Türkiye’de Felsefenin Gelişimi 1 – Ders Notu

İSLAM MEDENİYETİNDE FELSEFE ALGISI

Felsefenin İslam medeniyetinde meşrulaştırılmanın yollarından biri, felsefenin (hikmet) İdris Peygamber tarafından kurulduğunun kabul edilmesidir. Bu kabule dayanarak El Kindi ve Farabî gibi filozoflar, hikmetin felsefenin ilkin Irakta yaşayan Keldaniler arasında ortaya çıktığını, sonra Mısır’a götürüldüğü, oradan da Yunanistan’a geçtiği, Yunanlılardan da Süryanilerin aldığı ve sonunda Araplara vardığını kabul ederler.

Felsefe, insanın gücü yettiği ölçüde Tanrı’ya benzemesidir. İlk İslam filozofu kabul edilen Kindi’ye göre felsefe, insanın gücü ölçüsünde varlığın hakikatini bilmesidir.

Kelam ve Fıkıh, İslam bilgi anlayışı çerçevesinde gelişen en önemli ilimlerden ikisidirler. Kelam, Allah’ın varlığı, sıfatlarını teorik çerçevelerde inceleyen felsefeyle de çok yakından ilişkili teorik bir disiplindir. Fıkıh, bir yanıyla inancın ilkelerini temellendirmek ve ibadetlerin şartlarını belirleyen, diğer yanıyla İslam hukuku olan teorik ve aynı zamanda pratik yanlarının ağır basan disiplindir.

Tanrı’ya hürmetin ve O’na ibadetin en hakiki yolu, felsefi arayıştır. Hatta El Kindi, peygamberlere vahyedilen gerçeklerin, metafizik bilgiler olduklarını ileri sürerek felsefe ile vahiy arasında çatışmanın olmadığını belirtmiştir. Sudur anlayışına, “yoktan yaratma” inancını ekleyerek yaratma sorunun felsefe bağlamında ele almış ve böylelikle felsefe ile din arasındaki ortaklıkları artırmaya çalışmıştır.

Diğer yandan felsefedeki şüphe ile dindeki iman, bir araya gelmez iki karşıt değeri temsil ettiklerinden, evren tasavvuru oluşturan iki düşünce biçimini birbirlerinden uzaklaştırmışlardır. Din hakikate sahip olduğuna ve kendisine iman edilmesini beklemektedir. Felsefe ise hakikati keşfetme çabasında olduğundan, önüne çıkan her şeyden şüphe etmektedir. Örneğin Maturidi niçin sorusunun hikmetten yoksun olduğunu bildirerek felsefe sorularını etkisizleştirme yoluna gitmiştir.

Meşşailer olarak bilinen okul metafizikle ilgili üç önemli konuda kelamcılardan çok farklı sonuçlara varmışlardır:

  • Madde öncesizdir (ezelidir). Tanrı, evrenin yaratıcısı değildir. Yaratıcı deyimi mecazi bir deyimdir. Evrenin ilk nedeni olması evrenin kendisinden zorunlu olarak sudur etmesi bakımındandır. Madde ile Tanrı arasındaki bağıntı, neden etki arasındaki bağıntı gibidir. Etki, nedenden zaman bakımından geri değildir.
  • Tanrı’nın bilgi (ilim) ve inayeti tümellere (külli) yani evrenin tümel yasalarına ilişkindir. Yoksa tikellere ilişmez. Tanrı’nın bilgisi akletmek yoluyladır; duyular yoluyla değildir.
  • Ruh, her türlü yetkinliği kabul edebilir, düşünce ve eylem güçleri yetkinleşince Tanrı’ya benzer.

Gazalî, Meşai filozoflarının ortaya koyduğu görüşleri hem mantıksal tutarlılık, hem de dinle ilişkileri açısından sorgulamıştır. Aklın belli sınırlarının olduğu gerçeğinden hareketle, felsefenin yetersizliğini göstermeye çalışmıştır.

Gazalî, İslam akidelerinden hareketle düşünce üreten ve hakikate varmaya çalışanları dört sınıfta toplamıştır:

1-Rey ve istidlal sahibi olduklarını iddia eden kelamcılar

2-Hakikatleri “imam-ı masumdan” öğrendiklerini söyleyen Batiniye fırkası.

3-Mantık ve burhandan hareket eden filozoflar.

4-Tanrı’nın huzurunda bulunduklarını iddia eden mutasavvıflar

OSMANLI DÖNEMİNDE FELSEFE

Taşköprülüzade (1459-1561), öğrencilerin ilim öğrenme sürecindeki vazifelerini ele alırken, her ilimden bir şeyler öğrenmeyi, hiçbirini terk etmemeyi, her ilmin gaye, maksat ve yolunu bilmeyi dile getirmiştir. Bununla birlikte Taşköprülüzade’ye göre, dine uymayan her ilim elbette kötüdür.

Kınalızade (1510-1572), hikmet üzerinde duran düşünürlerinden biridir. Ahlaki Alai adlı kitabında ahlâkı, hikmetin bir bölümü olarak tanımlayın Kınalızade için: Hikmet, harici varlıkları ilk planda ne halde ise, o hal üzere bilmektir. Kınalızade’ye göre, hikmetin konuları arasında olan harici varlıklar iki kısımdır: 1-Varlığında, insanın güç ve iradesinin etkisi olmayanlar. Yer, gök, şahıslar, insan ve hayvan gibi. 2-Varlığı, insanın güç ve iradesine bağlı olanlar. İnsanının ortaya koyduğu fiiller, hareketler ve ameller gibi.

Katip Çelebi (1609-1659), hikmet ilmini tanıtırken İslam’da felsefenin nasıl başladığını ve geliştiğini içeren kısa bir felsefe tarihi resmi çizmiştir. Ona göre Hıristiyan milletler felsefeyi reddetmişler, Müslümanlar Tehafüt (reddiye) ile karşılık vermişler fakat reddetmemişlerdir. Ona göre Hikmet, mevcut varlıkların hakikatlerini insanın gücü oranında bilmesidir.

Katip Çelebi, felsefe hakkında bütün olumlu düşüncelerine rağmen, felsefe ilimlerinde çalışmanın iki şartla helal olacağını bildirmiştir.

1-Zihni İslam inançlarından boş olmamak bilakis dininde güçlü ve şerefli, şeriat hakkında geniş bilgili olmak.

2-Felsefenin şeriata aykırı problemlerine geçmemektir.

MODERN FELSEFE VE TÜRKİYE’YE GİRİŞİ

Reform hareketinin yarattığı kargaşa ve savaşlarda doğup gelişen Descartes’ın (1596-1650), Yeniçağ Avrupa Medeniyeti’nin düşünce açısından temel çerçevesini çizdiği kabul edilmektedir. Descartes’in kurduğu Kartezyen düşünce, insanın bağımsızlığını ilan etmesi anlamına gelmiştir

Modern düşüncenin en önemli unsuru akıldır. Akıl, insanın kendi varoluşunu sağlamada ve sürdürmede belirleyici ilke kabul edilmiştir. Kant’ın deyişiyle, bireyin aklını kullanışı, erginliğe ulaşması anlamına gelmektedir.

