoktur: zaman yere ve hıza göre farklı ritimlerle geçer. Yönlü değildir: geçmiş ve gelecek arasındaki fark dünyanın temel denklemlerinde mevcut değildir; yönü yalnızca şeylere baktığımızda ve ayrıntıları ihmal ettiğimizde ortaya çıkan olumsal bir yöndür. Bu bulanık görüşte, evrenin geçmişi tuhaf bir şekilde daha belirli bir durumdaydı. ‘Şimdiki zaman’ kavramı işe yaramaz: uçsuz bucaksız evrende makul bir şekilde ‘şimdiki zaman’ olarak adlandırabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Zamanın süresini belirleyen alt tabaka, dünyayı oluşturan diğerlerinden farklı, bağımsız bir varlık değildir; dinamik bir alanın bir yönüdür. Zıplar, dalgalanır, yalnızca etkileşim yoluyla cisimleşir ve asgari bir ölçeğin altında bulunmaz… Peki, tüm bunlardan sonra, zamandan geriye ne kaldı?

ZAMANSIZ DÜNYA

Dünya Olaylardan Oluşur, Nesnelerden Değil. Dünya bir olaylar ağıdır. Temel denklemlerde ‘zaman’ niceliğinin bulunmaması, donmuş ve hareketsiz bir dünya anlamına gelmez. Aksine, değişimin her yerde olduğu ve Zaman Baba tarafından düzenlenmediği bir dünya anlamına gelir;

Bilimin tüm evrimi, dünya hakkında düşünmek için en iyi gramerin kalıcılık değil, değişim grameri olduğunu göstermektedir. Varlığın değil, oluşun. Bu, hareketsiz bir zamanda durağanlığın değil, süreksizliğin her yerde olduğunun farkına varmaktır.

Şeyler ve olaylar arasındaki fark, şeylerin zaman içinde uzun bir devam etmesidir; olayların ise sınırlı bir süresi vardır. Daha yakından incelendiğinde, aslında en ‘şey gibi’ olan şeyler bile uzun olaylardan başka bir şey değildir.

Bunun yerine işe yarayan şey, dünyayı bir olaylar ağı olarak düşünmektir. Peki ya bir insan? Elbette bir şey değildir; yiyecek, bilgi, ışık, kelimeler ve benzerlerinin girip çıktığı karmaşık bir süreçtir… Sosyal ilişkiler ağında, kimyasal süreçler ağında, kendi türüyle değiş tokuş edilen duygular ağında bir düğüm düğümüdür.

Anaksimandros’un öğüdü geçerliliğini korumaktadır: dünyayı şeyleri inceleyerek değil, değişimi inceleyerek anlarız. Bu nedenle dünyayı olduğu gibi değil, gerçekleştiği gibi tanımlarız. Dünyayı oluşu içinde anlarız, varlığı içinde değil. ‘Şeyler’ kendi içlerinde yalnızca bir süre için monoton olan olaylardır.

Dilbilgisinin Yetersizliği

Filozoflar, yalnızca şimdinin gerçek olduğu, geçmiş ve geleceğin gerçek olmadığı ve gerçekliğin bir şimdiden diğerine, birbirini izleyen bir şimdiye doğru evrildiği düşüncesine ‘şimdicilik‘ adını vermektedir. Ancak bu düşünce biçimi, ‘şimdiki zaman’ küresel olarak tanımlanmazsa, sadece yakın çevremizde, yaklaşık bir şekilde tanımlanırsa artık işe yaramaz. Eğer buradan çok uzakta olan şimdiki zaman tanımlanmamışsa, evrende ‘gerçek olan’ nedir?

Evreni tek bir düzenli zaman dizisi gibi düzenleyemeyeceğimiz gerçeği, hiçbir şeyin değişmediği anlamına gelmez. Değişim bir yanılsama değildir. Keşfettiğimiz şey, bunun küresel bir düzeni takip etmediğidir.

Doğa, kendi adına, neyse odur ve biz bunu yavaş yavaş keşfederiz. Eğer gramerimiz ve sezgilerimiz keşfettiklerimize kolayca uyum sağlayamıyorsa onları adapte etmeye çalışmalıyız. Pek çok modern dilin grameri fiilleri ‘şimdiki’, ‘geçmiş’ ve ‘gelecek’ zaman kiplerinde çeker. Daha karmaşık olan gerçekliğin gerçek zamansal yapısı hakkında konuşmak için iyi uyarlanmamıştır. Gerçekliğin yapısı bu gramerin varsaydığı yapı değildir.

