Türk Siyasal Hayatı – Ders Notu

II. MEŞRUTİYET’TEN CUMHURİYET’E TÜRKİYE’DE SİYASAL YAŞAM (1908-1923)

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE II. MEŞRUTİYET’İN İLANI

Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kanun-i Esasi’yi 1876 yılında ilan eden ve ilk Mebusan Meclisi’ni 1877’de açan II. Abdülhamit, Osmanlı-Rus Harbi’ni öne sürerek, 1878’ de önce meclisi kapattı ardından da anayasayı askıya aldı. II. Abdülhamit, çok dinli ve çok milletli bir imparatorlukta anayasa ve meclisin ülkeyi parçalayıp dağıtacağına inanmıştı.

Jön Türkler anayasanın yeniden yürürlüğe konulması ve yapılacak seçimlerle meclisin yeniden açılmasını istiyorlardı. Bu amaçlarla bir araya gelen bir grup Askeri Tıbbiye Mektebi öğrencisi, 1889 yılında İttihad-ı Osmanî Cemiyeti adıyla gizli bir örgüt kurdular.

Üyelerin 1895 yılında, Ahmet Rıza Bey’in liderliğinde Paris’te oluşan bir muhalif grupla temas kurması sonucunda Cemiyet, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını aldı. Cemiyetin amacı II. Abdülhamit’i tahttan indirmek ve anayasayı yeniden getirmekti.

1902 yılında düzenlenen Osmanlı Liberalleri Kongresi’ne Jön Türk gruplarının yanı sıra Ermeni, Bulgar ve Rum örgütleriyle Arnavut ve Yahudi temsilciler de katıldı.

Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin grupları arasındaki farklar Kongre’de keskinleşti. Cemiyet’in bir süre sonra ikiye bölünmesiyle Ahmet Rıza, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni, Prens Sabahattin ise önce Osmanlı Liberalleri Cemiyeti’ni, 1906’ da da Teşebbüs-ü Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurdu. Jön Türk muhalefeti Avrupa başkentlerinde sıkışmış bir fikir hareketine dönüşürken, Edirne’de posta memuruyken Selanik’e sürülen Mehmet Talat Bey ve arkadaşları 1906 yılında Selanik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kurdular.

Ahmet Rıza grubunun merkeziyetçi ve milliyetçi fikirlerini kendilerine yakın bulan Cemiyet üyeleri, 1907 yılında Ahmet Rıza grubuyla birleşerek İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) adını aldı. Bu birleşmeden sonra örgütün Paris merkezi daha çok bir fikir hareketi olarak kalırken, Selanik merkezi devrimi gerçekleştiren asıl eylemci güç oldu. İTC’nin Selanik’te en yakın müttefikleri Yahudi cemaatiydi. İTC üyelerinin de mason localarıyla yakın ilişkileri vardı.

İTC’nin örgütlenme modeli ve eylem biçimi, Makedonya’daki milliyetçi hareketlerden büyük ölçüde etkilendi. Balkan milliyetçi hareketleri içinde komitacılık denilen çete tipi örgütlenmeler yaygındı.

Örgüt, devletin varlığını korumayı her şeyin üzerinde tutuyordu. Başlıca kaygıları Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumaktı. Bu nedenle kendilerini vatansever olarak görüyorlardı. Fransız Devrimi’nin eşitlik, kardeşlik, özgürlük sloganlarından etkilenmekle birlikte, örgütün ideolojisi alttan alta gelişen bir Türk milliyetçiliğiydi.

Hürriyetin İlanı ve Seçimler

Anayasanın ilanı için saraya telgraf yağdıran İTC, talepleri karşılanmazsa başkente yürüyecekleri tehdidinde bulundu. İTC’nin Manastır şubesi sarayın cevabını beklemeden, 23 Temmuz 1908’ de anayasanın yeniden yürürlüğe girdiğini ilan etti. İsyanı bastıramayacağını anlayan II. Abdülhamit, 24 Temmuz’da İstanbul gazetelerinde anayasayı yürürlüğe koyduğunu ve meclisi yeniden açacağını duyurdu.

Hürriyetin İlanı” olarak adlandırılan bu olay, özellikle Rumeli vilayetleri ve İstanbul’da büyük coşkuyla karşılandı. Müslüman, Hıristiyan, Yahudi gruplar ortak gösterilerle meşrutiyete geçişi kutladılar. Hürriyet, Müsavat (Eşitlik), Uhuvvet (Kardeşlik) ve Adalet, yeni düzenin sloganları oldu. Hükümeti doğrudan idare etmek yerine Sadrazam Sait Paşa’ya, ardından da yine tecrübeli bir devlet adamı olan Kıbrıslı Kamil Paşa’ya bıraktılar. Ancak hükümetleri dışarıdan kontrol etmeye devam ettiler.

1908 seçimlerinde oy vermek için erkek olmak, 25 yaşına gelmiş olmak ve az çok vergi ödemek gerekiyordu. Seçim sistemi iki dereceli ve basit çoğunluğa dayalıydı. Buna göre önce müntehib-i evvel adı verilen birinci seçmenler, müntehib-i sânî denilen ikinci seçmenleri seçeceklerdi. İkinci seçmenler ise Heyet-i Mebusan’a girecek mebusları seçeceklerdi. Bu seçim sistemi 1946 yılına kadar Türkiye’de siyasal hayatı yönlendirmeye devam etti.

1908 seçimleri Türkiye tarihinin ilk çok partili seçimleri oldu. Seçimlere İTC ve Prens Sabahattin’in fikirlerine dayanan Ahrar Fırkası katıldı. Mebus listelerinde Rum, Ermeni, Arnavut, Slav, Arap, Kürt, Musevi gibi başlıca etnik ve dini unsurların mebus adayları da yer aldılar. Seçimleri ezici çoğunlukla İTC kazandı. Ahrar Fırkası ise meclise yalnızca bir mebus gönderebildi.

İkinci Meşrutiyet’in ilk parlamentosu 17 Aralık 1908’ de, kalabalık bir halk kitlesinin sevinç gösterileriyle Sultanahmet’teki Darülfünun binasında toplandı.

31 Mart İsyanı ve II. Abdülhamit’in Tahttan İndirilmesi

Seçimlerden sonra İTC iki muhalefet grubuyla mücadele etti. Bu gruplardan birincisi Prens Sabahattin’in fikirlerine dayanan Ahrar Fırkası’ydı. İkinci muhalefet grubu ise alt düzeyde ulemadan ve tarikat şeyhlerinden oluşan muhafazakar çevrelerden geldi.

12 Nisan 1909 tarihinde İstanbul’daki bazı askeri birliklerin ani bir biçimde ayaklanması üzerine, eski takvime göre 31 Mart İsyanı olarak adlandırılan ayaklanma başladı. İstanbul’daki Makedonya taburları subayları esir alındı. Çok sayıda medrese öğrencisi ve softa meclis binasına yürüdü.

Kentteki İttihatçı avı nedeniyle, önde gelen İttihatçıların bir kısmı saklandı, bir kısmı da İstanbul’dan kaçtı. Ayaklanmayı Ahrar Fırkası ve yüksek düzeydeki ulema kınadı. II. Abdülhamit ise isyancıları açıkça kınamadığı gibi destek de vermedi. İTC, isyanı meşrutiyet devrimini hedef alan karşı devrimci bir kalkışma olarak gördü.

Makedonya’daki 3. Ordu birlikleriyle gönüllülerden oluşan Hareket Ordusu, Mahmut Şevket Paşa komutasında İstanbul’a girdi. 24 Nisan’da kenti işgal eden Hareket Ordusu isyanı bastırdı. 27 Nisan’da ise II. Abdülhamit isyana destek verdiği gerekçesiyle tahttan indirildi ve yerine küçük kardeşi Mehmet Reşat Efendi padişah ilan edildi.

1909-1913 Dönemi Siyasal Yaşam

Meşrutiyetin ilanından sonra canlanan basın hayatı özgür bir tartışma ortamı yarattı.

Osmanlı Mebusan Meclisi 1909-1913 yılları arasında Kanun-i Esasi’de yaptığı biri dizi değişiklikle meclisin ve hükümetin yetkilerini padişahın yetkilerine karşı güçlendirerek anayasal parlamenter düzeni pekiştirdi. Bu dönemde ordunun siyasetteki yeri önemli bir tartışma konusu oldu. İTC’nin asker üyelerinin çoğu küçük rütbeli subaylardan oluşuyordu. Bu subayların İTC içinde önemli konumlarda olması ordu içindeki disiplini ve hiyerarşiyi bozuyordu. 31 Mart İsyanı’nı bastıran Mahmut Şevket Paşa, İTC’li subayların orduyla siyaset arasında tercih yapmaları için baskı yaptı. Buna rağmen ordu mensuplarının siyasetteki ağırlığı devam etti.

İTC’ye karşı canlanan liberal ve muhafazakar muhalefet, 21 Kasım 1911 tarihinde Hürriyet ve İtilaf Fırkası adı altında birleşti. İTC’ye muhalif olma dışında ortak yönleri çok az olan bu gruplar kısa sürede etkin bir güç oldular.

İTC, güçlenen muhalefet karşısında meclis üzerindeki hakimiyetini yitirme kaygısına düşerek meclisin feshini sağladı. 1912 yılında yapılan yeni seçimler, İTC’nin baskı yollarına başvurarak kendi adaylarını seçtirmesi nedeniyle “Sopalı Seçimler” olarak anıldı. Seçimlerde İTC’nin baskı yoluyla mecliste ezici bir üstünlük sağlaması yeni meclisin meşruiyetini tartışmaya açtı.

Büyük Kabine olarak anılan yeni hükümet, İTC karşıtlarından oluşuyordu. 1912 yılında başlayan Balkan Savaşları nedeniyle istifa eden bu hükümetin yerine, Kamil Paşa idaresinde yine İTC karşıtı olan bir hükümet kuruldu.

İTTİHAT VE TERAKKİ İKTİDARI VE İMPARATORLUĞUN SONU

Karadağ’ın 8 Ekim 1912’ de Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesi ve Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan’ın da katılmasıyla Balkan Savaşları başladı. Büyük bir yenilgi alan Osmanlı Devleti, 3 Aralık’ta ateşkesi kabul etti. Bulgarlar Çatalca’ya kadar gelmiş, Edirne’yi kuşatmışlardı. Hükümetin Edirne’nin kaybına yol açacak bir barış antlaşması imzalaması ihtimali İttihatçıları harekete geçirdi. 23 Ocak 1913’ te aralarında Enver, Talat ve Cemal Beyler de olmak üzere İttihatçı bir grup subay Babıâli’ye yürüdü.

Siyasal tarihe Babıâli Baskını olarak geçen bu darbe, İTC’nin siyasal iktidarını pekiştirmesini sağladı. Ocak 1913 darbesinden sonra İTC, iç siyasete tamamen hakim oldu. Darbenin hemen ardından Balkan devletleri yeniden saldırıya geçtiler. 26 Mart’ta Edirne Bulgaristan’ın eline geçti.

Balkan devletlerinin Bulgaristan’a saldırmasıyla savaşın ikinci evresi başladı. İttihatçılar bu fırsatı değerlendirdiler ve Enver Bey yönetiminde Edirne’ye girerek şehri geri almayı başardılar. Babıâli darbesinden sonra sadrazamlığa getirilen Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran 1913’ te Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın bir destekçisi tarafından öldürülmesi İTC’ye muhalifleri tasfiye etme şansı verdi. Muhalefetin idam, hapis ve sürgünlerle sindirilmesinden sonra İTC iç siyaseti tümüyle tekeline aldı ve ilk defa hükümeti içerden yönetmeye başladı. Talat Bey, 12 Haziran 1913’ te kurulan Sait Halim Paşa kabinesinde bir kez daha Dâhiliye Nazırı oldu. 1917’ de ise sadrazamlığa yükselerek Talat Paşa oldu.

Birinci Dünya Savaşı süresince tüm otoriteyi elinde tutan bu üç kişilik idareye Enver, Talat ve Cemal triumvirası denir.

Türkçülük İdeolojisinin Yükselişi

II. Meşrutiyet’in resmi ideolojisi Osmanlıcılıktı. Osmanlıcılık ideolojisi, Osmanlı idaresi altında yaşayan tüm dinsel ve etnik unsurları Osmanlı vatanı ve Osmanlı hanedanına sadakat temelinde birleştirme ülküsü güden bir ideolojiydi. Meşrutiyet’in ilanından sonra da devam eden ayrılıkçı milliyetçi hareketler ve toprak kayıpları, Osmanlıcılığın imparatorluğun sorunlarını çözecek bir ideoloji olduğu inancını zayıflattı. Nüfusunun büyük çoğunluğunu Hıristiyan toplulukların oluşturduğu Balkanların kaybıyla beraber Osmanlıcılık işlevini yitirdi.

Osmanlı toplumu daha fazla Müslümanlaştı. Bundan böyle Anadolu, imparatorluğun yeni iktisadi ve beşeri merkezi oldu. Anadolu’nun Müslüman Türk halkı en sadık unsur olarak önemsendi. Tüm bu gelişmeler Müslüman-Türk kimliğine dayalı Türkçülük ideolojinin güçlenmesine yol açtı. Türkçülüğün bu yıllarda sistematik bir fikir akımı olarak gelişmesini sağlayan düşünür, aynı zamanda İTC’nin ideologu olan Ziya Gökalp’tir. Gökalp’in Türk milliyetçiliğine ilişkin fikirleri en olgun ifadesini “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” ve “Türkçülüğün Esasları” adlı iki eserinde bulur.

Gökalp, bir milleti birleştiren unsurlar içinde en çok dile önem verir. Gökalp’e göre İslamiyet, siyasal bir model olmaktan çok, toplumu birleştiren önemli bir kültürel unsurdur.

Bu dönemin bir başka milliyetçi projesi de Pantürkizmdir. Yusuf Akçura bu alanda önemli isimdir. Pantürkizm, I. Dünya Savaşı döneminde bir süre etkili olmuşsa da, somut bir politika olmaktan çok, romantik bir hareket olarak kalmıştır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ideolojik tutumları genel olarak değerlendirildiğinde, çoğu Osmanlıcılık fikrine bağlıydılar. 1910’ larda ise giderek Türkçülüğe savruldular. Çoğu, aynı zamanda inançlı Müslümanlardı.

I. Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu

28 Haziran 1914’ te Avusturya arşidükü Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesiyle Avusturya Sırbistan’a savaş ilan etti. İttihatçılar, 1914’ te Britanya, Fransa ve Rusya’nın oluşturduğu üçlü İtilaf Devletleri’yle ittifak kurmak için girişimlerde bulundular. Ancak sonuç alamayınca yüzlerini Almanya’ya çevirdiler. Gizli Alman-Türk ittifakı 2 Ağustos 1914 tarihinde imzalandı.

25 Ekim 1914’ te savaşa girme kararı alan İttihatçı yönetim, 11 Kasım’da Almanya ve Avusturya’nın yer aldığı üçlü İttifak içinde savaşa girdi. Osmanlı orduları Kafkasya, Çanakkale, Hicaz-Yemen, Sina ve Filistin, Irak, Makedonya ve Galiçya cephelerinde savaştılar. 1918 yılında savaş İttifak Devletleri’nin yenilgisiyle sonuçlanınca, Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918’ te Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladı.

Savaş yılları toplumsal kimliğin Müslüman-Türk kimliği etrafında yeniden tanımlanmasını da sağladı.

YEREL DİRENİŞ HAREKETLERİ VE MERKEZİLEŞME (1918–1920)

30 Ekim 1918’ de İtilaf Devletleri’yle Osmanlı Devleti arasında Mondros Mütarekesi imzalandı. 25 maddeden oluşan mütarekenin koşulları son derece ağırdı. İtilaf Devletleri donanması, 13 Kasım 1918’ de İstanbul limanına gelerek işgali başlattı. İstanbul’un işgalinin ardından İngiliz, Fransız ve İtalyan kuvvetleri mütarekenin 7. maddesi uyarınca ülkenin değişik bölgelerini işgal ettiler.

Mütarekeden hemen sonra İTC’nin önde gelen liderleri Enver, Talat ve Cemal Paşalarla Bahaettin Şakir Bey bir Alman gemisiyle yurt dışına kaçtılar. Takip eden dönemde önde gelen İttihatçılar hakkında soruşturma, kovuşturma ve tutuklamalar başladı. Osmanlı Mebusan Meclisi, 21 Aralık 1918’ de, Padişah Vahdettin tarafından feshedildi. 4 Mart 1919’ da padişahla uyum içinde çalışan Damat Ferit Paşa hükümeti iş başına geldi. Yunan ordusu, 15 Mayıs 1919’ da İzmir ve çevresini işgale başladı.

Saray çevresi imparatorluğun bütünlüğünü korumanın yolunu 30–35 yıllık bir süre için İngiliz mandasının kabul edilmesinde görüyordu. İzmir ve çevresinin Yunan birlikleri tarafından işgaline karşı İstanbul’un herhangi bir direniş göstermemesi, yerel direniş hareketlerinin ortaya çıkmasını ve devletten bağımsız olarak örgütlenmesini sağladı.

Birçok yerde Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti yazan levhalar silinip yerine Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (MHC) yazıldı. I. Dünya Savaşı’nın sorumlusu olarak görülen İttihat ve Terakki’nin böyle bir direniş hareketini kendi ismi altında örgütlemesi olanaksızdı. Bu nedenle İttihat ve Terakki’nin kurtuluş stratejisini, kendi ismini gizleyerek bir direniş hareketi örgütlemek ve hareket başarıya ulaştıktan sonra kendi ismiyle yeniden iktidara gelmek oluşturuyordu. 1919 yılının ortalarına gelindiğinde yerel MHC’ler civar kaza ve vilayetleri kapsayacak ölçüde genişlediler ve kendi bölgelerinde İstanbul hükümetinden ayrı birer güç odağı haline geldiler.

Temmuz’da I. Edirne Kongresi, 28 Haziran–12 Temmuz arasında I. Balıkesir, 26–30 Temmuz arasında II. Balıkesir kongreleri, 6–9 Ağustos arasında I. Nazilli Kongresi, 16–25 Ağustos arasında Alaşehir Kongresinin toplanmasıyla yerel direniş hareketi yeni bir aşamaya evirildi.

Mustafa Kemal Paşa ve Yerel Direniş Hareketlerinin Merkezileşmesi

Başından beri bir cumhuriyet kurma fikriyle hareket eden Mustafa Kemal Paşa, bunun ancak Anadolu halkının desteğine dayalı merkezi bir direniş hareketiyle gerçekleşebileceğini düşünüyordu.

Mütarekenin imzalanmasından sonra İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, bir süre İstanbul’da kaldı. Çanakkale cephesinde askeri başarıları nedeniyle büyük saygınlığı olan Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da kaldığı süre içinde yakın arkadaşı Fethi Okyar ve Rauf Orbay gibi eski İttihatçılarla temas kurdu. Padişah Vahdettin’in şehzadeliği sırasında fahri yaveri olan Mustafa Kemal Paşa, birkaç kez de Vahdettin’le bir araya gelerek görüşlerini aktardı. İstanbul’da kalmanın herhangi bir çözüm üretmeyeceğini anlayan Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçişin yollarını aramaya başladı. Beklediği fırsat, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’da İtilaf Devletleri’nin müdahalesine yol açacak herhangi bir kargaşanın çıkmaması için kurulan ordu müfettişliğine atanmasıyla geldi. Mustafa Kemal Paşa ordu müfettişi olarak görev yerine gitmek üzere yola çıktı ve 19 Mayıs 1919’da Samsun’a vardı.

Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçtiği ilk günlere rastlayan Erzurum Kongresi, Mustafa Kemal Paşa’ya liderlik yolunu açması ve direnişi merkezileştirecek ilk adımları atması açısından büyük önem taşır. Mustafa Kemal Paşa Kongre’ye katılma yollarını aramak üzere 3 Temmuz’da Erzurum’a geldi. Doğuda büyük bir askeri güç olan Kazım Karabekir Paşa’nın araya girmesiyle, Mustafa Kemal Paşa ve Rauf (Orbay) Bey, istifa eden iki Erzurum delegesinin yerine kongre delegeliğine getirildi. 8 Temmuz’da Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’daki ordu müfettişliği görevine son verilmesi ve Mustafa Kemal Paşa’nın askerlikten istifa etmesiyle hakkındaki kuşkular da azaldı. Kongre’de yetkili bir temsil heyetinin seçilmesi ve bu heyetin Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında yürütme organı olarak hareket etmesi kararı Mustafa Kemal Paşa’ya liderlik yolunu açtı.

Mustafa Kemal Paşa, tüm direniş hareketlerini birleştirmek amacıyla Sivas’ta bir kongre düzenlemeye karar verdi. Cemiyetin yönetimi, Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye’ye verildi. Hükümet yetkileriyle donatılmış olan Heyet-i Temsiliye fiili olarak İstanbul hükümetinden bağımsız yeni bir yönetim organı olarak ortaya çıktı. Sarayın iktidarına karşı açık bir tavır alınması direnişe yönelik toplumsal desteği azaltacağı için Mustafa Kemal Paşa ve çevresi iktidar taleplerini bu aşamada açığa vurmamışlardı.

Paralel olarak Karakol Cemiyeti’nin Ege hareketine sızarak iktidar mücadelesinde gittikçe önemli bir rakip haline gelmesi, Mustafa Kemal Paşa’nın Karakol Cemiyeti’ne karşı duyduğu hoşnutsuzluğu artırdı. Karakol Cemiyeti, Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’nde yasaklamasına rağmen, İT adına iktidar mücadelesini sürdürdü. Karakol Cemiyeti, 16 Mart 1920’ de İngilizlerin İstanbul’u işgalinin ardından Kara Vasıf Bey ve önde gelen liderlerin tutuklanarak Malta’ya sürgün edilmesiyle ancak son buldu.

Yerel örgütlerin A-RMHC’ne bağlanma süreci ancak 1920 yılının ortalarında tamamlanabildi. 16 Mart 1920’ de İstanbul’un işgal güçleri tarafından resmen işgal edilmesi ve kent yönetimine el konulması, son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin dağılması ve 23 Nisan 1920’ de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) toplanması, yerel örgütlerin A-RMHC çatısı altında toplanmasını hızlandırdı.

Meclisin açılması Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğine önemli bir meşruiyet sağladı. Bölgesel direniş örgütleri giderek Ankara’nın denetimi altına girmeyi kabul etti. Osmanlı Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920’ de İstanbul’da toplandı. Meclis 3 ay gibi kısa bir süre açık kalmasına karşın Misak-ı Milli gibi önemli bir belgeyi kabul ederek Anadolu direnişine önemli bir meşruiyet sağladı.

Gelişmelerden rahatsız olan İtilaf Devletleri 16 Mart’ta kent yönetimine el koyarak İstanbul’u resmen işgal etti. İşgalin hemen ardından bazı milletvekilleri tutuklanarak Malta’ya sürüldü. 18 Mart 1920’ de son toplantısını yapan Mebusan Meclisi, mevcut koşullar altında faaliyetlerini sürdürmesinin imkansız olduğuna karar vererek dağıldı. İstanbul’un işgal edilmesi ve meclisin dağılmasının yarattığı en önemli sonuçlarından biri, A-RMHC’nin, tüzüğünün 4. maddesi uyarınca ülke yönetimini üstlenmesidir.

19 Mart 1920’ de seçimlerin yapılacağını duyurdu. Seçimlerden sonra, İstanbul Mebusan Meclisi’nden gelen mebuslarla, yeni seçilen mebuslar 23 Nisan 1920’ de Ankara’da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir araya geldiler.

BİRİNCİ MECLİS VE İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ

Birinci Meclis, 23 Nisan’da, en yaşlı üye Sinop Mebusu Şerif (Avkan) Bey’in başkanlığında açıldı. 24 Nisan’da ise Mustafa Kemal Paşa Meclis Reisi seçildi.

Birinci Meclis ilk aylarında bir dizi önemli yasayı yürürlüğe koydu. 29 Nisan 1920’ de Hıyanet-i Vataniye Kanunu kabul edildi. Bu kanunla TBMM’nin meşruiyetine karşı koyanların vatan haini sayılacağı ve mahkemelerin bu yönde vereceği kararların kesin olduğu hükme bağlandı. Bu kararların infazı TBMM’nin onayına bağlı olacaktı. Böylece meclise yasama ve yürütme yetkisinin yanı sıra yargı yetkisi de verilmiş oldu.

TBMM’nin çözmeye çalıştığı sorunlardan biri de büyüyen asker kaçakları sorunuydu. Balkan Harbi’nden beri cephelerde kesintisiz savaşmış Anadolu halkı yeni bir savaşın yükünü kaldıracak durumda değildi. TBMM bu amaçla 11 Eylül 1920’ de, “Firariler Hakkında Kanun” la İstiklal Mahkemeleri’ni kurdu. Mahkemelerin görev alanı 26 Eylül 1920’ de, vatan hainliği, casusluk, memleketin maddi ve manevi gücünü her ne şekilde olursa olsun kırmaya çalışmak suçlarını da kapsamak üzere genişletildi.

Eleştiriler sonucunda, 17 Şubat 1921’ de verilen bir kararla, zorunluluk halinde meclisin karar ve onayıyla gerekli yerlerde yeniden kurulmak üzere, Ankara İstiklal Mahkemesi dışındaki İstiklal Mahkemeleri’nin faaliyetlerine son verildi.

TBMM’nin en önemli yasama faaliyetlerinden biri, hiç kuşkusuz Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur. 20 Ocak 1921’ de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, rejimin temellerini halk egemenliği ve meclis üstünlüğü üzerinden tanımlayan ilk anayasadır. 1921 Anayasası’nın özgün yanlarından biri de yerel yönetimlere sağladığı özerklikti. 9. madde, meclis başkanına bir devlet başkanına ait olması gereken yetkileri vererek devlet başkanlığı sorununu Saltanat ve Hilafete değinmeden çözmüştü.

Sevr Antlaşması ve Londra Konferansı

10 Ağustos 1920’ de İstanbul hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Antlaşması Osmanlı Devleti açısından çok ağır koşullar içeriyordu. Osmanlı Devleti’ne sadece Orta Anadolu’nun küçük bir bölümünü bırakan bu antlaşma, imparatorluğun kalan topraklarını İngiltere, Fransa ve Yunanistan arasında paylaştırıyordu. Antlaşma, aynı zamanda Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun büyük bir bölümünde bağımsız bir Ermenistan devletinin, Doğu Anadolu’da ise özerk bir Kürdistan’ın kurulmasını öngörüyordu. Sevr Antlaşması Osmanlı hükümeti tarafından imzalanmasına karşın, 16 Mart 1920’ den itibaren İstanbul’un yapmış olduğu bütün antlaşmaları geçersiz sayan Kanun uyarınca Ankara hükümeti tarafından geçersiz sayıldı.

Mustafa Kemal Paşa da, kendisine yakın mebuslardan oluşacak bir grupla meclis çoğunluğunu örgütlü bir yapı içine sokmayı istiyordu. Bu amaçla 10 Mayıs 1921’ de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu (A-RMH Grubu) kurdu. 1920-1921 yılları arasında Birinci Meclisteki önde gelen gruplar arasında Tesanüt Grubu, İstiklal Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi, Halk Zümresi, Islahat Grubu sayılabilir. Ayrıca 1920’ nin son aylarında Türkiye Komünist Fırkası ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası adlı iki de sol parti kurulmuştu. Bu örgütlerin tümü, 1921 ilkbaharına gelindiğinde dağılmış oldular. İzleyen dönemde, A-RMH Grubu dışında kalan muhalif mebuslar örgütlü bir güç olmaksızın, iktidar grubuyla bazı temel konularda tartışmalar yürüttüler.