Mantık, matematik ve mekanizma, aklın gösterdiği şaşmaz yoldur. Akıl ile bilgi arasındaki ilişkide, yöntem merkezi bir rol oynar. Doğru bilgi elde edebilmek için, doğru yöntem kullanmak gerekir. Doğru yöntem de, ancak, aklın işleyiş kurallarından çıkartılabilir.

Aydınlamanın en belirgin özelliklerinden biri şöyle ifade edilmiştir: “ Şüphe bilimin başlangıcıdır; hiçbir şeyden şüphe etmeyen bir insan, hiçbir şeyi tetkik edemez; hiçbir şeyi tetkik edemeyen hiçbir şeyi keşfedemez; hiçbir şeyi keşfedemeyen kördür, ve hep kör kalır”.

1845 yılından itibaren Askeri Cerrahhane’de çalışan Fransız öğretmenler öğrencilere materyalizmi aşıladıkları kabul edilmektedir. Bu dönemde, Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi, Münif Paşa, Cevdet Paşa, Ali Suavi, Filibeli Ahmet Hilmi, Ahmet Mithat Efendi başta olmak üzere, çok sayıda düşünür, felsefeyle ilgilenmişlerdir.

1870’lerden itibaren Cevdet Paşa’nın mantık kitapları, Münif Paşa’nın aydınlamacı bir zihniyetle ele aldığı özgürlük ve eşitlik sorunları, Filibeli Ahmet Hilmi’nin felsefe yazıları, Ahmet Mithat Efendi’nin felsefe çalışmaları ile bilim sınıflamalarını içeren yayınlar öne çıkmaktadır.

Ancak Felsefe konusunda asıl gelişme, 1900’de Darülfünun’un (üniversite) açılmasıyla birlikte Felsefe Bölümü’nün kuruluşuyla başladığı söylenebilir.

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ FELSEFE BÖLÜMÜ

12 Ağustos 1900 tarihinde Darülfünun-ı Şahane adı altında Edebiyat Fakültesi ile birlikte Felsefe bölümünün kurulduğu kabul edilmektedir.

Felsefe Bölümü’nün Üç Dönemi

1-1900-1933 Reform Öncesi Dönem.

2-1933-1950 Yabancı Hocalar Dönemi.

3-1950-1990 Doktoralı Yerli Hocalar Dönemi.

Reform öncesinin felsefe hocaları, felsefenin problemlerini, tarihini, ortaya çıkan felsefe akımlarını önemli ölçüde tanımış ve anlatmışlardır. Mehmet İzzet’in belirttiği gibi, yabancı bir dildeki kitabı esas alarak ve aynı kitabı öğrencilere tavsiye ederek ders anlatılması temel tavırdır

Bölüm’ün yapılandırılması için bilim felsefecisi Hans Reichenbach getirilmiştir. Ağırlıklı olarak mantıkçı pozitivizm üzerinde duran Reichenbach’ın felsefe anlayışı Türkiye’de nispeten yeniydi. Reform sonrasında yeni kuşak felsefeciler, Hilmi Ziya Ülken, Vehbi Eralp ve Nusret Hızır Reichenbach etkisindedirler.

Macit Gökberk’in belirttiğine göre, 1950 yılında Felsefe Bölümü Türk hocaların sorumluluğuna geçmiştir

DİĞER FELSEFE BÖLÜMLERİ

  • Ankara Üniversitesi DTCF Felsefe Bölümü 1940 yılında kurulmuştur.
  • Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü 1968 yılında İonna Kuçuradi’ye teklif edilmiş o da kabul etmiştir.
  • Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü 1975 yılında kurulmuştur.
  • ODTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü 1983 yılında kurulmuştur

1.DÖNEM: AHMET MİTHAT EFENDİ-FİLİBELİ AHMET HİLMİ-ZİYA GÖKALP-HİLMİ ZİYA ÜLKEN

AHMET MİTHAT EFENDİ

Felsefeyle ilgili yazıları: Felsefe ve Feylosoflar, Felsefenin Sergüzeşt-i Ahvali, Hürriyetin Mahiyeti, Duvardan Bir Sada, İnsan, Schopenhauer’ın Yeni Hikmeti (1887), Nevm ve Halat-ı Nevm (Uyku ve Haller), Voltaire Yirmi Yaşında ya da İlk Aşkı (1885), Ekonomi Politik (1879), bilimlerin tanıtılmasıyla ilgili Düğümlerin Çözümü (Hallu’l-Ukad) (1890), Paris’te otuz Bin Budist (1890), Ben Neyim? Materyalist Hikmete Müdafaa (1891).

Ahmet Mithat Efendi’ye göre felsefe , yani hikmet, insan zihninin bir çeşit pusulasıdır ki, hangi konu ve meselede olursa olsun insanın ortaya koyacağı en doğru hüküm, felsefenin kılavuzluğuyla gerçekleşecektir. İnsan zihninin düşünmeye başladığı andan itibaren felsefenin başladığı söylenebilir.

Felsefe (hikmet), “her şeyin, her hükmün doğrusu” ise hakim (filozof), her şeyin doğrusunu yapan insan olmak zorundadır. Sözü eylemine uymayan kişi, kendi kendisiyle çelişkiye düşen bir yalancıysa, yalancı, hakim değil, şahit bile olamaz.

Ona göre, “nasıl felsefe her yerde hakikati ararsa, din için de aranan hakikattir”. Dinler bir toplumun fikrini bir noktada toplarken felsefe bu çabaya girmez. Bütün filozoflar, dünyada manevi kuvvetin hüküm sürdüğünü görmüş ve anlamışlardır; aralarındaki fark, manevi kuvvetin mahiyeti konusunda görülmektedir.

Fen bilgisinde, bir şey hakkında verilen hükümler değişmediğinden, fenler ilimlerden daha güçlüdürler. Matematik hangi fenle ne oranda ilişkiliyse, o fen de o aranda müspettir

Tarih ve coğrafya, kesinlikle doğruluk üzerine kurulu olmayıp büyük zanlar, müthiş hatalar onlarda dahi vardır. Bu ilimlerin kendilerine has bir özellikle, kendi hatalarını düzeltebilmektedirler.

FİLİBELİ AHMET HİLMİ

Eserleri: Tarih-i İslam, Allah’ı inkar Mümkün müdür? İlm-i Ahvali Kur’an, Hangi Felsefi Ekolü Kabul Etmeliyiz? Üss-i İslam, Huzur-i Akl ü Fende Maddiyun Meslek-i Delaleti, Tasavvuf-i İslami ve Funun-ı Cedide ve Felsefe, Amak-ı Hayal, Türk Ruhu Nasıl Yapılır, Müslümanlar Dinleyiniz, Üç Feylosof, Ahval ür-Ruh, Yeni Akaid, Şeyh Bedrettin, Bektaşiler.

Filibeli’ye göre, hakikati örten hayallerin yırtılmasıyla, insan, dünyanın gerçekliğiyle yüzleşir. Ona göre, en iyi, en sağlam ve en bilimsel yöntem, tahlildir. Ne yapacağımızı bilememenin adı ise “göçebeliktir”.

