Türkiye’de Felsefenin Gelişimi 2 – Ders Notu

VARLIK FELSEFESİ

Varlık felsefesi, evrenin nasıl oluştuğu, evrendeki unsurların ortaya çıkış ilkeleri, varlık tabakaları, canlılığın oluşum süreci türünden temel problemlerle uğraşan felsefenin temel disiplinlerinden biridir.

Modern dönem Türk düşünürleri varlık sorunuyla yakından ilgilenmişlerdir. Takiyettin Mengüşoğlu, düşüncelerini yeni ontoloji açısından geliştirerek varlık sorununun temel özelliklerini öne çıkarmıştır. H. Ziya Ülken, konuyla ilgili başlı başına bir kitap yazarak, varlığın temel sorunlarını geniş çapta incelemeye çalışmıştır. İsmail Tunalı, sanat anlayışını varlık sorununa dayandırdığından, ontolojiyle ilgilenmiştir. Nermi Uygur, metafizik bağlamında sorun üzerinde durmuştur. Teoman Duralı, düşüncelerinin temelinde metafiziğe önemli yer vermiştir.

TAKİYETTİN MENGÜŞOĞLU

Takiyettin Mengüşoğlu, Nicolai Hartmann’ın öğrencisi olarak Hartmann tarafından geliştirilen yeni ontoloji anlayışını savunmaktadır.

Mengüşoğlu’na göre, bütün insan bilgisinin varolan bir şeyin bilgisi olması, felsefi bilgi ile bilimsel bilgiyi birbirine bağlamakta, hatta onları birleştirmektedir. Bilimin ve felsefenin ortak kaynağı olan, onları birbirleriyle birleştiren bu varolan da yine hususi bir bilginin araştırma sahasıdır. İşte böyle bir bilgiye ontoloji adı verilmektedir. Bu nedenle, ontoloji temel bilim olarak görülmüştür. Ontoloji varolanı bir bütün olarak ele alırken, bilim ve felsefe varlığı çeşitli sahalara bölerek inceler.

Mengüşoğlu’na göre günün ontolojisi, kendinde şey, mutlak geist, saf ben gibi metafizik yükü taşımaktan kurtulmuş, onu sırtından atmıştır. Mengüşoğlu, varlığı, varolanın kendisini, en son şey olarak görmektedir. Dönemin ontolojisi için, görünüş ve kendinde şey bir birlik ifade ederler. Ontoloji, varolanı ve varlığı tanımlamaktan da vazgeçmiştir.

Yeni ontoloji her bilgi gibi fenomenlerden hareket eder; bu fenomenler, varlık fenomenleridirler. Ontoloji, fenomen tabirinden şu basit manayı anlar: Fenomen, bir şeyin açığa çıkması, kapalı kalmaması, kendisini göstermesi demektir. Varlık, ‘varolan’, kendisini fenomenlerinde gösterir.

Mengüşoğlu’na göre, varolanı tayin eden ilkeler, kategorilerdir. Ontolojide kategori tabiriyle, öznenin veya varlığın formları kastedilmez; aksine, varlığı, varolanı tayin eden ve varolanın kendisinde mevcut olan varlık prensipleri kastedilir. Kategoriler, kanunları da içerdiklerinden daha geneldirler. Ontolojinin konu edindiği ilkeler, varlıkta içkin olanlardır.

Mengüşoğlu kategorileri şöyle sınıflamıştır:

  • Kozmolojik kategoriler: Zaman, mekan, substans (öz ya da dayanak), kausalite (nedensellik), tabiattaki kanunluluk, karşılıklı tesir.
  • Organik Kategoriler: Formun muhafazası, nevilerin değişmesi, organik gayelilik, mutation (değişme), selektion (ayıklanma), canlının kaynağı.
  • Antropolojik kategoriler: aktiflik pasiflik, önceden görme, önceden tayin etme.

Mengüşoğlu, varlık türlerini iki çeşit olarak kabul etmiştir: 1-Reel varlık 2-İdeal varlık.

Reel varlık, zaman mekan içinde bulunan, oluş halinde olan, değişme halinde olandır. Oluş, hem meydana gelme, değişme, hem de başka şekillere girme demektir. Organik sahalarda değişmenin boyutları kolay gözlemlenir. Ancak inorganik alanda da sürekli bir değişimin olduğu bilinmektedir. Reel varlık, doğrudan doğruya, öznenin reel aktları (edimler) sayesinde verilmektedir. Aktlar iki öbektir: 1-Bilgi aktları (edimler): İdrak, düşünme, anlama. 2-Emotional aktlar (Mengüşoğlu 1968, 120-125). Emotional aktlar (edim), direk olarak reel varlık sferine (alanına) aittirler.

İdeal varlık, reel varlığın zıddıdır; zaman ve mekanda yer kaplamaz, ne değişir ne de oluş halindedir. İdeal varlık, meydana gelmez, değişmez, başka bir şekle girmez; onun bir tekliği yoktur. Ontolojide ideal varlık tabiriyle, matematik, kıymetler ve fikirler sahası, kastedilir.

Mengüşoğlu’na göre, ontolojide, varlık tarzlarından imkan, gerçeklik, zarurilik, tesadüfilik, imkansızlık, gerçek olmama anlaşılır. Bunlar da varlık modeliteleri adı altında alt birimlere ayrılırlar:

  • 1-Zarurilik, başka türlü olmamak.
  • 2-Gerçeklik, böyle olmak, başka türlü olmamak.
  • 3-İmkan, böyle olabilmek veya böyle olamamak.
  • 4-Tesadüfilik, zaruri olmak, başka türlü de olabilmektir.
  • 5-Gerçek olmama, böyle olmamak.
  • 6-İmkansızlık, böyle olamamak.

Felsefi antropoloji, insanın kozmostaki yerini, insanın çeşitli alanlardaki başarılarını, onun yapıp etmelerini, tavır takınmasını, değer duygusunu, bilgisini, tarihliliğini, hürriyetini; ideleştirme, çalışma, kendisini bir şeye verme, inanma, önceden görme, önceden planlama gibi fenomenleriyle dil, din, devlet kurma gibi “varlık şartlarını” ele almaktadır.

Mengüşoğlu, insanı, bütünlüklü ve somut bir şekilde temellendirmek için, bütün insanlarda ortak olan temel fenomenleri ya da varlık şartlarını belirlemiş ve onların temellendirmesini yapmıştır. İnsani varlık şartları şunlardır: Bilen, yapıp-eden, kıymetlerin sesini duyan, tavır takınan, önceden gören ve önceden tayin eden, isteyen, hür hareketleri olan, tarihi olan, ideleştiren, kendisini bir şeye veren, seven, çalışan, eğiten, ve eğitilen, devlet kuran, inanan, sanat ve tekniğin yaratıcısı olan, konuşan, bio-psişik bir yapıya sahip olan bir varlıktır.

HİLMİ ZİYA ÜLKEN

Hilmi Ziya Ülken varlık sorunuyla yakından ilgilenmiştir. Türkiye’de varlık sorunuyla ilgili ilk kitap olduğunu söyleyebileceğimiz Varlık ve Oluş (1968) adlı çalışma, onun konuyla ilgisini açıkça ortaya koymaktadır.

Varlıkla ilgili sorunların başında, yokluğun temellendirilmesi ve oluş gelmektedir.

Ülken, varlığı dikotomiler (karşıtlıklar) çerçevesinde de ele almıştır. Ona göre varlık-yokluk dikotomisi ilk konulan problemdir. Konuyla ilgili Parmanides ve Platon’un görüşlerini kısaca veren Ülken, Aristoteles’in “yokluk düşünülemez” düşüncesinin tarihsel olarak benimsendiğini belirtmektedir. Varlık-yokluk dikotomisi konulamayınca, onun yerine varlıkların tamamlayıcı vasıfları olan başka kavramlar kendilerini gösterirler.

Oluş, varlığın sıfatı (yüklemi), oluşun tarzları onun (varlığın) tavırlarıdır. Varlık, değişmez dayanak gibi alınınca yalnız bir öz teşkil eder. Fakat bu özün gerçekleşmesi oluşta meydana çıkar. Her varlık görünüş, her görünüş de aynı zamanda varlıktır. Onlar, aynı özün birbirlerini tamamlayan iki manzarasıdır.

Matematikle birlikte felsefe de sezgi yöntemini kullanır. Sezgisel içe bakışla, varlığın yapısı ve oluş sorunu belli ölçülerde anlaşılmaktadır.

Ülken’e göre varlıkta kriz ve ritim unsurları bulunmaktadır. Ona göre kriz, varlığın bünyesinde sürekli değil, bazı durumlarda kendinden sonra gelen düzenle ilgilidir. Varlıktaki ritim ise, madde ve enerji bağlamında ele alınmıştır. Bir yandan madde parçalanarak enerji halini aldığı gibi, bir yandan da enerji birikerek madde halini almaktadır. Birinci zümre kadar ikincide de tecrübelerimiz yoktur. Ülken’e göre, varlıklarda kriz ve ritmin en yüksek derecesi insanda meydana gelir.

İnsan doğuştan yetmezliğinin krizini iki ritim ile aşmaktadır: Gerileme ve Genişleme. Bu bakımdan o, öteki varlıklara, hayvana, bitkiye, hatta madde ve enerjiye benzer. Onu bütün varlıklardan ayıran özel vasıflara rağmen onlarla birleştiren bu tarafıdır. Bütün varlıklarda görülen, sürekli-süreksiz, hudut-hudutsuz ikilemi (dyade) insan için de geçerlidir. İnsanı diğerlerinden ayıran zıt ve tamamlayıcı vasfı, krizin şuurunda olmasıdır.

Ülken’e göre varlık, oluştan ayrılamaz. Oluş, varlığın gerçekleşmesidir; olacak olan varlıktır. Devam olamadan değişme olmaz; süreklilik olmadan, süreksizlik düşünülemez.

NERMİ UYGUR

Uygur, Felsefenin Çağırısı (1971) adlı kitabında metafiziği de konu edinmiş ve bu bağlamda da varlık konusuna nasıl baktığını sergilemiştir.

Uygur, metafizik tanımlarını ele alıp tartışarak, metafiziğin ne olduğunu belirlemeye çalışmıştır. Metafiziğin en belli başlı tanımlarından biri, en eskisi olması nedeniyle de kaynak olan tanımı, evrenin tümünü bilmektir; şeklindedir. Evren konusunda metafiziğin bilimlerden farkı, bilimlerin evreni parçalara ayırarak incelerken, o, evrenin bütününü inceler. Bu metafizik tanımına göre evrenin tümü, parçalarından başka bir şeydir.

Metafizikçilere göre, varlığın özü, fizik ötesidir; bunu bilen evreni tümüyle bilir. Böylelikle üç tanımın da birbirleriyle iç içe oldukları ortaya çıkar. Burada şu soru ortaya çıkmaktadır: Varolan şeyleri tümüyle bilebilir miyiz? Metafizikçiler şu tutumu sergilemektedirler: İnsan evreni tümüyle, özünden, köklü olarak bilmek ister; bundan kaçınılmaz; bilme isteği insanı içten iteler.

Evreni, ilk-özünden çepeçevre bilmek, belki de öylesine bir bilgi isteğidir; bu bilgi isteğini yerine getirmede tek bir yol yoktur. Bundan ötürü, her metafizikçi kendi metafiziğinin programını gerçekleştiren biricik metafizik olduğunu ileri sürer. Metafiziklerde dört tipik soru vardır:

  • 1-Evren tümüyle nasıl kurulmuştur?
  • 2-Varlığın ne gibi bir özü vardır?
  • 3-Fizik ötesinin yapısı nasıldır?
  • 4-Bir şey (dolayısıyla her şey) derinliğinde nasıldır?