4 Kasım 1920’ de yapılan bir kanunla meclisin vekilleri meclis üyeleri arasından doğrudan seçmesi yerine, meclis başkanının göstereceği adaylar arasından seçmesi (aday gösterme) yöntemine geçilmişti. Bu değişikliğin temelinde Mustafa Kemal Paşa’nın birlikte çalışmayı istemediği kişilerin meclis tarafından hükümete vekil olarak seçilmesini istememesi yatıyordu.

Muhaliflerle A-RMH Grubu arasında en sert tartışma konularından biri de Başkumandanlık Kanunu’na ilişkindi. 10 Temmuz 1921’ da Yunan ordusunun ilerlemesiyle başlayan Kütahya-Eskişehir Muharebeleri’nde Türk ordusu büyük kayıplar vererek Sakarya’nın doğusuna çekilmişti. Kritik askeri durum nedeniyle, 5 Ağustos 1921’ de Başkumandanlık Kanunu kabul edildi. Kanun uyarınca Mustafa Kemal Paşa, TBMM’nin tüm yetkilerini üç aylık bir süre için kullanma hakkı gibi olağanüstü bir yetkiyle donatılarak Başkumandanlığa getirildi. Bu kanunla Başkumandan’ın emirleri kanun niteliği taşıyacaktı.

Muhaliflerin itirazlarına ve engellemelerine rağmen Kanun, Mustafa Kemal Paşa’nın müdahalesiyle 6 Mayıs 1922’ de bir kez daha uzatıldı. Başkumandanlık yetkilerinin tartışıldığı bir başka konu da İstiklal Mahkemeleri oldu. Kütahya-Eskişehir muharebeleri yenilgisinden sonra İstiklal Mahkemeleri yeniden kurulmuş ve Başkumandan olarak Mustafa Kemal Paşa’ya bağlanmıştı. Olağanüstü yetkilerle donatılan İstiklal Mahkemeleri’nin üyelerinin Başkumandan tarafından atanması, mahkemelerin her türlü denetimin dışında kalması ve aldığı kararların sertliği yeni tartışmalara neden oldu.

İkinci Grup’un Kuruluşu, Programı ve Faaliyetleri

Mustafa Kemal Paşa’nın elinde olağanüstü yetkilerin toplanması karşısında meclis üstünlüğünü savunan bu grup, 1922 Temmuzu’nda, İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu adı altında örgütlendiler. İkinci Grup yürüttüğü muhalefete rağmen milli mücadele süreci başarıya ulaşana kadar, meclisteki birliğin sürmesi için dikkatli davranmış, kendisini A-RMHC’nin parçası olarak görmeye devam etmiştir. İkinci Grup özellikle kişi tahakkümüne karşı tavır almıştır.

İkinci Grup’un ilk programı 16 Temmuz 1922’ de açıklandı. Programın 1. maddesi Misak-ı Milli çerçevesinde milli birlik ve bağımsızlığa ulaşılması amacını içerir. 2. madde ise mevcut kanunların milli egemenlik ilkesine göre değiştirilmesi ve düzeltilmesini öngörür. Bu madde temelde Başkumandanlık ve İstiklal Mahkemeleri’ne ilişkin kanunlarla, vekillerin seçim şekline ilişkin kanunların değiştirilmesi amacını içeriyordu.

İkinci Grup, programı ve ilkeleri doğrultusunda mecliste verdiği mücadelenin sonuçlarını Büyük Taarruz’un hemen öncesinde aldı. 8 Temmuz 1922’ de, vekil seçimlerinde aday gösterme yöntemi yürürlükten kaldırıldı ve meclisin ilk günlerinde uygulanan doğrudan vekil seçimi yöntemine dönüldü. İkinci Grup’un çabaları sonucunda, 31 Temmuz 1922’ de İstiklal Mahakimi Kanunu kabul edildi. Bu kanunla yeni kurulacak İstiklal Mahkemeleri üzerinde meclis denetimi sağlandı.

LOZAN BARIŞ GÖRÜŞMELERİ VE 1923 SEÇİMLERİ

Türk ordusunun işgallere son veren kesin askeri zaferi 26 Ağustos 1922’ de başlayan Başkumandanlık Meydan Savaşı’yla geldi. Batı Anadolu’yu Yunan işgalinden adım adım kurtaran Türk ordusu 9 Eylül’de İzmir’e girdi. 18 Eylül’de Batı Anadolu’daki son Yunan askerleri Erdek’ten çekildi.

TBMM hükümeti adına İsmet (İnönü) Paşa’nın başında olduğu Türkiye heyeti Mudanya’da, Fransa, İngiltere ve İtalya temsilcileriyle ateşkes koşullarını görüşmek üzere bir araya geldiler. 11 Ekim 1922’ de Mudanya’da ateşkes antlaşması imzalandı. İsviçre’nin Lozan kentinde bir konferans düzenlenmesi de kararlaştırıldı. Ancak konferansa TBMM Hükümeti’nin yanı sıra İstanbul Hükümeti’nin de çağrılması üzerine Saltanatın kaldırılması gündeme geldi. Yapılan oylamalar sonucunda saltanat 1 Kasım 1922’ de oybirliğiyle kaldırılarak, Osmanlı Devleti hukuken sona erdirildi.

Padişah Vahdettin’in İngilizlere sığınarak 17 Kasım’da yurt dışına çıkmasıyla, TBMM 18 Kasım’da Abdülmecit Efendi’yi yeni halife seçti.

Görüşmeler, Osmanlı borçları, Türk-Yunan sınırı, Boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapitülasyonlar gibi önemli konularda anlaşma sağlanamayınca, 4 Şubat 1923’ te kesildi.

23 Nisan 1923’ te Lozan’da yeniden başlayan görüşmelerde bir dizi anlaşmazlık konusu sonuca bağlandı. Türk heyetinin kararlılığı sayesinde kapitülasyonlar kaldırıldı. Türkiye ile İtalya arasındaki anlaşmazlık, Türkiye’ye kabotaj hakkının tanınmasıyla giderildi. Lozan Antlaşması, milletvekili seçimlerinden sonra iş başına gelen yeni meclis tarafından 11 Ağustos 1923’ te onaylandı. Antlaşmanın onaylanmasından kısa bir süre sonra İtilaf Devletleri birliklerini çekerek İstanbul ve Boğazları 6 Ekim’de Türk kuvvetlerine bıraktı.

8 Nisan 1923’ te, meclisteki Birinci Grup’un bir fırkaya dönüştürülerek Halk Fırkası’nın kurulacağı açıklandı. Kurulacak fırkanın ilkeleri Dokuz Umde bildirisiyle yayınlandı.

Seçimler ve Muhalefetin Tasfiyesi

Lozan görüşmeleri sürerken Tan gazetesinin sahibi ve İkinci Grup’un etkili isimlerinden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey önce kaybolmuş, 2 Nisan 1923’ te de cesedi bulunmuştu. Ali Şükrü Bey’in, Mustafa Kemal Paşa’nın muhafız alayı komutanı Topal Osman tarafından öldürüldüğü anlaşılınca, Topal Osman kendisini yakalamak üzere gelenlerle girdiği çatışmada öldürüldü.

Meclisin 1 Nisan 1923 tarihli oturumunda, yeni seçimlerle meclisin yenilenmesine karar verildi. Birinci Grup, adaylarını belirlemek üzere Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında çalışmalarına başladı. İkinci Grup ise seçime katılmama kararı aldı. Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle İttihatçıların kendi adlarına seçime katılmaları engellendi. Bu koşullar altında seçime yalnızca Birinci Grup örgütlü bir güç olarak katıldı.

İkinci Grup üyeleri seçime katılmadıkları için hiçbiri yeni meclise giremedi. 11 Ağustos’ta ilk toplantısını yapan meclis büyük ölçüde Mustafa Kemal Paşa’nın denetiminde seçilen milletvekilleriyle çalışmalarını 1927’ye kadar sürdürdü.

TEK PARTİLİ DÖNEM (1923-1946)

ATATÜRK DÖNEMİNDEKİ SİYASAL GELİŞMELER

Mustafa Kemal Paşa, nihayet, 8 Nisan 1923’ te de, Halk Fırkası’nın, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin (A-RMHC) bir fırkaya dönüştürülmesi yoluyla kurulacağını açıkladı ve partinin ilkelerini oluşturan Dokuz Umde bildirisi yayınlandı.

Halk Fırkası adaylarının mutlak zaferiyle sonuçlanan 1923 seçimlerinden sonra 9 Eylül 1923’ te partinin tüzüğü kabul edildi, 11 Eylül’de Mustafa Kemal Paşa partinin genel başkanlığına seçildi. Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal Paşa cumhurbaşkanlığına seçilince 19 Kasım 1923’ te İsmet (İnönü) Paşa’yı Halk Fırkası Reis Vekilliğine atadı.

Cumhuriyetin İlânı

28 Ekim akşamı Mustafa Kemal Paşa yakın çalışma arkadaşlarını Çankaya’da akşam yemeğine davet etti ve yemek sırasında beklenen açıklamayı yaptı: “Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz!” Yemek sonrasında Mustafa Kemal ve İsmet Paşalar cumhuriyetin ilânını sağlayacak anayasa değişikliği önerisi üzerinde çalıştılar ve anayasanın birinci maddesine “Türkiye devletinin şekl-i hükümeti cumhuriyettir” maddesinin eklenmesi konusunda görüş birliğine vardılar. 29 Ekim’de Halk Fırkası Meclis grubu toplanarak Mustafa Kemal Paşa’yı heyet-i vekile sorununu çözmekle görevlendirdi.

Anayasanın birinci maddesinde yapılan değişiklikle Türkiye devletinin yönetim biçiminin cumhuriyet olduğu vurgulandı. İkinci maddede yapılan değişiklikteyse Türkiye devletinin dininin İslam, resmi dilinin Türkçe olduğu belirtildi.

İstanbul basınında cumhuriyetin ilanından sonra halifenin konumundaki belirsizliği vurgulayan yazılar çıkınca 8 Aralık’ta İstanbul’a bir istiklal mahkemesi gönderildi. Cebelibereket Mebusu İhsan (Eryavuz) Bey’in başkanlığındaki mahkeme heyeti 30 Ocak 1924’ e kadar süren kısa faaliyetleri sırasında İstanbul basınına ciddi bir gözdağı verdi.

Halifeliğin Kaldırılması

Abdülmecid Efendi’nin siyasi yetkilere sahip olmadan elinde bulundurduğu halifeliği 16 ay kadar sürdü ve 3 Mart 1924’ te halifelik makamı da kaldırıldı. Bazı milletvekilleri bu kurumun Türkiye için gerekli olduğunu ve böyle bir karar alınması halinde bunun İslam dünyasını üzüp, İngiltere’yi sevindireceğini belirttiler.

Mart görüşmeleri sırasında meclis konuyla ilgili iki kanun daha kabul etti. Bunlardan birincisi ile Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırılıp yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği ile Vakıflar Umum Müdürlüğü örgütleri kuruldu. Kabul edilen ikinci yasa ise “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” idi. Ülkede eğitim ve öğretim birliğini sağlamak amacıyla çıkartılan bu yasayla bütün okullar Maarif Vekâleti’ne bağlandı. Maarif Vekâleti de kısa bir süre sonra bütün medreseleri kapattı.

20 Nisan 1924’ te de yeni anayasa kabul edildi. TBMM’nin sahip olduğu yürütme yetkisinin kullanımını cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruluna bırakan anayasaya göre yasama yetkisini meclisin bizzat kullanması gerekmektedir ve bu yetkinin herhangi bir şekilde başka bir organa devri söz konusu değildir ve meclisin hükümeti her zaman denetleyip düşürme yetkisi vardır.

Anayasada yargı yetkisi, bunu millet adına ve kanuna göre kullanacak olan bağımsız mahkemelere verilmiş ve hâkimlerin görevlerinde bağımsız olacakları ilkesi benimsenmiştir. Ama anayasada, yargı bağımsızlığının en önemli göstergelerinden biri olan hâkim güvencesi tam değildir. Bu durum, hükümetin, siyasi mülahazalarla ve çoğunluğunu elinde bulundurduğu yasama organı kanalıyla yargıya müdahale edebilmesinin önünü açmıştır.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Kuruluşu

1923 seçiminde önceden özenle belirlenmiş adayların ikinci seçmenlere onaylatılması suretiyle oluşturulmuş ikinci mecliste de, başından beri, muhalefet hiç eksik olmamıştır.

17 Kasım 1924’ te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) adıyla bir muhalefet partisi kurdular. 17 Kasım’da Kazım (Karabekir) Paşa’nın başkanlığını, Rauf (Orbay) ve Adnan (Adıvar) Beylerin ikinci başkanlığını, Ali Fuat Paşa’nın genel sekreterliğini yaptığı TpCF tepki çekti.

Mustafa Kemal Paşa bu istifaları bir “paşalar komplosu” olarak nitelendirdi ve komutanların milletvekilliğinden istifa ederek ordudaki görevlerini sürdürmelerini istedi. Ali Fuat ve Kazım Paşalara ek olarak Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa da bu talebe uymadı, öteki komutanlar milletvekilliğinden istifa ettiler.

TpCF kurulduktan 3 gün sonra Başvekil İsmet Paşa sıkıyönetim ilanını istedi. CHF grubu bu öneriyi reddedince İsmet Paşa 21 Kasım’da hükümetin istifasını açıkladı. Ertesi gün, yeni kabineyi, İsmet Paşa’ya göre daha ılımlı bir kişiliğe sahip olan ve muhtemelen CHF’den kopuşları durdurması beklenen Fethi (Okyar) Bey kurdu. Fethi Bey’in hükümeti topu topu üç buçuk ay yaşadı ama bu süre içinde CHF içindeki çalkantılar sona erdi.

Şeyh Sait Ayaklanması ve Takrir-i Sükûn Kanunu

13 Şubat 1925’ te, günümüzde Bingöl’e bağlı bir ilçe olan Genç’in Piran köyünde patlayan silahlar, hem Doğu Anadolu’da geniş çaplı bir ayaklanmayı başlattı, hem de Türkiye’nin siyasal yaşamında radikal dönüşümlere yol açtı.

Şeyh Sait’e bağlı kuvvetler 17 Şubat’ta Genç vilayetinin merkez kazası olan Darahini’yi basarak vali ve diğer yetkilileri tutukladılar. Şeyh Sait halkı İslam adına dinsel kökenli bir ayaklanmaya çağıran bir bildiri de yayınladı. Bazı aşiretlerin desteğini de alan Şeyh Sait, kısa sürede Genç, Maden, Siverek ve Ergani’yi ele geçirip Diyarbakır’a yürüdü. Bir başka grup da Varto’yu alıp Muş’a yöneldi. Bu gelişmeler üzerine hükümet, 21 Şubat’ta Doğu illerinde sıkıyönetim ilan etti.

Bu durum karşısında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, Mart başında, Başbakan Fethi (Okyar) Bey’in istifasını istedi. Hükümetin istifa etmesi üzerine, 3 Mart’ta başbakanlık görevi İsmet (İnönü) Paşa’ya verildi. 4 Mart’ta 23 red, 1 çekimsere karşılık 153 oyla meclisten güvenoyu alan hükümet, aynı gün Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkarttı. Hükümet, bu yasayla, huzur ve sükûnu bozmaya yönelik her türlü girişim, örgüt ve yayını yasaklama yetkileriyle donatıldı.

Aynı gün alınan bir meclis kararıyla biri merkezi Ankara’da olan, öteki de ayaklanma bölgesinde görev yapacak olan iki İstiklal Mahkemesi kuruldu.

Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanılarak atılan ilk önemli adımlardan biri muhalif gazetelerin kapatılması olmuştur. Kanunun çıkmasından iki gün sonra 6 Mart’ta İstanbul’da çıkan Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Son Telgraf, Aydınlık, Sebilürreşat ve Orak Çekiç gazeteleri kapatılmış, bu gazeteleri 16 Nisan’da kapatılan Tanin izlemiştir.

Ayaklanmanın baş sorumlusu Şeyh Sait ile adamları Diyarbakır’da görev yapan Şark İstiklal Mahkemesi’nde yapılan yargılanması sonucunda, 28 Haziran’da ölüm cezasına çarptırıldı.

Şark İstiklal Mahkemesi: TpCF’nin Kapatılması ve Gazeteciler Davası

Şark İstiklal Mahkemesi, ayaklanmayı dolaylı olarak kışkırttığı gerekçesiyle, TpCF’nin katib-i mesulü emekli Yarbay Fethi Bey hakkında da dava açtı. Dava sonucunda Fethi Bey 5 yıl hapse mahkûm edilirken, mahkeme, bu davaya dayanarak, 25 Mayıs’ta, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın mahkemenin görev bölgesi içindeki bütün şubelerini kapatma kararı aldı.

Şark İstiklal Mahkemesi 7 Haziran’da bir ara karar alarak tutum ve yazılarıyla ayaklanmayı dolaylı olarak kışkırttıkları gerekçesiyle ülkenin önde gelen bazı gazetecileri hakkında da tutuklama kararı aldı ve tutuklanan gazeteciler davalarının görülmesi için Elazığ’a gönderildiler. Mahkûmiyetle sonuçlanmasa da gazeteciler davası basına gözdağı verilmesi açısından çok etkili oldu. TpCF’nin, Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanılarak kapatılması ve muhalif basının aynı yasanın verdiği yetkilerle tamamen susturulmasıyla Türkiye’de çok partili hayat oldukça uzun sürecek bir kesintiye uğradı.

İzmir Suikastı ve Muhalefetin Sonu

1926 yılının Haziran ayı ortalarında Türkiye müthiş bir haberle çalkalandı: Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya, İzmir’de suikast düzenlemeyi planlayan bir çete ortaya çıkartılmış ve çete üyelerinden birinin yaptığı ihbar sonucunda sorumlular tutuklanmıştı.

Yapılan soruşturma sonucunda mahkeme heyeti suikastın bir grup katilin planladığı basit bir girişim olmadığı kanısına vardı. Mahkeme heyetine göre, içinde eski İttihatçıların, birinci meclisteki eski İkinci Grup üyelerinin ve kapatılan TpCF yönetici ve mensuplarının yer aldığı geniş bir muhalefet cephesi bir hükümet darbesi hazırlığı içindeydi ve suikastın ardından bu darbe gerçekleştirilecekti.

49 tutuklu sanığın duruşmasına 26 Haziran’da başlandı, karar 15 Temmuz’da açıklandı. Mahkeme heyeti aralarında halen milletvekili olan eski TpCF üyesi 6 kişinin de bulunduğu 15 kişiyi idama mahkûm etti.

Bu arada, Kazım Karabekir, Cafer Tayyar, Ali Fuat, Refet ve Mersinli Cemal Paşalar, Cumhurbaşkanının özel isteğiyle beraat ederken, eski İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleriyle eski İkinci Grup üyelerinin davalarına Ankara’da devam edilmesi kararlaştırıldı.

Bu duruşmalarda eski İttihatçılarla İkinci Grup üyelerinden adeta geçmişteki davranışlarının hesabını vermeleri istendi. Davanın açış konuşmasını yapan mahkeme savcısı sanıkları önce İzmir suikastından sorumlu tuttu ve bunun bir hükümet darbesi hazırlığı olduğu şeklinde görüş belirtti. Konuşmasının devamında suikast girişimine pek değinmeyen savcı, bunun yerine, eski İttihat ve Terakki mensuplarından, Birinci Dünya Savaşı sırasında bu partinin iktidarı kötüye kullanmasının ve sorumsuz siyasetinin cevabını vermelerini istedi.

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İkinci Kurultayı ve Nutuk

1927 seçimlerinden hemen sonra 15–20 Ekim 1927 tarihleri arasında Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kurultayı Ankara’da toplandı. Kurultayda partinin ilkelerini sistemleştiren, bu ilkelerin değiştirilemeyeceğini belirten ve Mustafa Kemal Paşa’yı değişmez genel başkanlığa getiren yeni bir nizamnamesi kabul edildi. Kongre sonrasında yayınlanan genel başkanlık bildirisinde de partinin cumhuriyetçi, laik, halkçı ve milliyetçi bir cemiyet olduğu belirtildi.

Kurultayda ayrıca Mustafa Kemal Paşa milli mücadele dönemiyle cumhuriyetin ilk yıllarını ayrıntılı olarak değerlendiren uzun bir söylev verdi. Mustafa Kemal Paşa, uzun zaman üzerinde çalışarak hazırladığı bu ünlü nutkunu, günde ortalama 6 saatin üzerinde kürsüde kalmak suretiyle, 6 günde ve toplam 36,5 saatte tamamladı. Nutuk’un esas olarak, Mustafa Kemal Paşa’nın gözünden, milli mücadele döneminin askeri, siyasi ve diplomatik bir tarihi olduğu söylenebilir. Türkiye’nin en sancılı günlerinin dönemin en sorumlu kişinin ağzından anlatımı olan Nutuk “Türk Gençliğine Hitabe” ile sona erer.

Mustafa Kemal Paşa’nın çok sayıda kişinin eylem ve kişilikleri üzerinde yaptığı gözlem, değerlendirme ve yargılar da Nutuk’ta geniş bir yer tutar.

Tek Parti Yönetiminde Geçici Yumuşama: Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Kuruluşu

1929 dünya ekonomik buhranının da etkisiyle çeşitli sıkıntılar yaşanmaktaydı. Bu sorunların giderilebilmesi için hükümeti eleştirecek ve denetleyecek kontrollü bir muhalefete ihtiyaç olduğunu düşünen Mustafa Kemal Paşa, 1930 yılının yaz aylarında bu görevi üstlenecek, sınırlı ve denetim altında tutulabilecek bir muhalif partinin kurulmasına karar verdi. Böyle bir partinin kurulmasıyla varlığını gizli olarak sürdüren muhalefetin gücü de açık olarak görülebilecekti. Muhalefet partisinin kuruluş süreci Paris Büyükelçisi Ali Fethi (Okyar) Bey’in 22 Temmuz 1930’ da izinli olarak İstanbul’a gelmesiyle başladı ve Mustafa Kemal Paşa Ali Fethi Bey’e kurulacak partinin başına geçmesini önerdi. Beklenen muhalefet partisi 12 Ağustos’ta Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) adıyla kuruldu.

Partinin adını bizzat Mustafa Kemal Paşa koymuş, partiye kaç milletvekilinin ve kimlerin katılacağı konusu bile karşılıklı pazarlıklar sonucunda kararlaştırılmıştır. Önceden tasarlandığı biçimiyle, parti mecliste yumuşak bir muhalefet yaparak iktidardaki CHF’yi eleştirecek ve denetleyecekti. Oysa bir muhalefet partisinin kurulmasına izin verilmesi ülke genelindeki hoşnutsuz kesimlerin hızla bu partiye yönelmesine yol açtı. Böylece parti, toplum içinde hızlı bir biçimde kök salarak büyük bir toplumsal desteği arkasına aldı ve hiç umulmadık bir biçimde, çok kısa sürede adeta bir iktidar alternatifi haline geldi.

SCF’nin, başkan Ali Fethi Bey’in de katıldığı 7 Eylül tarihli İzmir mitingi halkın büyük ilgisini gördü. Ama miting öncesinde CHF binasının taşlanması gibi çeşitli şiddet olaylarının da yaşanması Cumhurbaşkanı’nın büyük tepkisini çekti. Mustafa Kemal Paşa’nın CHF ile SCF arasında tarafsızlığını terk edip açık bir biçimde iktidar partisinden yana tavır koyması yeni kurulan muhalefet partisinin sonunu hızlandırdı.

Artık partinin varlığını sürdürebilmesi için Mustafa Kemal Paşa ile açık bir siyasi mücadele içine girmesi gerekiyordu ve partinin kurucu ve yöneticilerinin başından beri böyle bir niyetleri yoktu. Bu gelişmeler parti yöneticilerini bir hayli ürküttü ve Ali Fethi Bey 17 Kasım 1930’ da Dâhiliye Vekâleti’ne bir dilekçe göndererek partinin kendini feshettiğini açıkladı.

Ülkedeki Bütün Örgütlerin CHF Bünyesinde Bütünleşmesi

ülkeyi tek başına yönetmekte olan CHF’nin göreli özerkliği de ortadan kaldırılıp parti ile devlet bütünleşti. İlk olarak İttihat ve Terakki döneminden o yana Türk milliyetçiliğini, pozitivist ve laik düşünceyi savunmakta olan Türk Ocakları feshedildi.

Yaklaşık bir yıl sonra, 19 Şubat 1932’ de, Türk Ocakları’nın yerini, doğrudan CHF’ye bağlı olarak çalışan ve giderleri hem devlet hem de CHF tarafından karşılanan halkevleri aldı. Halkevleri de, kapanan Türk Ocakları gibi, ulusal kültür yaratma çabalarını geniş kitlelere yayma, Türk inkılâbının ilkelerini toplumun bütün kesimlerine benimsetme, herkesi bu doğrultuda görevli kılarak faalleştirme ve ideolojik ve kültürel çalışmalara katmayı hedefledi. Halkevleri ve halkodalarının faaliyetlerine Demokrat Parti iktidarı döneminde, 11 Ağustos 1951’ de son verildi.

Ülkede CHF dışında kalan bütün örgütler birbiri ardına ortadan kalkarken, 25 Temmuz 1931 tarihli basın kanunuyla, hükümete, “ülke çıkarlarına ters düşen yayınları” nedeniyle gazete ve dergileri kapatma yetkisi tanındı. Bu kanunla 1930’ ların hemen başındaki görece serbest ortam ortadan kalktı ve basın–yayın hayatı da tek sesli hale geldi.

31 Mayıs 1933’ te İstanbul Darülfünunun kapatılıp yerine Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı yeni bir üniversitenin kurulmasını öngören kanun TBMM’de kabul edildi. Bu kanunla, üniversite hükümetin denetimine girdi ve idari, mali ve bilimsel özerkliği tamamen ortadan kalktı. “1933 Üniversite Reformu” olarak bilinen bu uygulama çerçevesinde, kapsamlı bir “temizlik” harekâtına girişilerek, çok sayıda öğretim üyesi ve görevlisinin işine son verildi.

Parti–Devlet Bütünleşmesi

1923 tüzüğünde yer alan milliyetçilik ve halkçılık ilkelerine, 1927’ de cumhuriyetçilik ve adı belirtilmeden laiklik eklenmiş, 1931’ deki programda bu 4 ilkenin yanı sıra devletçilik ve inkılâpçılık ilkelerine de yer verilmesiyle 6 Ok tamamlanmıştı. 5 Şubat 1937’ de yapılan Anayasa değişikliğiyle 6 Ok anayasal olarak da devletin ilkeleri haline getirildi ve böylece parti–devlet bütünleşmesi tamamlandı.

Atatürk–İnönü Çatışması, Celal Bayar’ın Başbakanlığı, Atatürk’ün Ölümü

İsmet İnönü, 1937 sonbaharında, Cumhurbaşkanı Atatürk ile anlaşmazlığa düştü. Anlaşmazlık iyice açığa çıkınca 20 Eylül 1937’ de İnönü başbakanlıktan izinli olarak ayrıldı ve bu görevi Celal Bayar vekâleten üstlendi.

Son dönemde üzerinde sadece Malatya milletvekilliği unvanı kalmış olmasına rağmen, meclis, ordu ve bürokrasi içinde tartışmasız gücü olan İsmet İnönü 11 Kasım 1938’ de, mecliste oy kullanan 348 milletvekilinin tamamının oyunu alarak Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı seçildi.

İNÖNÜ DÖNEMİ VE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ

İnönü’nün cumhurbaşkanlığı dönemi İkinci Dünya Savaşı’nın yoğun sorunları içinde geçti. İç siyasette Atatürk dönemi politikaları özüne fazla dokunulmadan olduğu gibi sürdürüldü. Dönem boyunca başbakanlık görevini sırasıyla Celal Bayar, Refik Saydam ve Şükrü Saraçoğlu yürüttü.