Filibeli’ye göre bizde ûsul ve amaçla doğrudan ilişkili olan itimat, kudret, irade, toplumculuk, pratik düşünce yoktur; bencillik, kendini beğenme, karışık ve hileli nazariyeler ve safdillik vardır.

Ona göre safdillik , en umumi haldir. Köy imamının sopayla dünyaya hükmedeceğini zannetmesi ne biçim bir safdillik ise, birkaç roman okuyarak dinsiz, sosyalist, düşünür ve realist olanlar, taş ve topraklar görerek maddeci olanlar, muhtarlık yapması şüpheliyken valilik makamını küçümseyenler, attar dükkanı idareden aciz iken, iktisadi esaslar ortaya koymaya çalışanlar, bilmediği ilimleri okutmaya kalkanlar safdillik olarak kabul edilmiştir. Bir milleti harekete geçirecek olan medeni ve ilmi manivela sevgidir, zor ve baskı değildir.

İslam Tarihi adlı kitabında, felsefenin alanını, ilimle karşılaştırmalı olarak ele almıştır. Filibeli’ye göre ilim, bir şeyin nasıl olduğunu incelerken, niçin öyle olduğunu inceleme görevi de felsefeye aittir. İnsanoğlu bir olayın nasıl meydana geldiğin bilmekle yetinmez, her bilinmeyene karşı insan, derhal niçin sorusun sorar.

Filibeli, felsefeyi dinin yardımcı ve tamamlayıcısı olarak tanımlamıştır. Fakat, hiçbir zaman felsefe “din duygusunu” tatmin edemediği gibi, insanı da dinden uzaklaştıramaz.

Ona göre, insanlık ahlak ile diğer varlıklardan ayrılmış ve seçkinleşmiştir. İnsanlık olarak tarif edilen sistem, ancak ahlak ile ayakta kalabilmektedir. Eğer ahlak olmazsa, görevler de olmaz, görevler olmazsa, insanlığın hayvandan farkı kalmaz.

Filibeli’ye göre din ile bilim arasında bir çatışma yoktur. Bilim kendi alanında kaldığı sürece en büyük otoritedir. Kurtuluşu, ancak varlığa ve olaylara ait bilgileri, yenilik ve ilerlemenin bütün ürünlerini dinimize ve dolayısıyla toplumsal refah ve saadetimize hizmet ettirerek bulabileceğiz. Ne yazık ki bu hakikat İslam aleminde yeterince anlaşılmamıştır. Alimlerin tutum ve önerilerin günün şartlarına uymadığından Müslümanlar acı bir çaresizlik içine düşmüştür.

ZİYA GÖKALP

Asıl konuları toplumun kurtuluşunu sağlayacak değerler, kurumlar ve düşünceler üzerinde olmuştur. Baskı sırasına göre onun önemli sayılan kitapları şunlardır: Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak; Türk Töresi; Türkçülüğün Esasları; Türk Medeniyeti Tarihi.

Türkçülüğün Esasları (1923) adlı kitap, Ziya Gökalp’ın temel kitabı sayılabilir. Çeşitli konulardaki düşüncelerini Türkçülük çerçevesinde sistemleştirmiştir.

Felsefe, ilkin ilimlerin birliği ve umumi mantık olarak görülmüş, sonra, felsefe metafizik sahasında dolaşan umumi bir estetik şeklini almıştır. Sonunda felsefe, kendi hususi malikanesine çekilmiş, içtimai hayatı idare eden, siyasi, hukuki, ahlakî değerlerin takdiri ve insanlığı yüceltecek yeni değerlerin kurulmasıyla meşgul olmaya başlamıştır. Ayrıca bugünkü felsefe, umumi bir ahlaktır. Bilimler faydacıyken felsefe idealisttir. Bilim salt akla dayanır, deney ve gözlemle yapılan şeyleri kabul eder ve akıl hakimdir. Felsefe, akıl ile duygu ve bunların toplamı olan kalbe dayanır. Bilimin sonuçları, milletlerarası ve dinler arasıdır. O, fiziksel deneyler ile ispat edildiği için her din taraftarı kabul eder. Her dininin ayrı geometrisi, matematiği, fiziği yoktur, hepsi birdir. Oysa felsefede, zamanın ve zeka tarzının bütünüyle dahli vardır.

Ziya Gökalp, Eski Türklerde Felsefe adlı yazısında, eski Türklerde dinden ayrı bir felsefenin olmadığını, din ile felsefenin aynı şey olduklarını belirtmiştir. Ona göre ilim, nesnel ve müspet olduğu için milletlerarasıdır ve bundan dolayı ilimde Türkçülük olmaz.

Felsefe ise ilim gibi, milletlerarası olmağa mecbur değildir; milli de olabilir. Bundan dolayıdır ki her milletin kendisine göre bir felsefesi vardır. Yine bundan dolayıdır ki, ahlakta, estetikte, ekonomide olduğu gibi, felsefede de Türkçülük olabilir.

Felsefe, maddi ihtiyaçların zorlamadığı ve mecbur etmediği, menfaatsiz, garazsız, karşılıksız bir düşünüştür. Bu nevi düşünüşe spekülasyon adı verilir. Bunun Türkçedeki karşılığı muakaledir. Bir millet, muharebelerden kurtulmadıkça ve iktisadi bir refaha ulaşmadıkça, içinde muakale yapacak fertler yetişmez. Çünkü muakale (spekülasyon) düşünmek için düşünmektir.

Ziya Gökalp’e göre, asri milletlere katılmak için zorunlu bazı şartlar vardır ve bunlardan en önemlisinin de ilme doğru gitmektir. İlmin mefkuresi (ülküsü, amacı), bütün kanunları ihtiva edebilecek en yüksek bir kanunu keşfetmektir.

Gökalp’a göre ülkedeki fikri hastalıklardan biri, çeşitli mefkurelerden (ülkü) yalnız birisini doğru telakki edip diğerlerini yanlış addetmektir. Diriltici ve yaratıcı bir mefkureye malik olan devlet, ölümsüzdür.

Gökalp’e göre, Eski Yunanlılar estetikte, Romalılar hukukta, Yahudilerle Araplar dinde, Fransızlar edebiyatta, Anglosaksonlar iktisatta, Almanlar musiki ile felsefede en yüksek noktaya çıkmışlardır. Türkler ise, ahlak alanında birinciliği kazanmışlardır. Eski Türklerde vatanı ahlakın çok kuvvetli olduğunu, Gök Tanrı ile il (İl’i Gök Tanrı’nın gölgesi ve millet olarak tanımlaması) arasındaki ilişkiye dayanarak ileri sürmüştür.

HİLMİ ZİYA ÜLKEN

Türkiye’de en çok yayın yapan akademisyenlerden biri olan Ülken, ağırlıklı olarak, sosyoloji, felsefe ve İslam felsefesi konularında yayın yapmıştır.

Aşk Ahlakı (1931) adlı kitap, ahlak sorunlarını çeşitli yönleriyle ele almaktadır.