Her metafizik, evrenin tümüyle ilgili kesin bir cevapla karşımıza çıkar; bu cevap metafiziğin evren görüşüdür; ana savıdır. Hiçbir metafizik, ne denli örtük kalırsa kalsın, böyle bir savdan yoksun olmayı kabul etmez. Evreni bilmekle kendini görevlendirmiş metafiziklerin, evren hakkında ortaya koydukları bilgilerin güvenilirlikleri sorunludur. Bu bilgilerin durumu bilimlerdeki gibi denetlenememektedir.

Bu savlar bilgi değildirler ki yanlış ya da doğru olsunlar. Söylenenler denetlenemediklerinden, evren üzerinde bilgi vermez; bunun için de, metafizik söylemler, doğru olmadığı gibi yanlış da sayılmazlar. Salt metafizik önermeler, doğruluk ile yanlışlığın ötesindedirler; bunlar bilgi ötesi söylemelerdir. Metafizik, bilimlerin yapmadığı bir şeyi yapmak ister. Ancak bu isteğini gerçekleştiremez.

Uygur’un felsefe ile metafizik arasında yaptığı ayrım, analitik felsefe çerçevesinde gerçekleşmiştir.

TEOMAN DURALI

Teoman Duralı, felsefe-bilimin bir alt birimi olarak kabul ettiği metafiziğe özel bir önem vermiştir. Ona göre, Tanrı’nın dışında tüm varlığın, cevher ile araz tarzında vasıflandırılışını ve varolanların kuvve-fiil-gaye üçlemesi şeklinde tezahür edişini, felsefenin yüreği olan metafiziğin varlık öğretisi ele alır. Deneylenemediğinden akılla incelenir. Deneylenebilinen, düşünülebilinen ve hayal edilebilen her şey demek olan varlık alemi, hakikatle örtüşür. Bu açıklamalar büyük ölçüde Aristoteles’in ilk felsefe ve varlık anlayışlarına dayanmaktadır. Mantığın biçimsel ifade tarzları çerçevesinde varolanların nasıl ve neden sorularını cevaplandıran sistemli ele alınışları, doğa araştırmalarının işidir. Duyulara açık yahut yakın olmayanlara, doğa araştırmaları dışında olanlara ilk felsefe denmiştir. Aristoteles’e göre, ikinci felsefenin konusu varolanlardır.

Varlığın dışında ve/ ya ötesinde bir şey düşünülemez. Olan yalnızca varlıktır. Her şeyin ilk çıkışı ve son dayanağı olan varlık, kendinden menkuldür. Başka bir deyişle onun kendinden başka dayanağı bulunmaz.

Felsefenin yüreği konumundaki metafizik, başka birçok konusunun arasında, öznel gerçekliği ele alırken, duyargalar durumundaki bilimler de nesnel gerçekliklere eğilirler. Metafiziğin esas sorunu ve görevi, akıl varlığı olarak öznedir. Daha açık bir anlamda, metafiziğin görevi, öznenin varlık şartları ile onun iki ana vasfı olan akıl ile ahlakın sınırları ile temel belirlenimlerini tespit edip ortaya çıkarmaktır. Öznenin varlık şartlarının ele alındığı saha varlık öğretisiyken, transsendental aklın inceleme alanı transsendental mantık olup, nihayet temel değerlerin mıntıkası da ahlak-estetiktir. Bu üç metafizik araştırma alanını, numenoloji çatısı altında derleyip toparlamak mümkündür. Fenomenoloji çerçevesinde mütalea olan bilimlerin ele alıp inceledikleri varolanlar, başka bir deyişle olaylar, onların nesnesidirler. Buna karşılık transsendental akıl araştırma ile inceleme sahası anlamındaki numenoloji, tasavvursuz sezgi demek olan salt sezgiden hareket eder.

BİLGİ FELSEFESİ

Felsefenin temel sorunu olan bilgi, modern felsefe anlayışının temelini oluşturmaktadır. John Locke tarafından kurulduğu kabul edilen bilgi felsefesinin temel çerçevesini, zihinde bilginin meydana gelme sürecini açıklayarak, bilginin kökenini doğru olarak keşfetmek ve doğru bilginin özellikleri ile bilginin doğruluk şartlarının araştırılması çizmektedir.

Teo Grünberg’in Anlam Üstüne Bir Deneme (1970) ile Epistemik Mantık (1971) adlı çalışmaları da bu alanda öne çıkmaktadır. Teo Grünberg çizgisinde giden Arda Denkel, bütün çalışmalarını bilgi felsefesi üzerinde yapmıştır.

Mengüşoğlu’na göre, her bilginin, bilen ve bilinen olmak üzere iki unsuru vardır. Bilgi de bu iki unsur arasındaki bağdan çıkar. Bilgi felsefesi, özne ile nesnenin özelliklerini, varlık karakterlerini tanımlamanın yanında, özne ile nesne arasındaki bağlarla ve bağların nasıl kurulduğuyla uğraşır.

Özne-nesne ilişkisinden hareketle, bilgi sorununu açıklayan çeşitli bilgi anlayışlarını, Mengüşoğlu şöyle sıralamıştır:

  • 1-Bazı bilgi anlayışları, özneyi tam bağımsız kabul ederken, nesneyi özneye bağlarlar. Nesne, öznenin herhangi bir kabiliyetinin ürünüdür. Bu yaklaşım tarzına idealizm denir.
  • 2-Öznenin herhangi bir bilinç içeriğinden hareket eden teorilere ise duyumcu deneycilik (sensualist-empirist) teoriler adı verilmektedir. Bu teoriler nesneyi, duyu ya da impression (izlenim) olarak görürler. Nesnenin kendi başına bir varlığı olduğunu kabul etmezler.
  • 3-Realizm, nesneyi kendi başına bir şey olarak kabul eder. Nesne alanı, özne alanını içine alır. Yani özneye, nesneden hareket edilerek varılır.
  • 4-Monist teori, özne nesne ayrımını kaldırarak her iki unsuru da üst bir alanın özellikleri olarak kabul eder.

Felsefe, bilimin parçaladığı varlık dünyasını, varlığı bütün olarak inceleyebilmektedir. Parçalanmanın ontik parçalanma olmadığını gösterebilmektedir.

TEO GRÜNBERG

Teo Grünberg’in felsefe anlayışı, genel olarak analitik felsefe akımı çerçevesinde gelişmiştir.

Epistemik mantık, bir yandan sembolik (deduktif-tümdengelim) mantığa, öbür yandan ise induktif (tümevarım) mantık ve probabilite (olasılık) teorisine dayanır.

Grünberg’e göre, geleneksel felsefe, ortak duyu veya bilim yolundan elde edilemeyen bazı bilgiler sağlamak amacını gütmüştür. Modern analitik felsefe, başka yoldan edinilemeyen bilgiler şöyle dursun, doğrudan doğruya ve tek başına hiçbir bilgi ortaya koymak iddiasında değildir. Felsefenin amacı, bir takım önermeler (yani bilgiler) ortaya koymak değil, eldeki önermeleri aydınlatmaktır.

Bilginin şartları:

  • İnanma şartı:
  • Doğruluk şartı,
  • Belgeleme şartı:

İnanma, doğruluk ve belgeleme şartlarının bir arada yerine gelmesinin bilginin gerekli bir şartı olması yanında, bu şartın yeterli de olduğu da kabul edilir. Nitekim çözümlenmesi çok güç bir kavram olan belgelemeyi, olsa olsa “doğru bir inancı bir bilgiye çevirmek için gereken tamamlayıcı özellik” diye tanımlayabiliriz.

Belgeleme en önemli bilgisel (epistemik) terimdir. Doğru bir inancı bilgi yapan faktör belgelemedir. Doğruluk semantik bir kavram, inanma da psikolojik bir kavram olduğundan, bilgiyi bilgi yapan tek gerçek bilgisel şartın belgeleme olduğu söylenebilir.

Grünberg’e göre İnanma, bilgisel değil, ampirik-psikolojik bir terimdir. Bununla birlikte, bilmeyi, inanmayı hesaba katmaksızın tanımlayamadığımızdan dolayı, inanma teriminin bilgisel terimlerle çok yakın bir ilgisi olduğunu görüyoruz.

Grünberg, kitabın sonunda, felsefenin konusunun bilimsel nitelikte olmayan (yani belgelenip belgelenmediği herkesçe kabul edilmeyen) önermeler olduğunu yeniden belirtmektedir. Ona göre analitik felsefenin görevi, bu çeşit önermelerde geçen ilkel terimlerin anlamını aydınlatarak onları bilimsel önermelere dönüştürmektir.

ARDA DENKEL

Bilgi sorununu en geniş çaplı inceleyen düşünür hiç şüphesiz Arda Denkel’dir (1949-1995). Denkel, Bilginin Temelleri adlı kitabın amacını şöyle açıklamıştır: “Bu kitaptaki amacımız, tutarlı deneyciliği sürdürerek; özdekçi (materyalist) bir evren görüşünü bununla birlikte temellendirmek olacak.

Denkel’e göre, fiziksel nesnelerin gerçekçi anlamda, yani bağımsız olarak var oldukları savını temellendirmenin yolu şu aşamalardan oluşmaktadır:

  • Olayların gelişimi, birbirlerini izleyişleri ve gelecekte meydana gelecek deneylerimize ilişkin genellemeler ve bu yolla tahminler yapmak için, algılanan olayların yanı sıra algılanmayan ve bizden bağımsız olaylar da bulunduğunu varsaymak zorundayız.
  • Yapılan bu tahminler hem başarılı olmakta hem de deneyin tutarlılığını açıklamaktadır.
  • Tahmin başarılı olduğuna göre, ona olanak veren genelleme de doğrudur.
  • Doğru bir genelleme için zorunlu olan varsayım da doğrudur.
  • Olaylar fiziksel nesnelerin geçirdikleri değişimler olduklarına göre, bizden bağımsız olaylar varsa, bizden bağımsız fiziksel nesneler de vardır.

Denkel’e göre, hangi olay ve durumların anlıksal olarak sınıflandığı dil ve kavramsal yapımız içinde köklü ve kesindir. Bilgiye içerik olan deney ve deneyi meydana getiren olayların, duyum ve algının içeriği anlıksaldır. Deney verisine dayanılarak yürütülen iki önemli üstdüzey anlıksal işlev, anlak (anlayış gücü) ve eylemin anlıksal boyutunu oluşturur: İnanmak ve istemek.

Denkel, bilgi sorununu, maddeci bir temelden ele alarak, konuyla ilgili geleneksel akımlar olan Descartes ve Locke çizgilerini eleştirerek, analitik felsefe bağlamında kendi kaygıları doğrultusunda temellendirmeye çalışmıştır.

ÖMER NACİ SOYKAN

Bu çalışmada, Soykan’ın bilgi anlayışı, Bilgi Tarzlarını Bölümleme Denemesi adlı makalesi çerçevesinde ele alınmıştır.

Soykan, nesne özne ilişkisinden hareketle, nesnelerin nasıl bir yapıya sahip olduğunu, konu türlerinden hareketle nesne türlerini, bilme biçimleri ile onların dayandıkları yetilerin özelliklerini ve birbirleriyle ilişkilerini temellendirmiştir. Çalışma makale boyutunda olduğundan, bilgi felsefesinin diğer sorunlarına değinme imkanı olmamıştır.

MANTIK

Farabi’ye göre mantık, nutk kelimesinden türemiştir ve üç şeye delalet eder:

  • İnsanın makulleri idrak edebileceği kuvvete delalet eder.
  • İnsanın nefsinde anlayış yolu ile hasıl olan makullerdir; bunlara içten konuşma denilir.
  • İçerde bulunan şeyi dil ile söylemektir. Ona da dıştan konuşma demektir.

Mantık, kelime anlamı ile hem düşünme, hem de ifadesi olan konuşma ile ilgilidir.

Esas olarak mantık temeline oturan yöntem, mantıksal kuralların araştırma alanının kurallarıyla birleşmesiyle ortaya çıkmaktadır. Yöntemin (metot) oluştuğu teorik alan, felsefe olmuştur. Felsefenin oluşma sürecinden itibaren, özellikle Sofistik eleştirileri aşmak için geliştirilen mantık, diyalektik, retorik yöntem unsurları olarak kullanılmaktadırlar. Yeniçağda hakiki bilgiye ulaşmak için, Bacon ve Descartes’in geliştirdikleri çalışma yolları, modern yöntemler olarak kabul edilirler.