Savaş bittikten sonra da yeni dünya düzeni kurulurken söz sahibi olabilmek için Almanya’ya savaş ilan etti. 1939’ da Hatay’ın Türkiye’ye katılması da İnönü döneminde yaşanan önemli bir gelişme oldu. Savaş döneminde devletin gelirlerini artırabilmek için ekonomik alanda da birçok kararlar alındı. Bunların başlıcaları Milli Korunma Kanunu, Toprak Mahsulleri Kanunu ve Varlık Vergisi’dir. Bu arada inkılâbın ideolojisini kırsal kesime de götürebilmek için 1940 ilkbaharında köy enstitüleri kuruldu.

Savaşın Bitmesinden Sonraki Siyasi Gelişmeler ve Tek Parti Döneminin Sonu

19 Mart 1945’ te Sovyetler Birliği 1925’ te imzalanan ve 20 yıl süreyle geçerli olan Türk-Sovyet saldırmazlık paktını uzatmayacağını Türkiye’ye bildirdi. Sovyet tehdidiyle karşı karşıya kalan Türkiye, güvenlik açısından, savaş sonrasında oluşturulmakta olan yeni dünya düzeninin bir parçası olmak arzusundaydı. 25 Nisan’da San Fransisco’da toplanan ve 26 Haziran 1945’ te Birleşmiş Milletleri kuran konferansa Türkiye bir heyet gönderdi ve Birleşmiş Milletlerin kurucu üyesi oldu. İnönü bununla yetinmedi ve tek partili sistemin yumuşatılmasını ve 1930’ da yaşanan Serbest Cumhuriyet Fırkası örneğine benzer kontrollü bir muhalefet hareketine izin verilmesini Sovyetler karşısında batının desteğini almak için gerekli gördü.

Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ve Dörtlü Takrir

Tek parti döneminin son yıllarında CHP içinde alttan alta gelişen muhalefet, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’yla (ÇTK) ilgili meclis görüşmeleri sırasında açığa çıktı ve hızla gelişen olaylar Demokrat Parti’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Meclis’te ilk kez 14 Mayıs 1945’ te ele alınan yasada, esas olarak, toprağı olmayan veya yetmeyen çiftçi ailelerine, geçimlerine yetecek kadar toprak verilmesi öngörülüyordu. CHP içindeki direnişe yol açan madde, özel kişilere ait belli bir sınırın üstündeki toprakların kamulaştırılmasına olanak veren bir madde idi.

CHP içindeki muhalefet hareketi belirginleşirken, dünya genelinde de önemli değişiklikler yaşanmış ve yaşanmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı liberal-demokrat ülkelerin üstünlüğüyle sonuçlanmış ve buna bağlı olarak tek partili otoriter yönetimlere dayanan siyasal sistemler gözden düşmüştü.

7 Haziran’da Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın imzaladığı ve “Dörtlü Takrir” olarak anılan ünlü önerge CHP Meclis Grubu’na verildi. Her şeyden önce 1924 Anayasası’nın demokratik ruhuna geri dönmek gerekiyordu.

Bir gün arayla önce mecliste ÇTK’nın benimsenmesi, ardından CHP Meclis Grubunda Dörtlü Takrir’in reddedilmesi, muhaliflerin CHP ile olan bağlarını tamamen koparmalarına yol açtı. Menderes ve Köprülü önergelerinde yer alan taleplerini Tan ve Vatan gazetelerindeki yazılarında ısrarla tekrarladılar. Bu eleştiri yazıları CHP yönetiminin büyük tepkisini çekti ve 21 Eylül’de Menderes ve Köprülü CHP’den çıkarıldı.

Böylece, önde gelen muhalif milletvekilleri, kısa bir süre içinde, CHP’den tamamen kopmuş oldular. CHP’den ayrılanlar 1946 başında Demokrat Parti’yi kurarak Türkiye’nin siyasal yaşamında yeni bir döneme damga vurdular. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ise, bazı önemli eksiklikleri ve uygulamadaki yöntem yanlışlıkları yüzünden pek etkili olamadı.

Demokrat Parti’nin Kuruluşu

Parti programında esas olarak ekonomik ve siyasal alanlarda liberalleşme politikası benimseniyordu. Programa göre, partinin asıl amacı ülkede demokrasinin geniş ve ileri düzeyde gerçekleştirilmesiydi.

DP’nin ülke çapında gösterdiği hızlı büyüme iktidar partisinin bu partiye yönelik tavrının sertleşmesine yol açtı. Yine de DP CHP’ye karşı ılımlı ve yumuşak muhalefet yapma politikasından vazgeçmedi.

Tek Parti Döneminin Sonu: 1946 Seçimi

Bu ortam içinde 26 Nisan 1946’ da toplanan CHP meclis grubu belediye seçimi ile genel seçimin öne alınmasını kararlaştırdı. Bu kararın arkasındaki asıl amaç, DP’yi yeterince örgütlenmeden hazırlıksız yakalamak ve CHP’nin iktidarını 4 yıl süreyle garantiye almaktı. Kuruluşundan o güne kadar sadece altı ay geçmiş bulunan DP aslında seçime hazır değildi. Yeni muhalefet partisi 16 ilde seçime katılmadığı gibi, toplam 465 milletvekili seçilecekken sadece 273 aday gösterebildi.

21 Temmuz 1946’ daki seçimler adli denetim dışında, açık oy, gizli sayımla ve çoğunluk sistemi esasına göre yapıldı. 465 milletvekilliğinden 395’ ini alan CHP büyük bir seçim zaferi kazandı. Seçim sonuçları ilan edildikten sonra DP seçimde baskı, hile ve yolsuzluk yapıldığını öne sürdü. Muhalefet partisine göre, seçim öncesinde, seçmenlere DP’ye oy vermemeleri için baskı yapılmıştı. Böylece 1946 seçimi literatüre “Türkiye’nin siyasal tarihindeki en şaibeli seçim” olarak geçti.

SEÇİMLER VE REFORMLAR

1946’ ya kadarki dönem tek partili dönem olarak nitelendirilse de dönem boyunca 1923’ ten 1946’ ya kadar dört yılda bir düzenli olarak seçimler yapılmıştı. Seçimler iki derecelidir. Seçimlerin ilk aşamasında seçmenler ikinci seçmenleri; seçilen ikinci seçmenler de daha sonra milletvekillerini seçmişlerdir. 1935 genel seçimlerine kadar sadece erkeklerin seçme ve seçilme hakkı vardı; 1935’ ten başlayarak bu hak kadınlara da tanındı. Seçimin ilk aşamasında sadece ülkeyi yöneten tek parti olan CHP’nin örgütlü bir ikinci seçmen listesi olduğu için ikinci seçmenlerin neredeyse tamamı bu partiden seçildiler. Sistem CHP tarafından desteklenmeyen bir adayın milletvekili olmasına izin vermiyordu.

Halk Fırkası’nın 1923 tüzüğüne göre partili milletvekillerinin sadece parti grup toplantılarında serbestçe söz söyleme hakları vardı. Ama grupta bir konu karara bağlandığı zaman bu karar azınlıkta kalanlar da dâhil bütün milletvekilleri için bağlayıcıydı. Meclis toplantısında, partili milletvekilleri-kendileri kişisel olarak hangi görüşte olurlarsa olsunlar-grupta alınan kararın meclis tarafından kabul edilmesini sağlamakla sorumluydular.

Böyle olunca bütün tek parti dönemi boyunca tamamen parti merkezinin talepleri doğrultusunda hareket eden, hiçbir zaman kişisel inisiyatif kullanmayan ve mecliste hiçbir eleştiri yapmayan bir milletvekili profili ortaya çıkmıştır.

Kemalist Reformlar

Devletin laikleştirilmesi sürecinde 1 Kasım 1922’ de saltanat kaldırılmış, 29 Ekim 1923’ te cumhuriyet ilân edilmiş, 3 Mart 1924’ te halifelik kaldırılmış, 20 Nisan 1924’ te yeni anayasa yürürlüğe girmişti. Bu süreç, 11 Nisan 1928’ de, Türkiye devletinin dininin İslam olduğu hükmünün anayasadan çıkarılmasıyla ve nihayet 5 Şubat 1937’ de laikliğin bir ilke olarak anayasaya girmesiyle tamamlandı. Yine de 3 Mart 1924’ te Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılarak yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği ile Vakıflar Umum Müdürlüğü’nün kurulmuş olması devlet–din işlerinin birbirlerinden tamamen ayrılmadığının; dinin devlet denetimi altına alındığının bir göstergesidir. Toplumsal yapının laikleştirilmesi ve İslami simgelerin Batılı simgelerle değiştirilmesi sürecinde ise birbirini izleyen birçok adım atıldı. İlk önemli adım, başta fes olmak üzere her türlü başlığın yasaklanması ve memurların şapka giymelerinin zorunlu hale getirilmesidir.

25 Kasım 1925’ te çıkan bir yasayla memurlara şapka giyme zorunluluğu getirildi ve diğer bütün başlıklar yasaklandı. Bu yasanın çıkmasından beş gün sonra, 30 Kasım 1925’ te bir başka yasayla tarikatların dinsel tören, toplantı ve eğitim yerleri olan tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, müritlik, dervişlik gibi unvanlar yasaklandı. Giyim kuşamı değiştiren ve tarikatları hedef alan bu iki yasaya karşı, ülkenin çeşitli yörelerinde bazı tepkiler olduysa da, bu tepkiler gezici istiklal mahkemesinin aldığı sert tedbirler sonucunda kısa sürede bastırıldı. 3 Aralık 1934’ te de bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair kanunla dini giysilerin toplum içinde kullanımı yasaklandı ve sadece din adamlarının dini giysilerini sadece görev sırasında ibadet yerlerinde giyebilecekleri hükme bağlandı. Bu arada 1932’ den itibaren camilerde ezan ve Kuran Türkçe okundu. Uzun yıllar süren bu uygulamaya, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin hemen ardından, 16 Haziran 1950’ de TBMM’nin bu yasağı kaldırmasıyla son verildi ve ezan yeniden Arapça okunmaya başlandı.

24 Kasım 1934’ te Mustafa Kemal Paşa’ya Atatürk soyadını verdi. 17 Aralık 1934’ te bir başka Türk vatandaşının Atatürk soyadını alması yasaklandı.

“Geleneksel” in yerini “modern” in alması sürecinde 26 Aralık 1925’ te saat ve takvim, 20 Mayıs 1928’ de rakamlar değiştirildi. Bunları 1 Kasım 1928’ de Arap harflerinin yerine Latin harflerine dayalı yeni alfabenin kabul edilmesi izledi. Buna göre 1 Aralık 1928’ den başlayarak gazete, dergi ve kitap dışındaki bütün yayınlar Latin harfleriyle yayınlandı.

Bu arada, 9 Aralık 1926’ da Darülelhan’da (konservatuar) Türk müziği eğitimine son verilmesi de geleneksel ile modernin değiştirilmesi kapsamında değerlendirilebilir. Bu yasakla geleneksel alaturka müziğin yerine alafranga müzik konmuş, “modernleşme” sanat alanına da yansımıştır. Bu ikilik yıllarca gündemde kalacak, Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Kasım 1934’ te yaptığı TBMM açılış konuşmasının ardından, 2 Kasım 1934’ te İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) Bey’in genelgesiyle alaturka müzik radyoda 8 ay süreyle tamamen yasaklanacaktır.

İsviçre’den alınan Medeni Kanunla kişiler, aile, miras ve eşya hukuku alanlarında geçerli olan dine dayalı hukuk kuralları, yerini laik ve çağdaş hukuk kurallarına terk etti. Yine İsviçre’den alınan Borçlar Kanunuyla bu alan da laikleştirildi. Ceza Kanunu İtalya’dan, Ticaret Kanunu ise Almanya ve İtalya’dan alındı.

Ancak reformlar kentlerdeki esnaf, sanatkâr ve küçük tüccarlarla, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan kırsal nüfus üzerinde aynı yoğunlukta etkili olamadı. Bu durum tek parti yönetimi boyunca alttan alta, çok partili sisteme geçildikten sonra da açık olarak ortaya çıkan bir merkez–çevre çatışmasını Türkiye’nin siyasal yaşamının merkezine oturttu.

ÇOK PARTİLİ HAYAT: SİYASET, PARTİLER, SEÇİMLER

GEÇİŞ DÖNEMİ VE DEMOKRAT PARTİ İKTİDARI (1946-1960)

Tek partili sistemden çok partili sisteme geçiş süreci boyunca DP’nin en çok önem verdiği konuların başında seçim kanununun değiştirilmesi geliyordu. DP’nin bu konudaki eleştiri ve uyarıları karşısında CHP yönetimi, 1949’ da yeni bir seçim yasası için çalışmalara koyuldu. Yasaya göre, seçimler tek dereceli, genel ve eşit oyla yapılacak; seçimde adli denetim sağlanacak ve gizli oy-açık sayım esası uygulanacaktı. Yasa, siyasal partilerin sandık kurullarında temsilci bulundurabilmelerine de olanak sağlıyordu. Bununla birlikte, muhalefetin diretmesine karşın, yasada nispi temsil yerine, liste usulü çoğunluk sistemi benimsendi.

DP’nin seçim kampanyası ağırlıklı olarak tek parti dönemindeki anti-demokratik uygulamaların eleştirisi üzerinde yoğunlaştı. 14 Mayıs 1950’ de yapılan seçime CHP ve DP ülke genelinde seçime katılırken, Millet Partisi (MP) sadece 22 ilde aday gösterdi. Milli Kalkınma Partisi (MKP) ise seçime sadece İstanbul’da katıldı. Seçime katılma oranı yüzde 89,3 gibi çok yüksek bir düzeyde gerçekleşti. Seçimi genel beklentilerin aksine DP kazandı. DP oyların yüzde 53,3’ ünü, CHP ise yüzde 39,9’ unu alırken, yürürlükteki çoğunluk sistemi yüzünden DP 408, CHP ise sadece 69 milletvekilliği kazandı.

Seçim sonuçlarının kesinleşmesinden sonra 22 Mayıs’ta Celal Bayar Cumhurbaşkanlığına, Refik Koraltan da Meclis Başkanlığına seçildi. Bayar Cumhurbaşkanı seçilince DP Genel Başkanlığından istifa etti; partinin başkanlığını Adnan Menderes üstlendi. Hükümeti kurmakla görevlendirilen Adnan Menderes’in DP’nin meclisteki çoğunluğuna dayanarak oluşturduğu hükümet 2 Haziran’da güvenoyu aldı.

Dönem boyunca iktidar-muhalefet ilişkileri oldukça gerilimli oldu ve gerginlik 1953 yılının sonlarına doğru doruk noktasına çıktı. DP iktidarı 14 Aralık 1953’ te “Cumhuriyet Halk Partisi’nin haksız iktisaplarının millete iadesi” adıyla bir kanun çıkardı.

Kısa bir süre sonra dönemin CHP dışındaki üçüncü partisi olan Millet Partisi (MP) kapatıldı. Bu partinin 27-29 Haziran 1953’ te toplanan beşinci büyük kongresinde bir çatışma çıkmış ve ilk genel başkan Hikmet Bayur partinin “dinci ve gerici” lerin eline geçtiğini öne sürerek MP’den istifa etmişti. Hikmet Bayur’un istifası bir suç duyurusu olarak kabul edilip parti hakkında soruşturma açıldı. Ankara 3. Sulh Ceza Mahkemesi’nde açılan dava sonucunda partinin “dini esasa dayanan ve gayesini saklayan bir cemiyet olduğu” sonucuna varıldı ve MP 27 Ocak 1954’ te kapatıldı.

DP İktidarının İkinci Evresi

Mayıs 1954’ te yapılan seçimlerle DP iktidarının ikinci evresine geçildi. Seçimden DP büyük bir başarıyla çıktı. Bu seçimde Türkiye’de ilk ve son kez yaşanan bir olay gerçekleşti ve iktidar partisi bir önceki seçime göre hem oy hem de temsil oranını artırdı. Partiden kopan 19 milletvekili 20 Aralık 1955’ te Hürriyet Partisi (HP) adıyla yeni bir parti kurdu.

Muhalefet partileri arasındaki pazarlıklar sürerken DP seçim kanununu değiştirerek seçimde partilerin ortak liste çıkartarak güç birliği yapmasını engelledi. Bu değişiklikler güçbirliği ihtimalini tamamen ortadan kaldırdı ve partiler seçimde kendi adlarına yarıştılar. 1957 seçiminde DP’nin oyları yarının altına (yüzde 47,3) düşmesine rağmen seçim sisteminin adaletsizliğinden yararlanarak milletvekilliklerinin yüzde 69,5’ ini kazandı.

Siyasette Gerginliğin Artması

Vatan Cephesi, 1957 seçimlerinden sonra güç birliğine giden muhalefete karşı Demokrat Parti tarafından kurulan, partiye yeni katılımlar sağlamayı amaçlayan, hukuki bir niteliği olmayan siyasi oluşumdur. O dönemde Vatan Cephesi’ne katılanların listesi her gün düzenli olarak devlet radyosundan ilan edildi.

İnönü’nün 29 Nisan 1959’ da çıktığı Batı Anadolu gezisi sırasında gerginlik iyice tırmandı. CHP’liler tarafından “Büyük Taarruz” olarak adlandırılan bu propaganda gezisinin ilk uğrak yeri olan Uşak’ta DP’lilerle CHP’liler arasında bir arbede çıktı. Kargaşa sırasında bir taş İnönü’nün başına isabet etti. İnönü’nün 7 Mayıs’ta Ankara’ya dönmesinden sonra, 11 Mayıs’ta, CHP, konuyu meclise getirdi ve Başbakanla, İçişleri Bakanı hakkında soruşturma önergesi verdi. Ama DP’li meclis çoğunluğu önergeyi geri çevirdi. 16 Mayıs’ta da iki partinin milletvekilleri mecliste birbirlerine girdiler.

1960 yılının ilk ayları oldukça gergin geçtikten sonra 7 Nisan 1960’ ta DP Meclis grubu bir bildiri yayınladı. Bildiride, CHP’nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı ve orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı öne sürülüyordu. Bu önerge 18 Nisan’da mecliste büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Yasaya göre meclis içinden 15 kişilik bir Tahkikat Komisyonu kurulacak ve bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacaktı. Komisyonun alacağı önlem ve kararlar kesin olacak ve bu önlem ve kararlara hiçbir şekilde itiraz edilemeyecekti. Tahkikat Komisyonunun kurulması ülkede geniş yankı yaptı. Komisyon çalışmalarına başlar başlamaz İstanbul ve Ankara’da öğrenciler protesto gösterileri düzenlediler.

Güvenlik güçlerinin toplantıya müdahale etmesi üzerine olaylar çıktı ve bu olaylar Beyazıt Meydanı’na yayıldı. Buradaki çatışma sırasında Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz aldığı bir kurşun yarası sonucunda can verdi. Öğrenciler gösterilerini 29 Nisan’da da sürdürdükleri gibi, protesto gösterileri İstanbul’dan sonra Ankara’ya da yayıldı. Ankara’daki gösterilerde güvenlik güçleriyle öğrenciler arasında çatışmalar çıktı. 30 Nisan’da İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen protesto gösterileri sırasında Nedim Özpolat adlı bir başka öğrenci hayatını kaybetti.

Ordu içinde de on yıllık DP iktidarına karşı alttan alta başlayan hareket bu son protesto gösterileri sırasında kendini açıkça belli etmeye başlamıştı. Özellikle 29 Nisan’daki gösteriler sırasında öğrenci-ordu dayanışması oldukça dikkat çekiciydi.

27 Mayıs’ta başkanlığını Orgeneral Cemal Gürsel’in yaptığı ve Milli Birlik Komitesi adı altında toplanmış olan bir subay grubu, emirleri altındaki askeri birliklerle birlikte Ankara ve İstanbul’daki bazı önemli yerleri ele geçirdi ve Türk Silahlı Kuvvetleri adına, yönetime doğrudan el koyduğunu açıkladı. 27 Mayıs sabahı Cemal Gürsel imzasıyla radyodan yayınlanan bildiride “bu gün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır” deniyordu. Bildiride hareketin hiçbir şahıs veya zümreye yönelik olmadığı ve en kısa zamanda, partiler üstü tarafsız bir yönetimin gözetim ve hakemliği altında adil bir seçimin yapılarak yönetimin seçimi kazananlara devredileceği de açıklanıyordu. Aynı bildiride Türkiye’nin NATO ve CENTO’ya inandığı ve bağlı kalacağı da belirtiliyordu.

NATO, (North Atlantic Treaty Organization-Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) 4 Nisan 1949 tarihinde kurulan, merkezi Brüksel’de bulunan, amacı üye ülkelerin özgürlük ve güvenliklerini korumak olan uluslararası örgüt. Türkiye NATO’ya 1952 yılında üye olmuştur.

CENTO, (Central Treaty Organization-Merkezi Antlaşma Teşkilatı) Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında 1955 yılında kurulan güvenlik ve savunma örgütüdür. 1979 yılında varlığı sona ermiştir.

27 MAYIS ASKERİ YÖNETİMİ

27 Mayıs 1960’ ta Türk Silahlı Kuvvetleri adına yönetime el koyan Milli Birlik Komitesi (MBK) ilk iş olarak TBMM ve hükümeti feshetti ve her türlü siyasal faaliyeti yasakladı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, TBMM Başkanı Refik Koraltan ile bütün Bakanlar Kurulu üyeleri ve DP’nin önde gelen yöneticileri hemen tutuklandılar.

28 Mayıs’ta MBK, Orgeneral Cemal Gürsel’e MBK Başkanlığının yanı sıra, Başbakanlık, Milli Savunma Bakanlığı ve Başkumandanlık görevlerini de verdi. Aynı gün İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar’ın başkanlığını yaptığı ve DP iktidarına karşı muhalefetleriyle ünlenmiş olan profesörlerden oluşan bir bilim heyeti toplandı. Yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirilen bu bilim heyeti, ilk iş olarak “Anayasa Komisyonu Raporu” adıyla bir bildiri yayınladı.

Geçici anayasa, ayrıca, eski Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes ile eski bakanları ve bunların suçlarına katılanları yargılamak üzere “Yüksek Adalet Divanı” adıyla bir de olağanüstü mahkeme kuruyordu.

4 Temmuz’da siyasal partilerin il ve ilçe merkezleri dışında her ne ad ile olursa olsun örgüt kurmaları yasaklandı. 27 Mayısçılar yaz aylarında ordu içinde geniş bir tasfiye yaptılar. Sonbahar aylarında da, üniversitede bir tasfiyeye gidildi ve hükümet “tembel”, “yeteneksiz” ve “reform düşmanı” oldukları gerekçesiyle 147 öğretim üyesinin üniversiteyle ilişkisini kesti.

29 Eylül’de DP mahkeme kararıyla kapatıldı ve eski yönetimin sorumluları 14 Ekim’de de İstanbul Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı’nda yargılanmaya başladı. Yargılama 15 Eylül 1961’ de tamamlandı. Toplam 592 sanık hakkında 19 ayrı dava açıldı. Başsavcı bu davalarda 228 sanık hakkında idam cezası istedi. Zorlu ve Polatkan 16 Eylül 1961’ de İmralı adasında idam edildi. İntihara kalkışan Menderes ise bir gün sonra asıldı.

Öte yandan Yassıada davaları sürerken, 1960’ ın Sonbahar aylarında MBK içinde ciddi anlaşmazlıklar baş gösterdi. İki taraf arasında uzlaşma olanağının tamamen ortadan kalkması üzerine, 13 Kasım’da iktidarın bir an önce sivillere devredilmesinden yana olanlar, askeri yönetimi sürdürmekten yana olan 14 MBK üyesini tasfiye ettiler.

Sivil Yönetime Geçiş Süreci

12 Ocak 1961’ de darbeden sonra faaliyetleri askıya alınan partilerin tekrar faaliyete geçmelerine izin verildi. DP, 29 Eylül 1960’ ta kapatılmıştı ve bu yüzden de asıl sorun DP’nin bıraktığı boşluğun nasıl doldurulacağıydı. Bu boşluk askeri müdahaleyle birlikte gelmiş olan olağanüstü ve kısıtlı koşullar altında doldurulacaktı.

19 Ocak’ta Sosyalist Parti, 6 Şubat’ta da Mutedil Liberal Parti kuruldu. 11 Şubat günü dört yeni parti daha siyasal arenaya katıldı. Bu partiler Adalet Partisi, Çalışma Partisi, Cumhuriyetçi Mesleki Islahat Partisi ve Memleketçi Serbest Parti’ydi. Seçime katılabilmek için son tarih olan 13 Şubat günü ise tam yedi parti daha kuruldu. Bu partiler Yeni Türkiye Partisi, Türkiye İşçi Partisi, Güven Partisi, Musavat Partisi, Millete Hizmet Partisi, Muhafazakâr Parti ve Cumhuriyetçi Parti idi. Bu kadar çok parti kurulmuş olmakla birlikte, DP’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya esas olarak iki parti adaydı: Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi (YTP). AP örgütünün, eski DP örgütüne dayanması, yönetimin bu partiye karşı hızla sertleşmesine yol açtı.

Her il bir seçim çevresi olarak düzenlenirken milletvekili sayısı da 450 olarak belirlendi. Bir üst meclis olarak çalışacak olan Cumhuriyet Senatosu ise 150 üyeden oluşuyordu ve senatör seçimlerinde çoğunluk sistemi benimsenmişti. Senatör olabilmek için 40 yaşını bitirmiş ve bir yükseköğretim kurumundan mezun olmak koşulu getirilmişti.

Kısıtlı ve sınırlı bir seçim kampanyasının ardından seçmenler oylarını Yassıada duruşmalarının tamamlanmasından tam bir ay sonra 15 Ekim 1961’ de kullandılar. Seçime ikisi eski (CHP ve CKMP), ikisi de yeni kurulmuş olan (AP ve YTP) dört parti katıldı. CHP yüzde 36,7’ lik bir oy oranıyla 173 milletvekili çıkarırken, AP yüzde 34,8 oranında oy alarak 158 milletvekilliği kazandı. CHP’nin seçimleri tek başına kazanamaması 27 Mayıs yönetimi için ciddi bir sorun doğurdu.

Seçimlerin üzerinden çok geçmeden, 21 Ekim’de, kendisine “Silahlı Kuvvetler Birliği” adını veren ve ordu içinde oldukça etkili olan bir grup subay İstanbul Harp Akademisi’nde bir toplantı yaparak “21 Ekim Protokolü” adıyla bir bildiriyi benimsedi.

Silahlı Kuvvetler Birliği’nin 21 Ekim protokolü, MBK’yı hemen hareket geçirdi ve 23 Ekim’de Cemal Gürsel, siyasal parti liderleri ve kuvvet komutanlarıyla Çankaya’da bir toplantı düzenledi. Siyasal parti liderleri kuvvet komutanlarının önünde “Çankaya Protokolü” olarak anılan bir bildiriye imza koydular. Buna göre, siyasal partiler 27 Mayıs’a karşı çıkmayacak, anayasaya aykırı bir tutum içine girmeyecek, Yassıada’da çeşitli cezalara çarptırılan kişilerin affı ile Eminsuların orduya geri dönmesini söz konusu etmeyeceklerdi ve Cemal Gürsel’i Cumhurbaşkanı seçeceklerdi.

Eminsular, 27 Mayısçılar aralarında 235 general ve amiralin de bulunduğu 4.000’ in üzerinde subayı emekliye sevk ederek ordu içinde geniş bir tasfiye yaptılar. Emekli subaylar da orduya geri dönmek amacıyla Emekli İnkılap Subayları Derneğini kurdular. Bu derneğe bağlı emekli subaylar “Eminsular” olarak anılmıştır. Artık yönetimin sivillere tamamen devri için sıra son adımın atılmasına, yani yeni hükümetin kurulmasına gelmişti… Ve görev Gürsel tarafından İnönü’ye verildi.