İslam Felsefesi Kaynakları ve Felsefesi (1967) adlı İslam filozofları bağlamında İslam felsefesinin seyrini ele almaktadır.

Ülken’e göre, insan kendisi ve alemin ötesi hakkında düşünmeye başlayalı beri felsefe vardır.

2.DÖNEM: MACİT GÖKBERK-TAKİYETTİN MENGÜŞOĞLU-NERMİ UYGUR-İSMAİL TUNALI

MACİT GÖKBERK

Gökberk’in kaygıları, yetiştiği dönemin şartlarının da etkisiyle, siyasal bir temele dayanmaktadır. Bu dönemde, düşünürlerin çok büyük bir kısmı, baskın bir tavırla, Batı medeniyetinin her türden değerini almayı savunmuşlardır.

Kant ve Herder’in Tarih Anlayışları (1948) adlı ilk kitabında, esas olarak Aydınlanma dönemi özellikleri çerçevesinde, tarih felsefesinin önemini göstermeyi ve sahip olduğu nitelikleri tanıtmayı hedeflemiştir.

Felsefe Tarihi (1961) adlı ikinci kitabının amacı, Önsöz’de, “felsefe problemlerini çözmenin sürecini anlatan felsefe tarihinin standartlaşmış bilgilerini öğrenciye tanıtmak” şeklinde ifade edilmiştir.

Felsefeden yalnız teorik bir aydınlanma değil, pratik düzenimizin ışığa çıkan yollarını da bize göstermesini bekleriz. Başka bir deyişle, felsefe hayata kılavuzluk etmelidir.

Ona göre, felsefenin gerektiği gibi gelişememesinin en büyük nedeni, gereği kadar özgürlük olmamasıdır. Çünkü felsefe, en radikal, en köke kadar inen soru demektir. Bunun için de mutlaka özgürlük gereklidir ve yasalar ile töreler buna elverişli olmalıdır. Türklerde filozof çıkmamasının nedeni olarak, bizim dünyamızın despotik olması gösterilmiştir. Bizim topraklarımız, Asurlular, Bizans ve Osmanlılar gibi klasik despotik devletler diyarıdır. Bunların hepsinde, Hegel’in deyişiyle tek kişi özgür, geri kalan insanlar kuldur. Bu özgürlük Cumhuriyetle gelmiştir.

Ortaçağda kişi yoktu, birey yoktu, yalnız cemaat vardı, toplum vardı ve bunlar birey üstü olarak benimsenmişlerdi. Akıl ile aydınlatılan gelişme bireyin oluşmasını sağlamıştır. Eleştirel aklın en önemli özelliği, kendini eleştirebilme gücüdür.

Akıl, hayatın biricik sarsılmaz temeli olunca, bireyin içinde bulunduğu topluma olan bağları gevşer veya çözülür. Tek realite olan bireyin doğal haklarının tespiti ile onların devlet ve toplumdan öncelikleri ve üstünlüklerinin kabulü benimsenmiştir. Menfaat birliği esas alınmıştır. Bireylerin birlikte yaşamalarını belirleyen bir sözleşme olduğunu kabul etmişlerdir

Bu bağlamda insan, ne nesne gibi olmuş-bitmiş bir şeydir; ne de hayvan gibi kaskatı bir çerçevenin içinde kapanıp kalmıştır. İnsan bir iddiadır. Şu veya bu olanak iddiasıdır; gerçekleştirilecek bir varlık programı, bir hayat planıdır. İnsan hayatı olmuş bitmiş, kapalı bir gerçek değildir, ileriye doğru açık olan, henüz olmamış olması istenilen bir gerçekliktir. Toplulukların hayatı da bu belirlenimlere uyar.

TAKİYETTİN MENGÜŞOĞLU

Derslerine antropoloji problemleriyle başlamıştır. Yapmayı düşündüğü şey, ontolojik temellere dayanan felsefi antropolojidir.

Kant ve Scheler’de İnsan Problemi (1949) adlı çalışmada, adından da anlaşıldığı gibi iki filozofta insan sorunu ele alınmaktadır.

Felsefe tarihi boyunca felsefeyi belirlemiş olan dört soruyu Kant’ın belirlediği sırayla ele almıştır: 1-Ne biliriz? 2-Ne yapmamız lazım. 3-Şimdiki hayatımızda sonraki hayatımız için ne umut edebiliriz. 4-İnsan nedir?

Felsefi Antropoloji (1971) adlı çalışma, adından da anlaşılacağı gibi, antropolojinin felsefi açıdan temellendirme çabasıdır. Felsefi antropoloji insan nedir sualini sormaz. Ancak insanda ve yalnız onda meydana çıkan fenomen ve başarıları, onun dünyayla, kainatla olan münasebetini bize gösterir.

Fenomenoloji ve Nicolai Hartmann (1976) adlı çalışma, Husserl’in geliştirmiş olduğu fenomenoloji ile Hartmann’ın geliştirdiği yeni ontoloji arasındaki ilişkileri konu edinmiş ve ağırlıklı olarak Hartmann’ın düşüncelerini tanıtmıştır.

Ayrıca kendi tavrının anti-izm olduğunun altını çizmiştir. Ona göre, izm’ler ve sistem felsefesi, zamanımızın antropolojik-ontolojik anlayışa, insanın kendisi hakkındaki görüşüne de aykırı gelmektedir. Sistem felsefesi (‘izm’ler felsefesi) dönemi kapanmıştır

Mengüşoğlu, felsefenin merkezine yeni ontoloji dediği Hartmann ontolojisine dayanan felsefi antropolojiyi koyma çabasındadır. Felsefi antropolojiyi kurmak istediği temel, fenomenlerdir. Bir etik olmadığı için insandaki iyi ve kötüyü değil, insanın kendisini anlamak ister

NERMİ UYGUR

Edmund Husserl’de Başkasının Beni Sorunu (1958) kitabının sorularıdan bazıları şunlardır: Ben yapayalnız mıyım? Benden ayrı bir ben ya da başka benler de var mı? Başka benlerin varlığı kuramsal olarak ne kadar belgelenebilirler? Başka benler dış dünyada, kendi bilincinin dışındaki dünyada, ne çeşitten bir yer işgal etmektedirler ? Genel olarak ben nedir?

Dilin Gücü (1962): Ona göre, dilin güçlü etkisi kültür varlığının her yanında kendini duyurur. Çepeçevre insan varoluşunun anakoluşuludur dildir.

Felsefenin Çağrısı (1962) çalışma Uygur’un baş yapıtı sayılır. Kitapta şu konular incelenmiştir: Bir Felsefe Sorusu Nedir?; Felsefede Temellendirme; Felsefe mi Metafizik mi?; Bölük-Pörçük Felsefe; Felsefe-Dünü ve Yarını.

Dünya Görüşü (1963) adlı küçük kitapçıkta, dünya görüşünün ne türden temellere oturduğu ve nasıl bir yapıya sahip olduğunu tartışmıştır. Bu bağlamda bilimsel bilgiyle ilişkisi, bilginin güvenilirliği, çelişmeli durumları, hayatla ilişkileri ve dünya görüşünün veriliş tarzları eleştirel bir bağlamda tartışılmıştır. Ona göre edebiyat, evrene insan açısından bakmak, evreni dille yorumlamaktır.