Türkiye’de yöntem açısından öne çıkan felsefe kitaplarının başında, Nermi Uygur’un Felsefe’nin Çağrısı gelmektedir. Felsefe yöntemi, felsefecinin ya da filozofun düşüncelerini temellendirirken takip etmesi gereken yoldur. Söz konusu yolun köşe taşlarını şüphe, eleştiri, tanım, sınıflandırma ilke, tutarlılık, felsefe bilinci oluşturmaktadır.

  • Şüphe : Şüphe, felsefeyi başlatan temel unsurdur. İçine doğup büyüdüğümüz bilgiler sorgulandığında, doğrulukları dolayısıyla da güvenilirlikleri tartışmalı hale gelmektedir.
  • Eleştiri: Şüphe edilen şeyin eksiklerinin ya da yanlışlıklarının ne olduğunun tespiti, eleştirinin başlangıcını oluşturur. Dolayısıyla eleştiri her durumda şüpheyle birliktedir. Eleştirinin üç aşaması vardır: İlk aşama kişinin kendisini eleştirisidir.
  • Üçüncü aşama, tespit edilen eksiklik ve hataların tamamlanmasını sağlamak. Başka bir deyişle eleştiri yaptığı konuda, kendi düşüncelerini ortaya koyarak alandaki eksikliği gidermek ya da yanlışlığı düzeltmektir.
  • Tanım: Felsefe yönteminin başlıca unsuru olan tanım, üzerinde konuşulan konuların doğru anlaşılmasını sağlar. Başka bir deyişle tanım, konunun özünü verir ve sınırlarını çizer.
  • Sınıflandırma: Herhangi bir konunun içeriğini nelerin oluşturduğunu, konuların hangi noktalarda birbirleriyle ilişkili olduklarını, hangi noktalarda olmadıklarını sergilemesi sınıflama aracılığıyla oluşturulur. Genellikle tanım üzerinden sınıflandırmalar yapılmaktadır.
  • İlke: Felsefi bir konunun temelini oluşturur. Hangi konu ele alınırsa alınsın o konuyu taşıyan ilkeye varmak her zaman çalışmanın amaçlarından biridir.
  • Tutarlılık: sıralanan bu unsurların her birinin uygulanmasıyla ortaya çıkan düşüncelerde çelişkilerin olmamasıdır. Düşüncelerde çelişkiler varsa, ortaya çıkan düşünceler tutarlı olmadığı, dolayısıyla değersiz oldukları sonucuna varılır.
  • Felsefe bilinci: Nermi Uygur, söz konusu bilinci şöyle açıklamıştır: Felsefenin bir konusu ya da konuları var mıdır? Bu konuları nasıl işlemeli felsefe? Nelere gücü yeter felsefenin, nelere yetmez?

BİLİM FELSEFESİ

Bilim felsefesi bağlamında önemli çalışmalar 1933 Üniversite Reformu sonrasında ortaya çıkmıştır.

Üniversite Reformu Öncesi Bilim Anlayışları

Münif Paşa, Mahiyet ve Aksam-ı Ulum adlı yazısında, ilmin Mezopotamya’da Süryani ve Kaldani gibi kavimlerle başladığını ve onlardan Mısır’a geçtiğini, Mısırdan, Yunanlılara, onlardan da Romalılara intikal ettiğini kabul eder. İslam dünyasında ilim gelişirken Yunancadan yapılan tercümelerin önemli olduğunu, Osmanlılarda da bir dönem önemli bir aşamaya gelmiş olan ilmin sonraları gerilediğini dile getirmektedir.

Ali Suavi, insan olmayı ilimle tanımlamış ve ilimleri, ulum ve fünun olarak ikiye ayırmıştır. Ulum (ilimler), burhanlar (kıyasla) ile ispat olunmuş olan kavrayışlardır. Fünun, eşyaya mahsus kurallarla eşya üzerinde çalışmaktır Ulum, hesap, hendese, cebir, mukabele, tabiat ve ilahiyat gibi çalışmaları içerirken, fünun, sarf ve nahiv, mania ve mantık, şiir, resim ve musiki gibi çalışmaları içerir.

Ali Süavi’nin bizde eksik gördüğü şey bilimdir. Bilime karşı ilgilisizliğimizin nedeni, ilmihal bilgisi hakkındaki genel kanaattir. Söz konusu kanaate göre, ilmihal bilgisi, din ve dünya için yeterli görülmektedir. Bu anlayışın geleneksel bilgi anlayışı bağlamında doğru olduğu söylenebilir.

Ziya Gökalp, İlme Doğru (1922) adlı yazısında, asri milletlere katılmak için zorunlu bazı şatların olduğunu belirtmiştir. Bunlardan en önemlisi, ilme doğru gitmektir. Asri bir millet, müspet ilimlerde düşünen bir mahluk demektir. Felsefe, düşünüşten ziyade bir nevi seziş mahiyetindedir.

Üniversite Reformu Sonrasında Bilim Anlayışları

Reform sonrası felsefe eğitimi Reichenbach’la başlamıştır.

Türkiye’de bilim felsefesi alanında yoğun çalışan ve bu alanda kaynak ürünler üreten Cemal Yıldırım’a göre bilim, düzenli bir bilgi gibi görülebilir. Ancak onun en önemli özelliği, ürettiği bilgiden çok, bilgi üretme yöntemidir. Yıldırım, Bilim Felsefesi (1973) adlı kitabında, bilimi bir bilgi yığını olarak değil, bir düşünme yöntemi olarak açıklamaktır. Bu çerçevede öne çıkarılan bilim felsefesi, konu ve amacına uygun olarak, eleştirel ve analitik bir düşünme çabasına dayandırılır. Yıldırım’a göre bilim felsefesinin amacı, bilimi anlatmaktır.

Duralı’ya göre, bilim denilen yapıların doğuşu, doğa felsefesi yahut varlık öğretileri denilen sistemlerin kaplamca daralıp, içlemce derinleşmesiyle gerçekleşmişlerdir. Uygulanmak için bir fikre, bir tasarıma ihtiyaç duyar. Tek tek bilimlerin kaydettiği gelişmeler, onları çatısı altında toplayıp teorik sonuçlarını değerlendiren felsefe-bilimi tümüyle etkiler.

AHLAK FELSEFESİ

Ahlak, esas olarak insanlık tarihiyle örtüşmekle birlikte, ahlak felsefesinin, Sofistlerin yarattığı sorunları gidermek çabasında olan Sokrates ve Platon tarafından kurulduğu kabul edilmektedir. Kuruluşundan bu yana, iyilik, erdem, sorumluluk, irade, özgürlük, niyet, ödev, eşitlik, haklar gibi insanın hayatında önemli yer tutan değerlerin bir yandan kendi iç yapılarını, diğer yandan birbirleriyle ilişkilerini temel olarak sorgulamaktadır.

Mengüşoğlu, ahlak felsefesi tarihinde ortaya çıkan görüşleri şöyle sıralamıştır:

  • 1-Yunanlılarda ortaya çıkan ahlak felsefesi anlayışı. Bu anlayış Kant’a kadar sürmüştür.
  • 2-Kant tarafından ahlak felsefesinin yeniden kuruluşu.
  • 3-Max Scheler ve Hartmann tarafından yeniden biçimlendirilen değerler ahlakı.

Son aşama, Mengüşoğlu’nun görüşlerini oluşturduğu anlayışı temsil etmektedir.

Mengüşoğlu, felsefi antropoloji, insanı somut bütünlüğü içinde ele alıyorsa, yeni ahlak felsefesi anlayışı da insanın bütün hareket ve faaliyetlerini göz önünde bulundurmak zorundadır düşüncesiyle, ahlak felsefesi alanının sınırlarını belirlemiştir. Bu belirlenimler ışığında ahlak felsefesini (etiği) şöyle tanımlamıştır: İnsanın hareket ve faaliyetlerini, hususi bir problem sahası olarak araştıran, bu sahanın varlık karakteriyle onun temelini teşkil eden kıymetlerin varlık karakterini, insanın hareket ve faaliyetlerinin bağlı veya müstakil olduklarını tetkik eden bilgiye ahlak felsefesi (etik) adı verilmektedir.

BEDİA AKARSU

Bedia Akarsu, ahlak felsefesi hakkında kitap yayını yapan önde gelen az sayıda kişiden biridir. Akarsu’ya göre etik (ahlak felsefesi), ahlaksal olanın özünü ve temellerini araştıran bilim, insanın kişisel ve toplumsal yaşamındaki ahlaksal davranışları ile ilgili sorunları ele alıp inceleyen felsefe dalıdır.

Akarsu’ya göre, ahlakı filozoflar bulmuş değildir. En ilkel topluluklar da dahil her yerde ve her zaman ahlak vardı. Sorun, hangi davranışımız ahlaka uygun; daha doğrusu nasıl hareket edersek ahlaka uygun davranılmış olunur, soruları çerçevesinde ortaya çıkmaktadır.

Ahlaktaki her doğrultu, yüksek bir yaşama amacını dile getirir. Ama ahlak anlayışlarının her biri kendi amacını en üstün görür, başkalarının da aynı iddiada olduklarını bilmezlikten gelir, onlarla aynı düzeyde olmayı kabul etmez. Bu gerekçelerden hareketle yürürlükteki her ahlak, despot olmak zorundadır. Aksi takdirde toplumda bir kargaşa ortaya çıkmaktadır.

Ahlak üzerinde görüşler farklı olmakla birlikte, hepsinde ortak olan, ahlaklılık diye bir şeyin kabulüdür.

İnsan eylemlerini ahlak bakımında değerli ya da değersiz kılan nedir? sorusuna verilen cevaplar, filozofları ikiye ayırmaktadır:

  • 1-Eylemler, eyleme temel olan, eylemi ortaya koyan düşünüşün niteliğine göre değerlidir ya da değildir.
  • 2-Sonucuna ya da başarısına göre bir eylem ahlaki bakımdan değerlidir ya da değildir.

Bedia Akarsu, ahlakın bireyin iç yapısındaki yansımalarını ve toplum içindeki konumunu birlikte düşünerek, ahlak sorununu değerlendirmiştir.

DOĞAN ÖZLEM

Özlem’e göre etik, felsefe disiplinleri içerisinde yeri en az belirli disiplin olmasına rağmen, konu ve sorunlarının çeşitliliği, teori bolluğu ve çözüm denemelerinin çokluğu bakımından, tüm felsefe disiplinlerinin önünde yer alır. Ahlak felsefesinin temel malzemesi, insan eylemlerinden türetilmektedir.

Ahlak, bir kişinin, grubun, halkın, sınıfın, ulusun kültür çevresinin vb. belli bir tarihsel dönemde yaşamına giren ve eylemlerini yönlendiren inanç, değer, norm, buyruk, yasak, ve tasarımlar topluluğu ve ağıdır. Bu esnek tanım ve ahlakın değişken olduğu görüşü, ahlak tiplerinin olduğuna işaret etmektedir.

Ahlakın göreceli ve evrensel olma tartışmaları da yaşanmaktadır. Sofistler göreceliği savunurken Sokrates ve Platon evrensel ahlak anlayışının öncü savunucuları olmuşlardır. Bütün farklı yaklaşım ve çeşitli konulara rağmen, etik alanda üç temel problem vardır:

  • 1-İyi ve en yüksek iyi sorunu.
  • 2-Doğru eylem sorunu.
  • 3-İrade özgürlüğü sorunu.

Ahlak belirlenmeksizin insan bilmecesi çözülemez. İnsan bilmecesi çözülemedikçe de, ne bilgi, ne bilim, ne de varlık anlaşılır.

ESTETİK

Estetik, diğer adıyla sanat felsefesi, Platon ve Aristoteles’ten bu yana felsefenin temel disiplinleri arasında yer almaktadır. Temel konusu sanat eserinin nasıl bir yapıya sahip olduğunu açıklamaktır.