İKİ DARBE ARASINDA TÜRKİYE (1961-1980)

Hiçbir partinin tek başına hükümeti kuracak sayıda milletvekili çıkaramadığı 1961 seçimlerinden sonra Türkiye koalisyonlarla tanıştı. Siyaset ve ekonomiye yaklaşımları farklı iki partinin kurduğu CHP-AP koalisyonu oldukça güç koşullar altında görev yaptı. Gürsel hükümeti kurma görevini yeniden İnönü’ye verdi. İnönü de bu kez CHP, YTP ve CKMP ortaklığına dayanan bir bakanlar kurulu oluşturdu.

1963’ te, Harp Okulu ve Zırhlı Eğitim Tank Taburu’nun desteğini arkasına alarak yeni bir darbe girişimi başlattı. Darbecilerin gücünün sınırlı olması ve hükümetin darbe girişiminden önceden haberdar olması sayesinde, Aydemir’in bu ikinci darbe girişimi kısa sürede önlendi. 20 Mayıs gecesi yaşanan silahlı çatışmaların ardından, 21 Mayıs 1963 günü sabaha karşı hava kuvvetlerinin de katılımıyla girişilen karşı harekât sonucunda, başta Harp Okulu öğrencileri olmak üzere darbecilerin tümü etkisiz hale getirildi. Askeri mahkemede yapılan yargılamalar sonucunda, Talat Aydemir ve altı arkadaşı ölüm cezasına çarptırıldı.

CHP, YTP ve CKMP ortaklığına dayanan ve AP’den ayrılan bazı bağımsızların da katıldığı ikinci İnönü koalisyonu görevini sürdürürken 17 Kasım 1963’ te yerel seçimler yapıldı. Seçim sonuçları koalisyonun küçük ortakları için tam bir hezimet oldu. 1961’ de %13,7 olan YTP’nin oy oranı, 1963 il genel meclisi üyelikleri için yapılan seçimde %6,5’ e, %14,0 olan CKMP’nin oy oranı ise %3,1’ e geriledi. Muhalefetteki AP ise oylarını % 34,8’ den % 45,5’ e çıkarmıştı.

YTP ve CKMP seçimde aldıkları bu büyük yenilginin CHP ile yapmış oldukları işbirliğinden kaynaklandığını düşündükleri bir sırada, 22 Kasım’da ABD Başkanı John F. Kennedy bir suikast sonucu öldürüldü.

Hükümet kurma çalışmalarını yeniden üstlenen İnönü, hiçbir partiyi koalisyona girmeye razı edemeyince bu kez hükümeti meclisteki 33 bağımsız milletvekilini yanına alarak kurdu. 1964 yazında Ragıp Gümüşpala’nın ölümü üzerine boşalan AP Genel Başkanlığı’na 27 Kasım 1964’te toplanan parti kongresinde Süleyman Demirel seçildi.

1965 seçimine

Tahminlerin aksine, AP oyların yüzde 52,9’ unu alarak, 240 milletvekili çıkardı. Bu milletvekili sayısı AP’nin tek başına hükümeti kurmasına yetecek düzeyde idi. Seçimden önce kendisini yeniden konumlayarak ortanın solunda olduğunu ilan eden CHP’nin oyları ise 1950’ den o yana en düşük düzeyine inmişti. Oyların ancak yüzde 28,7’ sini alan CHP, seçimden önce kabul edilen milli bakiye sistemi sayesinde Millet Meclisi’nde 134 sandalyeyle temsil edilme olanağını buldu.

AP tek başına hükümeti kurabilecek sayıya ulaştığı bu seçimin ardından Birinci Süleyman Demirel Hükümeti kurularak göreve başladı. Hükümet göreve başladıktan kısa bir süre sonra yeni bir cumhurbaşkanı seçimiyle karşı karşıya kaldı. Hastalığı ilerleyince tedavi amacıyla Amerika’ya giden Cemal Gürsel 9 Şubat 1966’ da komaya girdi ve görevini sürdürmesine imkân kalmadı. Yeni Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın görevinden istifa etmesiyle başladı. Sunay 15 Mart’ta Cumhurbaşkanlığı kontenjanından Cumhuriyet Senatosu üyeliğine atandı, 28 Mart’ta da Cumhurbaşkanı seçildi.

1966 sonlarında bu kez CHP’de Bülent Ecevit partinin genel sekreterliğine seçildi.

12 Ekim 1969’ da yapılan genel seçime 8 siyasal parti katıldı. AP, 1965’ e göre oy kaybına uğramasına karşın, yine de seçimden zaferle çıktı. Yüzde 46,5’ lik oy oranıyla 256 milletvekili çıkaran AP, Millet Meclisi’nde bir kez daha tek başına çoğunluğu sağladı.

Türkiye 1970’ li yıllara oldukça sancılı bir biçimde girmişti. 1960’ lı yılların ortalarında başlayan öğrenci hareketleri 1970’ lerin hemen başında nitelik değiştirmiş, çeşitli gerilla grupları silahlı eylemlere başlamışlardı. Bu ortam içinde, 12 Mart 1971 günü, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst yönetimi hükümete bir muhtıra verdi.

12 Mart dönemi içinde bir de cumhurbaşkanlığı sorunu yaşandı. Sunay’ın görev süresi 28 Mart 1973’ te sona erdi. Anayasaya göre, cumhurbaşkanının TBMM üyeleri arasından seçilmesi gerekiyordu ama ortada partilerin ismi üzerinde anlaştıkları bir aday yoktu. Partiler bir başka kontenjan senatörü olan Fahri Korutürk’ün ismi üzerinde anlaştılar ve Korutürk 6 Nisan 1973’ te yapılan oylama sonucunda cumhurbaşkanı seçildi. 14 Ekim 1973’ te seçmenler oylarını kullanıp parlamentonun yeni üyelerini belirlerken, bu, aynı zamanda 12 Mart ara rejiminin de sonu anlamına geliyordu.

Seçimlere, 1969’ da olduğu gibi, yine sekiz parti katıldı. Bunlardan altısı (AP, CHP, CGP, MHP, MP, TBP) 1969’ taki seçime de katılmış olan partilerdi. 1969’ daki seçime katılan öteki iki parti (Türkiye İşçi Partisi ve Yeni Türkiye Partisi) artık siyaset sahnesinin dışındaydı.

Seçimlerden önce yaşanan propaganda döneminde, artık başında İnönü’nün yerine Ecevit’in bulunduğu CHP, seçmenlere açıkça bir düzen değişikliği yapacaklarını vaat etti. AP ise başlattıkları kalkınma hamlesinin 12 Mart 1971 muhtırasıyla kesintiye uğratıldığını öne sürerek, bu hamlenin sürdürülebilmesi için kendilerine bir fırsat daha tanınmasını istedi. CHP, seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Oyların yüzde 33,3’ ünü alan CHP, milletvekilliklerinin dağılımında uygulanan nispi temsil yöntemi sonucunda Millet Meclisi’nde 185 sandalye kazandı.

1973 seçiminde hiç bir parti çoğunluğu sağlamadığından Türkiye yeniden 12 Eylül 1980 darbesine kadar sürecek olan koalisyonlar dönemine girdi. Cumhurbaşkanı Korutürk’ün birbiri ardına hükümeti kurmakla görevlendirdiği Ecevit, Demirel ve Talu hükümet kuramayarak görevi iade etti. Sonunda CHP, Milli Selamet Partisi (MSP) ile anlaştı ve bu iki partinin kurduğu hükümet 7 Şubat 1974’ te güvenoyu aldı. Ama daha ilk günlerden başlayarak hükümetin iki kanadı arasında derin görüş ayrılıkları ortaya çıktı.

Kıbrıs sorunu nedeniyle hükümet bir süre daha ayakta kaldı. Sonuçta, bir uzlaşma yolu kalmayınca, Ecevit 18 Eylül 1974’ te Cumhurbaşkanına istifasını sundu ve böylece CHP-MSP koalisyonu sona erdi. Demirel’in temasları sonucunda AP, MSP, MHP ve CGP bir koalisyon hükümeti oluşturma konusunda anlaştılar ve Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti adıyla da anılan bu koalisyon hükümeti 1977 seçimlerine kadar işbaşında kaldı. 1977 seçimleri 5 Haziran 1977’ de gerçekleştirildi. Seçim 1969 ve 1973’ te uygulanan barajsız d’Hondt sistemine göre yapıldı.

Nispi temsil yönteminin uygulandığı 5 Haziran 1977 milletvekili genel seçimine katılma oranı, bir önceki seçime göre artarak, yüzde 72,4 olarak gerçekleşti. Beklendiği üzere, CHP seçimden birinci parti olarak çıktı. Oyların yüzde 41,3’ ünü alan CHP, Millet Meclisi’nde 213 milletvekili kazandı. Seçimlerin ardından hiçbir partinin gerekli çoğunluğa ulaşamaması nedeniyle 1980 askeri darbesine kadar kısa ömürlü koalisyon ve azınlık hükümetleri birbirini izledi.

Bu hükümet 1979 sonbaharında yerini MHP ve MSP’nin dışarıdan desteklediği Demirel’in kurduğu AP azınlık hükümetine bıraktı. Siyasi çalkantıların ve ekonomik zorlukların yaşandığı bu dönemde toplumsal gerilim, kutuplaşma ve şiddet giderek arttı. Bu dönem 12 Eylül 1980’ de ordunun yönetime doğrudan el koymasıyla kapandı.

1980’ DEN BUGÜNE TÜRKİYE

12 Eylül rejimine biçimini veren Anayasa’nın ve diğer temel yasaların Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) istekleri doğrultusunda oluşturulmasının ardından, “demokrasiye geçiş süreci” söylemiyle yeni bir evreye geçildi. Kurgulanan modelin belirgin unsuru, gerçek bir siyasal partiler çoğulculuğu yerine merkez sağ ve merkez sol siyasi yelpazede odaklaşacak ve yasallık sınırı içerisinde kendi sağ ve solundaki unsurları bu merkez örgütler içerisinde eritecek iki partili bir model yaratmaktı.

MGK sadece yeni kurulan partilerin kurucu üyelerini belirlemekle kalmıyor, seçime girecek milletvekili adaylarını da belirleme yetkisini elinde tutuyordu. MDP, HP ve ANAP’ın kurucuları veto engelini aştı ve sadece bu üç parti seçim için onay aldı. Yasaya göre, seçimde oy kullanmak zorunluydu ve oy kullanmayan seçmenlere para cezası uygulanacaktı.

Üç hafta ile kısıtlanan seçim kampanyası süreci de MGK tarafından yönlendirildi. Evren seçimden bir gün önce 5 Kasım 1983 tarihli radyo-TV konuşmasında halktan MDP için oy istedi. Seçimlere katılma oranı yüzde 92,3 düzeyinde gerçekleşti. Üç parti de yüzde 10’ luk ülke barajını aşarken, MDP ve HP, bazı illerde seçim çevresi barajı engeline takılarak milletvekili çıkartamadı. Seçimlerin kesin galibi ANAP oldu. Oyların yüzde 45,1’ ini alan ANAP 400 milletvekilinden oluşan TBMM’de 212 sandalye kazandı. Cumhurbaşkanı Evren 7 Aralık 1983’ te yeni hükümeti kurma görevini ANAP genel başkanı Turgut Özal’a verdi.

12 Eylül 1980 öncesinin siyasal parti lider ve yöneticileri üzerindeki siyasal yasakların kaldırılıp kaldırılmamasına ilişkin referandumun yapıldığı 6 Eylül 1987 günü, başbakan Turgut Özal sürpriz bir açıklama yaparak, normal koşullarda 1988 yılının kasım ayında yapılması gereken milletvekili genel seçimlerinin erkene alınacağını duyurdu. Bu arada üzerlerindeki siyaset yasakları kaldırılan Ecevit 13 Eylül’de DSP, Demirel 24 Eylül’de DYP, Türkeş 4 Ekim’de MÇP ve Erbakan 11 Ekim’de RP genel başkanlığına getirildiler.

Seçim kampanyası boyunca liderler bir yandan birbirlerine ağır eleştirilerde bulunurken bir yandan da halka geniş vaatlerde bulundular. Bunlardan en ilginci Özal’ın her aileye bir otomobil sözü vermesi oldu. 29 Kasım 1987’ de yapılan seçime yedi parti katılırken, seçmenlerin yüzde 93,3 gibi çok büyük bir bölümü sandık başına giderek oylarını kullandılar. Ülke genelindeki yüzde 10’ luk genel barajı sadece üç parti aştı ve milletvekillikleri bu partiler arasında dağıtıldı, öteki partiler meclis dışında kaldılar.

Oyların yüzde 36,3’ ünü alan ANAP milletvekilliklerinin yüzde 64,9’ unu kazandı (292 milletvekili). SHP yüzde 24,8’ lik oy oranıyla 99, DYP ise yüzde 19,1’ lik oy oranıyla 59 milletvekili çıkardı. DSP yüzde 8,5, RP yüzde 7,2, MÇP yüzde 2,9 ve IDP yüzde 0,8 düzeyinde kaldı, seçmenlerin yüzde 0,4’ ü de bağımsız adaylara oy verdi.

TBMM ilk toplantısını 14 Aralık’ta yaptı. Cumhurbaşkanı Evren açılış konuşmasını yapmak üzere salona girdiğinde SHP ve DYP milletvekilleri ayağa kalkmayarak kendisini protesto ettiler, ayrıca Evren’in konuşmasını alkışlamadılar. Meclis başkanlığına, ANAP’lıların oylarıyla Yıldırım Akbulut seçildi. Hükümeti kurmakla görevlendirilen Özal’ın oluşturduğu bakanlar kurulu listesi Cumhurbaşkanı Evren tarafından 21 Aralık’ta onaylandı. Hükümet 30 Aralık’ta yapılan güven oylamasında 153’ e karşı 290 oyla güvenoyu alarak çalışmalarına başladı.

20 Ekim 1991 günü seçmenlerin yüzde 83,9’ u sandık başına giderek oylarını kullandılar. Seçime katılan altı partiden beşi ülke genelindeki yüzde 10’ luk barajı aşarak milletvekili çıkarma hakkını kazanırken, hiçbir parti tek başına çoğunluğu sağlayamadı. DYP yüzde 27,0’ lik oy oranıyla 178 milletvekili kazandı ve seçimden birinci parti olarak çıktı. ANAP yüzde 24,0 ile 115, SHP yüzde 20,8 ile 88 milletvekili çıkardı. En büyük oy patlamasını seçimlere ortak liste ile giren üç parti yaptı. RP bu ittifak sayesinde 1987’ de yüzde 7,2 olan oy oranını yüzde 16,9’ a yükseltti ve tam 62 milletvekili çıkardı. Seçimlerin ortaya çıkardığı meclis aritmetiğine göre, ANAP’ın sekiz yıldır süren tek parti iktidarı sona eriyordu ve bir koalisyon hükümeti kurulması gerekiyordu. Cumhurbaşkanı Özal, 7 Kasım’da, yeni hükümeti kurma görevini TBMM’de en çok temsilcisi bulunan DYP’nin genel başkanı Demirel’e verdi.

27 Kasım 1995’ te partiler aday listelerini açıkladılar. 24 Aralık’ta yapılan seçimlere tam 12 parti katıldı. Seçmenlerin yüzde 85,2’ si sandık başına giderek oylarını kullandılar. Hiç bir parti tek başına hükümeti kurabilecek sayıda milletvekilliği kazanamazken, seçimlerden en kazançlı çıkan parti RP oldu. 1991 genel seçimlerine MÇP ve IDP ile ittifak yaparak katılan ve bir blok halinde oyların yüzde 16,9’ unu alan RP, bu kez tek başına katıldığı seçimlerde oy oranını yüzde 21,4’ e yükseltmeyi başardı. RP bu oy oranıyla tam 158 milletvekilliği kazandı. Ülke genelindeki yüzde 10’ luk barajı güçlükle aşabilen CHP 49 milletvekili çıkardı.

Meclis aritmetiği güçlü bir hükümete izin vermediğinden, 1999’ a kadar kısa ömürlü koalisyonlar birbirini izledi. Nihayet, 2000’de yapılması gereken seçimler erkene alınarak 18 Nisan 1999’ de yeniden seçime gidildi. Seçime katılma oranı yüzde 87,1 olurken, seçime katılan parti sayısı 20 gibi rekor bir düzeye ulaştı. Seçimden oylarında büyük bir patlama gerçekleştiren DSP ve MHP galip çıktılar. Ecevit hükümeti uzunca bir süre işbaşında kaldıktan sonra seçimler bir kez daha erkene alındı ve 2002’ de yeniden seçime gidildi.

Seçimden önce FP kapatılmış ve bu partinin yerine iki parti kurulmuştu: Saadet Partisi (SP), RP ve FP’nin çizgisine sadık kalırken Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) merkeze kayarak, ciddi bir oy kaybına uğrayan merkez partilerin boşluğunu doldurmaya talip oldu. Seçim AKP’nin mutlak bir başarısıyla sonuçlandı. Oyların yüzde 34,3’ ünü alan AKP tam 363 milletvekili çıkarırken, CHP yüzde 19,4 oyla 178 milletvekiliyle mecliste temsil edilme hakkını kazandı. Seçimden sonra, 18 Kasım 2002’ de Abdullah Gül AKP’nin meclisteki çoğunluğuna dayanarak 1991’ den o yana Türk siyasal hayatında süregelen koalisyon hükümetlerine son vererek bir tek parti hükümeti kurdu. Partinin genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan, üzerindeki siyasal yasak kalkınca, 18 Mart 2003’ te başbakanlığı devraldı.

Seçim Sistemlerinin Yarattığı Orantısızlıklar, Parti Sistemi ve Seçmen Tercihlerindeki Değişimler

Türkiye’de 1950’ li yıllarda liste usulü çoğunluk sisteminin uygulanmış olması, 1960 sonrasındaki nispi temsil sistemine de değişik yıllarda ülke barajı, seçim çevresi barajı ve kontenjan sistemi gibi ek düzenlemelerin eklenmiş olması gibi nedenlerle partilerin seçimlerde aldıkları oy oranlarıyla TBMM’deki temsil oranları arasında zaman zaman büyük farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bu farklılıkları ölçen Gallagher Endeksine göre bu orantısızlıklar en çok 1950’ li yıllarda yaşanmıştır.

Etkin parti sayısı, partilerin meclisteki temsil oranlarından yola çıkarak etkin parti sayısını hesaplar ve parti sisteminin niteliği hakkında kesin bir fikir verir. Sistemin klasik tasnife göre tek partili bir sistem mi, iki partili bir sistem mi, yoksa çok partili bir sistem mi olduğunu ölçtüğü gibi daha ayrıntılı bilgi de verir. Örneğin mecliste yüzde 50’ şer oranında temsil edilen iki parti varsa etkin parti sayısı 2, yüzde 33,3’ er oranında temsil edilen üç parti varsa 3, yüzde 25’ er oranda temsil edilen dört parti varsa 4 olarak hesaplanır. Türkiye’de 1954 seçiminden sonra meclisteki etkin parti sayısı 1,15 olarak hesaplanmaktadır. Bu da 1954-1957 arasında parti sistemin iki partili bir sistem bile olmadığı bir güçlü iktidar partisinin yanı sıra cılız bir muhalefetin olduğuna işaret eder. Sisteme çok partili sistem denebilmesi için etkin parti sayısının 3’ ün üzerinde olması öngörülür.

1960’ tan başlayarak partiler arasında önemli oy kaymaları gerçekleşmiştir. Bu oran 2007 ile 2011 arasında yüzde 12,1’ e düşmüştür. Bu oran 1960’ tan bugüne gözlemlenen en düşük oy kayması oranıdır. Oy Salınımı Endeksi, iki seçim arasında bir bütün olarak partiler arasındaki oy kaymalarının oranını gösterir.

TÜRK SİYASAL YAŞAMINDA ANAYASAL GEÇİŞLER

OSMANLI DEVLETİ’NDE ANAYASACILIK HAREKETLERİ

İlk Anayasal Nitelikte Belge 1808 tarihli Sened-i İttifak olarak kabul edilir. Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın âyanları davet ettiği bir toplantıda, bu toplantıya katılanların/ temsilci gönderenlerin bazıları tarafından imzalandıktan sonra, padişah II. Mahmut tarafından da imzalanmıştır. Bu doğrultuda âyanlar, padişahın otoritesini ve onun mutlak vekili sadrazama itaat etmeyi kabul ederken, kendi yönetimlerindeki asayişe ve vergilerin ezici olmamasına dikkat etmeyi taahhüt etmiştir.

Tanzimat Dönemi

Bu dönemdeki önemli belgeler: 1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) ve 1856 tarihli Islahat Fermanı’dır. Gülhane Hattı Hümayunu padişahın tek taraflı iradesinin sonucu olduğu için, Sened-i İttifak’tan farklı olarak ferman niteliğindedir.

Islahat Fermanı ise 1856 yılında yapılan Paris Konferansı öncesinde bazı Avrupa Devletlerinin baskısıyla ilan edilmiştir. Temel hükümleri Sadrazam Ali Paşa ile İstanbul’daki İngiliz ve Fransız elçileri arasında kararlaştırılan belgenin asıl amacı Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında tam bir eşitlik sağlanmasıdır.

İlk Anayasa (1876 Kanun-i Esasi)

Meşruti rejime geçilmesinde Genç Osmanlılar hareketinin önemli bir rolü vardır. Öncesindeki dönemde sadrazam ve padişah değişikliklerinde etkili olan bu hareketin destekçileri, II.Abdülhamit’i tahta geçirirken meşrutiyet rejimine geçileceği sözü almıştır.

Meşrutiyet Hükümdarın yetkilerinin anayasa ve halk tarafından seçilen bir meclis tarafından sınırlandırıldığı yönetim biçimi olup; anayasal ya da parlamenter monarşi olarak da adlandırılır.

Kanun-i Esasi’ye göre, ülkesiyle bölünmez bütün olan Osmanlı Devleti’nin resmi dili Türkçe, başkenti İstanbul’dur. Saltanat ve hilafet hakkının Osmanoğulları soyuna ait olduğu devletin dini İslam’dır. Parlamentonun asıl işlevi olan yasa yapım sürecinde de padişahın ağırlığı görülmektedir. Kanun teklif etme yetkisi Heyet-i Vükelâ’ya aittir ve teklif için padişahın oluru gerekir.

Yargı yetkisinin tamamen bağımsız mahkemelere bırakıldığı görülmektedir. Bununla birlikte, padişahın ısrarı üzerine eklenen 113. madde ile padişaha hükümet emrini ihlal edenleri sürgüne gönderme yetkisi verilmesi bu hakları etkisiz kılmaktadır.

1876 Anayasası, padişahın zaten sahip olduğu yetkilerin bir anayasa ile meşrulaştırılması işlevini görmüştür. Padişahın yetkilerinin seçilmiş meclis olan Heyet-i Mebusan tarafından tam olarak sınırlanmadığı dikkate alındığında, bu rejim için meşrutiyet nitelemesi tartışmalı bir hal almaktadır.

1876 Anayasasının seçimle belirlenen tek meclisi olan 130 üyeli (80 Müslüman-50 gayrimüslim) Heyet-i Mebusan için seçilme yaşı 25 olarak belirlenmiştir. Oylamaya sadece erkekler katılabildiği gibi, servete ve vergiye dayalı sınırlamalar da yapılmıştır. Seçim iki derecelidir. Basit çoğunluk esasının kabul edildiği seçim sisteminde, siyasi partiler bulunmadığından bütün adaylıklar kişiseldir.

Aralık’ta toplanan Meclis-i Umumi ise 14 Şubat 1878’ de Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) gerekçe gösterilerek II. Abdülhamit tarafından tatil edilmiştir.

II. Abdülhamit’in uygulamaları kendi muhalefetini de doğurmuş ve özellikle Jön Türk hareketi gerek örgütlülüğü gerekse oluşturduğu kamuoyu ile 1908 yılında ikinci kez meşrutiyetin ilan edilmesinde etkili olmuştur. Ancak sistem tam olarak oturmuş olmadığı için 31 Mart ayaklanmasının ardından bu kazanımlardan geriye dönüş yaşanmaya başlamış ve bu süreç ayaklanmayı bastırmak amacıyla Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelişinin ardından padişahın tahttan indirilmesine kadar devam etmiştir.

1909 Değişiklikleri

1909 değişikliklerinde devletin monarşik ve teokratik yapısı korunurken, padişahın gerçekten sınırlanması yönünde adımlar atılmıştır. Artık en önemli kurum Meclis-i Mebusan’dır. Meclis-i Mebusan’ın birinci ve ikinci başkanları padişah tarafından değil, bizzat meclis tarafından seçilecektir. Bakanlar Kurulu, padişah önünde sorumlu olmaktan çıkarılıp Meclis-i Mebusan önünde sorumlu hale getirilmiştir. Sadrazamı belirlerken de herhangi birini değil meclisten güvenoyu alabilecek birini seçmesi gerekmektedir.

Padişaha sürgün yetkisi veren 113. maddenin kaldırılması, sansür yasağı getirilmesi, postaya verilen evrakların mahkeme kararı olmadan açılamayacağının kabul edilmesi, kanun dışı tutuklamanın engellenmesi, toplanma ve dernek kurma haklarının anayasallaştırılması temel hak ve özgürlükler alanında önemli gelişmelerdir.

1921 ANAYASASI (TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU)

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkmasının ardından, İstanbul işgal edilmiş (16 Mart 1920) ve Meclis-i Mebusan feshedilmiştir (11 Nisan 1920). Bu durum üzerine, kurtuluş mücadelesinin bir parçası olarak 23 Nisan 1920’ de Ankara’da olağanüstü yetkileri haiz bir meclis kurulmuştur.

1921 Anayasasının en dikkat çekici özelliklerinden biri, Osmanlı Devleti resmen son bulmadığı halde, onunla aynı topraklar üzerinde bir Türkiye Devleti’nden bahsetmesi ve bu devletin Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunduğunu bildirmesidir. İkinci önemli özelliği ise egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunun belirtilmesidir.

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu hem uygulandığı süre hem de içerik bakımından kısa ve çoğu maddesi uygulamaya geçmemiş bir anayasadır. Bununla birlikte, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından sırasıyla, saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı ve hilafetin kaldırılması gibi çok köklü hukuki reformlar bu anayasa rejiminde yapılmıştır. Kanun-i Esasi’nin tam olarak yürürlükten kaldırılmamış olması nedeniyle ortaya çıkan iki anayasalı dönemi sonlandırmak üzere, kurucu meclis sıfatı taşımadığı halde, ikinci dönem meclisi kendisini yeni bir anayasa yapmaya yetkili görmüştür.

20 Nisan 1924’ de kabul edilen Anayasanın temel özelliklerine bakıldığında, ilk maddede Türkiye Devleti’nin cumhuriyet ile yönetildiğine ilişkin hükmün yer aldığını ve bu maddenin değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği ilkesinin kabul edildiği görülmektedir.

Cumhurbaşkanınca meclis üyeleri arasından seçilen başbakan, yine meclis üyeleri arasından bakanları belirler ve cumhurbaşkanının onayına sunar. Bu şekilde kurulan hükümetin bir hafta içinde programını sunması ve güvenoyu alması gerekmektedir.

1924 Anayasasının metni dikkate alındığında, cumhurbaşkanının konumunun zayıf, meclisin üstün olduğu düşünülebilirse de, uygulamada cumhurbaşkanı olan kişilerin kimliği ve dönemin özellikleri nedeniyle aksi yönde bir sonuç ortaya çıkmıştır. Bunun en önemli gerekçelerinden biri de tek parti rejimidir.