100 Soruda Türk Felsefesinin Boyutları (1974) adlı kitap, Türkiye’de felsefe yapmanın şartlarını ve felsefeyle uğraşanların durumlarını sorgulamaktadır.

Yaşama Felsefesi (1981) adlı kitap, Uygur tarafından şöyle tanıtılmaktadır: Yaşama felsefesi, somut soyut tüm boyutlarıyla insan yaşamının içine dağ yarıklarından iner gibi inmektedir. İnsan yaşar. Bitkiler ve hayvanlarsa sadece canlıdırlar. İnsan niçin, neye göre, nasıl yaşadığını araştıran bir varlıktır. Bir bakıma herkes yaşama filozofudur.

Analitik anlayış, düşüncelerin dil üzerinden temellendirilmesidir. Örneğin bilgi nedir? sorusu, bilgi, önermelerde ifade edilendir; şeklinde cevaplandırılır. Nermi Uygur, analitik anlayışın Türkiye’de önde gelen temsilcilerinden biridir.

Philosophia Perennis’le (sürüp giden felsefe) tek tek felsefe sorularının değişmezliği gösterilmek istendiğinde, felsefe aslında ‘perennis”in karşıtı bir şeydir. Değişmez bir kuruluşu yoktur; değişik sorularla kendini korur. Bir felsefe sorusu, filozofun kendi kendisiyle konuşmasıyla başlar, ya da bir soruyla başlayan konuşma sürdürülür.

Felsefe sorusu, kuruluşu gereği, cevabı “sorulana” bağlı olan bir soru değildir. Sorunun cevabı, başkaları tarafından değil, soran tarafından verilmesi gerekir.

Ona göre felsefe cevabında temellendirme esastır. Felsefe temellendirmeleri, her türlü kestirmeyi dışarıda bırakırlar. Felsefede kestirmeden gitmek, felsefeyi kapar. Temellendirme, felsefede bir denemedir. Felsefe temellendirmesi bitmemişliktir. Örneğin; Cogito tanıtlanmış olsaydı, bir daha ele alınmaması gerekecekti. Filozofun temellendirmesi en sonunda aşağı yukarı şöyle der: Ben kavramların işleyişinde bu kadarını gördüm.

Felsefe ne çeşitten olursa olsun dil yapıtlarına yönelir; bu yapıtlar felsefenin konusudur. Felsefe, yerine göre değişik bir söz (ya da işaret) dağarcığı ile söz (ya da işaret) dizisinden yararlanarak “dile” getirilen görünümleri bu dile getirilişlerinde araştırıp geliştirmekle görevlidir.

Felsefe, “evren nasıldır? Diye sormaz. Sorduğu, evreni bildiğimiz bilgiler nasıldır? Neye göre sağlamlık dereceleri belirlenir? Bilgi nedir? çeşidinden sorular sorar. Dolayısıyla metafizik ile felsefe birbirlerinden başka etkenlik alanlarıdırlar.

Felsefeyi felsefe yapan, metafizikten başkalığını sağlayıp pekiştiren özel bir işleyiş, tam da felsefedeki sistemsiz işleyiştir. Felsefe yapılan her yerde ortaya konulan bölük-pörçük bir başarıdır. Felsefe hakkında felsefe yapmak onun en önemli uğraşısıdır. O meta-felsefe yapmayı sevmektedir.

İSMAİL TUNALI

Bütün çalışmaları estetikle ilgili olan İsmail Tunalı’nın kitaplarının kısa tanıtımı aşağıda yapılmıştır.

Felsefenin Işığında Modern Resim (1962) adlı kitap, resim örneğinden hareketle modern sanatın felsefi temellerini sergileyen bir çalışmadır.

Marksist Estetik (1976) adlı kitap, Marksizmin yaygın olarak tartışıldığı bir dönemde, onu siyasi bir yapı olarak değil de felsefi bir temelde ele almayı amaçlamaktadır. Marksizmin sadece sosyo-ekonomik bir yapı olmadığı, onun hümanist bir özelliğe sahip olduğu ve Yunan’dan başlayıp gelişen tarihsel bir arka planda geliştiği öne çıkarılmıştır

Tunalı’ya göre Estetik fenomenin ontik bütünlüğünde dört temel yapı elamanı yer alır. Bunlar sırasıyla estetik süje, estetik obje, estetik değer ya da güzel ve estetik yargıdır. Estetik fenomen ya da estetik varlık, bu dört ögenin bir ontik bütünlüğü olarak meydana gelir.

Tasarım felsefesi, tasarımı, doğaya alternatif bir insani varlık modeli olarak tanımlayan ve bunu bir hipotez olarak bilim, felsefe, teknik ve sanatta örnekleme temeline dayanmaktadır

Felsefe bilgisinde diğer bilimlerde olduğu gibi bir ilerleme, bir gelişme söz konusu değildir. Felsefe bilgisi ve felsefe sistemleri zaman içinde eskimezler. Oysa bilimde eskiyen bir teori atılır.

3.DÖNEM: AYDIN SAYILI-CEMAL YILDIRIM-TEO GRÜNBERG-NİHAT KEKLİK

AYDIN SAYILI

Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir adlı çalışma (1948) bilimin kamulaştırılmasını yapmak gerektiğini söylemektedir. Bununla birlikte Sayılı’ya göre bilimsel zihniyetin özelliklerinden biri, bilimin sınırlarını bilmek ve bu sınırları aşmamaktır.

İslam medeniyetinde kullanılan ilim terimi, din temelli ilimler için kullanılmıştır.

Bilimsel gerçeklerin temeli, genel olarak mükerrer gözleme elverişli bulanan ve olanaklı oldukça kontrol edilerek bilimsel bir şekilde gözlemlenmiş ve çoğunlukla yinelenmesi olanaklı olan olgulardır.

Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp (1966) adlı çalışma Aydın Sayılı’nın önemli çalışmaları arasındadır.

Yerleşik hayatın getirdiği yeni sosyal ilişkiler biçimi, yeni mesleklerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Sulama sistemleri ve bakımlarının geliştirilmesi, buralarda kullanılan teknolojiler, ilk ilmi bilgilerin ortaya çıktığı alanlar olarak görülür. Yunan ilmi ile daha önceki Mısır ve Mezopotamya ilimleri arasındaki farkın bir mahiyet farkı olmaktan fazla bir inkişaf derece ve seviyesi farkı olduğu görülmektedir.

Felsefede ortaya konulan bilgiler filozof ya da felsefecinin görüşü olarak kalırken, bilimlerin ortaya koyduğu bilgiler herkes tarafından benimsenir. Yunan dünyasında, mitostan logosa, gelenekten aklın egemenliğine geçiş, eleştirel zihniyetin gelişmesiyle gerçekleşmiştir.

Bilim ve Öğretim Dili Olarak Türkçe (1978) adlı çalışma, Türkçenin yapısı ve bilim dili olarak niteliklerinin neler olduğu incelenmiştir.