İsmail Tunalı

İsmail Tunalı, felsefenin estetik disiplinini, bütün yönleriyle incelemiş ve bütün eserlerini estetik konusunda vermiştir.

Sanat ontolojisi, sanat eserlerini varoluşları yönünden inceleyen felsefedir. Tunalı’ya göre çağdaş felsefe görüşleri arasında en temelli ve en önemlilerinden biri, hiç şüphesiz, ontolojidir. Nicolai Hartmann’ın kurduğu ve geliştirdiği felsefe anlayışı, varolanı ve varlığın bütününü kendine konu olarak alır.

Varolan, insan süjesi karşısında bu süjeden bağımsız olarak vardır ve süjenin onu böyle bir nesnel tavır içinde ele alması gerekir. Sanat eserinin ontik yapısını araştıran bir ontoloji gereklidir. Bu ontoloji artık yeni bir ad alır, sanat ontolojisi adını alır. Buna göre, sanat ontolojisi, genel ontolojinin sanat eserini, onun ontik yapı ve tabakalarını, estetik değerini araştıran bir kolu olacaktır.

Tunalı, Estetik kitabında sanatın ana ilkelerini temellendirmiştir. Ona göre estetik, duyulur algının, duyusallığın sağladığı bilgi ile ilgili bir bilimdir. Tunalı, estetik fenomeni ontik bütünlüğünde dört temel yapı elemanı üzerine kurmuştur. Bunlar sırasıyla estetik süje, estetik obje, estetik değer ya da güzel ve estetik yargıdır.

  • Estetik süje : Tunalı’ya göre, bilme etkinliğindeki süje rolü, estetik etkinlikte de kendini gösterir. Estetik tavrın bir özelliği ereği kendisinde olmasıdır. Estetik kaygıların dışında bir kaygı gütmemesidir.
  • Estetik obje: Estetik obje, genel olarak bir estetik süjenin kendisiyle estetik bir ilgi içinde girdiği bir varlık anlamına gelir. Fenomenolojik estetik, şeylere dönelim formülüyle, şeyleri, fenomenleri bir idealite, realiteden sıyrılmış bir öz, eidos olarak anlamakta, nesnelerin real varlığını görmemezlikten gelmektedir.
  • Estetik Değer: Estetik gerçekliğin üçüncü ayağı, estetik değerdir. Estetik süje estetik objeyle ilgi kurmakla kalmaz, ona güzel, yüce, trajik, komik gibi değerler de yükler.
  • Estetik Yargı: Tunalı, estetik gerçekliğin son unsuru olan estetik yargı sorununu, esas olarak Kant’ın estetik yargılar hakkındaki düşünceleri bağlamında analiz etmiştir.

İsmail Tunalı, estetik konusunda yaklaşımıyla alanın öncüleri arasında sayılmak yanında, konuyla ilgili çalışmalarıyla da, Türkiye’de en önde gelmektedir.

FELSEFE TARİHİ

Türkiye’de felsefe tarihiyle ilgilenme, modern felsefenin Türkiye’ye girme sürecinde başlamış ve devam etmektedir.

Macit Gökberk

Hartmann’a göre sistemler, felsefenin yanılmalarıdırlar. Sistemler, felsefede gelip geçici olan, hiç olmazsa şüpheli sayılabilecek yerlerdir. Sistem biçiminde bize anlatılanlar, insanın bilgilerinin değil, yanılmalarının tarihidir. Böyle anlaşılan ve anlatılan bir felsefe tarihi de bilimin güvenilir gidişinden yoksundur.

Sistem filozofları, sistemin tutarlılığı esas alırlar, sisteme uymayan problemleri reddederler. Diğer gruptakiler ise problemin tutarlılığını esas alırlar. Amaçları problemleri tutarlı bir şekilde çözmektir. Bu filozofların birbirinden keskin bir şekilde ayrılmalarına neden olan şu sorudur: Düşünmede esas olan düşünce yapısının birliği midir, yoksa bilgi midir?

Bu da bir philosophia perennistir (felsefenin sürekliliği ve doğallığı), felsefe yapmanın zamanlar ve mekanlar üstünde kalan birliği ile sürekliliğidir. İkinci önyargının aşılması için gerekli olan, bilginin sürekliliğine güvendir.

Gökberk, Hartmann’nın felsefe tarihi görüşünden hareketle, felsefe tarihini problemler tarihi olarak kabul etmek gerektiğini düşünmektedir. Problemler tarihi açısından önemli olan, filozofların bildikleridir, düşündükleri değildir. Gökberk bu anlayışı, Felsefe Tarihi kitabında uygulamıştır.

Takiyettin Mengüşoğlu

Felsefede esas olan sistem kurmaktır. Ve her sistemin belli bir çerçevesi vardır. Filozofun fikirleri ya bu çerçevenin içine sığabilir veyahut da onu aşar. Sığdığı zaman filozof, tutarlıdır; yani fikirleri arasında bir tutarlılık vardır.

Hakiki anlamda felsefe tarihi, felsefenin yüzyıllardan beri ortaya koyduğu bilginin bir tarihi olmalıdır. Tıpkı kimya ve fizik tarihlerinde olduğu gibi. Bilimlerde birikerek devam eden bilgi durumu tarihçiliği kolaylaştırırken, felsefede, her filozof önceden kurulan problemi yeniden kurmak durumundadır. Tarihçi filozofun dayanağı şu olmalıdır: Hiçbir filozofu, hiçbir felsefi fikri herhangi bir tasnif kategorisine sıkıştırmamak. Ancak bu ilkeye pek uyulmaz.

Mengüşoğlu, felsefe tarihini, felsefeyi geliştiren düşüncelerin tarihi olarak yazılması gerektiği düşüncesindedir. Ancak sistemler ve .. izm’lerin de felsefenin gelişmesine katkı sağladığı da unutulmamalıdır.

Nermi Uygur

Uygur’a göre her araştırma, ne çeşitten olursa olsun, belli bir “olay” ı kuruluşu bakımından bilmeye yönelir. Araştırmada amaç, salt bilgileri, yanlışlardan arınmış belirlenimleri, en çok sayıda elde etmektir. Felsefenin baş konusu kavram ve kavram düzenlemeleridir.

Felsefenin dünü ve yarınına duyulan ilgi, felsefenin ne olduğunu belirtmeye yarar. Ancak felsefenin ne olduğu da, onun dünü ve yarını hakkında sahip olunan bilgelerle bilinebilmektedir. Ancak felsefeden yetişmiş bir kişi, felsefenin tarihini yazabilir.

Ödevini hakkıyla yerine getirmesi için, felsefe tarihçisinin filozof olması gerekir. Filozof olmayan bir felsefe tarihçisi, felsefeyle kurabileceği bütün başka ilgilere rağmen, felsefenin işleyişi üzerinde,-bu işleyişe katılmadığından-, tam bir anlayışa erişemeyecektir.

Felsefenin bugününde ne yapmak gerektiğini bilmek isteyen, felsefenin dününü ‘bilmek’ zorundadır. Dolayısıyla felsefe tarihçiliği, felsefenin olmazsa olmazı haline gelmektedir.Felsefe tarihçiliği filozofluğa ve filozofluğun da felsefesine bağlı olmasının yarattığı paradoksa işaret edilmektedir.

Felsefe tarihçisinin en önemli özelliği, felsefe anlayışıdır.

Uygur, felsefenin geleceği bağlamında da felsefe tarihini ele almıştır. Ona göre hep geçmişe bakan bir filozof, bugününe daha önce bilinmeyen yeni bir bilgi katamaz. Kendi geçmişinden başka bir kaygısı olmayan her araştırma, tüketir gider kendini. Başarılı filozoflar her zaman yarınların filozofları olmuşlardır.

Yarınlara ilişkin tahminler doğru çıksalar bile bilgi olmaktan uzaktırlar. Yarın bilinmemekle birlikte, filozof yarından sorumludur. Yapılan her şey geleceği etkiler. Felsefenin bugününde yapılanlar, gelecekte yapılacaklara, geleceğin felsefesine bir öndür.

DEVLET FELSEFESİ-TARİH FELSEFESİ

DEVLET FELSEFESİ

Devlet felsefesi, devletin kökeni, yapısı, hukuk, haklar, yönetim tarzları, kurumlar, toplum ve toplumsal yapı gibi konuları felsefi bir tarzda işleyen felsefe disiplinidir.

AHMET MİTHAT EFENDİ

Ahmet Mithat Efendi’ye göre, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve genişleme dönemine ilişkin olumlu resim, 19. yüzyıl başlarından itibaren bozulmuştur. Söz konusu bozulmanın önüne geçmek için yapılan ıslahatların en önemlilerinden biri olan Kanun-i Esasi (anayasa), yeni devlet anlayışının temel taşlarından biri olarak öne çıkarılmıştır.

Rousseau’ya gönderme yaparak, toplum sözleşmesinin bu şekilde ortaya çıktığını belirtmiştir. Doğal özgürlük durumunda kabul ettiği vazifeyi, sözleşme temelli toplumda da yerine getirmesi için, kanunla kayıt altına alınması ve kanunun da işleyebilmesi için icra kuvvetinin oluşturulması gerekmiştir (Ahmet Mithat Efendi 2004/ 2, 110-111). Toplumsal düzenin temelini oluşturan kanun, aklın ilk çocuğu olarak kabul edilmiştir.

Bir şeriata iman edip ona tabi olmak, beşeri hürriyete aykırı sayılmaz. Çünkü inanmak demek, o şeriat kanununun hükümlerini insanın kendi fikrine uygun bularak kabul etmektir. İnsanlık için hürriyetçi anayasalar arayan filozofların bulamadıkları anayasanın ruhu, şeriattır. A. Mithat Efendi’ye göre, Osmanlı Devleti, hem şeriat ve hem de doğa kanunlarında içkin olan hürriyet esasına uyması gerekirdi.

Ahmet Mithat Efendi, şer’i hukukla doğal hukuku birlikte kullanarak, medeni hukuk anlayışının İslam’la çatışmadığı sonucuna varmaktadır. Şeriat inancı, doğal hukuk anlayışını ve aklın bağımsız karar verme hakkını sınırlar. Bu sorunun nasıl aşıldığı üzerinde durulmamıştır. Bu çelişkilerle birlikte, Ahmet Mithat Efendi, Devlet’in yapısının, anayasa ve meclis temeline oturtmak gerektiğini savunmuştur.

AHMET AĞAOĞLU

Ahmet Ağaoğlu, Üç Medeniyet adlı kitabında devlete ilişkin görüşlerini ortaya koymuştur. Ona göre, Doğu’da hükümet, hükümdardan ibarettir. Bu anlayışın kökleri, eski İran devlet anlayışına dayanmaktadır. Buna göre hükümdar, kudret ve yetkisini doğrudan şehriyar adlı Tanrı’dan aldığına inanılmıştır.

İslamiyet, hükümetin kaynak ve esasını çok akıllıca ve ilme uygun olarak cemiyette aramıştır. İslamiyet’e göre hükümdar, ümmetin onayıyla (İcma-i Ümmet) iradesi ile işbaşına gelir. Bir bakıma hükümdarı idare ettiği cemiyet seçer ve seçildikten sonra iki türlü sorumluluk yüklenir: Maddi olarak cemiyet ve manevi olarak Tanrı karşısında sorumludur. Ancak bu anlayış İslam tarihinde de çok uzun sürmemiştir Muaviye’den sonra saltanat usulü geri gelmiş, hükümdar Tanrı’nın temsilcisi olarak algılanmıştır.

Ahmet Ağaoğlu’na göre önemli bir yanlışlık da, Doğu’da devletin hükümetle karıştırılmasıdır. Türkler bu karıştırma işini daha da ileri götürmüş, kurdukları devletlere kurucularının adını vererek, birbirlerinden çok farklı anlamlara sahip olan devlet, hükümet ve hanedanı birleştirilmiştir. Devlet, bağımsız bir milletin işgal ettiği saha ile o milletin siyasi, içtimai, iktisadi teşkilatının hepsine verilen addır.