Parlamenter Sistem Yasama ve yürütme kuvvetleri arasında işbirliğine dayanan bir yönetim biçimidir. Bu sistemde yürütme organı, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu olmak üzere iki başlıdır: Devlet başkanı siyasi olarak sorumsuzdur. Sorumlu olan taraf Bakanlar Kurulu’dur.

1924 Anayasası temel hak ve özgürlükler alanında bireyci ve liberal bir anlayışa sahiptir. Özgürlüklerin sınırı, başkalarının özgürlükleridir (m. 68). Kişi dokunulmazlığı, düşünce, ifade, vicdan, din, basın, seyahat, sözleşme, mülkiyet, toplantı yapma, dernek kurma gibi klasik hakların çoğu “Türklerin tabii hakkı” olarak kabul edilmiştir (m. 70). Seçme hakkı 18, seçilme hakkı ise 30 yaşını bitiren erkek Türk vatandaşlarına tanınmıştır (m. 10-11). 1934’ de kadınlara da seçme ve seçilme hakkı tanınmasıyla birlikte, seçme yaşı 22’ ye çıkarılmıştır. Temel hak ve özgürlüklerin yasama karşısında korunması için bir güvence olarak Anayasa Mahkemesinin kurulmadığı unutulmamalıdır.

1924 Anayasası ilk halinde devletin dini olarak İslam dinini belirtmişse de, 1928 yılında yapılan değişiklikle bu madde Anayasa metninden çıkartılmıştır. 1937 yılında yapılan değişiklikle de devletin laik yapısı anayasa hükmü haline getirilmiştir. 1924 Anayasası döneminde tek partili rejimden çok partili hayata geçilirken Anayasada bir değişiklik yapılmamıştır.

Çoğulcu değil çoğunlukçu bir demokrasi modeli öngörülmüştü. Meclis’te çoğunluğu elde eden parti herhangi bir denetim mekanizması olmaksızın istediği doğrultuda düzenleme yapabiliyordu.

1961 ANAYASASI

İlk aşamada 37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi (MBK), 1 sayılı kanunla 1924 Anayasasına göre TBMM’ye ait olan bütün yetkileri kendisinin kullanacağını belirtmiştir. Altı ay kadar sonra ise, anayasa ve seçim kanununu yapmak üzere iki kanatlı bir kurucu meclis oluşturulması yoluna gidilmiştir. Kurucu Meclis, anayasa tasarısı hazırlanması için kendi arasından 20 kişilik bir Anayasa Komisyonu belirlemiştir.

9 Temmuz 1961 günü yapılan halk oylaması öncesinde propaganda bakımından en azından hukuki olarak bir sınırlama getirilmemiş olması sonuçlara da yansımış, %80’ in üstünde bir katılım oranının yakalandığı oylamada geçerli oyların %61,5’ i anayasanın kabul edilmesi yönünde olmuştur.

1961 Anayasası devlet karşısında bireyi ön planda tutmuştur. Daha önceki anayasalarda da büyük oranda yer alan klasik hak ve özgürlükler ayrıntılı olarak düzenlenmiş ve bu hakların öznesi “Türkler” değil “herkes” olarak belirlenmiştir. Siyasal hakların da ayrıntılı bir biçimde düzenlendiği 1961 Anayasasının en önemli katkılarından biri ise, sosyal devlet ve sosyal adalet ilkelerinin yanı sıra sosyal haklara da yer vermiş olmasıdır.

1961 Anayasasının, önceki anayasalardan önemli bir farkı egemenliğin kullanımını tek bir organa değil, birden çok organa ait yetki ve görev olarak kabul etmesidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, sadece yasama yetkisini kullanmaktadır ve artık Millet Meclisi (450 üye) ile Cumhuriyet Senatosu (150 üye) adı verilen iki kanattan oluşmaktadır. Yürütme yine siyasi olarak sorumsuz cumhurbaşkanı ve sorumlu bakanlar kurulundan oluşmaktadır. Cumhurbaşkanı ve başbakanın TBMM üyeleri arasından belirlenmesi bir zorunluluk olarak devam ederken, başbakana TBMM dışından bir bakan atama olanağı getirilmiştir.

Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.” 1961 Anayasası, kendisinden önceki dönemde çoğunluk diktatörlüğüne dönüşen rejimin bir daha ortaya çıkmasını engelleme amacıyla birtakım denge mekanizmaları oluşturmuştur. Ancak, ikinci meclis (Senato), Anayasa Mahkemesi, daha güçlü bir idari yargı ve özerk kurumlar yürütmenin daha yavaş ve daha az etkin hareket etmesine yol açmıştır.

1969-1974 yılları arasında yedi anayasa değişikliği yapılmış olmakla birlikte, bunlardan en geniş ölçekli olanı 1971 yılı değişikliğidir. Askerin siyasi hayata müdahale ettiği 12 Mart 1971 muhtırasının ardından elliye yakın maddede değişiklik yapılmıştır.

Anayasanın temel hak ve özgürlükler, özerk kuruluşlar, asker-sivil ilişkileri, yargı yapılanması ve yargı bağımsızlığı gibi temel alanlarında yapılan değişiklikler 1982 Anayasasına giden yolda ilk adımlar olarak görülebilir. Yürütmenin güçlendirilmesi, özerk kurumların yetkilerinin daraltılması ya da kaldırılması, temel hak ve özgürlüklerin daha kolay sınırlanabilir hale gelmesi, bu haklara ilişkin bazı güvencelerin kaldırılması, askeri yargının ve askerin siyasi hayattaki konumunun güçlendirilmesi, yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti ilkelerinden ödün verilmesi bu değişikliklerin ana çizgisini oluşturur.

1982 ANAYASASI

12 Eylül 1980’ de Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir kez daha yönetime el koymasının ardından, en yüksek rütbeli beş komutanın oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi çıkardığı bir kanunla yasama ve tali kurucu iktidar yetkilerini kullanmaya başlamıştır.

Sivil toplumun anayasa hakkında görüş bildirmesine de ciddi sınırlamalar getirilmiştir. Siyasi partiler feshedilmiş, eski siyasi parti yöneticilerinin görüş bildirmesine izin verilmemiştir. Darbe sonrası Milli Güvenlik Konseyi Başkanı olan eski Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren’in Anayasayı tanıtma gezileri çerçevesinde yapacağı konuşmalar hakkında ise mutlak bir eleştiri yasağı getirilmiş ve bunlar hakkında yazılı ve sözlü herhangi bir beyanda bulunulması engellenmiştir Bu koşullarda 7 Kasım 1982 tarihinde yapılan halk oylamasına seçmenlerin %91,27’ si katılmış ve Anayasa %91,37 oyla kabul edilmiştir.

1982 Anayasasına ilişkin halk oylamasının olumsuz sonuçlanması halinde ne olacağı belirlenmemiştir. Askeri rejimin devam edeceğine yönelik kanı, bir an önce sivil yönetime geçmek isteyenleri Anayasayı onaylamak zorunda bırakmıştır.

Anayasasının temel özelliklerine bakıldığında otorite-özgürlük dengesinde otoriteden yana olduğu, devlet organları arasında yürütmeyi, yürütme içinde de cumhurbaşkanını güçlendiren ve 1961 Anayasasına göre daha az katılımcı bir demokrasi modelinin benimsenmiş olduğu görülür . Yasama tek meclise indirilerek kanun yapım süreci hızlandırılmıştır. Milli Güvenlik Kurulunun konumu güçlendirilmiş, askeri yargı detaylı bir şekilde Anayasada düzenlenmiştir. Üniversiteler ve TRT’nin özerkliklerine son verilirken, hukuk devleti ve yargı bağımsızlığını sağlamaya yönelik ilkelerden büyük ödünler verilmiştir.

Anayasa Mahkemesine başvuru yetkisine sahip olanların sayısı azaltılırken, Mahkemenin şekil bakımından yapacağı denetime ciddi sınırlar getirilmiştir. Temel hak ve özgürlükler alanında, başta siyasi haklar, sosyal haklar ve ifade özgürlüğü olmak üzere, birçok hak ve özgürlüğün kullanımı bizzat Anayasada sınırlandırılmış ve bunların kanunlarla sınırlanması daha kolay hale getirilmiştir.

YAKIN TARİH ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ

1987-1993-1995-1999 Değişiklikleri

1987 yılında yapılan ilk değişiklikte (RG. 18.05.1987) seçmen yaşı indirilmiş, milletvekili sayısı dört yüzden dört yüz elliye çıkarılmış, anayasayı değiştirme usulü nispeten kolaylaştırılmış ve en önemlisi 1980 öncesi dönemde siyaset yapmış olan birçok kişiye siyaset yasağı getiren hüküm yürürlükten kaldırılmıştır.

1993 yılında halk oylamasına gerek duyulmadan yapılan ikinci değişiklik ile özel radyo ve televizyon kurulmasına engel olan hüküm değiştirilmiştir (RG. 10.07.1993).

1995 yılında halk oylamasına gerek duyulmadan yapılan üçüncü değişiklik ile 1982 Anayasasının başlangıç bölümünden başlayarak, temel hak ve özgürlükler, yasama, yürütme ve yargı alanlarında oldukça kapsamlı değişiklikler yapılmıştır (RG. 26.07.1995).

1999 yılında halk oylamasına gerek duyulmadan yapılan 4. değişiklikte (RG. 18.06.1999) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları doğrultusunda Devlet Güvenlik Mahkemelerinin asker üyelerinin yerine sivil üye atanması usulü kabul edilmiştir.

2001 Değişiklikleri (6. Değişiklik: RG. 17.10.2001, 7. Değişiklik: RG. 01.12.2001)

2001 yılında, Avrupa Birliği’ne uyum sağlama amacıyla kabul edilen 6. değişiklik paketi o güne kadar yapılan en kapsamlı değişikliktir. Bu paketin amacı Avrupa Birliği’ne uyum doğrultusunda Kopenhag kriterlerini sağlamaktır. 2001 değişikliğinin en önemli kazanımı temel hak ve özgürlükler alanındadır. 1982 Anayasasının temel hak ve özgürlükleri sınırlandırma rejimi tamamen değiştirilmiştir.

2004 yılında yapılan 9. değişiklik, Avrupa Birliği’ne uyum amacıyla iktidar ve muhalefet partilerinin uzlaşması ile kabul edilmiştir (RG. 22.05.2004). Değiştirilen hükümler arasında, ölüm cezasının tamamen kaldırılması, (m. 15, 17, 38, 87), kadın-erkek eşitliğini sağlamada devletin pozitif yükümlülüğü (m. 10) ve temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası andlaşmaların kanunların üstünde olduğuna dair düzenlemeler (m. 90) dikkat çekmektedir.

2008 Değişikliğinin (16. Değişiklik: RG. 23.02.3008) amacı üniversitede türban yasağının aşılmasıdır.

2001 değişikliğinden sonra 1982 Anayasasında en kapsamlı değişiklik 2010 yılında yapılmıştır. Bu değişikliğin asıl ağırlık noktasını Anayasa Mahkemesi (AYM) ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) yapısı ve yetkilerinin değiştirilmesi oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra, askeri yargının görev alanını daraltan düzenlemeler ile geçici 15. maddenin 12 Eylül dönemine cezai, mali ve hukuki yargı bağışıklığı getiren hükmünün yürürlükten kaldırılması 12 Eylül rejimin izlerinin silinmesi bakımından önem taşımaktadır.

Anayasa Mahkemesinin görevleri arasına bireysel başvuru yolunun eklenmesi ve artması beklenen iş yükü nedeniyle de mahkemenin yapısı ve çalışma usulünün değiştirilmesi 2010 değişikliğinin en önemli konularından biridir.

Bu Anayasa değişikliğinin yapım sürecine bakıldığında sadece iktidar partisi konumunda olan AKP’nin insiyatifi olduğu görülmektedir.

Bu haliyle Anayasanın, 1961 Anayasası kadar katılımcı bir demokrasi modeli öngördüğü kabul edilebilir. Milli Güvenlik Kurulu, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, askeri yargının görev alanı, Yükseköğretim Kurulundaki asker üye gibi pek çok alanda yapılan değişiklikle askerin sivil siyaset üzerindeki etkileri azaltılmıştır.

2017 Değişikliği (20. Değişiklik: RG. 11.02.2017)

Osmanlı-Türk anayasal gelişmelerinde ciddi bir kırılmaya işaret eden bu değişiklik, bir tür başkanlık sistemi olarak nitelendirilen “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini” getirmek amacıyla yapılmıştır. TBMM’de yeterli çoğunluğa ulaşılamaması nedeniyle zorunlu olarak halk oylamasına sunulmuştur. Bu değişikliğin temel hedefi doğrultusunda asıl kapsamlı düzenlemeler ise hükümet sisteminin değişmesine paralel olarak yapılmıştır. Yeni sistemde yürütme organı tek başlıdır ve yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir.

Cumhurbaşkanı artık tarafsız değildir, seçildiğinde partisi ile ilişiği kesilmeyecektir. Cumhurbaşkanının etkin kimliğine uygun olarak cezai sorumluluğu yeniden düzenlenmiştir (m. 105). Cumhurbaşkanı hakkında, bir suç işlediği iddiasıyla soruşturma açılması için TBMM üye tam sayısının salt çoğunluğunun önerge vermesi gerekecek, yargılanmak üzere Yüce Divan’a sevk edilmesi içinse üye tamsayısının üçte ikisinin gizli oyu aranacaktır. Cumhurbaşkanının Yüce Divan’a sevkinin oldukça zor koşullara bağlandığı görülmektedir.

Yürütme görevine yardımcı olanların yasama üyesi olması engellenmiş ve organik ayrılık sağlanmıştır. Ancak, Cumhurbaşkanının kendi seçimini yenilemek kaydıyla TBMM seçimlerini yenileyebilmesi, TBMM’nin erken seçim kararını ise ancak beşte üç çoğunlukla alabilmesi klasik başkanlık sisteminden önemli bir sapmaya işaret etmektedir. Klasik başkanlık sisteminde, yasama ve yürütme organının birbirinin görevine son verememesi esastır.

Hükümet sistemi değişikliği ile birlikte yapılan en önemli değişikliklerden biri, yürütmenin asli düzenleyici işlem türü olarak Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin düzenleme alanının genişletilmesidir. Yürütmenin güçlendirilmesi, yasamanın işlevsizleştirilmesi ön plana çıkmakla birlikte, TBMM çoğunluğu ile Cumhurbaşkanının farklı partilerden olması durumunda ciddi tıkanıklıklara neden olabilecek bir sistem söz konusudur.

İDEOLOJİK ÇEŞİTLENMELER VE TOPLUMSAL HAREKETLER

İdeolojiler her şeyden önce belirli bir dünya görüşünü yansıtır. İdeoloji içinde yaşadığımız dünyanın, yani toplumsal gerçekliğin nasıl olduğunu, neden meydana geldiğini ve nereye gideceğini açıklamak ister. ideoloji, bir düşünce dizgesinden beslenir ve onun da ötesine geçerek, bir siyasal duruş, pozisyon, eylem planı, hatta yol haritası çizer. İdeoloji bu nedenle aynı zamanda bir inançlar, norm ve değerler dizgesidir.

OSMANLI MİRASI: 19. YÜZYIL İDEOLOJİLERİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

Bu dönem fikir akımları Milliyetçilik, Osmanlıcılık, Panislamizm, Turancılık, Türkçülük, başlıkları altında toplanabilir. Kuşbakışı bu başlıkları inceleyecek olursak ortak noktalarının İmparatorluğu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak ve eski görkemli günlerdeki durumuna getirmek için “bir reçete sunmak” olduğunu görürüz. Ortak ideal, Osmanlı Birliğini korumaktır.

Milliyetçilik

19. yüzyıl Milliyetçilik ideolojisi halkların yaşadıkları toprak üzerinde egemenlik kurması, vatandaşlık hakları ve ulusal kimlik, “halkların kendi kaderlerini tayin hakkı” gibi kavramlarla dünyayı etkilemiştir. Yeni milliyetçilik dalgalarıyla başa çıkmak için ortaya “İmparatorluk vatanseverliği” kavramı ortaya çıkmıştır. Bu tepki çeşitli ideolojilerde kendini açıkça göstermektedir.

Osmanlıcılık

Bu ideolojinin amacı Osmanlı sınırları içinde yaşayan bütün milletleri dil, din, ırk farkı gözetmeksizin aynı hak ve yetkilere sahip kılarak birlik ve bütünlüğü sağlamaktır. I. Meşrutiyet döneminde etkili olmuştur. Meşrutiyetin ilanıyla dernekleşmenin, partileşmenin ve toplumsal hayatta çok seslilik dönemi açılmıştır.

Panislamizm

Panislamist düşünce Osmanlı birliğini korumak için “din” i merkeze koyan bir ideoloji üretmiş, Panislamizm, Müslüman liderlerinin en çok tuttukları görüş olmuştur.

Türkçülük

Türkçülük akımı milli birlik düşüncesini dil ve kültür bağlamında ele almıştır. 1908’ de “Türk diye anılan bütün kavimlerin geçmişteki ve günümüzdeki durum, etkinlik ve eserlerini öğrenmek ve öğretmek” amacıyla İstanbul’da Türk Derneği kurulmuştur.

Turancılık

15 Mart 1912’ de kurulan Türk Ocağı, Türkçü ve Turancı hareketin ağırlık noktasıdır. 1912 ile 1930 yılları arasında bu örgüt, Türkiye’nin en etkili siyasi/ ideolojik düşünce merkezi olarak hizmet vermiştir.

Turancı düşüncenin tanınmış önderi Ziya Gökalp 1923’ te Türkçülüğün Esasları adlı eserinde Turancılığı “uzak ideal/ mefkûre” ilan ederek, Türkiye devletinin kuruluşunu esas alan yeni bir milliyetçilik tanımı getirmiştir. Hatta Mehmet Emin Yurdakul Turana Doğru adlı şiir kitabının yeni baskısında bazı şiirlerini değiştirerek Turan sözcüğünün yerine vatan sözcüğünü getirmiştir.

1930’ larda yeniden güçlenen Türkçü-Turancı düşüncenin en radikal sözcüsü Hüseyin Nihal Atsız idi.

CUMHURİYET DÖNEMİ: RESMİ İDEOLOJİNİN İNŞASI

Kemalizm

Kemalizm Mustafa Kemal’in temelini attığı bir ideolojik yaklaşımdır, Nutuk’taki Milliyetçilik (CHP’nin 2. Oku) kültürel ve mekânsal milliyetçiliktir, yani mevcut sınırlar içinde milli aidiyeti tanımlar; fetihçi ve yayılmacı değildir.

Önderlik vasfı ile karizmatik lider konumuna gelen Mustafa Kemal Atatürk, ulusal kalkınma dinamizmini sağlamak için millete özgüven aşılaması yapmıştır. Ulusa seslenişi soyut anlamda millet kavramını yüceltmeye, “milli vasıflar ve cevheri” açığa çıkarmaya yöneliktir. Nutuk’ta Laiklik (CHP’nin 5. Oku), ve hilafetin kaldırılması sürecinin sonuçları siyasal anlamda (din-devlet işlerinin ayrılması), toplumsal anlamda (dinsel kurumların toplumsal yaşama karışmaması) ve kültürel anlamda (dini düşüncenin yerini bilimin alması) olmak üzere üç seviyede tanımlamıştır; bu seviyeler zihniyet olarak rasyonelleşme sürecinin de ifadesidir.

Kemalist ideoloji Cumhuriyet Halk Partisi ile özdeşleşen Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Milliyetçilik, İnkılapçılık/ Devrimcilik ve Laiklik ilkeleriyle kendini tanımlamıştır.

Türkiye’nin ancak Batı’nın medeniyetine uyum sağladığı ölçüde sağlıklı bir alternatif ortaya koyabileceğine inanıyordu. Gelenekle ve geleneği çağrıştıran öğelerle bağların koparılmasını esas alan Kemalizm devrimcilik ilkesinden ötürü, gelenekte birincil derecede belirleyici olan İslam diniyle gerilim yaşadı. Zira yapılan yeniliklerin neredeyse tamamı, İslam diniyle doğrudan ya da dolaylı olarak ilgisi bulunan konulardı.

ANADOLUCULUK

Anadoluculuk, hem bir ilimcilik, hem kalkınmacılık, hem ahlakçılık ve maneviyatçılık, hem de felsefi anlamda Türk hümanizmasını gerçekleştirecek bir ideoloji ve toplumsal harekettir. Burada yeni bir tarz milliyetçilik savunulmaktadır.

Mavi Anadoluculuk: 1940’ lar ve 1950’ lerde ortaya çıkan Mavi Anadoluculuk akımına göre “Batılılaşma aslında öze dönmek demektir, çünkü Batı medeniyetinin kaynağı da Batı Anadolu’daki ve Orta Asya’daki kültürdür”.

İslamcı Anadoluculuk: İslamcı Anadoluculuk, 1939 sonrası dönemde ortaya çıkan bir harekettir. Özellikle Hareket dergisi (1939-49) etrafında gelişen fikirlere Hüseyin Avni Ulaş, Nurettin Topçu öncülük etmiştir. Mekânın manevi gücüne vurgu yaparak mekânın ırk’ı millet’e dönüştürmesinden söz etmişlerdir.

Türkçü Anadoluculuk: Türkçü Anadoluculuk, Etnik Anadoluculuk olarak da adlandırılan bu akım, Anadolu’yu dünyaya değil “öze” ve “yerel olana” açılan bir kapı olarak görür. Türkçü Anadoluculuğun fikir önderlerinden Remzi Oğuz Arık’a göre milliyetçilik idealinin ağırlık merkezi olarak vatan kavramının kabul edilmesi bir “realite” dir. Bu realiteyi oluşturanlar Türk kütlesi ve Türkmen kütlesidir.

BATICILIK, ÇAĞDAŞLAŞMA VE MODERNİZM

“Batı” hem model alınan, hem de tehdit olarak görülen bir ideolojik imgedir. Türkiye’deki düşünce dünyasında Batı ile nasıl bir ilişki kurulacağı “Kültür ve Medeniyet” tartışmasında gizlidir.

Gökalp’in kültür/ hars ve medeniyet ayırımına göre hars, ulusal kültürdür. Medeniyet ise farklı toplumların bir arada geliştirdikleri bir bütündür. Batı uygarlığının kültürü alınamaz, çünkü her ulusun kültürü kendine özgüdür.

Mustafa Kemal Atatürk’te Batılılaşma fikri, Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından itibaren çağdaşlaşmanın, çağdaş bir devlet ve toplum olmanın temelini oluşturmuştur. Batı medeniyetinin bir bütün olarak alınmasından yana olmuştur.

Modernizmin temelde dayandığı iki anahtar kavram, yenilik ve değişimdir. Böylelikle geleneksel kültürün öğelerinin yeni ve daha iyi olanla değiştirilebilir olduğunu savunur. Bunun sonucunda modernleşme sürecindeki toplumlarda, modernleşmeyi sahiplenen kesimler ile geleneksel yaşam biçimini savunanlar arasında bir gerilim yaşanmıştır.

MUHAFAZAKÂRLIK

Muhafazakârlık, kelime olarak “düzeni korumak”, “varolanı muhafaza etmek” fikri üzerine oturur. Değişime kuşku ile bakar. “Değişerek aynı kalma” düşüncesi ideolojik olarak muhafazakârlığın ilk savunucusu İngiliz düşünürü Edmund Burke’a aittir..

Muhafazakâr ideoloji için gelenek en önemli yapıtaşıdır. Gelenekler zamanının sınavını geçerek günümüze kadar gelmiştir ve kök salmıştır; dolayısıyla bir anda değişemezler. Türk muhafazakârlığının teknolojiyle problemi yoktur. Modernleşmeye çalışırken korunmak istenen öğeler “din ve kültür” olmuştur.

Kültürel Muhafazakârlık: Kültürel muhafazakârları diğer muhafazakârlık türlerinden ayıran en büyük özellik, düşüncelerini siyasal değil kültürel düzlemde ifade etmeleridir.

İslâmcı Muhafazakârlık: Türkiye’de 1950 sonrası ağırlık kazanan muhafazakârlık yorumları, yüksek bir anti-komünizm dozu ile toplumu büyük ölçüde etkilemiş ve harekete geçirmiştir.

Şüphesiz bu dili en iyi şekilde kullanabilen ve Türkiye’deki anti-komünist propagandanın entelektüel figürlerinden biri Necip Fazıl Kısakürek’tir.

Milliyetçi Muhafazakârlık: MHP çizgisinin esasını İslam dininin şekillendirdiği Türk milliyetçiliğini temel alan gelenekçi-muhafazakârlığı simgeleyen Dokuz Işık temsil etmektedir. Ülkücüler, idealizmin (ülkücülük) doruk noktalarına ulaştığı antikapitalist, antikomünist bir siyaseti savunmuştur.

MHP’nin kurucu lideri Alparslan Türkeş bir sözünde “Biz ne sağcıyız ne solcu biz milliyetçiyiz” diyerek politik pozisyonunun merkez olduğunu ifade etmiş, milliyetçiliği adeta siyaset-dışı bir kategori olarak tanımlamıştır. Devlet geleneği, değerlerin başında gelmektedir.

SİYASAL İSLAM

Demokrat Parti döneminin 1960 askeri darbesi ile sonlanması aynı zamanda, Türkiye’de sosyal sınıfların ayrışmasına işaret eder. Türkiye’de siyasal İslamcılığın ikinci nesli, Milli Nizam Partisi’nin faaliyete geçmesi ile başlamaktadır. Siyasal İslamcı hareketin 1980 öncesi her iki siyasi oluşumunun adında ‘milli’ sözcüğünü kullanarak, “nizam ve selamet” kavramlarını siyasete sokarak, sol akımlara karşı kendi söylemini sloganlaştırmıştır.

Türk-İslam sentezi, 1970 yılında kurulan Aydınlar Ocağı tarafından kavramsallaştırılmış ve programlaştırılmış bir halde Türkiye’nin siyasal gündemine girmiştir. Türk-İslam Sentezi, Turgut Özal iktidarı döneminde de gündemde kalmayı sürdürmüştür. Bu husustaki en önemli dönüm noktası, 12 Eylül yönetiminin kurduğu Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu’nun 1986 yılının Haziran ayında toplanarak bir rapor benimsemesidir.

Bu rapora göre Türklük ve İslam öğelerinin milli kültürün iki ana dayanağı olduğu milli kültür politikası belirlenmiştir. Bu çerçeve Kemalizm ile uyumlu hale getirilmeye çalışılmış ve “Atatürkçülük” yeniden tanımlanmıştır.

SOL VE SOSYALİZM

Sosyalizm, iktidar ve üretim araçlarının halk tarafından kontrol edildiği bir toplum fikrine dayanır.

Solculuk, mevcut sosyal hiyerarşiyi, eşitsizliği kaldırmak isteyen ve zenginliğin ve imtiyazların adaletli dağılımını destekleyen bir politik harekettir.

Türkiye’de sol ideoloji milliyetçi ve muhafazakâr ideolojiyle şu bakımlardan ters düşer: Evrenselcidir ve seküler bir toplumsal yapıyı savunur. Dolayısıyla sol yaklaşımın odağında din, ırk, milliyet, cinsiyet vb. kavramlar yerine insan, eşitlik ve emek kavramları vardır.

Ulusalcı-milliyetçi fikirlerin benimsendiği ve temelinde “millet” kavramının bulunduğu sol görüşler tarih boyunca görülmüştür ve günümüzde de bulunmaktadır.

1960’ ların en önemli olaylarından biri bir sosyalist partinin, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP), kuruluşu ve ülke genelinde yarattığı etkidir. Milli Demokratik Devrim–Sosyalist Devrim tartışmalarının başlangıcı yine bu döneme denk düşer. Türkiye İşçi Partisi (TİP) 1965 seçimlerinde TBMM’ye 15 milletvekili sokabilmiş ve Türk siyasal hayatına kalıcı yenilikler getirmiş önemli bir siyasal oluşumdur. TİP’in bir diğer vurgu yaptığı konu da anti-emperyalizmdir.