İlişki Olarak Dinamikler

Dünyayı tanımlamak için zaman değişkenine gerek yoktur. İhtiyacımız olan şey, eğer bilim yapmak istiyorsak, değişkenlerin birbirlerine göre nasıl değiştiğini söyleyen bir teoridir. Yani, diğerleri değiştiğinde birinin nasıl değiştiğini. 1967’de kuantum kütleçekimini açıklayan bir denklem ilk kez zaman değişkeni olmadan yazıldı: Wheeler-DeWitt denklemi. Bu denklem şeylerin zaman içinde nasıl geliştiğini açıklamaz; şeylerin diğerlerine göre nasıl değiştiğini açıklar.

Teorinin değişkenleri maddeyi oluşturan alanları, fotonları, elektronları, atomların diğer bileşenlerini ve yerçekimi alanını -hepsi aynı seviyede- tanımlar.
Alanlar kendilerini tanecikli biçimde gösterir. Bu temel tanecikler uzayın içine gömülü olarak var olmazlar; daha ziyade kendileri bu uzayı oluştururlar. Dünyanın uzamsallığı onların etkileşimlerinin ağından oluşur.
Ve bu etkileşim dünyanın oluşudur: ne yönlü ne de doğrusal olan zamanın asgari temel biçimidir.
Bu etkileşimlerin dinamiği olasılıksaldır.

Dünya, birbiriyle ilişkili bakış açılarının bir toplamı gibidir. ‘Dışarıdan görülen’ bir dünyadan söz etmenin hiçbir anlamı yoktur, çünkü dünyanın ‘dışı’ yoktur. Kütleçekim alanının temel kuantları Planck ölçeğinde mevcuttur.

Uzayın genişlemesini ve zamanın süresini belirleyen bunlar ve bunların etkileşimleridir.
Bu tür bir teoride zaman ve uzay artık dünyanın kapları ya da genel formları değildir. Bunlar kendi içinde ne uzayı ne de zamanı bilen bir kuantum dinamiğinin yaklaşımlarıdır. Sadece olaylar ve ilişkiler vardır. Bu, temel fiziğin zamansız dünyasıdır.

ZAMANIN KAYNAKLARI

Eğer dünyanın temel dinamiğinde tüm değişkenler eşdeğerse, biz insanların ‘zaman’ dediği şey nedir?

Biz dünyayı algılarken gerçekliği büyük dilimler halinde kesiyoruz. Onu bizim için anlamlı olan, belli bir ölçekte ortaya çıkan kavramlar açısından düşünürüz. Zamansallık dünyanın mikroskobik detaylarından habersiz olmamızdan kaynaklanmaktadır. Fiziğin zamanı, nihayetinde, dünya hakkındaki cehaletimizin ifadesidir. Termal zaman termodinamiğe ve dolayısıyla ısıya bağlıdır, ancak henüz deneyimlediğimiz zamana benzememektedir, çünkü geçmiş ve gelecek arasında ayrım yapmaz, yönü yoktur ve akışından bahsettiğimizde kastettiğimiz şeyden yoksundur.

Geçmiş ve gelecek arasındaki tüm fark, yalnızca geçmişte dünyanın entropisinin düşük olduğu gerçeğine bağlanabilir.

Biz insanlar özel olarak, ayrıntıda ne olursak olalım, yine de doğanın parçalarıyız. Kendimiz ve dünyanın geri kalanı arasında fiziksel etkileşimler vardır. Dünyaya dair görüşümüz bulanıktır çünkü dünyanın ait olduğumuz kısmı ile geri kalanı arasındaki fiziksel etkileşimler birçok değişkene karşı kördür. Bu bulanıklıktan ısı ve entropi kavramları doğar ve bunlar zamanın akışını karakterize eden olgularla bağlantılıdır.

Bir sistemin entropisi açıkça bulanıklığa bağlıdır. Neyi kaydetmediğime bağlıdır, çünkü ayırt edilemeyen konfigürasyonların sayısına bağlıdır. Entropi keyfi ya da öznel bir nicelik değildir. Hız gibi göreceli bir niceliktir. A’nın B’ye göre entropisi, A ve B arasındaki fiziksel etkileşimlerin ayırt edemediği A’nın konfigürasyonlarının sayısını sayar.