Osmanlı yöneticileri, cemaatler meselesinde iki önemli hata yapmışlardır:

  • Bir devletin yalnız kılıçla kurulamayacağını ve devam ettirilemeyeceğini vaktinde anlamamalarıdır.
  • Daha büyük hata, devletin kurucu unsuruna, devlette özel bir yer vermemeleridir. Ağaoğlu, kuruluş ilkelerinin yanlış olduğunu kabul ederek, çöküşün kaçınılmaz olduğunu sonucuna varmıştır.

Ona göre bir diğer sorun da hükümdara bağlılık ilkesidir. Ağaoğlu’na göre devlete değil hükümdarın şahsına bağlılık, Doğu kavimleri arasında daima bir fazilet olarak kabul edilmiştir. Sadrazamın kaçmayıp idamı kabul etmesiyle, Sokrates’in kaçma teklifini reddedişi arasındaki fark şudur: Sadrazam, hükümdara bağlılık nedeniyle, Sokrates kanuna bağlılıktan kaçmazlar.

Batı medeniyetini tamamen almamız gerektiğini savunan Ağaoğlu, ıslahat çalışmalarını ağır bir şekilde eleştirmiştir. Eleştirdiği konulardan biri de, eski medeni hukukun kaidelerinin bir araya toplandığı Mecelle’dir. Ona göre toplumun karşı karşıya kaldığı sorun açıktır; ya iflas etmiş olan geleneklere sadık kalarak tamamıyla yok olacak ya da onlardan tamamıyla ve kesin bir tarzda ayrılarak hayatı yeni esaslar üzerine kuracaktır. Başarısızlığın başlıca nedeni, kurumları işletenlerin geleneklere bağlılıklarıdır.

İslam’ı diğer dinlerden ayıran asıl şey, inançlarla ibadetleridir. İslamiyet’in seçkin özelliği, Tanrı’nın birliği ile yaratanla kul arasındaki ilişkileri düzenleyen ibadetlerdir. Bu konudaki ayetler sürekli canlı kalmışken, dünya işleriyle ilgili hükümler etkisizleşmişlerdir. İbadetlere ilişkin hükümler ebedi ve değişmezdir. Dünya işleriyle ilgili olanlar, tesadüfen İslam’a girmişlerdir.

Peygamber, ibadet ve inançlarla ilgili konularda hiç taviz vermezken, dünyayla ilgi konularda, “dünya işlerini siz benden daha iyi biliyorsunuz”, “bir emirde şüphe olursa, aklınızı kullanın”, “nas ile gelenekler arasında bir çatışma olursa gelenek üstün tutulmalıdır” hadisleri, dünya işlerinin ayrı tutulması gerektiğine ilişkin önemli verilerdir. Halife Ömer, “muta” nikahı yasaklarken göz önünde bulundurduğu, konunun dünyayla ilişkilisidir (A. Ağaoğlu 1972, 40-41). Bütün veriler gösteriyor ki, inançlar ve ibadetlerde dine bağlı olduğumuz halde, dünya işlerinde tamamen serbestiz. Dünya işlerinde istediğimiz gibi tasarruf edebiliriz. Maddi hayatımızı, umumun menfaatini göz önünde tutarak, istediğimiz gibi, düzenlemek hakkına sahibiz. Örfçüler, örfle çatışan şahsi fikirlere karşı olduklarından ve ileri sürülen düşüncelerin tümünü reddettiklerinden tıkanmışlardır.

ZİYA GÖKALP

Devlet, kendine mahsus bir hükümetle, bir araziye ve bir ahaliye malik olan zümre demektir. Devletler, kavmi, sultani ve milli olarak üçe ayrılır. İlk iki devlet örneğine Emevi ve Abbasi örneklerini vermiştir. Milli devletler, imparatorlukların yıkılmalarından kaynaklanmıştır. Bununla birlikte Büyük Britanya milli bir devlettir.

Gökalp’e göre Hukuki Türkçülüğün gayesi, Türkiye’de modern bir hukuk vücuda getirmek, çağdaş ülkeler arasına girebilmek için milli hukukun bütün dallarını, teokrasi ve klerikalizm kalıntılarından kurtarmaktır. Ortaçağa ait bu iki unsurdan kurtulan devletler, çağdaşlık vasfını kazanmaktadırlar. Çağdaş devletlerde, kanun yapma ve yönetme hakkı doğrudan millete aittir ve milletin bu salahiyetini kısıtlayacak hiç bir mercii yoktur. Siyasi mefkureye uzak durmayan Türkçülük, klerikalizm, teokrasi ve istibdatla bağdaşamaz.

Modern bir akımı temsil eden Halk Fırkasıyla uyum içindedir. Halk Fırkası, hükümranlığı millete verdiği gibi, devlete Türkiye ve halka da Türk milleti adlarını bağışlamış ve halkı ve devleti Osmanlılık unvanından kurtarmıştır.

Ziya Gökalp’ın hukuk ve siyasette Türkçülük anlayışı, devletin nasıl tanımlanması gerektiğini de ortaya koymaktadır. Dini unsurlardan temizlenmek anlamında laik ile halkçılık anlayışından gelen cumhuriyet bağlamında demokrasi, devletin yapılandırılmasında öngörülmektedir. Türk inkılapçılarına göre hukuk, içtimai vicdanın hak tanıdığı kaidelerdir.

Türkiye’deki yeni hükümet, Avrupa’da gerçekleşenlerin hepsine muhalif olarak içtimai hükümet tarzıdır. Hükümet, fertleri değil cemiyeti idare eder. Ona göre, sanayi açısından yetersiz olan Türkiye’de iktisadi sınıfların, olmamasından Bolşeviklik gerçekleşmez.

Gökalp, Yüce Mahkeme (1922) adlı yazısında, halk hükümetlerinin birinci şartının, milli kanunları mukaddes tanımak olduğunu belirtmiştir. Çünkü kanunlar, milletin resmi bir mahiyet almış olan mefkurelerinden ve iradelerinden başka bir şey değildir. Her milletin resmi ahlakı, kanunlarıdır. Din meselelerinde Kur’an-ı Kerim belirleyici olduğu gibi, hukuk meselelerinde de belirleyici anayasadır. Kanunların, kanun-i Esasi’ye uygun olmaları ve onunla çatışmamaları için Yüce Mahkeme kurulması gerekmektedir.

Ziya Gökalp’in kanunlar hakkında verdiği açıklamalar yerinde olmakla birlikte, Devlet’in kanunlarının önemli bir kısmının tercüme olduğunu unutmuş gibi gözükmektedir. Tercüme kanunların, sıralanan bu özelliklere sahip olamayacağının farkında olmakla birlikte, tercüme kanunlardan söz etmemiştir.

Ziya Gökalp, halkçılık ilkesinin, ırklar ile milletlerin eşit olduğunu içerdiğini belirtmiştir. Irkçı yaklaşımları reddederek, milletlerin harslarıyla oluştuklarını, milletler arasında toplumsal eşitsizlikleri, ırk, ruh ve uzvi verasette değil, başka bir noktada aramak gerektiğini belirtmiştir. Eşitsizliğin doğadan olduğu görüşünü savunan sosyal Darwinizmi de reddetmiştir. Ona göre, eşitsizlik doğal bir temele dayandırılırsa, halkçılığı savunmanın imkanı kalmamaktadır. İnsanlar arasındaki eşitsizlikler, doğal değil sunidir, başka deyişle toplumsaldır. Dolayısıyla bu türden eşitsizliklerin kaldırılması da toplumların görevidir.

ALİ FUAD BAŞGİL

Ali Fuad Başgil, 1954 yılında yayınladığı Din ve Laiklik adlı kitabında laiklik sorununu çeşitli yönleriyle incelemiştir.

İlmin sözü, sözlerin şüphe götürmeyenidir. Ancak ilim alanına ilişkin sorularla ilgilidirler. Dinle ilgili soruların cevaplarını, müspet ilimler alanında bulunmaz, Kur’an ve Hadislere başvurulur. Bilimler, bilgilerinde ölçüler kullanırken, dine ilişkin konular ölçülemez olduklarından, bilimin bu alana karışmaması gerekir.

Devlet-din birlikteliğinde vatandaşın her iki görevi yapması kolaylaşmış ve her hangi bir sorun yaşanmamıştır. Din ile devlet birbirinden ayrılınca ve bunlardan her biri kendine mahsus sistemi, kanunları, emir ve nehiyleriyle diğerinin karşısına dikilince, ortaya bir çok mesele ve müşkül çıkmakta, din ve devlet arasında, ister istemez çetin bir mücadele kopmaktadır.

Din hürriyetinin tek düşmanı vardır, taassup. Taassup, bir kimsenin kendi inancından ve kendince hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka olan inanç, görüş ve kanaatlere ve bunları taşıyanlara karşı düşmanlık beslemesi ve onları boğup susturmaya kalkışmasıdır.

Dini ve siyasi olmak üzer iki tür taassup vardır. Dini taassup, dindarların cahilleri tarafından, başka din, mezhep ve kanaat sahiplerine gösterilen cahilliktir. Siyasi taassup, bir şahsın hayat ve cemiyet hakkında kendi görüşlerini mutlak surette hak ve başkalarınınkini batıl telakki etmesinden iler gelen cahilane bir düşmanlıktır. Din ile devletin ayrılması ve dinin sadece ibadetle sınırlı olması gerektiği vurgulanmıştır.

TARİH FELSEFESİ

MACİT GÖKBERK

Macit Gökberk, akademik çevrelerde, kitap boyutlarında ve sistematik olarak tarih felsefesini çalışan ilk kişilerden birdir. Gökberk’e göre, 19. yüzyılda Avrupa tarihinin taşıyıcıları, bu tarihin yapısına şekil veren ilkeler milletlerdi. Millet adı verilen tarihi insan grupları, 15. yüzyılda başlayan bir gelişme ile, ilk olarak Avrupa’da ortaya çıkmışlardır.

Yeni olan milletlerin uyanmasıdır; yani milletlerin varlıklarını, birliklerini, özelliklerini anlamaları ve kavramalarıdır. Bugün millet deyince, dil, kültür, soy-bu soy ister gerçek, ister hayal edilmiş olsun-, siyasi ve tarihi kader bakımından birliği ve ortaklığı olan ve bunun böyle olduğuna inanan, böylece bunun bilincini taşıyan bir insan topluluğun anlaşılır. Milleti kuran etmenler arasında en ağır basanı dildir. Nerede bir milli uyanış varsa, orada önce dile yönelme ortaya çıkar, milli dil yabancı dil unsurlarından temizlenmeye çalışılır. Avrupalılar için yabancı dil Latincedir, bizim için Arapçadır.

Gökberk, 1978 yılında yayınlan Tarih Bilinci adlı yazısında tarihe yaklaşım tarzının nasıl olması gerektiği ve ne türden yanlışların bulunduğu üzerinde durmuştur. Tarih bilincinin, yani tarih gerçeğini doğru olarak kavramış olmanın ne yararı var? sorusu, genellikle bilmek yararlı bir şeydir; şeklinde cevaplandırılarak ele alınmıştır. F. Bacon’ın deyişiyle, bilmek, egemen olmaktır.

Tarihte doğada görüldüğü gibi düzenli yenilenmeler yoktur, biriciklik söz konusudur. Doğa bilimlerinin fizik alanında gerçekleştirdikleri başarıyı, tarih alanında başarmak için Comte’un sosyal fizik adı altında sosyolojiyi kurmuş ve sosyal bilimlerdeki gelişmelere rağmen, insanlık kontrol edilememiş ve bunalımlardan kurtulamamıştır.