Sol ideoloji Türkiye’nin izlediği ekonomi-politikayı eleştirmiş, izlenen çizgiyi Batılı güçlü devletlerin çıkarlarına hizmet etmek olarak görmüştür.

1960-80 arası dönemde Türkiye’de sosyalist ideolojinin yaygınlaşmasında en etkili olmuş bir diğer grup Yön Hareketi’dir. Yön Hareketi ismini ilk olarak 20 Aralık 1961’ de yayınlanmış Yön Dergisi’nden alır. Derginin imtiyaz sahibi ve başyazarı daha çok “Türkiye’nin Düzeni” adlı eseriyle bilinen Doğan Avcıoğlu’dur.

LİBERALİZM

Tarihsel olarak dünyada 17. yüzyılda ortaya çıkan liberalizm, bireyciliği, bireysel hak ve özgürlükleri, özel mülkiyeti ve devlet müdahaleciliğinden uzak serbest piyasa sistemini temel alır. Liberal düşüncenin odağında “özerk birey” yer alır.

Liberalizmin bu derece önem atfettiği “özerk birey”, Türk siyasal düşüncesinde genellikle olumsuz bir kategori olarak algılanır. Birey; cemaati, toplumu ya da partiyi “bozan”, “bölen” veya en azından “çözen” bir öğe olarak görülür.

Demokrat Parti ana hatları bakımından liberal bir program önermiş, özellikle din özgürlüğü ile iktisadi özgürlük vaad etmiştir. Bununla beraber, Demokrat Parti ilk yıllardaki özgürlükçü tutumunu zamanla terk ederek, baskıcı bir yönetim kurmuştur.

Anavatan Partisi’ni (ANAP) kuran Turgut Özal (1927-1993) liberal temalardan daha fazla etkilenmiştir. Özal döneminde ANAP’ın iktisadi liberalizm ve “araçsal devlet” tezleri üstündeki vurgusu daha belirgindir.

TOPLUMSAL CİNSİYET VE FEMİNİZM

Toplumsal cinsiyet ve feminizm endüstriyel kapitalist toplumlarda erkek egemenliğini sürekli kılan toplumsal ve siyasal yapıları çözümlemeyi amaçlar.

Bu sorgulama kadının karşılıksız ev-içi emeğine dayalı heteroseksüel tek eşli evlilik, erkek emeğini merkeze alan işgücü piyasası, askerlik ve vergi vermeye dayalı vatandaşlık temelli ulus-devlet yapılarına ilişkin analizler yapmayı mümkün kılar. Ataerkil toplumsal yapıları sorgulayan Feminist ideoloji Türkiye’de 1981 ile 1984 arasında, İstanbul Cağaloğlu’nda Yazko dergisi bünyesinde küçük bir grup kadının tartıştığı, öğrendiği, o zamanlar yayınlanan Somut gazetesinin bir sayfasında dile getirdiği bir kavram olarak popüler söyleme girmiştir.

1986’ da “Dayağa Karşı Yürüyüş” gerçekleştirilir ve bu yürüyüş sonrasında Dayağa Karşı Kampanya başlatılır. Bu kampanyanın somut bir hedefi de vardır: Bir kadın sığınağı açmak. Kampanya gerçekten de somut kazanımlara ulaşır. 1988’ de kampanya sırasında dinlenen kadınların deneyimlerinin yer aldığı bir kitap basılır: “Bağır Herkes Duysun”. Kampanyanın sonuç verici olduğunu göstermesi bakımından önemli olan bu kitap, bilinç yükseltme tekniğinin birçok kadında uygulanmış halini andırır.

Bu gelişimlerin bir sonucu olarak, Türkiye’de Anayasa’nın eşitlikten ne anladığını tanımlayan 10. maddesi, 2004 yılında değiştirilmiş ve ‘devlet kadın erkek eşitliğini sağlamakla yükümlüdür’ ifadesi eklenerek daha önce geçerli olan ‘cinsiyet körü’ eşitlik anlayışının yerine kamuda cinsiyet eşitliği ilkesinin fiilen gerçekleştirilmesi gerekliliğini kabul eden bir içerik benimsenmiştir.

TÜRK SİYASAL HAYATINDA DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ

Din, toplumların bir kısmı için devleti radikal bir biçimde dönüştüren aktördür. Başka bazı toplumlarda ise her türlü dönüşümün önüne çektiği setle muhafazakâr bir itirazı temsil eder.

Kısaca şunu kabul etmek gerekir: Devleti analiz etmek için dini, dini analiz etmek için devleti dışarda bırakmak mümkün değildir. Dahası, din-devlet ilişkisi, çoğu zaman bir toplumu anlamak üzere başvurulması gereken yegâne kaynaktır. Hele Türkiye toplumu söz konusu ise bundan şüphe duymak için ortada hiçbir sebep yoktur. Türkiye’de din hem toplum hem de devlete ilişiktir. Bu durum yüzyıllardır neredeyse hiç değişmemiştir.

SEKÜLARİZM TEZİ VE ULUSLARARASI BAĞLAM

Tıpkı ülkelerin siyasal sistemleri gibi din-devlet ilişkilerinin seyri de farklı gelişim çizgilerinin ürünüdür. Örneğin, Birleşik Krallık’ta ulus-devletleşme sürecinde devlet ile birlikte onun bir kurumu olarak ulus öncesi hiyerarşiden koparılan ve kurumlaştırılan Anglikan Kilisesi’nin merkezde yer aldığı bir laikleşme modeli söz konusudur. Bu modelde din ile devlet iç içe geçmiş haldedir. Kilisenin parlamentoda her zaman bir temsilcisi vardır ve parlamenterler görevlerine dua ile başlamaktadırlar.

İkinci tip laiklikte ise devlet bütün din ve mezheplere eşit mesafede durmaktadır. Bu tip laiklik için en bilinen örnek Amerika Birleşik Devletleri’dir. Almanya’da uygulanan üçüncü tip laiklikte devlet bütün din ve mezheplere hem eşit mesafede durmakta hem de topluma daha iyi hizmet verebilmeleri için destek olmaktadır.

Fransa’da uygulanan bir diğer laiklik tipi ise jakoben niteliği ile öne çıkmaktadır. Bu çatışmalı tipte Katolik Kilisesi’nin gücü topraklarını halka dağıtmak yoluyla kırılmıştır. Dinsel sembol ve modeller bu tipte kamusal alandan dışlanmıştır. Din daha çok bireyin özel alanına mahsus bir inanış muamelesi görmüştür.

İspanya’da karşımıza çıkan beşinci tip laiklikte Katolik Kilisesi uzun mücadeleler neticesinde devleti ve siyasal alanı kontrol etme iddiasından vazgeçmiş ve devlet de kilisenin kamusal alanda temsil edilmesini kabul etmiştir. Benzer bir laiklik tipine Polonya’da rastlanır.

Brezilya’da yürürlükte olan bir başka laiklik tipinde ise halkın kurtuluşu için mücadele eden rahipler ve kurtuluşçu teolojiler sayesinde ‘halk kiliseleri’nin doğumu gerçekleşmiştir. Yani Brezilya’da halk ve kilisenin özdeşleştiği bir model söz konusudur.

Türkiye’deki laiklik tipi genellikle Fransa’dakine benzetilir. Türkiye’de de, dinsel semboller ve modeller kamusal alanın dışında bırakılmak istenmiştir. Din uzunca bir süre bireyin özel alanına münhasır bir inanış muamelesi görmüştür. Tek-parti dönemi reformları ağırlıkla dinin devlet üzerindeki tasarruflarından vazgeçmesi için yürürlüğe konmuştur.

Seküler kavramı, etimolojik olarak asra ait; dine değil dünyaya ait, dünyevî gibi anlamlara gelmektedir.

Din-devlet ilişkileri ile ilgili diğer önemli kavramımız ise ‘laiklik’tir. Modern Fransızca’da, din adamlarından başka kişilere, kurullara, yetkililere dünya işlerinde hatta din işlerinde üstün bir yer verme anlamını taşımaktadır.

Laiklik dar anlamı ile din ve dünya meselelerinde dinin tek otorite olmaktan çıkmasıdır. Sekülarizm ise, dinin tüm toplum katmanlarındaki etkinliğini yitirmesi gerektiğine yönelik inanıştır. Bu açıdan laiklik sekülarizme nazaran daha sınırlı bir dönüşümü ima etmektedir.

OSMANLI DEVLETİ’NDE REFORM VE SEKÜLERLEŞME SÜRECİ

Osmanlı’da ne bir kilise ne de ruhban sınıfı vardı. Din, Osmanlı yönetim ve yasama sisteminin önemli bir parçası olmakla beraber tek bileşeni değildi. Bir başka deyişle, dine dayalı hükümler dışında, geleneklere dayalı ve seküler nitelikli bir örfî hukuk da her zaman yürürlükte idi. Dahası, Osmanlı Devleti’nde dinin maslahatı değil, devletin maslahatı önce gelmekte idi. ‘Din-ü devlet’ formülünde ifadesini bulduğu biçimi ile dinin varlığını devam ettirebilmesi için devletin yaşamasının elzem olduğu görüşü hâkimdi.

Dinsel yetkiler daha çok kazasker ve şeyhülislamda toplanmıştı. Kazasker, en üstün yargı merciidir. Şeyhülislam ise, fetva verme, yani devlet işlerinde karşılaşılan bazı sorunlarda din hukukunun yargılarının ne olacağını belirleme yetkisine sahipti. Özetle, kurumsal düzeyde, Osmanlı Devleti’nde din adamlarının devlet işleri üzerinde ancak kısmi bir tasarrufundan söz edilebilmektedir. Bu tasarruf ya da müdahalenin sınırı bizatihi devlet erkanı tarafından çizilmiştir.

Devlet, dinî hareketlerin ortaya çıkaracağı tehlikeleri mümkün mertebe ortadan kaldıracak, tam manasıyla hâkim bir din anlayışı tesis etmeye çalışmıştır. İlk önce Sünni İslam empoze edilmiştir, devletin bekasına zarar verecek çeşitli teşebbüslerde bulunamaması için Şiilik sürekli göz hapsinde tutulmuştur. İkincisi tehlikeli addolunan heterodoks unsurlar imparatorluğun uzak köşelerine sürgün edilmişlerdir. Alınan üçüncü tedbir ise, devletin kontrolü altına alınmış bir dini elitin yaratılmasıdır.

Klasik Düzenin Bozuluşu, Reformlar ve Ulemanın Güç Kaybı

Osmanlı klasik düzeninin bozuluşuna yol açan sebepleri kısaca sıralamak istersek, karşımıza şöylesi bir liste çıkar:

  • vergi toplamaktan ve savaş zamanı asker temin etmekten sorumlu kişilerin sebep oldukları yolsuzlukların devlet gelirlerini azaltması,
  • ateşli silahların kullanılmaya başlanması
  • yeni ticaret yollarının keşfi ile birlikte Osmanlı Devleti’nin uluslararası ticaret içindeki etkinliğini kaybetmesi
  • nüfus artışı ve şehirleşmenin beraberinde tarımsal alandaki istihdamın hızlı düşüşünü getirmesi
  • savaş giderlerinin artması
  • hazineyi sarsacak yeni tüketim alışkanlıklarının (kahve ve şeker gibi) ortaya çıkması.

Devlet bir çıkmazın içine sürüklendi. Bu durumdan çıkış için ise askeri alandan başlayarak bir dizi reform teşebbüsünde bulunuldu. Öncelikle askeri alandan başlandı, çünkü, bu alanın reforme edilmesi sureti ile devletin eski gücüne tekrar kavuşacağına inanılmıştı. Ancak başlangıçtaki bu beklentinin kısa süre içinde boşa çıktığını biliyoruz. Daha köklü hukukî, idari, iktisadî ve kültürel tedbirler ile devletin beka sorununa çözüm arandı. Reformlar bir cümle ile devleti modernleştirmeyi hedefliyordu.

Modern eğitim kurumlarının devletin ihtiyaç duyduğu yetkin niteliklere sahip kişilerin yetiştirilmesi amacıyla kurulması ya da yurt dışındaki eğitim kurumlarına pek çok öğrencinin gönderilmesi zaman içinde seküler eğilimlere sahip bir bürokratik seçkin grubun doğuşunu beraberinde getirmiştir. Bu sınıfın güçlenmesi ile ulemanın güç yitirmesi eş zamanlıdır. Ulemanın ve ordunun güç kaybettiği bir vasatta, bürokrasinin istediği reformları hayata geçirmesi çok daha kolay olmuştur.

Örneğin 1838’ de, o dönem, idari vaka olarak tarif edilen olaylar, yeni oluşturulan Meclis-i Vâlâyı Ahkâm-ı Adliye tarafından üstlenilmiştir. 1840’ da Ceza Kanunnâme-i Humayunu çıkarılmıştır. 1867’ de şer’i mahkemelerden bağımsız işleyen idari mahkemelerin kurulması örnekleri de hukuk alanının sekülerleştirilmesine ve dahası ulemanın gücünün aşınmasına yönelik uygulamalardır.

Bir cümle ile, bütün bu uygulamalar ulema sınıfının konumunu sarsıcı yönde açık bir etki uyandırmıştır.

İslamcılık, özelliklerini daha çok 19. yüzyıl ortalarında kazanan, Osmanlı İmparatorluğu’nun uzak çevresinde ve Hindistan’da şekillenmiş olmasına rağmen 1870’ lerden itibaren gün geçtikçe güçlenen bir ideolojik davranış kümesine verilen isimdir. Temel hedefi İslam birliğidir. Tüm Müslümanların aynı çatı altında toplanmasıdır.

CUMHURİYET DÖNEMİNDE DİN-DEVLET İLİŞKİSİ

Anadolu’daki işgal karşıtı örgütlenme pek çok yerde din adamları tarafından yürütülmüştür. Bunu, 23 Nisan 1920’ de ilk kez toplanan Büyük Millet Meclisi’nin önünde çekilen hatıra fotoğrafına biraz dikkat ettiğimizde de kolaylıkla anlayabiliyoruz. Zira o fotoğraf karesinin içinde hem ulemadan hem de tarikat liderlerinden müteşekkil pek çok şahsiyet yer almıştır. Ancak, milli mücadele başarı ile tamamlandıktan ve yeni devlet kurulduktan sonra teşebbüs edilen reformlar ile birlikte din-devlet ilişkisinin seyrinin radikal bir dönüşüme uğradığını söyleyebiliriz.

Günümüze kadar geçen süreyi üç ana başlık altında ele alacağız.

Tek-Parti Döneminde Din ve Devlet İlişkileri

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde sürdürülen reform projesinin temel motivasyonu çağdaş medeniyetler seviyesine erişmek idi. Dolayısı ile cumhuriyet dönemi reformlarının asrî ve asra ait olan, yani seküler bir Türkiye inşa etmek üzere yola koyulduklarını söylemek yanlış olmaz.

Bunlardan ilki, devlet, hukuk ve eğitimi dinselliğin etkilerinden arındırmak üzere icra edilen reformları kapsamaktadır. İkincisi, dinsel simgelerin üstüne giden ve dinî simgelerin yerine Avrupa uygarlığının sembollerini koyan reformlardır. Son sırada ise gündelik ya da toplumsal hayatın dinsel etkiden arındırılması ve gerektiğinde popüler İslam’ın üzerine gitmek amacıyla girişilen reform teşebbüsleri yer almaktadır. Bu doğrultuda atılan temel adımları aşağıdaki gibi listeleyebiliriz

  • 1 Kasım 1922 tarihinde Saltanat’ın ilga edilmesi
  • 3 Mart 1924’ halifeliğin ilga edilmesi
  • eğitim birliğini sağlamak üzere Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmış ve akabinde medreseler de kapatılması
  • şeyhülislamlık makamı ve Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmış yerlerine Diyanet İşleri Reisliği ve Evkaf Umum Müdürlüğü kurulması
  • 1928 yılında yapılan bir düzenleme ile Anayasa’dan “Türkiye Devleti’nin dini din-i İslam’dır” ibaresi çıkarılmıştır. Nihayet 1937 yılında da laiklik ilkesi Anayasa’ya ilave edilmiştir.
  • 1925 yılında fes giymenin yasaklanması ve şapka giymenin zorunlu hale getirilmesi
  • 1925’ de ibadethaneler dışında dinsel kıyafetlerin giyilmesinin yasaklanması
  • 1926’ da Batı takvim ve saatinin, 1928’ de Latin harflerinin ve 1931’ de Batı ağırlık ve uzunluk ölçülerinin kabul edilmesi de dinî simgeleri yerinden etmeye yönelik diğer reformlar arasında yer almaktadır.
  • Kasım 1925’ te tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması
  • 1932 yılında ezanın Türkçeleştirilmesi

Şerif Mardin’in ifadesi ile söylenirse, Mustafa Kemal’in “düşüncesinde devletin önceliği yerini yurttaşlık dini ile desteklenmesi gereken modern devlet kavramına bırakmıştır”. İslam, yeni Cumhuriyet seçkinleri için geri kalmışlığın sebebi addedildiği ve işaretlendiği için modernleşme ve din ilişkisi iki karşıt kutbun ilişkisine dönüştürülmüştür.

Türkiye’de laiklik prensibi hiçbir zaman devlet ile dinin radikal bir ayrılışını amaçlamaz. Daha çok, din devletin kamu hizmeti olarak benimsenmiş ve laiklik çoğu zaman dini suiistimallerden korumak ve dini çevrelerin siyasal ve sosyal anlamda etkinlik kazanmasının önüne geçmenin aracı olmuştur. Laiklik, milleti dinsel içeriğinden soyutlayarak siyasal bir topluluk haline getirmenin mükemmel bir aracıdır.

Sekülerleştirici bütün uygulamalara rağmen İslam kişinin bu dünyadaki varlığına, aslî ontolojik güvensizliğine seslenen ve psikolojik dürtülere tutunmasını sağlayan bir yöne hep sahip olagelmişti. Kurucu kadrolar İslam’ın bu yönünü her nedense görmezden gelmişlerdir ya da doğru bir biçimde değerlendirememişlerdir. Ayrıca, tek-parti dönemi reformlarının dinin kamusal alandaki temsilinin önüne geçici pratiği İslam’ın yer altına inişi ile sonuçlanmıştır. 1925 sonrasında uygulanan baskılar reform karşıtı muhalefetin sessizliğe bürünmesinin ardındaki temel sebeptir.

Çok Partili Hayat: Laiklik İlkesine Sadakat ile Dini Hoşgörme Arasında

Devletin laiklik politikaları, özellikle de halkın inancını ifade şekillerinin bastırılmış olması, devlet ve uyrukları arasındaki en önemli ideolojik bağı koparmıştı. Öte yandan büyük toprak sahipleri, 1945 tarihli “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” sebebiyle hoşnutsuzdu.

Türkiye Marshall Planı kapsamında yardımlar almak üzere yavaş yavaş siyasi sistemini baskıcı bir rejimden daha demokratik bir rejime doğru esnetme gereği duydu. Beraberinde liberalleşmeyi getiren bu karar ile birlikte din üzerindeki belirgin baskının büyük oranda esnetildiğini söyleyebiliriz. Daha Demokrat Parti’nin (DP) 1950 yılında iktidara gelmesinden önce, CHP dönemin ulusal ve uluslararası bağlamı öyle gerektirdiği için din-devlet ilişkilerinde farklı bir tutum almaya başlamıştı.

DP devletin laiklik ilkesinden çok fazla ödün vermeden dine ve dinle ilişkili kişi ve kurumların faaliyetlerine karşı daha fazla hoşgörülü bir tutum takınmıştır. Örneğin iktidara geldiği ilk aylarda ivedilikle halkta ciddi rahatsızlıklara yol açan ezanın Türkçe okunması uygulamasından vazgeçilmiştir.

1951 sonbaharında, ilkokuldan sonra dört yıl eğitim veren imam-hatip okulları, 1953-1956 arasında ise lise düzeyinde eğitim veren imam-hatip okulları açılmıştır. 1956-1957’ de ortaokullara din dersleri konmuştur. Bu yıllarda Türkiye’de 15 bin yeni cami inşa edilmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün heykellerine yönelik saldırılarının yarattığı rahatsızlık neticesinde, 1951’ de “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” çıkarılarak sert hukuksal yaptırımlar ile karşılaşmaları DP’nin laiklik ilkesine yönelik sadakatinin göstergesidir.

1960’ lı yıllarda dini grupların faaliyetlerinde ciddi manada artış ortaya çıkmıştır. Öyle ki, 1961 Anayasası’nın getirdiği örgütlenme özgürlüklerinden yararlanan İslami gruplar kurdukları dernekler (Kuran kursu, cami yaptırma ve restore etme dernekleri) aracılığı ile başladıkları yer üstü faaliyetlerine sosyal ve kültürel işlevler de üstlenerek devam etmişlerdir.

Dini canlanma kırdaki hayatın göçle birlikte kente taşınması ile de çok ilişkilidir. Şöyle ki, kırdan kente göç eden insanlar için din, kırdaki değerlerle kenttekilerin çatışmasından kaynaklanan kimlik çatışmalarının çözümü için bir tür sığınak işlevi görmüştür. Bireyler için din bu bakımdan aynı zamanda bir maddi sığınaktır. Tam da bu yüzden Milli Görüş geleneğinden gelen partiler 1980 sonrasında kentlerin çeperlerinde kurulan gecekondu yerleşimlerinde yaşayan alt sınıflardan büyük oranda destek alabilmiştir.

1970’ de Necmettin Erbakan’ın MNP’yi kurması ile başlattığı gelenek sırası ile MSP, Refah Partisi (RP), Fazilet Partisi (FP) ve Saadet Partisi (SP) ile devam etmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) de hem kadroları hem de politik konumlanışı bakımından belli bir oranda bu geleneğin halefleri arasında sıralanabilir.

Erbakan bir yönüyle muhafazakâr diğer yönüyle ise kalkınmacı bir siyasetçidir. Onun siyasi söyleminin dönem itibariyle üçüncü ayağı ise sosyal adalet vurgusunda karşımıza çıkıyor.

Nakşibendilik

Nakşibendilik, kökeni itibariyle 1389 tarihinde vefat eden Muhammed Bahauddin Nakşibend’in temel esaslarını belirlediği bir manevi terbiye sistemidir. Bu tarikatın Türkiye’de etkin olan kolu Mevlana Halid-i Bağdadi’nin önderliğinde yaygınlaşan “Halidiyye” dir. Osmanlı Devleti’nin son yıllarından beri ciddi manada etkinlik sahibi bir tarikattır.

Necmettin Erbakan, MNP’yi kurarken ardında güçlü bir müşevvik, teşvik edici olarak Mevlana Halid-i Bağdadi’nin temsilcileri arasında yer alan Mehmet Zahid Kotku vardır. 1980 yılında Mehmet Zahid Kotku vefat edince, İskenderpaşa Cemaati adıyla bilinen dini grubun liderliğini damadı Prof. Dr. Esad Coşan üstlenmiştir.

İskenderpaşa dışında, Abdülbaki Erol’un liderliğindeki Menzil cemaati, Mahmut Ustaosmanoğlu’nun liderliğindeki Çarşamba cemaati ve Osman Nuri Topbaş’ın liderliğinde bir araya gelen Erenköy Cemaati Nakşibendiliğin Halidiyye kolunun Türkiye’de en bilinen takipçileridir. Toplumun alt sınıfları ile daha sıkı ve yaygın bir bağa sahiplerse de, bu tarikatlar, muhafazakâr seçkinler ve devlet adamları üzerinde ciddi bir tesire sahiptir.

Nurculuk

1878-1960 tarihleri arasında yaşayan Said-i Nursi’nin kurucusu olduğu bir dini harekettir. Said-i Nursi Osmanlı Devleti’nin son yıllarına denk gelen gençlik evresinde, ciddi manada bir siyasi aktördür. Jön Türkler içinde yer aldığını, Osmanlı-Rus Harbi’nde esir düşerek bir süre Rusya’da yaşadığını ve milli mücadeleye destek vererek Mustafa Kemal ile sıkı ilişkiler geliştirdiğini biliyoruz. Ancak milli mücadele sonrasında Mustafa Kemal’in laikliği esas alan reformları uygulamaya başlaması ile yer altına inmiş ve çoğu zaman öğrencilerinin elle çoğalttıkları Osmanlıca yazılmış eserlerinin Anadolu’da elden ele dolaştırılması suretiyle etkinliğini hızla artırmıştır.

Said-i Nursi’nin ölümü öğrencileri arasındaki çatışmaları beraberinde getirmiş ve cemaat çok sayıda alt kola bölünmüştür. Bugün bunlar içinde Yeni Asyacılar, Okuyucular, Yazıcılar, Said-i Nursi’nin Kürt kimliğini esas alarak faaliyet gösteren Med-Zehra grubu en bilinenleridir. Ayrıca, zaman içinde güçlenen Fethullah Gülen liderliğindeki yapılanmayı da unutmamak gerekir.

Süleymancılık

Kurucu lideri Süleyman Hilmi Tunahan (1888-1959) Nakşibendi geleneğin içinden yetişmiş bir din alimidir. Medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatıldığı bir vasatta Tunahan kendisini Kuran öğretimine adamıştır. Hem Nurculuk hem de Süleymancılık’ın kurucu önderleri Nakşibendi tarikatı içinde yetişmişlerdir.

Yukarıda sıraladığımız üç ana eğilim dışında, MNP-MSP çizgisinin Milli Görüş geleneğini de bir dördüncü eğilim olarak kayda geçirerek, pek çok cemaatin-tarikatın faaliyetlerini sürdürdüğünü ya da sürdürmekte olduğunu söyleyebiliriz. Son olarak Farklı kolları ile Kadiri, Mevlevi ve Rufâi tarikatları tasavvufi geleneğin diğer önde gelen temsilcileridir. Bunların dışında daha radikal öğretilere sahip dinî gruplar da vardır. Bu kapsamda Ticanilik, Ürdün kaynaklı Hizbu’t Tahrir, İslamcı Büyük Doğu Akıncıları-Cephesi (İBDA-C) ve Hizbullah’ı anabiliriz. İBDA-C ise Salih Mirzabeyoğlu’nun öncülüğünde Necip Fazıl Kısakürek’ten esinlenerek örgütlenmiş ve daha çok 1990’ lı yıllarda bir dizi küçük çaplı eylem ile adını duyurmuştur.

1960’ lı yılların özgürlük ortamının sunduğu fırsatlar ile birlikte dini çevrelerde pek çok ismin yürüttükleri faaliyetler ile öne çıktıklarını görürüz. Bunların başında Necip Fazıl Kısakürek gelir. Tıpkı onun gibi Maraşlı olan Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Alaaddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu ve Erdem Beyazıt gibi diğer isimleri de anmamız gerekir.

Bu yıllarda Mısır, Pakistan ve İran kökenli Müslüman düşünürlerin eserleri hızla Türkçeye kazandırılmıştır. Mevdudi, Seyyid Kutup, Ali Şeriati, Hasan el-Benna gibi Müslüman aydınların düşünceleri Türkiye’deki İslami uyanışa eşlik eden kaynaklar olarak dolaşıma girmişlerdir. İran İslam Devrimi, hem dünya Müslümanları hem de Türkiye’de faaliyet gösteren İslami gruplar için bir alternatif siyasal model sunması bakımından önemli bir etki doğurmuştur.