CEMAL YILDIRIM

Bilim Felsefesi (1973) adlı kitabın amacını, aydın tanımı da işin içine katılarak yazarı tarafından şöyle açıklamaktadır: Çağın aydını, bilimin anlamı ve bilimsel düşünmenin niteliği üzerinde sağlam bir anlayış kazanmış kişidir.

Yıldırım’a göre bilim felsefesinin amacı, bilimi anlatmaktır. Bu anlamda bilim felsefesi, bilimin dilsel yapısını çözümleme, eleştirme, ve aydınlatma çabasından başka bir şey değildir. Bilim felsefesi, bilimi anlama çabasını iki temel ayırım üzerinde yürütür: 1-Olgu ve teori ilişkisi. 2-Buluş ve doğrulama bağlamı

Bilim tarihi, mitoloji, din, sanat, ve metafizik gibi konulara da, bilimle ilişkileri bakımından yer vermek zorundadır. Bilim tarihin dört aşaması şöyledir:

1-Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarında görülen ampirik bilgi toplama aşaması.

2-Eski Yunanlıların evreni açıklamaya yönelik akılcı sistemlerinin kurulması.

3-Ortaçağların Yunan Felsefesi ile dinsel dogmaları bağdaştıran çalışma karşısında İslam dünyasındaki bilimsel çalışmaların parlak başarılarını kapsayan aşama.

4-Rönesans sonrası gelişmelerin yer aldığı modern bilim aşaması.

Matematiksel Düşünme (1988): Matematik, insan tecrübelerinin bir parçası olarak ihtiyaçlardan doğmuştur. Özünde evreni nicel özellikleriyle algılama yeteneğine dayanan matematiksel düşünme, başlangıçta günlük yaşam ihtiyaçlarına yönelik basit sayma ve ölçme işlemlerinde kendini göstermiştir.

100 Soruda Mantık El Kitabı (1976) adlı kitabın amacı, mantıksal düşünceyi tanıtmak, özellikle akıl yürütme denilen düşünme türünü geçerlik yönünden değerlendirmeğe ilişkin yöntemleri açıklamak şeklinde verilmiştir.

TEO GRÜNBERG

Teo Grünberg, felsefenin genel çerçevesi analitik felsefe bağlamında çizmiş ve çalışmalarını bu çerçevede gerçekleştirmiştir.

Senbolik Mantık I Önermeler Mantığı (1968), Anlam Kavramı Üzerine Bir Deneme (1970) gibi eserlerden sonra Epistemik Mantık Üzerine Bir Araştırma: (1971) ile doçentlik almıştır.

Türkiye’de analitik felsefeyi kendine konu edinip çalışan kişilerin başında Teo Grünberg gelmektedir. Tezimin ana görüşü, felsefenin tek başına gerçek hakkında bilgi vermediği, bilimlerle birlikte çalıştığıdır.

Felsefede üç yüce kavram var: Doğru, iyi ve güzel. İşte bu üç yüce kavram benim için her şeydir. Felsefe her üç boyutta kendini göstermelidir. Yalnız doğruda, ya da yalnızca iyi ve güzel de değil. Felsefe doğruya, iyiye ve güzele nasıl erişir?

Grünberg’e göre felsefe, Sokrates’in kavramların anlamlarını gün ışığına çıkarmasıyla belirmiştir. Çağımızda da anlam analizini merkeze alan analitik felsefeye, Sokratik geleneğe dönüş diye bakılabilir.“Anlam”ın anlamının aydınlatılması sistematik bir felsefenin ilk ele alacağı problemdir. Anlam teriminin geniş anlamı değil, bilgisel-anlam denilen dar anlamı üzerinde durulmaktadır.

Grünberg, manalı olarak sözü edilebilen her şeyin felsefe tarafından incelenebileceği, dolayısıyla felsefenin konusunun evrensel olduğu kanısındadır. Felsefe diğer bilgi türlerini güvenilmez bilgi haline getirebilmektedir. Dolayısıyla felsefe dışı bilgiler felsefe tarafından sorgulanmadan güvenilir bilgi haline gelememektedirler

Öte yandan, felsefenin ortaya koyduğu bilgilerin hiçbiri filozoflar tarafından genel olarak benimsenmezken, doğru bilgi sağlamak amacında olması, gülünç gözükmektedir. Bunun yanında, felsefenin amacı, güvenilir ve öndayanaksız bilgi sağlamaktır.

Felsefe dışındaki bütün bilgi dalları ancak öndayanaklı bilgi sağladıklarından, böylece felsefe ile bütün öbür bilgi çeşitleri arasındaki köksel bir ayırım yapılmış olur. Herhangi bir bilgi-sisteminin öndayanaksız olmasının gerekli ve yeterli şartı, bu sistemin bütün ilkel terimlerinin tanımlanması, yani bu terimlerin anlamlarının tam olarak aydınlatılmasıdır.

NİHAT KEKLİK

İslam Mantık Tarihi ve Farabi Mantığı (1969) adlı çalışmasında, İslam düşünce dünyasının önemli bir sorununu, mantık anlayışlarını, ele almıştır.

Felsefe Mukayeseli Temel Bilgiler ve Kaynaklar (1978), alt başlığıyla çıkan kitap, İslam filozoflarının görüşleri çerçevesinde İslam medeniyetinde felsefenin nasıl yapılandığını tanıtmaya yöneliktir.

Felsefenin Tekniği (1984) adlı çalışma, felsefenin zorluklarını konu edinmektedir. Adı geçen kitapta, bazı felsefe meselelerinde görülen zorlukların nereden kaynaklandığı metinlere dayanılarak ele alınmakta ve zorlukları kolaylaştırmak için neler yapmak gerektiği üzerinde durulmaktadır

Felsefede Metafor (1990) başlıkla çalışma, konuyla ilgili Türkiye’de yapılan nadir araştırmalardan biridir. Keklik’e göre, metaforun gayesi, en çok kullanılan alan olan edebiyatta sadece üslup ve ifade güzelliği iken, felsefe ve pozitif bilimlerde metaforun amacı, her şeyden önce ifadelerin anlaşılmasını kolaylaştırmaktır. Felsefi konu, entelektüel çoğunluk tarafından açık ve kolay anlaşılmıyorsa, sorun bir örnekle açıklanır. Bu örneklere metafor denir

Türk İslam Felsefesi Açısından Felsefenin İlkeleri (1996) kitabında Türk ve İslam filozoflarının felsefe tariflerinde ortak yönler, bazı İslam ve Batılı düşünürlerin felsefe tanımları verilmiş, söz konusu edilen filozofların tariflerindeki ihtilaflar uzlaştırılmaya çalışılmıştır.

FELSEFECİ OLMAYAN DÜŞÜNÜRLER

ADNAN ADIVAR

Batıcı anlayışları benimsemiş, Genç Türkler hareketine katılmıştır.

Osmanlı Türklerinde İlim ve Tarih Boyunca İlim ve Din (1944) olmak üzere iki temel eser ortaya koymuştur. Her iki eser de hem konu, hem de tarihçilik açısından Türkiye’de çığır açmıştır.