Gelecekteki bir şeyi tahmin etme olasılığı açıkça hayatta kalma şansımızı artırır ve sonuç olarak evrim buna izin veren sinirsel yapıları seçmiştir. Sinir sistemimizin kablolamasında hareketi anında kaydeden temel yapılar vardır: bir yerde beliren ve hemen ardından başka bir yerde beliren bir nesne beyne doğru ayrı ayrı giden iki farklı sinyal değil, hareket eden bir şeye baktığımız gerçeğiyle ilişkili tek bir sinyal üretir.
Zamanın geçtiğine dair farkındalık içseldir. Zihnin ayrılmaz bir parçasıdır. Geçmişin beyinde bıraktığı izlerdir.

Mesela Müzik deneyimimize dayanır. Müzik yalnızca zaman içinde ortaya çıkabilir, ancak her zaman şimdiki anda isek, onu duymak nasıl mümkün olabilir? Augustinus’a göre bu mümkündür, çünkü bilincimiz hafızaya ve beklentiye dayanır. Dolayısıyla zaman da budur: hafıza ve beklenti olarak tamamen şimdiki zamanda, zihnimizdedir.

Zihin, beynimizin işleyişidir. Bu işleyiş hakkında (çok az) anlamaya başladığımız şey, tüm beynimizin nöronları birbirine bağlayan sinapslarda bırakılan geçmişin izlerinin bir koleksiyonu temelinde çalıştığıdır.
Bu, deneyimlerimizden aşina olduğumuz zaman akışıdır: içimizde, nöronlarımızdaki geçmişin izlerinin son derece önemli varlığında temellenir. Proust bu konuda daha açık olamazdı, ilk kitabında şöyle yazıyordu: “Gerçeklik yalnızca hafıza tarafından oluşturulur.

Bizler, gözlerimizin arkasındaki yirmi karmaşık santimetre içinde yer alan, dünyadaki şeylerin (yeniden) birbirine karışmasının bıraktığı izlerle çizilen ve bu muazzam, kaotik evrenin oldukça özel bir köşesinde, gelecekteki olayları tahmin etmeye, artan entropi yönüne doğru yönlendirilen hikayeleriz. Bu alan-bellek-sürekli öngörü sürecimizle birleştiğinde, zamanı zaman olarak ve kendimizi kendimiz olarak algılamamızın kaynağıdır.

O halde zaman, beyinleri esasen hafıza ve öngörüden oluşan biz varlıkların dünya ile etkileşime girdiği biçimdir: kimliğimizin kaynağıdır. Ve aynı zamanda acı çekmemizin de. Acı çekmemize neden olan şey geçmişte ya da gelecekte değildir: orada, şimdi, hafızamızda, beklentilerimizdedir. Zamansızlığı özleriz, zamanın geçişine katlanırız: zamanın acısını çekeriz.

Toparlarsak:

  • Tüm evrende ortak olan bir şimdi mevcut değildir. Şimdiki zaman küresel olmaktan ziyade yerel bir olgudur.
  • Geçmiş ve gelecek arasındaki fark, dünyadaki olayları yöneten temel denklemlerde mevcut değildir.
  • Yerel olarak zaman, nerede olduğumuza ve hangi hızda hareket ettiğimize göre farklı hızlarda geçer. Bir kütleye ne kadar yakınsak ya da ne kadar hızlı hareket ediyorsak, zaman o kadar yavaşlar: iki olay arasında tek bir süre yoktur; birçok olası süre vardır.
  • Dünyanın temel gramerinde ne uzay ne de zaman vardır, sadece fiziksel büyüklükleri birinden diğerine dönüştüren süreçler vardır ve bunlardan olasılıkları ve ilişkileri hesaplamak mümkündür.
  • Özel bir ‘zaman’ değişkeni yoktur, geçmiş ve gelecek arasında bir fark yoktur, uzay-zaman yoktur.
  • Yine de dünyayı tanımlayan denklemleri nasıl yazacağımızı biliyoruz. Bu denklemlerde değişkenler birbirlerine göre evrim geçirirler. Bu ‘statik’ bir dünya ya da tüm değişimlerin hayali olduğu bir ‘blok evren’ değildir: aksine, bizimki şeylerden ziyade olayların dünyasıdır.
  • Dünya ile etkileşimimiz kısmidir, bu yüzden onu bulanık bir şekilde görürüz. Bu bulanıklığa kuantum belirsizliği de eklenir. Bundan kaynaklanan cehalet, belirli bir değişkenin -termal zaman- ve belirsizliğimizi ölçen bir entropinin varlığını belirler. Belki de dünyanın geri kalanıyla, bu entropinin termal zamanımızın bir yönünde daha düşük olacağı şekilde etkileşime giren belirli bir alt kümesine aitizdir. Dolayısıyla zamanın yönlülüğü gerçektir ancak perspektifseldir: dünyanın bize göre entropisi termal zamanımızla birlikte artar.
  • Basitçe ‘zaman’ olarak adlandırdığımız bu değişkende sıralanan şeylerin meydana geldiğini görürüz ve entropinin büyümesi bizim için geçmişi gelecekten ayırır ve kozmosun ortaya çıkmasına yol açar.
  • Bu geçmişin izlerinin, kalıntılarının ve anılarının varlığını belirler. Biz insanlar, bu izlerin mümkün kıldığı hafıza tarafından bir arada tutulan, entropi artışının bu büyük tarihinin bir etkisiyiz. Her birimiz birleşik bir varlığız çünkü dünyayı yansıtıyoruz, çünkü türümüzle etkileşime girerek birleşik bir varlığın imgesini oluşturduk ve çünkü bu, hafızanın birleştirdiği dünyaya bir bakış açısıdır.
  • Buradan zamanın ‘akışı’ dediğimiz şey ortaya çıkar. Zamanın geçişini dinlediğimizde dinlediğimiz şey budur.
  • Her halükarda tamamen inandırıcı olan şey, dünyanın zamansal yapısının ona dair sahip olduğumuz naif imgeden farklı olduğu genel gerçeğidir. Bu naif imge günlük yaşamımız için uygundur, ancak dünyayı en küçük kıvrımlarında ya da enginliğinde anlamak için uygun değildir.