Son olarak söz konusu hoşgörünün bir başka önemli sebebinden daha bahsetmek zorundayız. ABD ile müttefik olan Türkiye’de komünizme karşı din, dönemin devlet seçkinleri tarafından koruyucu bir unsur olarak kabul edildiği için de hoşgörülmüştür. 1980 öncesinin sol ve sağ arasındaki gerilimli ortamı düşünüldüğünde din bir kez daha bütünleştirici bir unsur olarak görülmüş ve bu dönemde devlet tarafından çoğu zaman açık bir biçimde teşvik edilmiştir. Bu kapsamda bazı tarikat ve cemaatler Turgut Özal’ın Başbakan ve Cumhurbaşkanlığı yaptığı yıllarda koruma altına alınmışlardır.

Tekrar RP’ye dönecek olursak, bu parti 1994 yılında yapılan yerel seçimlerde ise içinde Ankara ve İstanbul’un olduğu pek çok kritik seçim bölgesinde başarı elde etmiştir. Bu başarının tesadüfi olmadığı bir sonraki genel seçimde ortaya çıkmış ve parti seçimlerde rakiplerini geride bırakarak en çok oyu almıştır. Doğruyol Partisi lideri Tansu Çiller’in başbakanlığında kurulan koalisyon hükümetinin büyük ortağı da olan RP’ye bu dönemde büyük bir direnç gösterilmeye başlanmıştır. Laikliği ihlal ettiği, daha doğrusu dini siyasete alet ettiği suçlamasına maruz kalan partinin önü 28 Şubat 1997’ de alınan kararlar ile kesilmiştir. En nihayetinde, RP 16 Ocak 1998’ de Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karar kapsamında kapatılmıştır.

1990’ lı yılların ortalarından itibaren Türkiye’de oldukça sert geçen din-devlet ilişkileri ya da laiklik temelli tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalar içinde başörtüsü meselesi özel bir yer edinmiştir.

Hem iktisadi hem de politik ve kültürel alanda dini çevrelerin artan görünürlüğü bürokratik seçkinlerin tepkilerini artırmış ve din-devlet ilişkileri 2002 yılında AK Parti’nin iktidara gelişine değin oldukça çatışmalı bir seyir izlemiştir.

28 Şubat ile birlikte zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkarılarak imam hatip liselerinin orta kısmının kapatılması, 1999’ da uygulamaya konan katsayı uygulaması sebebi ile imam-hatip lisesi mezunlarının ilahiyat fakülteleri dışındaki yerlere girmelerinin zorlaştırılması bu baskının en yalın işaretleri arasındadır.

Yaşamla İlişkilendir Alevi Sözlükte “Ali’ye mensup” anlamına gelen kelimenin çoğul şekli Aleviyye ve Aleviyyün’dur. Alevi terimi İslam kültür tarihinde Hz. Ali soyundan gelenler manasında, ayrıca siyasî, tasavvufi ve itikadi anlamda kullanılagelmiştir. Emevi ve Abbasi devirlerinde iktidara karşı Hz. Ali soyuna mensup çevrelerde beliren hareketlerde Alevi nisbesi kendini göstermiş, fakat bazan da Hz. Ali soyu ile hiçbir bağı bulunmayan çevreler, sadece hareketlerine nüfuz ve yaygınlık kazandırmak amacıyla kendilerini Aleviliğe nisbet etmişlerdir.

Bu anlamıyla Alevi terimi Hz. Ali taraftarlarından oluşan siyasi topluluğu ifade eder. Bununla birlikte, Abbasiler’in iktidarı boyunca merkezi idarenin zayıflaması sonucu İslam dünyasının muhtelif yerlerinde ortaya çıkan ve mahallî idareyi ellerine geçiren veya müstakil devletler kurabilen sülaleler de kendilerinin Hz. Ali soyuna mensup olduklarını göstermek üzere Alevi nisbesini kullanmışlardır.

Fakat çağımızda asıl Aleviler olarak tanınan iki itikadi mezhep vardır. Bunlardan biri, bugün genellikle Lübnan, Suriye, Hatay yörelerinde varlığını sürdüren Nusayrilik, diğeri ise XIII. yüzyılda Anadolu’daki etnik ve sosyal-dini kaynaşmaların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve XVI. yüzyılda Safeviler’in propagandası ile gelişen Kızılbaşlık’ tır.

2002’ DEN GÜNÜMÜZE DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ

Sekülarizm (ya da laiklik) en başından beri Türkiye toplumu için otoriter bir yönetim aracı olmuştur. Bu yöndeki çabaların son örneği (28 Şubat postmodern darbesi) yukarıda kısaca ele alındı.

27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007’ de gerçekleşen siyasal alana yönelik müdahalelerin her birinde laiklik ilkesinin tehdit edilmekte olduğuna dair endişe ön plandadır. Kasım 2002’ de kuruluşundan çok kısa bir süre sonra girdiği ilk seçimlerde elde ettiği başarı ile tek başına hükümet kurma hakkı elde eden ve yaklaşık 15 yıldır bu konumunu muhafaza eden AK Parti uzunca bir süre laiklik ve sekülarizm temelli tartışmalara konu edildi.

Bu gelişmelerden ilki 27 Nisan 2007’ de yaşandı. Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yer alan bir bildiri ile Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecine müdahale edildi. Bu müdahale ile amaç eşi başörtülü olan Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını engellemekti. İkincisi ise 14 Mart 2008’ de dönemin Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından ‘AK Parti’nin laikliğe aykırı fiillerin işlendiği bir odak haline geldiği iddiası ile kapatılması’ talebiyle açılan dava idi. Her iki teşebbüs de istenen sonucu doğurmadı.

2002 yılından sonra din-devlet ilişkileri kapsamında ortaya konan en temel değişiklikler başörtüsü meselesinin halledilmesi ve imam-hatip liselerinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Ayrıca isteğe bağlı seçmeli olarak ortaokul ve liselerde Kuran-ı Kerim ve Hz. Peygamberin hayatını konu alan dersler konulmuştur.

TÜRKİYE’DE ORDU-SİYASET İLİŞKİSİ

Türkiye’nin modernleşme sürecine girmesiyle birlikte ordunun siyasal alan üzerindeki etkisinin de arttığı söylenebilir. Modernleşmenin askerî alanda başlaması, Batılılaşma perspektifine uygun olarak ordu içinde toplumdan farklılaşmış bir elit zümrenin ortaya çıkışını beraberinde getirmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra ordunun rejime bağlılığı tam olarak sağlanmış, ancak çok partili hayata geçilmesinin ardından bu durum belirli sorunların yaşanmasına da neden olmuştur. Demokrasinin ülkenin bekasına zarar verdiğini düşünen belirli gruplar tarafından siyasetin olağan akışına müdahale edilerek darbeler aracılığıyla seçilmiş siyasetçiler işbaşından uzaklaştırılmış ve askerî yönetimler kurulmuştur.

OSMANLI DÖNEMİNDE ASKERİN SİSTEM İÇİNDEKİ YERİ

ilk unsuru, merkezde padişaha doğrudan bağlı olarak faaliyet gösteren Yeniçeri Ocağı’dır. ikinci bileşeni “tımar sistemi” ne dayanan atlı birliklerdir. Son olarak devletle doğrudan bu tür bir ekonomiye dayalı ilişkiye girmeyen, normal şartlar altında sivil hayat süren diğer bazı askerlerden bahsedilebilir. Özellikle Türkmen aşiretlerinden savaş zamanlarında alınan gençlerle yukarıdaki iki silahlı unsur takviye edilir.

Böylece devletin savaş gücü ve kapasitesinin birbirinden farklı şekilde düzenlenmiş ve normalde doğrudan ilişkileri olmayan güç unsurlarına dayandığı söylenebilir. Tüm bu unsurları birleştiren ortak nokta ise padişahın iradesine koşulsuz itaattir.

İlk Modernleşme Girişimleri

1699 Karlofça Anlaşmasının ardından başlayan yenilenme girişimleri, Onsekizinci Yüzyılın sonlarına gelindiğinde iyiden iyiye hız kazanmıştır. 1773 ve 1793 yıllarında kurulan Mühendishane-i Berri Hümayun ve Mühendishane-i Bahri Hümayun aslında bu ihtiyacın somut yansıması durumundadır.

Mevcut askerî yapıyla istenen türde bir değişikliğin sağlanamayacağı anlaşılmış ve III. Selim tarafından 1792 yılında Nizam-ı Cedit adıyla yeni bir ordu kurulmuştur. En önemli yeniliklerden biri II. Mahmud tarafından Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıdır. Olayın hemen ertesinde II. Mahmud, Asakar-i Mansure-i Muhammediye adıyla bilinen yeni bir ordu kurar.

Vakayı Hayriye adıyla bilinen yeniçeriliğin tasfiyesi olayı, Osmanlı’da tamamen modern tekniklere uygun askerî birliklerin doğmasını sağlamıştır. Subay ihtiyacı, modernleşme sürecinde, eğitim sisteminde yapılan reformların da başlıca motivasyon kaynağı olmuştur. Daha önce kurulan deniz ve kara harp okullarına diğer başka askerî okullar da eklenmiş; bu süreçte, bazı genç subaylar da eğitim almak üzere yurtdışına gönderilmiştir.

II. Meşrutiyet Dönemi

Abdulhamid rejimine karşı en kapsamlı muhalif hareketlerin ordu içinde görüldüğü söylenebilir. İçerisinde üst düzey yöneticiler de dâhil olmak üzere çok sayıda subay barındıran ve zamanla giderek güçlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ülke içinde yönetim süreçlerinin etkili bir parçası olmak istemektedir.

“Alaylı” ifadesiyle nitelenen ve padişaha sadakatle bağlılık sergileyen geleneksel eğitimden geçmiş subaylar, yeni kurulan modern askerî okullardan mezun olan meslektaşları tarafından işbaşından uzaklaştırılır.

Askerlerin siyaset üzerindeki etkisini doruğa çıkaran olay ise 13 Nisan (o zaman kullanılan Rumî takvime göre 31 Mart) 1909’ da yaşanmıştır. Padişaha bağlı kalan, İstanbul’da konuşlanmış Birinci Ordu birlikleri, muvazzaf ve emekli askerler ile halktan bir grubun desteğini alarak bir isyan hareketi başlatır. Bu gelişmeler üzerine Selanik’teki Üçüncü Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa, 1908 değişikliklerini savunmak için harekete geçer ve sivillerin de katılımıyla oluşturan Harekât Ordusunun başında İstanbul’a doğru yola çıkar. Ordunun kurmay başkanlığını ise o zaman Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) rütbesinde olan Mustafa Kemal yapmaktadır. Harekât Ordusu, İstanbul’a girmek üzereyken İTC ile Sultan II. Abdulhamid arasında varılan uzlaşı sonrasında padişahın tahttan indirilmemesi, ancak 1908’ de başlatılan sürecin devam ettirilmesi ve 31 Mart olayını başlatanların cezalandırılması kararlaştırılır.

1912’ de başlayan Balkan Savaşları ise ordu ve siyaset arasındaki ilişkilere yönelik tartışmaların bir süreliğine de olsa rafa kaldırılmasına sebep olmuştur. Bu süreçte, en fazla öne çıkan figür ise daha sonra paşa unvanını alacak olan Enver Bey olacaktır. Edirne’nin barış anlaşmasıyla düşmanlara bırakılacağını gören İstanbul’da konuşlu ihtiyat birliklerinin komutanı Enver Bey, askerleriyle birlikte sadrazamlık binasını basar; çıkan kargaşada Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürülür. Tarihe “Babıâli Baskını” olarak geçen bu olay neticesinde İTC yönetim süreçlerini büyük oranda kendi kontrolüne almıştır. Artık iktidarı paylaşan “triumvira” İTC’nin üç önde gelen ismi Enver, Talat ve Cemal Beylerdir. Bu süreçte, İkinci Balkan Savaşında devletin eski başkenti Edirne, Enver Bey komutasında geri alınır.

Osmanlı Devleti, bu üçlünün siyaseten en güçlü olduğu dönemde, çöküşünü beraberinde getirecek Birinci Dünya Savaşına girecektir. Almanya’nın yanında savaşa girilmesinde başta Enver Paşa olmak üzere İttihatçıların büyük etkisinin olduğu bilinir. İTC, ülke içinde kontrolü büyük ölçüde eline almış, Enver Paşa ise en önemli siyasal figür durumuna gelmiştir.

Savaşın yenilgiyle sonuçlanacağının kesinleşmesinin hemen ardından işbaşında olan Talat Paşa kabinesi istifa eder; İttihatçıların üç lideri Enver, Talat ve Cemal Paşalar yurtdışına çıkarlar. İTC kapatılır ve mal varlıklarına el konulur. Sonraki süreçte sıklıkla karşılaşılacak olan “askerî vesayet” olgusunun ilk kez bu dönemde ortaya çıktığı söylenebilir.

Kurtuluş Savaşı Yılları

Kurtuluş Savaşı, ortak hedef doğrultusunda birleşmiş, farklı siyasal görüş ve inanışlardan çok sayıda kişinin birlikte hareket etmesiyle hayata geçirilen bir bağımsızlık mücadelesidir. Bu süreçte, en önemli gücün ise askerler olduğu açıktır. Ankara’da toplanan milletvekilleri arasında meslekî açıdan sınıflandırma yapıldığında en kalabalık grubu %13,7’ lik oranla askerlerin oluşturduğu görülür.

Ülkenin farklı yerlerinde bulunan ve daha önce kurulmuş olan milis birliklerine düzenli orduya katılma çağrısı yapılır. Söz konusu çağrıya karşı çıkan isimler arasında en ünlüsü emri altındaki Kuvva-ı Seyyare ile Çerkez Ethem Beydir. Ancak düzenli ordu birliklerinin müdahalesi ile Çerkez Ethem’in emri altındakiler de dâhil olmak üzere milis güçler ortadan kaldırılmıştır.

Savaşta kazanılan başarı, zaman içinde Mustafa Kemal’in giderek daha fazla ön plana çıkmasını beraberinde getirmiştir.

TEK PARTİ DÖNEMİ: SİYASAL İKTİDAR-ORDU BİRLİKTELİĞİ

Başkomutan sıfatıyla savaşın kazanılmasında en büyük paya sahip olan Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyetin ilanının ardından rakip güç odakları üstünde kesin bir üstünlük sağlamak için bundan böyle askerlik ile siyasetin eşzamanlı olarak yapılamayacağını öngören bir yasal düzenlemeye öncülük yapmıştır.

Ancak hayata geçirilen bu düzenlemenin yalnızca askerlik mesleğinin doğasından kaynaklanmadığının ve Kazım (Karabekir) Paşa, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Refet (Bele) ve Rauf (Orbay) Bey başta olmak üzere Kurtuluş Savaşının lider kadrosunun ülke yönetimi üzerindeki etkisinin kırılması ile de yakından bağlantılı olduğunun altı çizilmelidir.

Milletvekilliğini tercih eden askerlerin öncülüğünde 1924 yılının sonlarında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) kurulmuştur. Fevzi (Çakmak) Paşa ise orduda kalmayı tercih etmiştir ki aynı isim, Atatürk’ün vefatından sonra İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesine dek Genelkurmay Başkanı sıfatıyla ordunun en tepesinde bulunacaktır.

1926 yılında Atatürk’e İzmir’de bir suikast düzenleneceği iddiasıyla yürütülen soruşturma kapsamında aralarında Kazım, Ali Fuat, Refet (Bele), Cafer Tayyar (Eğilmez), Rüştü Paşaların da olduğu, yeni rejimin iktidar ilişkilerinin dışında kalmış pek çok eski İttihatçı tutuklanmıştır. İstiklal Mahkemeleri tarafından yürütülen yargılamalarda adı geçen paşaların suçlu bulunmaları halinde idam cezasına çarptırılmaları neredeyse kesindir. Ancak İsmet Paşa da dâhil olmak üzere söz konusu tutuklamalara itirazlar ve ordu içinden yükselen tepki nedeniyle Kurtuluş Savaşının önder kadrolarında bulunan bu isimlerin birçoğu beraat ettirilir. Bundan sonraki süreçte, Atatürk ordu içindeki nüfuzunu giderek artırmıştır.

Aynı dönemde, ordunun da saygınlığını artırmak için adımlar atılmıştır. Çıkarılan “Ordu Dâhili Hizmet Kanunu” ile silahlı kuvvetlere “Türk Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma” görevi verilmiştir. Artık ordu, yeni rejimin ilke ve değerlerinin en önemli koruyucusu durumuna gelmiştir.

Atatürk’ün hayatını kaybetmesine dek Genelkurmay Başkanlığı yapan Fevzi Paşanın kendisine biçilen bu role sadık kaldığı açıktır. Özel hayatında oldukça dindar bir insan olduğu bilinen Çakmak, Cumhuriyet rejiminin hayata geçirdiği reformların hiçbirinde engelleyici olmamış, hatta tam tersine belirli dönemlerde inkılâplara karşı girişilen ayaklanmalarda ordunun devreye girmesini sağlamıştır.

Ortaokul çağından itibaren çocuklar, subay ve astsubay olarak yetiştirilmek üzere askerî okullara alınmış ve bunlar rejimin değerlerini içselleştirmelerini sağlayacak bir endoktrinasyon (doktrin aşılama) sürecinden geçirilmiştir. Bunun yanında, zorunlu askerlik hizmeti aracılığıyla tüm erkekler, aynı sürecin bir parçası kılınmaya çalışılmıştır.

İlk süreçte görülen en büyük ayaklanma, yukarıda kısaca değinilen Şeyh Sait İsyanıdır. Nitekim bu ayaklanma sonucu çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunuyla ülke içinde basın-yayın organları da dâhil olmak üzere tüm muhalif oluşumlar susturulmuş; rejim, ülke içinde kontrolü sağlamak için tüm farklı sesleri bastırmıştır. Bu dönemde, ilk olarak Kurtuluş Savaşı yıllarında ortaya çıkan İstiklal Mahkemeleri yeniden aktif hâle getirilmiştir. Hem Şeyh Sait İsyanında hem de aynı süreçte karşılaşılan diğer ayaklanmalarda ordunun en etkili bastırma aracı olarak kullanıldığı açıktır.

Atatürk’ün vefatının hemen ardından yeni cumhurbaşkanı adayları Celal Bayar, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü’dür. Çakmak, aday olmayı düşünmediğini ve ordunun başında kalmayı tercih ettiğini açıklayınca adaylar ikiye iner. Ancak Çakmak tarafsız kalmasına rağmen ordunun diğer üst komuta kademesi açıkça İsmet Paşadan yana tavır alınca İnönü Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı olarak seçilir. İnönü’nün attığı ilk adım, Fevzi Çakmak’ı emekliliğe sevk ederek yeni bir Genelkurmay Başkanı atamak olmuştur. Ayrıca Fevzi Paşaya yakın olan diğer bazı generaller de aktif görevden uzaklaştırılırlar.

İkinci Dünya Savaşında ekonomik açıdan zarara uğrayan devletlere dağıtılması planlanan yardımların kapsamına savaşa katılmayan Türkiye’nin de alınması, ülkenin stratejik konumuyla yakından ilişkilidir. Bir bakıma Türkiye, iki kutuplu dünya düzeninde sosyalist bloğun başat aktörü olan SSCB’yle sınır komşusu olması nedeniyle “komünizm tehdidi” nin bertaraf edilmesi için bu yardımdan yararlandırılmıştır. Ancak bu yardımın özellikle sanayi alanında ülkenin gelişmesinin önünde engel teşkil ettiği de söylenebilir. Nitekim bu yardımın gelmesinden sonra savunma sanayi başta olmak üzere pek çok alanda zaten kısıtlı bir çerçevede ilerleyen yerli üretim büyük ölçüde durmuştur. Ordunun ihtiyaçları ABD’nin aktardığı silah, makine ve teçhizatlar aracılığıyla giderilmiş, uzunca bir süre millî savunma teknolojilerin geliştirilmesi yönünde ciddi bir adım atılmamıştır.

DARBELER DÖNEMİNİN BAŞLAMASI: DP İKTİDARI VE 27 MAYIS 1960 DARBESİ

1950 seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanlığına DP’nin genel başkanı Celal Bayar seçilmiştir. Böylece askerlik mesleğinden gelen Atatürk ve İnönü’den sonra ilk kez bir sivil cumhurbaşkanı olmuştur. DP yönetimi, işbaşına gelir gelmez radikal bir hamle yapmış ve Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları dâhil olmak üzere ordu üst komuta kademesinin büyük bölümünü görevden almıştır.

DP iktidarında asker-sivil ilişkileri bakımından en önemli dönüm noktalarından biri Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıdır. Türkiye’nin NATO’ya katılmasını sağlayan gelişme ise 1950’ de yaşanan Kore Savaşına bir askerî birlikle katılmasıdır. Ordunun eğitiminden modern silahlarla desteklenmesine kadar uzanan geniş bir yelpazede NATO’nun etkileri belirgin bir şekilde hissedilmeye başlanır. Örneğin NATO üyeliğinden sonra ülke topraklarında ittifak üyeleri tarafından askeri üsler kurulmasına izin verilir.

Darbe 1960 yılının 27 Mayıs günü yaşanır. DP’nin son döneminde ordu içinde gizlice örgütlenen albay ve daha alt rütbedeki bir grup subay yönetime el koyar. Kendilerine Millî Birlik Komitesi (MBK) adını veren bu subay grubu, darbenin emir-komuta ilişkisi dışında yapılmaması nedeniyle kendilerine gelebilecek itirazları bertaraf etmek için darbeye destek verecek general arayışına girerler. Gittikleri adres, darbeden kısa bir süre önce emekli olan eski Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel’dir. Gürsel, darbeden gerçekleştikten sonra haberi olmasına rağmen sürecin kendi liderliğinde gerçekleştiğinin duyurulmasını kabul etmiştir. Darbeden sonra başta Celal Bayar ve Adnan Menderes olmak üzere hükümet üyeleri ve DP yöneticileri tutuklanmıştır. Ayrıca Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun ve kuvvet komutanlarının yanı sıra üst rütbeli pek çok subay da bu süreçte tutuklanır veya görevden alınır. Bu dönemde orduda görev yapan 260 generalden 235’ inin yanı sıra 5000’ e yakın subay emekliye sevk edilmiştir.

Yargılama konusunda danıştıkları hukukçu öğretim üyeleri başta Bayar ve Menderes olmak üzere DP ileri gelenlerinin mutlaka yargı önüne çıkarılması tavsiyesinde bulunurlar. Zira bu şekilde darbeye meşruiyet gerekçesi sağlanmış olacak, ayrıca bu isimlerin halkın gözündeki saygınlığı ortadan kaldırılacaktır. Yargılamalar, güvenlik gerekçesiyle Marmara Denizinin içinde yalıtılmış bir bölge olan Yassıada’da yapılır. Sanıklara yöneltilen suçlamaların büyük kısmı hukuksal temelden yoksun, savcılığın iddiaları ise oldukça zayıftır. Mahkeme uzadıkça başlangıçta açılan 19 dava tek tek düşmekte, yargılamanın meşruiyeti giderek azalmaktadır. Hukuk ve adaletin görmezden gelindiği yargılamaların sonunda Celal Bayar ve Adnan Menderes’in de aralarında olduğu 15 kişi idam cezasına çarptırılırlar.

MBK’da yapılan oylamada Menderes’in yanı sıra Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idam cezaları onaylanır. 78 olan yaşı gerekçe gösterilerek Bayar affedilir; diğer idam cezaları ise müebbet hapse çevrilir. Toplumun tepkisinden çekinilerek idam cezaları derhal infaz edilir.

İdamların bundan daha fazla önem taşıyan olumsuz etkisi, ülke içindeki siyasal ayrılıkları keskinleştirmiş ve uzlaşı kültürüne zarar vermiş olmasıdır. Bu yolla demokrasinin hangi koşulda olursa olsun kamusal sorunların şiddete başvurulmadan ve adaletten ayrılmadan müzakere edilmesi yönündeki anlayışına darbe vurulmuş, demokratik siyasal kültür daha oluşum aşamasındayken ciddi anlamda tahrip edilmiştir.

1960 yılının Kasım ayında aralarında 27 Mayıs gecesi darbe bildirisini radyodan okuyan ve Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenen Albay Alparslan Türkeş’in de olduğu 14 kişi MBK’dan çıkarılır. Aynı “İhtilalin kudretli albayı” sıfatıyla anılan Türkeş’in Hindistan’a büyükelçi olarak gönderilmesinde önemli nokta, söz konusu subayların İnönü’nün siyasî açıdan inisiyatif almasına karşı çıktıklarıdır. Çoğu ideolojik açıdan CHP’den farklı yerde duran 14’ lerin kendi yaptıkları darbe sonucunda İnönü liderliğindeki CHP’nin iktidara gelmesinden hoşnut olmayacakları açıktır.

27 Mayıs darbesinin ardından bir uzmanlar grubuna yeni bir anayasa taslağı hazırlatılmıştır. Bu taslak, MBK tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Bugünden bakıldığında 1961 Anayasasının pek çok açıdan özgürlükçü bir karakter taşıdığı söylenebilecektir.

Mecliste kabul edilen kanunların yargı denetiminden geçirilmesi amacıyla Anayasa Mahkemesi kurulur. Aynı dönemde ortaya çıkan bir başka oluşum ise asker üyelerin çoğunlukta olduğu Millî Güvenlik Kuruludur (MGK). MGK’ya ülke yönetimine ilişkin belirli konularda hükümete “tavsiye” niteliği taşıyacak kararlar alma yetkisi tanınmıştır.

Burada bir parantez açılıp ordunun siyaset üzerindeki etkisinin ve sisteme yönelik vesayetçi müdahalesinin en belirgin örneklerinden biri olan Ali Fuat Başgil hadisesine de değinilmelidir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adaylığını ilan eden Başgil’e AP’nin yanı sıra Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) de destek verir. Meclisteki diğer parti olan CHP ise MBK Başkanı Cemal Gürsel’i desteklemektedir. Seçimlere kısa bir süre kala iki MBK üyesi Başgil’i Başbakanlık binasına çağırırlar. Görüşmede silahlar çekilir ve adaylıktan çekilmediği takdirde Başgil’in hem kendi hayatının tehlikeye gireceği hem de demokrasiye geçiş için izin verilmeyeceği yönünde tehditler savrulur. Bunun üzerine Başgil adaylıktan çekilir, Ayrıca Senato üyeliğinden de istifa ederek yurtdışına çıkar.

Aynı dönemde yaşanan bir diğer gelişme, 27 Mayıs darbesi sırasında yurtdışında olduğu için bu sürece katılamayan Albay Talat Aydemir tarafından bu yönde yeni bir girişimde bulunulmasıdır. Darbeden sonra Türkiye’ye dönen Aydemir, tüm girişimlerine rağmen MBK’ya alınmamış ve Kara Harp Okulu Komutanlığına atanmıştır. Bu durumu hazmedemeyen Aydemir, kendisine bağlı dar bir grup subay ve Harp Okulu öğrencileriyle yeni bir darbe örgütlemeye çalışır. “Albaylar Cuntası” adı verilen bu oluşum, demokrasiye geçiş kararının erken alındığı, ülkenin kısa zaman içinde DP döneminin şartlarına geri döneceği iddiasıyla başta Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay olmak üzere ordu komuta kademesi üzerinde baskı kurmaya çalışır. Sunay’ın bu taleplere olumlu cevap vermemesi ise 1960 darbesinden yaklaşık iki yıl sonra bu yöndeki yeni bir girişimin fitilini ateşlemiştir. Ancak darbeye katılımın sınırlı kalması bu girişimin başarıya ulaşmasını engellemiştir.

Nitekim Aydemir, ertesi yıl “Harbiyeli Aldanmaz” parolasıyla yeni bir darbe girişimi örgütleyecektir. Ancak darbe girişimini tesadüfen öğrenen Yarbay Ali Elverdi, radyoya gider ve yayın odasına girmeyi başararak bu girişimin başarısızlığa mahkûm olduğunu, ordunun çoğunluğunun bu girişimin içinde yer almadığını mikrofondan halka duyurur. Böylece darbeciler psikolojik bir çöküntü yaşarlar. Sabaha karşı darbeciler teslim alınmıştır. İlk darbe girişiminde ceza almayan Aydemir bu kez yürütülen yargılama sonunda idam edilecektir. Aydemir olayı, ordu, kendisi için belirlenen çizginin dışına bir kez çıktıktan sonra sorunun nereye kadar uzanabileceğin en açık göstergelerinden birisidir.