Gökberk’e göre, tarih insanlığın olanakların öğretir. Bu bilgiler de bizi özgür yapar. Birtakım inançların, görüşlerin, değerlerin ve kurumların tarihin belli bir döneminde, belli koşullar içinde oluştuklarını, dolayısıyla ancak bu belli bir dönem için, bu ortam için geçerli olabileceklerini kavramakla geçmişin tutsağı olmaktan kurtuluruz.

Bizde de tarih bilinci ancak Tanzimat’tan bu yana oluşmaya başlamıştır, denebilir. Ondan önce de tarih var, ama bütün bir topluma yaygın bir bilinç olarak değil de, yöneticiler için bir çeşit not; vakanüvislerin günlük olup biteni bir yere yazması şeklinde. Uluslaşma demek, bir toplumun tarihselliği demektir; tarih içindeki serüvenin sonu olan, ürün olan bir bireyselliğe ulaşması demektir. Önce ne olduğumuzu, sonra da ne olmamız gerektiğini ancak tarih temeli üzerinde anlayabiliriz.

Gökberk’e göre, Türkiye’de sosyoloji alanına August Comte ve Marx’ın anlayışlarının hakim olması, tarih felsefesi açısından iyi olmamıştır. Onların spekülatif düşünceye karşı olmaları, spekülatif sorunları çözme çabalarının önünün kesmekte ve düşüncenin temel yönlerinden birini köreltmektedir. Ortaçağ’da teolojinin emrindeydi şimdi de pozitivizmin emrinde görmek isteyenler var. Ama felsefe, bilimlerin yanında, onlarla birlikte çalışan, insan düşüncesinin ayrı, zorunlu ana bilgi türlerinden biridir.

Gökberk’e göre, Batı kültürünün birbirinden “maddi” ve “manevi” diye ayrılabilecek iki yönü yoktu; bunlar birliği olan bir bütünün birer yönüydüler. Doğu ile Batı arasında kültür çatışması yoktur, çağların çatışması vardır. Yani Ortaçağ değerleri ile Yeniçağ değerleri çatışmaktadır.

Burada asıl sorun, dışarıdan almak değil, bir toplumun dışarıdan aldığını benimseyişi, onun kişiliği içinde eritip yeniden değerlendirilmesidir.

TAKİYETTİN MENGÜŞOĞLU

Tarihi varlık sahasının felsefesi tabiriyle, bütün insan fenomenleriyle birlikte, onun başarıları ve bu başarılar ve fenomenleri tayin eden prensipler (kategoriler) göz önünde bulundurulur. Tarihi varlık sahasını bir bütün olarak ele alınabilmesi için, bir defa bu varlığın da ontolojik olarak görülmesi, yani müstakil bir varlık sahası olarak görülmesi gerekiyordu. İnsan eylemlerini bir bütün olarak görüldüğü zaman, tarihi varlık sahasını, bir bütün olarak ele almak mümkün olacaktır.

NERMİ UYGUR

Sadece 1957 yılında yayınladığı Tarih Felsefesinin Yolu adlı bir yazı yayınlamıştır. Söz konusu yazıda, tarih felsefesini, felsefenin bir disiplini olarak analitik bir yaklaşımla incelemiş ve tarih sorunlarını fenomenolojik açıdan temellendirmeye çalışmıştır.

Uygur, tarih (historia) sözcüğünü, sözcüğün çift anlamlılığından hareketle ele almaktadır: 1-Tarih bilimi 2-Real tarih. Bir bilim olarak tarih bilimi ne kadar yeniyse, real tarih de o kadar eskidir. Real tarih insanla birlikte başlamıştır, insan aleminin bütünüdür; real tarih “regnum hominis” tir.

Vico, Herder, Kant, Hegel, Humboltd, Comte, Schopenhauer, Marx gibi düşünürler insan tarihinin, dünya tarihinin (Tanrı tarihinin değil) gerek gayesi gerekse anlamı üzerindeki soruyu, teolojinin ötesinde çözmek iddiasıyla ortaya çıkmışlardır. Bu öbek tarih felsefecileri, dünya tarihinin bir anlamı olduğunu ve bu anlamın da gaye olduğunu belirtmişlerdir. Uygur, tarih metafiziklerini olumsuzlayarak onlara karşı olmuştur.

Geleceğin tarih felsefesi, fenomenolojik tarih ontolojisidir. Fenomenolojik tarih ontolojisi deyince, her şeyden önce, bir ontoloji anlamalıdır. Fenomenolojik tarih ontolojisi, her çeşit sistemleştirmenin uzağındadır. Tarih ontolojisi için kategori, tarih fenomenlerinin gerisindeki soyutlanmış bir dayanak değildir.

Uygur, felsefi bir tutumla, tarih sorununu ele almıştır. Tarih teriminin çift anlamlılığından (tarih bilimi ve real tarih) hareketle tarih felsefesinin iki kanadını, tarih epistemolojisi ile tarih ontolojisini temellendirmiştir. Her iki yanı da fenomenolojik tarih ontolojisi çerçevesinde açıklamıştır.

DOĞAN ÖZLEM

Doğan Özlem, bütünlüklü yani alanının sorunlarını ve tarihsel gelişimini büyük ölçüde içeren tarih felsefesi yazan, felsefe kökenli ilk kişidir. Tarih Felsefesi başlığıyla 1984 yılında çıkan kitap, alandaki önemli bir boşluğu doldurmuştur.

O, sözcükteki çift anlamlılıktan hareketle tarih felsefesinin de iki anlama geldiğini belirtmiştir: 1-Yaşanmış geçmişin felsefesi olarak tarih felsefesi. 2-Tarih biliminin felsefesi. İlki, tüm geçmiş karşısında filozofların çoğu kez evrenselci bakışlar altında yaptıkları bir felsefe iken; ikincisi, tarihçinin bilgi etkinliğini sorgulamak isteyen bir bilim felsefesi, bir metodoloji eleştirisidir. Özlem, her iki anlayışın da, tarih olaylarının bilinebilir olmasını kabul ettiklerini öne çıkarmaktadır.

Özlem, kitabının sonunda şunları söylemektedir: Kendimize ait tarih yorumu veya açıklamasının bu çokluk ve çeşitlilikle sürekli hesaplaşarak geliştirmenin ve böylece tek yanlılıkların yol açacağı tuzaklardan sakınmanın bir gereklilik ve felsefi olgunluk işareti olarak kendisini hep göstermesi başlıca dileğimizdir.

TEOMAN DURALI

Duralı insanın tarihliliğini, ruh, beşer ve insanlaşmak bağlamlarında temellendirmiştir. Ona göre, etten kemikten olmayana, maddeleşip bedenleşmemiş olana ruh denir. Beşerleşmek, biyolojik bir olayken, insanlaşmak, biyolojik olanı aşar. İnsanın ayırıcı özelliklerinin başında akıl gelmektedir. Akıl, ilahi buyruk ile talimatları gönülde dillendirir.

Her canlının iki çeşit tarihliliği vardır. Bunlardan biri, doğum dediğimiz, kuvvenin fiile dönüşmesi evresiyle başlayan bireyoluş sürecidir. Diğeri genetik yapının sürekliliğini sağlayan soyoluştur. İnsanın bireyliliği, başka hiçbir canlıda görülmeyen, ben biçiminde tezahür eder.

İnsanın olmadığı yerde tarihten bahsolunamaz.

İSLAM FELSEFESİ-DİN FELSEFESİ

İslam Felsefesi başlığı altında yayınlanan kitaplar, genellikle İslam düşünce tarihi şeklinde sunulmaktadırlar.

FİLİBELİ AHMET HİLMİ

din, bir insanın kendinden üstün ve muhtaç olduğu bir kudreti anlaması ve itiraf etmesidir. Dinin dayandığı üç esası şöyle sıralamıştır:

  • Bizim üstümüzde olan ve bize uyması gerekmeyen bir gücün varlığını itiraf.
  • Bu gücün kontrolü altında ve ona bağımlı olduğunu hissetme.
  • Bu güçle insan arasındaki ilişki (kulluk, mabutluk veya vahdet)

Ahmet Hilmi’ye göre, her dönemde dine karşı çıkanlar olmuş ve kendi döneminde de çeşitli gerekçelerle karşı çıkanların sayısı çok artmıştır. Ancak, insanlık tarihinde dinin sürekli oluşu, onun gerekliliğinin bir kanıtıdır. Din düşüncesi, insan algısının doğuştan getirdiği bir zorunluluktur. Din, insan ile birlikte ortaya çıkmıştır. Çünkü her insan, şu sorulara cevap bulma zorunluluğu hisseder: Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Beni çevreleyen bu eşya nedir? Nereden meydana gelmiştir? Bu sorular insanı bir yaratıcının olduğu düşüncesine götürür ve onu tanır ve bilir.

Filibeli Ahmet Hilmi, Osmanlıları da içeren İslam’ın çöküşünü iki açıdan ele almıştır:

1-İslam’ı anlayış tarzında ortaya çıkan yanlışlıklar:

İlim ve ilmin nakilcilik kısmı, akla tercih edilmiştir. Akıl ile doğrulanmayan bir şey, daima aklın hücumlarına maruz kalır ve sonunda da mağlup olur. Filibeli’ye göre dinlere musallat olan iki bela, zühd (çile, inziva) ve ruhbanlıktır. İslam’da en büyük tahribatı yapan unsurlardan bir diğeri de kader anlayışıdır.

Kaderin yanlış yorumu, hürriyetin, özellikle de düşünce hürriyetinin önünü kestiği gibi, davranış ve fiillerin sorumluluğunu da ortadan kaldırmaya ön ayak olmuştur.Bireyin yaptıklarından sorumlu olması, idare ve siyasetin, hükümet ve toplumsal yapının ruhudur.

Fert, kendi fiilinin sorumluluğunu vicdanen inanarak kabullenmelidir. Avamın kader anlayışı, buna imkan tanımamıştır. Hayır ve şerrin haktan olması akidesi de en fazla suiistimale, yanlış anlayışa uğrayanlardandır. Şerrin Haktan bilinmesi, şerre karşı mücadele hissini zayıflatmıştır.

2-Diğer medeniyetlerden gelen yıkıcı unsurlar.

Filibeli’ye göre, İslam’ın bugünkü haline, hoşgörü ve aşırı iyimserlik ile bakmak, sevgi eseri ve fazilet alameti olamaz. Bir toplum, çöküntü ve gerileme sebeplerini bilmedikçe, ilerleme ve yükselme sebeplerini hazırlayamaz.

Alimlerin tutumu, önerilerinin günün şartlarına uymaması, Müslümanların acı bir çaresizlik içine düşmesine neden olmuştur. İslam dini, hikmet ve hakikat bakımından ilimlerin ve fenlerin aleyhinde bulunmaz. Fakat içtihatların semeresi olan ve artık İslam’ın hakikatinin yerini tutmuş bulunan bugünkü düşünce sistemi ile bilimsel verileri bağdaştırmanın imkanı yoktur. Günümüz şartlarını göz önünde bulundurup günümüz sorunları hakkında içtihatta bulunulmayıp karşı çıkılırsa, toplumu idama mahkum etmiş oluruz. Filibeli, İslam tarihinde gerçekleşen bazı hatalara değinerek gerçekçi bir resim çizmiştir.

Niçin sorusu gayeyi içerdiğinden, felsefenin temeline gaye sorunu yerleştirilmiştir. Gaye sorununun dinle ilişkisine dikkati çeken Filibeli, felsefeyi dinin yardımcı ve tamamlayıcısı olarak tanımlamıştır.

O ülkenin sorunlarından kurtulmasıyla felsefe arasında yakın bir ilişki kurmuştur. Yöntemi sorunların merkezine koyarak, felsefeden ne anladığının diğer yönünü sergilemiştir. Felsefenin niçin sorusunu cevaplamayı hedeflediğini belirterek, köken sorunlarıyla ilişkili olduğunu, bazı açılardan dinlerin verdiği cevaplara yaklaştığını kabul etmiş gözükmektedir. İslam’ın akıl dini olması nedeniyle, din ile bilim arasında, kendi sınırları içinde kalmak şartıyla, bir çatışmanın olmadığını bildirmiştir.