Hans Reichenbach‘ın zamanın doğası üzerine en berrak kitaplardan biri olan The Direction of Time’da öne sürdüğü gibi, Parmenides’in zamanın varlığını inkar etmek istemesinin, Platon’un zamanın dışında var olan bir idealar dünyası hayal etmesinin ve Hegel’in Ruh’un zamansallığı aştığı ve kendini tüm enginliğiyle bildiği andan söz etmesinin, zamanın bizde yarattığı kaygıdan kaçmak için olduğuna inanıyorum. Bu kaygıdan kaçmak için ‘sonsuzluğun’ varlığını, zamanın dışında tanrıların, bir Tanrı’nın ya da ölümsüz ruhların yaşamasını istediğimiz garip bir dünyayı hayal ettik.

Belki de zaman duygusu tam olarak zamanın bizim için ne olduğudur. Yani hafıza ve beklenti tarafından açılan boşluk zamandır: bazen bir ıstırap kaynağı, ama sonunda muazzam bir armağan.

Uykunun Kız Kardeşi

Ölüm korkumuz bana evrimin bir hatası gibi görünüyor. Birçok hayvan yırtıcı bir hayvan yaklaştığında içgüdüsel olarak dehşet ve kaçma tepkisi verir. Bu sağlıklı bir tepkidir ve tehlikeden kaçmalarını sağlar. Ancak bu bir anlık bir dehşettir, sürekli akıllarında kalan bir şey değildir. Doğal seçilim bu büyük maymunları hipertrofik ön loblarla ve geleceği tahmin etme konusunda abartılı bir yetenekle üretmiştir.
Ölümden korkmak, gerçekliğin kendisinden korkmak gibidir.

Zihinsel yetilerimizin kavrayabileceğinden çok daha karmaşık bir yapıya sahibiz. Ön loblarımızın hipertrofisi kayda değerdir ve bizi aya götürdü, kara delikleri keşfetmemizi ve uğur böceklerinin kuzeni olduğumuzu fark etmemizi sağladı. Ancak yine de kendimizi kendimize net bir şekilde açıklamamıza yetmiyor.

‘Anlamanın’ ne anlama geldiği konusunda bile net değiliz. Dünyayı görürüz ve onu tanımlarız: ona bir düzen veririz. Dünyaya dair gördüklerimiz ile dünyanın kendisi arasındaki gerçek ilişki hakkında çok az şey biliyoruz. Miyop olduğumuzu biliyoruz. Nesneler tarafından yayılan geniş elektromanyetik spektrumun ancak küçük bir penceresini görebiliyoruz. Evrenle etkileşimimizden çıkarsadığımız, yıkıcı derecede aptal beynimizin kaldırabileceği basit terimlerle düzenlenmiş tutarlı bir dünya görüyoruz.

Düşüncelerimiz kendi zayıflığının, ama daha da çok kendi gramerinin kurbanıdır, bunu geliştirdikçe kavrayışımız da gelişecek. Dünyanın değişmesi sadece birkaç yüzyıl alır: şeytanlardan, meleklerden ve cadılardan atomlara ve elektromanyetik dalgalara…