Adıvar’a göre, bir millette ilmin başlangıç tarihini tespit etmek hemen hemen imkansız olduğunu belirtmekle birlikte, Osmanlı’da ilmin başlangıcı olarak İznik Medresesinin kuruluşu (1330) kabul edilmiştir.

Derleme ve orijinal eser ayrımı düşünce üretiminde önemlidir. Derleme, belli bir konu hakkında başkalarının görüşlerini toplayıp düzenlemektir. Orijinal eser ise, bir konuda kendi düşüncelerini oluşturmaktır.

Adıvar’a göre, felsefeyi doğuran nedenlerden biri de, dinin ne demek olduğunu, neden ibadet ihtiyacı duydukları üzerine insanların düşünmeye başlamalarıdır. Dini akılla açıklayan kuramlar, dinin temelinde bir çeşit bilgi bulur ve her din, esas bakımından, kainatın belirli bir tarzda görülüşünden ibarettir. Bu noktada dinin felsefeye çok yakın olduğu apaçık görülüyor. Bununla birlikte, dini sadece akıl kuramıyla açıklamanın doğru olmadığı kanaatine varmıştır.

Dinin irade üzerinden açıklamak isteyenlerin dayanakları ahlaktır. Bu temele dayanan kuramlar, dine ameli bir yandan bakarak, onu yalnız iradenin yönünü tayinle ilgili sayar. Dinin niteliğini his esasından tetkik edenlerin kuramına da romantik kuram adı verilir. Bu kuran dinin esası olarak duyguyu alır.

Buisson’un, din, sonsuzluğa karşı açılmış bir pencere, gerçi bizi sonsuzluğa sahip kılamaz; fakat ne de olsa, bizi sonlunun hapsinden kurtarır, görüşünü benimsemektedir. Eğer din, ancak ruhu itibarıyla insanlığın duygu ve kalbine hakim olmakla kalsaydı, hiç şüphesiz ilmin alanına asla tecavüz etmeyecekti.

Adıvar’a göre Doğu’da ilim kelimesi, bütün beşeri bilgileri, hiç ayırt etmeksizin içine alan çok geniş bir anlam taşır (Adıvar 1970, 5). İlim terimi, kelamdan rüya tabirine kadar geniş bir kullanım alanına sahiptir.

İlmi düşünce, tekrarlanan olayların nedenini, niçinini ve nasılını düşünmektir. İlim, gerçeklikler arasındaki bağlantıların tümüdür.

FUAD KÖPRÜLÜ

Türk Edebiyatı Tarihi kürsüsüne 23 yaşında müderris (profesör) tayin edilmiştir. Fuad Köprülü (1890-1966), tartışmasız olarak Türk tarihçiliğinin en tepesinde yer alan çok az kişiden biridir.

Köprülü, Cumhuriyet’in Osmanlı’nın devamı olduğunu gösteren eni iyi örneklerden biridir.

Usûl adlı 23 yaşında yayınladığı uzun makalesinde, tarih felsefesinin neredeyse bütün sorunlarına değinmiş ve tarihin, tarih felsefesi açısından nasıl ele alındığını tartışmıştır.

Köprülü, hem tarihin büyük adamlar bağlamında alınmasına hem de onları tamamen dışarıda tutarak incelenmesine karşıdır.

Tarih felsefesi, tarih sorunlarını felsefi bağlamda incelenmesidir. Esas gelişme seyri, tarih bilgisinin güvenilirliğini artırmak için ne türden yöntemler geliştirilebilir sorunlarıyla ilgili olarak gerçekleşmiştir. Tarih malzemesinden, doğa bilimlerinin doğadan elde ettikleri yasalar gibi, tarih yasaları çıkartılmaz. Ona göre, tarihi fizik bilimine benzetmek, tarihe faydadan çok zarar verir.

Tarihin kanunlarını ilmi bir surette zapt ve tespit için eski tasvir usulü yerine istatistiğe dayanan bir usul konması gerekmiştir.

Köprülü’ye göre, geçmişe ait vesikaların aslını muhafaza ettiği ve bizim onları tamamıyla ele geçirdiğimiz farz olunsa bile, onların delalet ettikleri vakıaların kıymetini takdir hususunda herkesin kendi istidat ve temayüllerine bağlı kalacağı tabiidir.

ALAEDDİN ŞENEL

Çalışmaları siyaset felsefesi ağırlıklıdır.

Eski Yunanda Eşitlik ve Eşitsizlik Üstüne (1970) adlı çalışması kavramların ilk kullanılıp açıklandığı kaynaklara geri gider. Kitabın sonunda Şenel şu kararı vermiştir: Yunan uygarlığı, eşitsizlik temeline oturmuş üç bin yıllık uygarlık geleneğinin mirasını devralmış, onu geliştirmiştir.

İlkel Topluluktan Uygar Topluma (1985) ve Siyasal Düşünceler Tarihi (1986) adlı çalışmada, A. Şenel, ilkel topluluklardan başlayarak tarihsel süreçte temel insan teşkilatlanmasını ve medeniyetlere dönüşümlerini, temel kurumlar ve değerler üzerinden ele almaktadır.

Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi (2006) kitabı da önemli bir eseridir.

TÜRKİYE’DE ETKİLİ OLAN FELSEFE AKIMLARI

AYDINLANMACILIK

Aydınlanma, genel olarak, insan aklını esas alarak, kültürel dünyayı akıl aracılığıyla kurmaya çalışan, insanı kökeni, yeteneklerini ve haklarını doğa temelli açıklayan, benzer şekilde devletin kökeni, organları ve yapısı hakkındaki temellendirmeleri akıl ve doğa esasına göre yapan, Rousseau, Voltaire, Montesqieu gibi düşünürleri içinde toplayan ve daha çok 18. yüzyılla örtüştürülen anlayıştır.

Jön Türkler, en çok Fransız İhtilali ve ihtilal düşünürlerinden etkilenmişlerdir. Namık Kemal devletten söz ettiği yerlerde kullandığı “manevi şahsiyet” ifadesi, Rousseau’nun “manevi ve kolektif birlik” ifadesinin bir yansımasıdır.

Avrupa insanı yeni bir hayat düzeninin temellerini aramaya yönelmiştir. Bu arayışa, peşin hükümlerden arınmış, her şey-din, devlet, bilgi-karşısında eleştirel davranmak, düşüncesi kılavuzluk etmiştir. Ortaçağda kişi yoktu, birey yoktu, yalnız cemaat vardı, toplum vardı ve bunlar birey üstü olarak benimsenmişlerdir Akılla aydınlatılan gelişme bireyin oluşmasını sağlamıştır. Ardından Vahiy akıl süzgecinden geçirilmiştir.

Akıl, hayatın biricik sarsılmaz temeli olunca, bireyin içinde bulunduğu topluma olan bağları gevşer veya çözülür. Böyle bir varlık programında insan örneklerden bir örnek değildir; biricik bir görünüştür; bağımsız bir kişidir; Tanrı bile onun kişiliği için bir engeldir.

Ortaçağda toplumsal birlik, ümmet esaslıdır. Tanzimat, Avrupa’da olduğu gibi, ümmet birliğinden ayrılıp millet birliği olarak gelişmemizin başlangıcıdır. İmparatorluğu taşıyan toplum olarak, millet olma isteği ağırdan alınmış, Atatürk işi hızlandırmıştır.