DİN FELSEFESİ

ŞEKİP TUNÇ

Şekip Tunç’a göre din felsefesi, din meselesini metotlu bir düşünce ve muhakeme ile aydınlığa çıkarmağa, anlaşılmasını kolaylaştırmağa çalışır. Hitap ettiği kesim aydınlardır. Ona göre din hakkında iki yoldan düşünülür: 1-İlahiyat ya da kelam yoluyla. 2-Din felsefesi yoluyla. Birinci yolda, dinin sunduğu öğütler, ilham ettiği fikirler, konu yapılır. İkinci yolda, dinin kendisi konu edinilir.

Din felsefesi, emsalleri gibi, felsefenin genel yöntemine uygun çalışmaktadır. Söz konusu yöntemler bilgi teorisi, psikoloji, ahlak ve sosyoloji üzerinde yapılan incelemelere bağlıdır. Din felsefesinin görevi, önemini kaybetmeyen değerleri öne çıkarmaktır. Örneğin ruhun din hayatındaki yeri, dini düşünceler, din-ruh ilişkileri incelendiğinde, din, realiteyi anlamak değil, bu realitenin kıymetini bilmekle yükümlüdür.

Tunç daha sonra, dini açıklama, dini bulunç, dinde mekan telakkisi, din anlayışında materyalist ve idealist tutumlar, Zaman sorunu, birlik sorunu, Tanrı ve dünya, düşünce ve tasavvur, din psikolojisi, din duygusu, imanı yaşama tarzları, yüksek dinlerde iman tipleri, Hıristiyanlık konularını işlemiştir.

MEHMET AYDIN

İlahiyat kökenli bir felsefeci olan Mehmet Aydın din felsefesinin genel çerçevesini çizen bir diğer düşünürdür. Din felsefesi yapmak, dinin temel iddiaları hakkında rasyonel, objektif, genel ve tutarlı bir tarzda düşünmektir.

Aydın, din felsefesinin problemleri olarak şunları sıralamıştır:

  • Metafizik ve kozmolojik problemler: Tanrı varlığı hakkında lehte ve aleyhte deliller, alemin yaratılışı, insanın alemdeki yeri ve önemi, vahyin imkanı, ölümden sonra hayat ve ruhun ölümsüzlüğü.
  • Epistemolojik Problemler: Evrene ilişkin bilgilerimizden Tanrı’nın bilinmesine gitme çabalarının epistemolojik değeri. Bir bilgi kaynağı olarak vahiy ve dini tecrübe. İnanma, bilme, şüphe etme, zan, yakın ve benzeri kavramların epistemolojik tahlil ve tenkidi. Temel dini hükümlerin doğrulanması veya yanlışlanması.
  • Dini hükümlerin dil ve mantık açısından tenkid ve tahlili. Din dilinin mantık statüsünün belirlenmesi.
  • Dinin ahlak, sanat, ilimle münasebeti: Bütün beşeri tecrübelerin organik bir bütünlüğe kavuşturulması ve yeni dini tefekkür sistemlerinin kurulmasına ilişkin çabalar.
  • Dini sembolizmin anlam ve önemi.

Konusu itibariyle din felsefesine en yakın kelamdır. Din felsefesi, sistematik kelamla daima dirsek teması halindedir. Birincinin ikinciyi büyük ölçüde içerdiği de söylenebilir. Ayrıca din felsefesi, dinler tarihi, din psikolojisi, din sosyolojisinden de önemli ölçüde faydalanmaktadır.

Dinin hakikati ve onun bu açıdan değerlendirilmesi, dini hükümlerin haklılığının gösterilmesi insani bilimlere düşmez. Filozof için önemli olan, ontolojik delilin iddiasının doğruluğudur.

Aydın, din felsefesinin teorik çerçevesini çizdikten sonra, alanın temel konularını açıklamaya geçmiştir. Din Felsefesi’nde ele alınan konu başlıkları şöyledir: Tanrının varlığı ile ilgili deliller; Tanrı’nın sıfatları; sıfatlar, kötülük problemi ve insan hürriyeti, sıfatlar ve Tanrı-Alem ilişkisi; ateizm; ölüm ve sonrası; din ve bilim; din, sanat ve ahlak. Sıralanan bu başlıklar çeşitli alt başlıklarla birlikte alanın genel bir çerçevesini çizmiştir.

TÜRK DÜŞÜNCESİ-TÜRKÇE-ELEŞTİRİLER

Türkiye’de felsefecilerin en çok ihmal ettikleri konulardan biri de, ait oldukları toplumun düşünsel yapısına ilişkin araştırma yapmaktır.

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Fuad Köprülü

Fuad Köprülü (1890-1966), tartışmasız olarak Türk tarihçiliğinin en tepesinde yer alan çok az kişiden biridir. Ona göre memleketimizde tarih, hâlâ muharebe ve zafer hikayeleri, hükümdar ve vezir menkıbeleri, müsaleha-nameler akdi, isyan ve ihtilal vakaları, ricalin katli ve idamı gibi telakki olunuyor.

Ona göre, şimdiyi ve geleceği yapan geçmiş olduğundan, tarih sahnesine yeni çıkan milletler, kendilerine geçmiş uydurmaktadırlar. Ayrıca geçmiş, milletin geleceğe koşması için gerekli gücü vermektedir. Öte yandan övünülecek özellikleriyle noksanlarını bilmeyen milletler de, gelecek için hazırlanmış sayılmaz.

Siyasi mazisini Hammer’den, edebiyatını Gibb’den öğrenmek kadar Türkler için kötü (hadi-i hicab) hiçbir hadise yoktur.

Köprülü, genelde tarih, özelde edebiyat tarihinin, bir milletin bütün düşünsel yapısını ortaya koyduğu düşüncesindedir. Türk tarihçiliği ve düşüncesi açısından Köprülü’nün ortaya koyduğu en önemli şeylerden biri, Türk tarihinin sürekliliğinin dayandığı verileri ortaya koyarak, onun bütünlüğünü göstermesidir.

Köprülü, 1923’ te basılmış olan Türkiye Tarihi Anadolu’nun İstilasına Kadar Türkler adlı kitapta analitik ve eleştirel bir tavır sergilememiştir. Daha çok, kısa bilgiler vererek tarihten haberdar etmekte ya da ders kitabı niteliği göstermektedir. Ancak Türk tarihinin sürekliliği sorunu açısından önemli bir niteliğe sahiptir. Hunlardan başlatılan tarihi süreç, siyasi gelişmelerden daha fazla kültürel unsurlara yer verilerek ele alınmıştır.

Fikri Hayat başlığı altında, Türklerin barbar olmadıkları, geliştirdikleri yazılar, kullandıkları alfabeler, güzel sanatlar, şiirler, ozanlar, ozanların ordu ve saraylardaki önemleri, şiir konuları, musiki, destanlar, Oğuznamelerden hareketle açıklanmaya çalışılmıştır.

Müslüman Türk Devletleri başlığı altında, Karahanlıların siyasi gelişimleri ele alınmış, Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig adlı eseri ile Kaşgarlı Mahmut’un Divan’ı Lügati Türk adlı eseri hakkında bilgi verilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı çalışmasında, sorunu, siyasi, iktisadi, içtimai özelliklerinin yanında kültürel özelliklerinin belirlenmesinin gerekliliğini vurgulamış, toplumu oluşturan bu temel değerlerin kaynaklarını ortaya koymuştur. 13. Yüzyılda oluşan şartların 14. yüzyılda da büyük ölçüde devam ettiğini belirterek, devletin temel kaynağının Selçuklular olduğunu göstermiştir.

Ayrıca Göktürk Kitabeleri’nin, hukuk açısından önemli olduklarının, kendi ürettikleri kamu hukuku malzemesini içerdiklerinin altını çizmiş ve Türklerin İslamiyet dairesine girdikleri zaman eski ve kuvvetli hukuki kültüre malik olduklarını belirtmiştir. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1918) adlı eserinde Köprülü, Anadolu’da gelişen İslam anlayışının Orta Asya kökenli olduğunu ve Türklerin bu çerçevede İslamiyet’i benimsedikleri üzerinde durmaktadır. Köprülü adı geçen çalışmasında, Hoca Ahmet Yesevi ve Yunus Emre üzerinde durmuştur.

Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi adlı çalışmasında, Türk tarihini, edebiyat üzerinden bütünlüklü bir şekilde kurmaya çalışmıştır. Çalışmanın, İslam öncesi bölümünde, siyasi tarih, medeniyet adı altında, inançlar, aile yapısı, devlet anlayışı, ahlak ve âdetler, iktisadi hayat, yollar, güzel sanatlar, yabancı dinler, Türkçenin yapısı ve ürünleri, destanlar ve türleri, şiir ve şairler konu edinilmişlerdir.

Köprülü’nün çalışmaları çerçevesinde tarihçiliği ele alındığında, dört önemli başlık öne çıkmaktadır. Devlet, din, iktisat ve edebiyat. Devlet bağlamında, devletin nasıl bir yapıya sahip olduğu, hukuk, yönetim tarzı, halkla ilişkileri, yönetim ilkelerinin kökenleri, Türk devletler tarihi çerçevesinde temellendirildiği görülmektedir.

Ümit Hassan

Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler adlı kitabında Ümit Hassan, eski Türk kültürünü (İslam öncesine) farklı bir yaklaşımla ele almıştır. Çalışmada, ilk toplum örgütlenişiyle ilgili iki ölçüt kullanılmıştır. İlki, eşitlik/ eşitsizlik ikincisi, babahanlık / anahanlık (babaerkil, anaerkil). İlk toplumsal örgütlenmenin, birinci ölçüt açısından, eşitlikçi-sınıfsızlıktan başlayarak çözüldüğünü; ikinci ölçüt açısından da anaerkil karakteristikten babaerkiliğe doğru olduğunu önerme olarak kabul etmiştir.

Devlete yaklaştıkça, önceleri ayrılmaz bir bütün olan kandaşlık ve örgütlenme, ayrılmaya-hatta bir bakıma ayrışmaya başlar. Kandaşlığı sürdüren örgütlenme, onu ortadan kaldıracak gelişmenin ta kendisidir.

Ümit Hassan, Han (Khan) başlığı altında, Han’ı önce dilsel temellerden hareketle açıklamaya çalışmıştır. Bu bağlamda, dilsel özelliklerin teorik boyutları, lehçelerin yayılma tarzı ve tasnifi, metodolojik konum sorunlarını ele almıştır. Sonra Han’ın, anahanlık (anaerkil) temelleri, örgütsellik, değişkenlik çerçevesinde incelemiştir.

Ümit Hassan’ın ortaya koyduğu bu çalışma, iki açıdan önemlidir. İlki, yöntem açısından, İslam öncesi Türk toplumunu teşkilat yapısını, Türkçe terminolojinin kök anlamlarından (etimolojisinden) hareketle temellendirme çabasıdır. İkincisi, Türkleri, diğer toplumları da içine alan tarihsel süreçte baskın olan anaerkil, eşitlik, eşitsizlik, babaerkil, gens, göçebe gibi tarihsel kavramlarla açıklamasıdır.

TÜRKÇE

Bir toplumun düşünce yapısını çok açık bir şekilde ortaya çıkarmak için, o toplumun dilinin özelliklerinin de sergilenmesi gerekmektedir. Türkçe’nin yapısına ilişkin felsefe çevrelerinde yok denecek kadar az çalışma yapıldığı söylenebilir.

Nermi Uygur

Uygur’a göre Türkçe’nin önemli bir özelliği olan konuşma, Türk kültür çevresinde başlı başına bir amaçtır. Konuşma: “N’oldu böyle sana ağzını bıçak açmıyor?” “Orda ağzı kilitli durma!” “Söz ağzından dirhemle çıkıyor” gibi konuşmayla ilgili deyimleri şöyle değerlendirmiştir: Türkçe deyimler, Türkçeye yapışık kuruluşlar olup başka dillere çevrilmeye gelmezler; bunlar Türkçeye özgü yaşama duygusu, yaşama yöneltisi, yaşama biçimi, yaşama koşullarıdırlar.