POZİTİVİZM

19. yüzyılda Batı felsefesi içinde iki karşıt akım olarak gelişen Fransız pozitivizmi ile Alman idealizmi karşısında Osmanlı aydını, seçimini ilkinden yana yapmıştır.

Pozitivizmi Osmanlı düşüncesini: 1-Şinasi ile başlayan aklın eleştirel bir işlev kazandığı düşünsel boyut. 2-Eleştirel etkinliğin odağına hukuki, idari ve iktisadi rasyonellik anlayışını alarak gelişen kamu yönetimidir. 3-Ahmet Şuayb’ın başlattığı sanat felsefesi alanlarında etkilemiştir.

Pozitivizmin yaygınlaşmasında etkili dergiler: Servet-i Fünun (1891-1942), Ulum-u İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası (1908-1910), İçtimaiyat Mecmuası (1917).

Beşir Fuat Kalp üzerine yaptığı bir tercümede, şairin kalp anlayışıyla hekimin anlayışını karşılaştırmış, kalbin bir organ olduğun göstererek pozitivist çizgiye yönelmiştir.

Pozitivizm Yeni Osmanlılar arasında Ahmet Rıza’nın çabalarıyla yaygınlık kazanmıştır

MATERYALİZM

Bir yandan bilim anlayışının dayandığı temel olması diğer yandan din dışı bir tutumu yansıtması, Osmanlı toplumunda da taraftar bulmuştur.

Materyalizmin temel düşüncelerini sayarsak:

1-Yaratıcıyı inkar ederler.

2-Varlık aleminde kuvvet ve maddeden başka bir şey görmezler. Madde ve kuvvet ezeli ve ebedi olduklarından yok edilemezler.

3-Tabiat, ezeli ve ebedi olan kendi kanunlarıyla idare olunmaktadır.

4-İnsan bir tabiat hadisesi olup zorunlu olarak işlemekte olan tabiat kanunlarının hüküm ve tesiri altındadır

Akademik çevrelerin Materyalizm hakkında yayın yapmamasının başlıca nedenlerinden biri, Sosyalist ilkelerle yapılandığını bildiren Sovyetler Birliği propagandalarına destek verme baskısı ve korkusudur.

SOSYAL DARWİNİZM

Evrim teorisi, bir taraftan doğal ayıklanmacı özelliğiyle liberal ekonomik düşünceyi meşrulaştırırken, diğer taraftan da mücadeleyi gelişmenin temeli saymasıyla Marxçı sınıf çatışması düşüncesini etkilemiştir.

Sosyal Darwinizm in en genel tanımını Hofstadter yapmıştır: Sosyal Darwinizm, “yaşamak için mücadele” ve “en iyinin hayatta kalması” düşüncelerinin toplumsal yaşama uygulanmasıdır.

Ahmet Mithat Efendi, ilk evrimci Osmanlı düşünürü olarak kabul edilmektedir. Gelişmenin tek nedeninin insanın diğer duyguların da yönlendiren rekabet kabiliyeti olduğunu belirtmiştir. Sosyal evrimciliğin önemli temsilcisi Abdullah Cevdet’tir. Abdullah Cevdet, biyolojik materyalizmin toplumun gelişmesinde itici bir güç olduğu görüşündedir.

Sosyal Darwinizm, ırkçılığa giden yollun önemli dayanaklarından biri olmuştur.

SPİRİTUALİZM (RUHÇULUK)

Ruhi varlıkların gerçekliğinden yola çıkan spiritüalizm, ruhun maneviliğini ve yüceliğini kabul eder. Ruhun insanda bir ilke olarak bulunduğunu ve evrensel bir gücünün varlığını benimser. Türkiye’deki ruhçulardan biri olan Filibeli Ahmet Hilmi ruhçuluğu şöyle açıklamıştır: Ruhçuluk, hem hak ve hem de halkı kabul eder.

Temel düşünceleri şunlardır:

1-Cenab-ı Hak, akıl ve irade sahibi ruhani bir şahsiyettir.

2-Allah alemi yoktan yaratmış olup kendisi el mahlukat arasında “varlık bakımından ayrılık (farklılık) vardır.

3-İnsan zekasında “akıl ve temyiz” denilen bir mevhibe vardır ki, Cenab-ı Hak ve eşyanın hakikatleri onunla bilinir.

4-İnsan irade hürriyetine sahiptir

Osmanlı döneminin sonlarında manevi değerlerin büyük ölçüde zayıflaması, Ruhçuluk gibi akımları benimsemeye itmiştir.

FENOMENOLOJİ

Edmund Husserl’in (1859-1938) kurduğu kabul edilen fenomenoloji, kesin bir bilim olarak felsefenin özel bir araştırma alanının olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Husserl, felsefenin kendine has alanını, “mevcut felsefelerden ya da onların kritiğinden değil, fenomenlerden hareket etmelidir”, “Fenomenlere, şeylere geri dönmeli” düşünceleriyle ortaya koymuştur.

Kökene varma ve kökende olan mahiyeti ortaya koyma fenomenolojik bir faaliyettir. Ona göre bir öz bilimi olarak fenomenolojinin alanı, kişisel tinden başlar ve hemen sonra genel tin alanının bütününe ulaşır. Tin felsefesini temellendirilebilecek biricik bilim de ancak ve ancak fenomenolojik öz bilimidir

Fenomenoloji, Takiyettin Mengüşoğlu, Nermi Uygur, Önay Sözer gibi felsefecilerde etkili olmuştur.

YENİ ONTOLOJİ

Nicolai Hartmann (1882-1950 ) tarafından geliştirildiği kabul edilen yeni ontoloji, Takiyettin Mengüşoğlu tarafından şöyle açıklanmaktadır: Varolanı var olan olarak tetkik eden ve var olandaki determination prensiplerini varolanın nevilerini, tarzlarını araştıran bir ilimdir.

Varolana herhangi bir kıymet struktur’ü de atfetmiyor; tersine varolanın fenomenlerinden kalkıyor, desktriptiv (tasviri) ve analitik bir bilgi olarak kalıyor.

ANALİTİK FELSEFE

Geleneksel felsefe, ortak duyu veya bilim yolundan elde edilemeyen bazı bilgiler sağlamak amacını gütmüştür. Modern analitik felsefe, başka yoldan edinilemeyen bilgiler şöyle dursun, doğrudan doğruya ve tek başına hiçbir bilgi ortaya koymak iddiasında değildir. Felsefenin amacı, bir takım önermeler (yani bilgiler) ortaya koymak değil, eldeki önermeleri aydınlatmaktır.

Görevi, önermeleri çözümlemek yani analiz etmekten ibaret olan bu felsefeye analitik felsefe denir.

Türkiye’de analitik felsefe yapanların başında Nermi Uygur gelmektedir. Onunla birlikte öne çıkan diğer bir isim de Teo Grünberg’dir.

>>>Dersin devamı olan Türkiyede Felsefenin Gelişimi 2 için aşağıdaki bağlantıya bakabilirsiniz.