Gizlisiz-saklısız konuşma, önem verilen bir durumdur. Konuşmadan anlamayan, konuşma için bir anlayışı olmayan insan, insan sayılmaz Türklerce. Diyaloga dayanan bir varoluşa yetesiye bakım göstermeyen bir toplum düzeni, insana yakışmayan bir toplum düzenidir. Deyimde dile getirilen vurgu, tanımsal bir özellik olarak öne çıkmaktadır.

Türkler için yaşamak, anlatmaktır. Yaşarken anlatır Türkler, anlatarak yaşar dost çevrelerinde. Bu davranışta, köklerini günübirlik yaşamın derinlerine salan eski bir yaşama geleneği iş başındadır.

“Eğri oturalım doğru konuşalım” sözüyle de konuşmanın adabını da ortaya koyarlar. Özellikle de gevezelikle ilgili olumsuz sözler, konuşmanı biçiminin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Uygur seslenişleri üç açıdan ele almıştır:

  • İlk sesleniş tarzı özaddır (ad). Türkçede, özadla (adıyla) seslenilir. Türk için kendi olan şey, insanın özü olan şey, onun adıdır. Özad, Türkün kimliği, özelliği. Kendi beni, kendi kişiliğidir.
  • İkinci sesleniş tarzı: Başkalarına hitaplar büyük ölçüde akrabalık terimleriyle yapılır (Uygur 1984/ 2, 43). Bütün bu niteleme seslenişlerinde dostça bir davranış dile getirilmektedir.
  • Üçüncü Sesleniş tarzı: Kişilere hitap ederken Siz yerine Sen’i tercih etmektir (Uygur 1984/ 2, 43). Sesleniş tarzlarını Almanca’yla karşılaştırmalı olarak betimledikten sonra bazı değerlendirmeler yapmaktadır. Ona göre bir dil topluluğunun üyelerinin eylemlerini, yalnızca dil belirler denemez.

Dil, insana bir yönelme ortamı sağlar.

Türkçe tümcelerin genellikle az sayıda tümce parçalarından oluşması, Türkçeye özgü düşünme alışkanlığının iç işleyişinin yakından görülmesini sağlar. Türkçe dünyaya teğet dokunur.

Uygur metnini şöyle sonuçlandırmıştır: Günlük Türkçe, konuşup söyleşmeden tadalan bir dil; öyle bir dil ki, insanlar-arası ilgi ve ilişkilere belirgin bir eğilim göstermekte; somut, duruma bağlı, sertlikten uzak bir gevşekliğe bürünen bir düşünme üslubu ağır basmakta.

Ömer Naci Soykan

Soykan, Türkçeyi yapıca inceleyen biridir. Yayınladığı çeşitli makalelerde Türkçenin yapısına ilişkin önemli görüşler ortaya koymuştur. Özelikle Türkçe’nin söz dizimine (sentaksı) ilişkin tespitleri Türkçe araştırmalarında önde gelmektedir.

Türkçe’de her sözcüğün kendi ayrı kökü ya da gövdesi oluşu, bu kök ve gövdelerin hep aynı kalışı, ayrıca sözcüklerin ön ek alamaması Türkçeyi aşırı sözlüksel bir dil haline getirmektedir.

Türkçede kurallı basit cümle, özne, zarf, tümleç (yer tamlayıcısı), nesne, yüklem olmak üzere, beş öğeden oluşur. Bu beş öğenin beşini de içinde barındıran bir cümle alır, cümledeki olası tüm söz dizimi değişikliklerini yaparsak, her defasında cümle anlamını korursa, o zaman söz diziminin Türkçede anlamı belirlemediği biçimindeki savımız kanıtlanmış olur. Soykan, Erol geçen yıl Avrupa’dan bir araba getirmişti cümlesini örnek olarak kullanarak bu cümlenin anlamı değişmeden, 120 farklı söylenişini tespit etmiş ve savını kanıtlamıştır.

Dil-Dünya Bağı: Türkçe’de, düz cümlelerde yüklemsel öğenin sonda oluşu ve sözcük birimlerinin cümle içindeki yerlerinin istenildiği gibi değiştirilebilirliği nedeniyle, olay tasvirinde sözcük birimleri, parça olayların oluş sırası her zaman rahatlıkla izlenebilmektedir. Bu sıra, düz cümlenin kendisinde çoğunlukla vardır.

ELEŞTİRİLER

Darülfünun’da Felsefe Bölümü’nün kurulmasından (1900) bu yana felsefe öğretiminin kesintisiz devam etmesi, bugün felsefe bölümü sayısının elliye ulaşması, bu bölümlerdeki felsefeci sayılarının yüzlerle ifade edilmesi, felsefenin her disiplininde çok çeşitli çalışmaların yapılıp yayınlanması, on civarında felsefe dergisinin bulunması, söz konusu haritadaki göze çarpan olumlu unsurlardır.

Felsefenin ilkelerinden biri olan eleştiriyle Türkiye’deki felsefe anlayışına bakıldığında, önemli sorunların da bulunduğu görülmektedir. Felsefedeki sorunlar, şu sorular çerçevesinde ele alınacaktır: Felsefecilere göre Türkiye’de felsefenin durumu nedir? Türkiye’de üretilen felsefe çalışmaları, felsefecilerin ihtiyaçlarını karşılayabilmekte midir? Toplumsal sorunların felsefi temellendirmeleri ne kadar yapılmaktadır? Sıralanan bu soruların çizdiği genel çerçeve, Felsefenin Durumu ve Felsefe Anlayışındaki Sorunlar başlıkları altında çeşitli yönleriyle aşağıda tartışılmıştır.

Felsefenin Durumu Felsefenin Türkiye’de gelişmesine en çok emek veren Macit Gökberk, Takiyettin Mengüşoğlu ve Nermi Uygur’un 1960’ ların ikinci yarısıyla 1980’ lerin ilk yarısı arasındaki zaman diliminde dile getirdikleri felsefenin Türkiye’deki durumuyla ilgili görüşleri olumsuzdur.

Türkiye’de çağdaş felsefe bakımından özgünlük yoktur. Türkiye’de özgün felsefe olmamasının nedenleri olarak, büyük bir felsefe geleneğinin olmaması, Cumhuriyet döneminde felsefeci sayısının azlığı ve yeterli düşünce özgürlüğünün bulunmaması sayılmışlardır. Gökberk`e göre, felsefenin gerektiği gibi gelişememesinin en büyük nedeni, gereği kadar özgürlük olmamasıdır. Çünkü felsefe, en radikal, en köke kadar inen soru demektir. Bunun için de mutlaka özgürlük gereklidir ve yasalar ile töreler buna elverişli olmalıdır. Felsefenin, karşında soru soramayacağı hiçbir konunun olmaması gerekir.

Teoman Duralı, Türkiye’de felsefe geleneği olmadığını, keçiboynuzu türünden bir felsefe öğretimi olduğunu, felsefemiz olmadığından, hocalar, nerede yetişmişlerse, hangi kültür dünyasından geliyorlarsa onu öğrettiklerini, bu durumun düşünce dünyamızı dehşet verici bir tarzda sınırlandırdığını, yapılanın Avrupa’da belirmiş felsefe geleneklerine secde ettiğimizi (Duralı 2009, 11-12) bildirerek karamsar bir resim çizmektedir.

Felsefe Anlayışındaki Sorunlar

Sorular ve sorgulama biçimi büyük ölçüde aynı kalırken, felsefe anlayışları bağlamında verilen cevaplar, her çağın sorunlarına ve değerlerine bağlı olarak değişmiştir. Bir felsefe sorusu, filozofun kendi kendisiyle konuşmasıyla başlar, ya da bir soruyla başlayan konuşma sürdürülür. Felsefe sorusu, kuruluşu gereği, cevabı “sorulana” bağlı olan bir soru değildir. Sorunun cevabı, başkaları tarafından değil, soran tarafından verilmesi gerekir.

Türkiye’de görülen genel tutum, sorunun kişinin kendine sorması değil, soruların filozoflara sorulmasıdır. Soru, varlık nedir? şeklinde dile getirildiğinde, sorunun muhatabı soruyu soran kişidir. Ancak soru Hartmann’a göre varlık nedir? şeklinde sorulduğunda muhatap öncelikle Hartmann’dır. Varlık sorununun ne olduğunu anlamak yerine, Aristoteles’in varlık anlayışını anlamaya çalışmak, önemli bir hata gibi gözükmektedir. Yapılması gereken, varlıkla ilgili şimdideki sorunları geçmişten gelen malzemeleri de kullanarak felsefi tarzda temellendirmektir. Böylelikle soruna ilişkin bir deneme yapılmış olunur. Denemedir, çünkü, felsefe tarihi bu denemelerle doludur ve başka denemelerde yapılmaktadır ve yapılacaktır.

Türkiye’deki felsefe süreci, filozofların kitaplarını okumanın yeterli olmadığını göstermektedir. Bu algılayışın başlıca sonucu, filozof metinlerini yorumlayarak aktarmanın, felsefe yapmak olduğu sanısıdır. Esas olan, felsefe sorusunun sorumluluğunu yüklenmektir.

Türkiye’deki felsefe çalışmalarına bakıldığında, herhangi bir felsefe problemi alanında Batılı düşünürlerin görüşlerinin sistematik eleştirisine rastlanmamaktadır. Her fırsatta eleştirinin önemine işaret edilirken, eleştirin somut örneklerinin üretilmemesi, felsefe anlayışımızın en önemli sorunları arasındadır.

Felsefeciler, ihtiyaç duydukları kaynak eserleri, sayıca, içerikçe ve nitelikçe üretememişlerdir. Böylesine önemli bir konu neden göz ardı edilmiştir? Buna ek olarak Türkçede üretilmiş felsefe yayınlarının güvenilir olmadıklarına ilişkin inanç mevcuttur.

Bir başka sorun olan dil, kurum olarak üniversitenin yanlış kabullerinden kaynaklanmaktadır. Bu kabul, bilim ve felsefe yapabilmenin yolu Batı dillerinden biri üzerinden olur; kendi dilinde yapamazsın anlayışıdır.

Felsefenin temel sorunlarıyla uğraşmak yerine, tali sorunlar üzerine çalışmak, derleme, aktarma, tasvir temelli çalışmalar, kaynak eserlerin oluşmasının önündeki diğer bir engeldir.

Felsefeci Toplum İlişkisi: Felsefeciler, toplumun felsefe ihtiyacını karşılayabilmişler midir? sorusu çerçevesinde felsefe toplum ilişkisine bakıldığında, sonucun olumsuz olduğu görülmektedir. Felsefeciler, temel felsefe sorunlarına Türkiye’de karşılık gelecek düşünceler üzerinde durmamışlar ve toplumun yaşadığı sorunları felsefi bir temellendirmeyle incelememişlerdir.

Başka bir deyişle, bilgi, ahlak, varlık, mantık, devlet gibi temel felsefe sorunlarının yapıları bütünlüklü bir şekilde ortaya konulmadığı gibi, bu sorunların Türkiye’de, nasıl anlaşıldığı, bu konularda neler düşünüldüğü, üzerinde de durulmamıştır. Felsefenin temel sorularıyla ilgili yeterli düşünce üretimi gerçekleşmediğinden ve üretilenler hakkında da tartışmalar yapılmadığından, Türkiye’de felsefe geleneği ya da gelenekleri oluşamamıştır.

Buradaki daha önemli sorun, felsefecilerin, Türkiye’de üretilen felsefe temelli düşünceleri inceleyip tartışmaya değer görmemeleridir. Bir toplum düşünce gelenekleri oluşturamamışsa, düşünce üretemiyor, dolayısıyla da sorunlarını çözemiyor demektir.

Yukarıda sıralanan sorunlar değerlendirildiğinde, en önemlilerinin kaynak eser üretmek ile gelenek oluşturma süreçleriyle yakından ilgili olduğu görülmektedir.