1960 askerî darbesi ile başlayan süreç, ordunun sistem üzerinde kendisine biçtiği vesayetçi rolün en belirgin örneklerinden birini sunar. Askerler, “rejimin tehlikede olduğu” gerekçesiyle kendilerine bir koruma rolü atfetmişler ve siyasetin olağan akışına müdahale etmişlerdir. Ayrıca darbe sonrası askerlerin ekonomik durumlarını iyileştirmek amacıyla kurulan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) silahlı kuvvetlerin adeta bir ekonomik aktör gibi davranmasını da beraberinde getirmiştir. Kanunla birtakım ayrıcalıklar sağlanan OYAK ticarî faaliyetlerden elde ettiği kârını, emekliliklerinden sonra, görevleri sırasında kendisine zorunlu şekilde üye yapılan silahlı kuvvetler mensuplarına aktarır.

12 Mart 1971 Muhtırası

1960’lı yılların sonunda dünyanın diğer pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de ciddi bir çalkantı ortamı vardır. Özellikle sol hareketler yükselişe geçmiş ve şiddet içeren çeşitli eylemler aracılığıyla “devrim” idealini hayata geçirmeye çalışmışlardır. Bunlara karşıt olarak beliren diğer başka oluşumlar da milliyetçi bir dil kullanarak eylemlere girişmiştir. Aynı dönemde iktidarda 1969 seçimlerinden zaferle çıkan Adalet Partisinin (AP) kurduğu hükümet bulunmaktadır. 12 Mart 1971 günü Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın öncülüğünde kuvvet komutanları Faruk Gürler, Celal Eyiceoğlu ve Muhsin Batur tarafından imzalanan bir muhtıra yayımlanır.

Komutanlar muhtırada özetle, Demirel hükümetinin işbaşından çekilmesi ve ülkede yükselen anarşi ile baş edebilecek geniş tabanlı bir millî birlik hükümetinin kurulmasını talep ederler. Muhtıra Meclis’te okutulur ve Başbakan Demirel görevinden istifa eder. Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından yeni hükümetin kurulmasıyla CHP Senatörü Nihat Erim görevlendirilmiştir. Erim, çoğu parlamento dışından gelen ve aktif siyasetle uğraşmayan teknokratların ağırlıkta olduğu bir hükümet kurar. Erim hükümeti işbaşına geldikten kısa bir süre sonra, 26 Nisan 1971 günü ülke genelinde sıkıyönetim ilan edilmiştir.

Bu dönemde, ülkenin farklı yerlerinde çok sayıda gözaltı ve tutuklamalar gerçekleşmiş ve birçok insan hakları ihlali de yaşanmıştır. Ancak şiddet eylemlerinin devam etmesi ülkenin yüz yüze bulunduğu sorunların çözümü açısından askerî tedbirlerin tek başına yeterli olmayacağını bir kez daha göstermiştir. Öte yandan tarafsız hükümet arayışının da siyasetin doğasına aykırı olduğu ve başarılı olma ihtimali bulunmadığı açıktır. 12 Mart Muhtırasının etkileri yeniden demokratik seçimlerin yapıldığı 1973 yılına dek sürmüştür.

Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın görev süresinin dolmasından sonra 12 Mart Muhtırasını veren ekibin içindeki Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler cumhurbaşkanlığına aday olmak ister. Askerlerin tepkisi de göz önünde bulundurularak cumhurbaşkanlığına kontenjan senatörü sıfatıyla Cumhuriyet Senatosunda bulunan emekli amiral Fahri Korutürk seçilir.

Bu süreçteki en kritik gelişme ise 1974 yılında gerçekleşen Kıbrıs Barış Harekâtıdır. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinde Rumlarla Türklerin birlikte yaşamaları yönünde bir mutabakata varılmıştır. Ancak zaman içinde Rumlar, çoğunlukta olmanın ve Batı’nın desteğini almanın avantajıyla Kıbrıslı Türklere yönelik sistematik saldırılarda bulunmaya başlamışlardır. Bunun üzerine Türk ordusu, 20 Temmuz 1974 sabahı Ada’ya çıkarma yapmıştır. Kıbrıs Harekâtı, Türkiye’nin Batı dünyası tarafından ambargoya uğramasına neden olmuştur.

Dolayısıyla 1970’ lerin sonlarına gelindiğinde ülkede ekonomik sorunlar da siyasal istikrarsızlık da en üst düzeye varmıştır. Demirel’in başbakanlığındaki hükümet 24 Ocak 1980 tarihinde içinde bulunulan ekonomik krizi aşmak için bir dizi tedbir açıklamıştır. “24 Ocak Kararları” şeklinde anılan bu tedbir paketi, her şeyden önce devletin ekonomi üzerindeki rolünün azaltılmasını, bu amaçla KİT’lerin özelleştirme kapsamına alınmasını ve tarımsal desteklerin azaltılmasını, farklı sektörlerdeki sübvansiyonların ise büyük ölçüde kaldırılmasını içerir. Bunun yanında, Türk Lirası, ABD Doları karşısında %30’ u aşan bir oranda devalüe edilmiştir. Ayrıca paket kapsamında dış ticaretin serbestleştirilmesi ve ithalatın önündeki engellerin kaldırılması da bulunur. 24 Ocak Kararları, bir bakıma, liberal ekonomiye geçiş için en önemli eşiklerden biridir.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ: DEMOKRASİYE YENİ BİR ARA

1980 öncesi Türkiye’de siyasal açıdan ciddi bir kargaşa ortamı görüldüğü gerçektir. Ülke için iç çatışma ve siyasî cinayetler artık sıradan olaylar hâline gelmiştir. 12 Eylül 1980 sabahı, TRT’nin günlük radyo yayını her zaman olduğu gibi İstiklal Marşı ile açılmıştır. Beklenmedik olan ise İstiklal Marşının ardından Harbiye Marşının çalınmasıdır. Bunları ise Türk Silahlı Kuvvetleri adına okunan bir bildiri izler. Bildiriye göre TSK, İç Hizmet Kanununun 35. maddesinin kendisine verdiği yetkiye dayanarak ülke genelinde yönetime el koymuştur. 1960 darbesinden farklı olarak 12 Eylül, Silahlı Kuvvetlerin emir-komuta ilişkisi dâhilinde, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren öncülüğünde, kuvvet komutanlarının tamamının katılımıyla gerçekleşmiştir. Darbeyle birlikte Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in devlet başkanlığını üstlendiği açıklanmıştır.

Millî Güvenlik Konseyi kurulur. Bu yapılanma, hükümetin ve parlamentonun lağvedildiği bir ortamda yasama ve yürütme yetkilerinin her ikisini de kendi eline almıştır. Darbeden bir hafta sonra emekli amiral Bülend Ulusu’nun başbakanlığında, tıpkı 1971 sonrasında olduğu gibi teknokratlardan oluşan bir kabine kurulmuştur. Ülke, 13 sıkıyönetim bölgesine ayrılır ve bu bölgelerin her birinin başına birer general atanır. Yine bazı önemli bürokrat veya seçilmişler tarafından idare edilmesi gereken belediye başkanlıkları gibi makamlara emekli veya muvazzaf askerler getirilir.

Siyasetçilerin önemli kısmı başlangıçta belirli süreler için tutuklu kalsa da sonuçta bunlara siyaset yasağı getirilmekle yetinilir. Buna karşılık, toplum üzerinde büyük bir baskı kurulduğu görülür. 12 Eylül’ü izleyen günlerde binlerce kişi tutuklanır. Darbeyi izleyen ilk hafta içinde 10 bini aşan tutuklama sayısı bir yılın sonunda 120 bini geçmiştir. 12 Eylül dönemi, işkence ve kötü muamele başta olmak üzere pek çok insan hakları ihlaline sebep olmuştur. Açılan davalarda 3600 kişi için idam cezası istenmiş, bunlardan bir kısmı Millî Güvenlik Konseyi tarafından onaylanarak infaz edilmiştir.

Darbe sonrasında en fazla dikkat çeken noktalardan biri, 12 Eylül öncesi yaşanan terör olaylarının adeta bıçakla kesilmesidir. Darbeyle ilgili tartışmaların da odağında bu durumun olduğunu söylemek mümkündür. Demirel’e göre özellikle şehirlerde şiddet olayları kasıtlı şekilde tırmandırılarak askerin siyasete müdahalesine zemin hazırlanmıştır.

12 Eylül’ün 27 Mayıs’tan önemli bir farkıysa askerlerin demokratik siyasete geçiş noktasında acele etmemeleridir. 1982 Anayasasının kabul edilmesiyle Türkiye’de yeniden demokrasiye geçiş açısından önemli bir adım atılmıştır. Nitekim darbeden sonra ilk serbest seçimin 6 Kasım 1983’ te yapılması kararlaştırılır. Seçimlerden önce Millî Güvenlik Konseyi tarafından yapılan bir düzenlemeyle darbeden önce aktif siyasette bulunan isimlere on yıl boyunca siyaset yasağı getirilmiştir. Bunun yanında 1983 seçimlerine katılmak isteyen siyasetçilerin Konsey tarafından onaylanması şartı getirilir. Sonuçta seçime girme hakkı üç partiye tanınır.

DPT Müsteşarı Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP), emekli Orgeneral Turgut Sunalp’in kurduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) ve Necdet Calp’in genel başkanlığını yaptığı sosyal demokrat eğilimli Halkçı Parti’dir (HP). Seçim sürecinde yaşanan en önemli gelişme, Devlet Başkanı Kenan Evren’in halka kendi desteklediği adres olarak MDP’yi göstermesidir.

Demokrasiye Geri Dönüş

Her ne kadar vesayetin geriletilmesi yönünde birtakım girişimlerde bulunulmuş olsa da aynı yıllarda Türkiye’nin terör sorunuyla yüz yüze gelmesi askerlerin dolaylı olarak güç elde etmelerini beraberinde getirmiştir. 1970’ lerin sonunda kurulan PKK terör örgütü, 15 Ağustos 1984’ te çok sayıda militanı ile Hakkâri’nin Şemdinli ve Siirt’in Eruh ilçelerine eşzamanlı saldırılar düzenlemiştir.

1989’ de görev süresi dolan Kenan Evren’in yerine kimin cumhurbaşkanı seçileceği tartışmaları da bu sürecin önemli başlıkları arasında yer alır. İktidar partisinin genel başkanı ve başbakan Özal kendi adaylığını açıklayarak bu makama yeniden bir asker gelmesi arayışlarının da önünü kesmiştir. 31 Ekim 1989’ da TBMM’de yapılan oylama sonucu seçilen Özal, Bayar’dan sonra ikinci sivil cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmiştir.

Özal, seçildikten kısa bir süre sonra çıkan Birinci Körfez Savaşına Türkiye’nin de katılmasını istemektedir. Ancak bu konuda 1987 yılında kendi getirdiği Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ı ikna edemez. Torumtay istifa eder, ancak Türkiye de Körfez Savaşına girmez. 1991’ de yapılan genel seçimlerde Türkiye için yeniden koalisyon hükümetleri dönemi başlar.

28 Şubat Süreci: Postmodern Darbe

1995 genel seçimlerinde Refah Partisi %21,38’ lik oranla birinci parti olmayı başarmıştır. RP ile DYP hükümeti kurmak açısından uzlaşmış, böylece “millî görüş” hareketinin lideri Necmettin Erbakan başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Taraflar arasında “dönüşümlü başbakanlık” modelinde anlaşıldığından hükümetin ilk iki yılı Erbakan, ikinci yarısında ise Çiller başbakan olacaktır.

31 Ocak 1997 gecesi RP’li Sincan Belediyesinin yaptığı “Kudüs Gecesi” nde ilçe belediye başkanı ve davetli olarak bulunan İran Büyükelçisinin yaptığı konuşmalar gerginliğin dozunu artırır. Bu olay üzerine Sincan sokaklarında tanklar yürütülmüş ve bir bakıma iktidara gözdağı verilmiştir. İplerin asıl koptuğu yer ise 28 Şubat 1997 günü rutin toplantısını yapan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı olacaktır. Toplantı sonunda MGK üyelerinin imzasıyla 18 maddelik bir bildiri yayınlanmıştır.

Başbakan Erbakan’ın “ordu ile uyum içindeyiz.” şeklindeki açıklamasına dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri, “TSK, yalnızca Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyete inananlar ve bu hedefe gönül verenlerle uyum içindedir.” şeklinde cevap verir. Bu süreçte, üniversitelerde başörtüsü yasağı başlamış; “katsayı uygulaması” ile imam-hatipler başta olmak üzere meslek lisesi öğrencilerinin üniversitelerin dört yıllık bölümlerine girmesi fiilen engellenmiştir.

Aynı dönemde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, “laikliğe karşı eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle RP’ye kapatma davası açmıştır. Talebi görüşen Anayasa Mahkemesi ise 16 Ocak 1998 günü oyçokluğuyla RP’nin kapatılmasına karar verir. RP içindeki siyasetçiler ise aynı yıl Fazilet Partisi (FP) adlı başka bir parti kurarak siyasî hayatlarını burada devam ettirmişlerdir. 1999’ da açılan kapatma davası uzun bir yargılama süreci sonunda 2001’ de Partinin aleyhine sonuçlanmıştır. Bu kararın ardından “millî görüş” çizgisinden bir grup siyasetçi Saadet Partisini (SP), diğer bazı isimler ise Adalet ve Kalkınma Partisini (AK Parti) kurmuşlardır.

RP’nin iktidardan uzaklaşmasına neden olan 28 Şubat süreci, “postmodern darbe” olarak adlandırılır. Asker, fiilen iktidarı kendi eline almadan siyasetin kimyası ile oynamış ve hükümeti istediği gibi şekillendirmiştir. Gerçekte yaşanan, demokratik işleyiş mekanizmalarına bir kez daha siyaset dışı güçler tarafından müdahale edilmesidir. Nitekim dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, yaşanan gelişmeleri “demokrasiye balans ayarı çektik.” ifadesiyle yorumlar.

2002 SONRASI VESAYETİN KIRILMASI VE DEMOKRASİNİN GÜÇLENDİRİLMESİ

3 Kasım 2002 günü Seçimlerden, AK Parti %34’ lük oranla birinci parti olarak ayrılır. Seçimlere iktidar partisi olarak giren Demokratik Sol Parti (DSP) ise %1’ i ancak geçebilmiştir. Bu sonuçların ardından AK Parti, parlamento içinde 363 sandalye ile %70’ e yaklaşan bir temsil oranı elde etmiştir.

AB müktesebatına uyum sağlama arayışları çerçevesinde, aralarında sivil-asker ilişkilerinin de bulunduğu pek çok alanda geniş kapsamlı reform paketleri hayata geçirilmiştir. Bu süreçte yaşanan en önemli kriz ise 27 Nisan 2007 günü cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur oylaması sonrasında TSK’nın internet sitesinde yayınlanan bir bildiridir. Türk siyasal literatürüne “e-muhtıra” şeklinde geçen bildiride TSK’nın laiklik başta olmak üzere devletin temel ilkelerinin savunucusu olduğu ve bunların aleyhinde yapılacak girişimlerde tavrını net şekilde ortaya koyacağı duyurulmuştur.

Bu gelişmelerden kısa bir süre sonra Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “laiklik karşıtı eylemlerin odağı hâline geldiği” gerekçesiyle 14 Mart 2008 günü AK Parti’ye kapatma davası açılır. İktidar partisi, Anayasa Mahkemesinde yürütülen yargılama sonucu kapatma kararı alınmasından yalnız bir oy farkıyla kurtulacaktır.

Öte yandan AK Parti hükümetinin, iktidara gelir gelmez sivilleşme ve demokrasinin güçlendirilmesi yönünde önemli bir çaba harcadığı gerçektir. Bu bakımdan, yeni hükümetin siyasal açıdan ilk icraatlarından biri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde uygulanan olağanüstü hâl uygulamasının kaldırılması olmuştur. Olağanüstü Hâl Kanunu, bölge halkının temel ve hak özgürlüklerini kullanmaları bakımından önemli sorunlar içeriyordu. Uygulama uzun yıllar boyunca faili meçhul cinayetler, insan hakları ihlalleri ve bölge halkı açısından ciddi bir özgürlük daralmasıyla özdeşleştirilmişti.

1997 yılında İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalanan ve Valilik talep etmese de askeri birliklere gerek gördükleri takdirde toplumsal olaylara müdahale etme yetkisi veren Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma (EMASYA) Protokolü, 4 Şubat 2010 günü yürürlükten kaldırılmıştır.

2012 yılının başında yapılan bir düzenleme ile liselerde okutulan ve genellikle emekli ya da muvazzaf subaylar tarafından verilen Milli Güvenlik Bilgisi dersleri kaldırılmış, bu şekilde eğitim sistemindeki militer unsurların önemli göstergelerinden birine son verilmiştir. Yaşanan bir diğer gelişme TSK İç Hizmet Kanununun darbelere gerekçe olarak gösterilen 35. maddesinin değiştirilmesidir.

15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi

1970’ li yıllardan itibaren dinî bir cemaat kisvesi altında örgütlenen Fetullahçı Terör Örgütü/ Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/ PDY), zaman içinde başta silahlı kuvvetler ve emniyet teşkilatı olmak üzere kritik devlet birimlerine kendi elemanlarını yerleştiren bir terör örgütüdür. Örgüt, devlet içindeki militanlarının sayısını artırmak için söz konusu okullara giriş sınavlarının sorularını çalmak da dâhil olmak üzere çok sayıda hukuk dışı yöntem kullanmıştır. En son 15 Temmuz darbe girişimiyle silahlı kuvvetler içindeki militanlarını kullanarak iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen örgütün bu çabası halkın sağduyusu ve demokrasiye sahip çıkmasıyla önlenmiştir.

Yürütülen soruşturmalar neticesinde, ilk aşamada, darbe girişiminin içinde bulunan veya FETÖ ile bağı bulunan 117’ si general ve 32’ si amiral olmak üzere yaklaşık 1500 subay ve astsubay ihraç edilmiş ve rütbeleri geri alınmıştır. Soruşturma sürecinin devamında ordudan ihraçların toplam sayısı sekiz bini bulmuştur. Bunun yanında, askerî liseler tamamen kapatılmış, daha önce ayrı ayrı faaliyet gösteren Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarının yerine Milli Savunma Üniversitesi kurulmuştur. Askerî yargı organlarının yapı ve işleyişlerinde de ciddi değişikliklere gidilmiş; askerî yüksek yargı organları kapatılmıştır.

Bir bakıma, darbe girişimi, askerlerin tabi olmaları gereken kuralların seçilmiş sivil siyasetçiler tarafından belirlenmesi gerektiğini bir kez daha ortaya koymuştur.

TÜRKİYE’DE EKONOMİ POLİTİĞİN EVRİMİ

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ

Meşrutiyet Liberalizmi

Meşrutiyet’in ilanını sağlayan siyasal muhalefetin en önemli aktörlerinden olan Jön Türk hareketi liberal dönüşümleri amaçlamaktadır. Aydınlanma çağı Fransız düşüncesi Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasal seçkinler ve entelektüeller üzerinde etki yapar. Liberal eğilimdeki Jön Türk hareketi, bir bakıma Osmanlı devlet geleneğine eleştiri niteliğindedir.

Biri Le Play’den esinlenen, teşebbüs-ü şahsi ve adem-i merkeziyet görüşünü benimsemiş olan Prens Sabahaddin’in izlediği yol, diğerini ise Mehmet Cavit Bey ve arkadaşlarının izlediği yol oluşturur.

Jön Türk hareketinin en önemli siyasal oluşumlarından olan ve Meşrutiyet’in ilanından sonra iktidarı önce kısmen paylaşan, ardından mutlak sahibi olan İttihat Terakki Cemiyeti (İT) ticaret sermayesinin de desteğine sahiptir. Bu kesim serbestleşmeden yanadır.

Mehmet Cavit Bey’e göre de “usul-i himaye, amelenin en büyük düşmanı” dır. Koruyucu gümrükler arkasında ülkede birkaç fabrika kurularak gözler boyanmakta, iki üç sermayedar zengin edilirken binlerce vatandaş yoksullaştırılmaktadır. Ona göre en güçlü ulus mutlaka her şeyi üreten ulus olmayıp, iş bölümü doğrultusunda herhangi bir malı ötekilerden daha ucuza piyasaya sürendir. Uluslararası işbölümünde Osmanlı Devleti’nin payına tarım sektörü düşmektedir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nda lonca ve gedik usulü iş özgürlüğünü ve sanayileşmeyi engellemektedir.

Mehmet Cavit Bey Haziran 1926’ da Mustafa Kemal Paşa’ya yönelik İzmir suikastı girişimi nedeniyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır. 26 Ağustos 1926 günü asılarak idam edilir.

Meşrutiyet Liberalizminin Sonu:

II. Meşrutiyet liberalizminin beraberinde getirdiği serbest rekabet koşulları altında Müslüman zanaatkârlar yoksullaşarak mesleklerini yitirirler. Muhalefet odaklarından biri Mizancı Murat Bey’dir. Ona göre liberal bir dış ticaret politikası ancak gelişmiş ekonomiler için söz konusudur. Geri kalmış ülkelerin ancak himayecilikle bir yerlere gelebileceklerini öne sürer.

Ahmet Mithat Efendi ise Ekonomi Politik ve Hallü’l Ukad adlı kitaplarında Adam Smith’in serbest iktisat fikrini eleştirir. Ona göre Adam Smith’in teorisi sadece İngiltere’nin gerçekleriyle bağdaşabilir. Hemen bütün hammaddesini dışarıdan temin eden ve geniş bir deniz ticaret filosuna sahip olan bu ülke için serbest ticaretten başka başvurulacak bir yol yoktur.Pazar mekanizmasının etkinliğini yitirmesi, liberalizmde aradığını bulamayan hükümeti ve aydın çevresini başka arayışlara iter. Bu yeni düşünce Alman kökenli “millî iktisat” tır.

Milli İktisadın Kapsamı ve Kavramsal Çerçevesi

Balkan Savaşları Meşrutiyet liberalizmine ağır darbe vurur. Bundan sonra İttihatçılar Anadolu ve Müslüman-Türk unsur merkezli bir siyasete yönelirler. Bu girişimler başlangıçta yabancı karşıtı görünümüne sahipken, zamanla yabancı kavramı, içine gayrimüslim unsurları da alarak genişler. Bu sürecin teorik çerçevesini Ziya Gökalp çizer. Gökalp’e göre milli iktisat, etnik homojenlikle sağlanabilir.

II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında sermaye birikimi sorunu karşısında bir Müslüman-Türk girişimci sınıf yaratılamaz. Birinci Dünya Savaşı bu yöndeki çabaların istenen sonuçları vermesi açısından uygun bir zemin hazırlar.

İttihatçı hükümet “milli iktisat” ve “iktisadi uyanış” adı altında bir Müslüman-Türk girişimci sınıf yaratmaya yönelik politikalar izler ve sermaye birikimini hızlandıran spekülatif kazançlara göz yumulur. Bu politikanın somut yansıması olarak 1908–1913 döneminin aksine, 1914–1918 döneminde kurulan anonim şirketlerde Müslüman unsur öne çıkar.

Temel tüketim mallarının yokluğu ve kıtlığı karşısında hükümet, önce karne uygulamasına başvurur. Ardından karaborsa ve stokçuluğun artması karşısında hükümet, narh uygulamasına geçer. Buna karşın iaşe sorunu Birinci Dünya Savaşı süresince çözümlenemez, aksine karaborsa ve istifçilikten yüksek gelirler elde eden bir sınıf yani harp zenginleri sınıfı türer.

Ayrıca yine milli iktisat politikaları doğrultusunda, yabancı şirketlerin ayrıcalıklarına son verilir ve aynı tarihi taşıyan Temettü Vergisi Hakkında Kanun-ı Muvakkat ile o güne kadar gelir vergisi ödemekten muaf olan yabancı şirketler de vergi mükellefi haline getirilir.

Osmanlı Devleti’nde yabancılara başta ekonomi alanında tanınmış ayrıcalıklar olan kapitülasyonların benzerlerini Osmanlılardan önce Anadolu’da, Selçuklu hükümdarları ve bazı Anadolu beylikleri de yabancılara tanımıştır. Kapitülasyonlar ile yabancı tüccarlar yalnızca ticari ayrıcalıklar değil, Osmanlı Devleti içinde uyrukları oldukları devletlerin hukuki nüfuz ve korumasını da elde ederler. Bunlar ancak Lozan Antlaşması ile geçerliliğini yitirmiştir.

ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ

İmparatorluktan Cumhuriyet’e “Milli İktisat” ta Süreklilik

Pozitivizm, tıpkı İttihatçılar gibi, Kemalistleri de etkiler. İttihatçılar ile Kemalistler laiklik, halkçılık ve inkılâpçılık ilkelerinde benzerlikler göstermekte ve bu konuda süreklilikten bahsetmek de mümkün olmaktadır. Cumhuriyet’in sosyoekonomik politikaları, İttihatçıların 1913’ te uygulamaya koymuş oldukları milli iktisat programının bir devamıdır.

1923 İzmir İktisat Kongresi

Cumhuriyet’in ilk yıllarında ekonomik ve toplumsal alandaki en önemli hedeflerin başında yerli girişimci sınıf yaratmak gelir. 17 Şubat 1923’ te, Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı bir sırada, İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi 4 Mart 1923’ te sona erer.

Meslek grupları ve kurumlar adına görüş ve beklentilerin dile getirildiği kongrenin sonunda on iki maddeden oluşan, üzerinde bütün kesimlerin mutabık kaldığı ve “Misak-ı İktisadi” başlığı altında yayınlanan bir bildiri kamuoyuna duyurulur. Bunların başlıcaları 1924’ te özel girişimleri finanse etmek için Türkiye İş Bankası’nın kurulması, 1925’ te Aşar vergisinin kaldırılması, 1927’ de sanayi alanında özel girişim ve yatırımlarını teşvik için 1913 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun yeniden düzenlenerek yürürlüğe girmesidir.

Millî iktisat politikasının temeli, sermaye birikiminin yetersiz olduğu ülkede devlet eli ile sermaye birikimini artırmak ve böylece iktisadî gelişmeyi sağlamaya yönelik girişim ve oluşumları gerçekleştirmektir.

1930’ larda Devletçilik Tartışmaları

1920’ ler boyunca Türkleştirme girişimleri ile birlikte izlenen milli iktisat politikası ülkenin ihtiyaç duyduğu iktisadî kalkış için yeterli olmaz. Türkiye’de devletin önce himaye ve müdahale yolu ile ardından doğrudan işletmeci veya üretici olarak ekonomide etkin rol oynamasını gündeme getirir. Basın aracılığıyla gerçekleşen ve devletçilik-liberalizm ekseninde gelişen bu tartışmalar uzun sürmez.

Politik yönü yanında entelektüel yönü de bulunan bu tartışmaların taraflarından biri, Kadro dergisi etrafında toplandıkları için Kadrocular olarak adlandırılan Burhan Asaf Belge, Şevket Süreyya Aydemir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör, İsmail Hüsrev Tökin ve Mehmet Şevki Yazman’ın oluşturduğu harekettir. Kadrocular, Türk devrimine 1930’ larda görece “sol” bakışı yansıtırlar.

Devletçiliği bir amaç olarak gören Kadrocuların yanı sıra, devletçiliğe muhalif olmayan ancak devletçiliği amaç olarak değil araç olarak gören kişi ise Ahmet Hamdi Başar’dır. Liberal olduğu söylenen Ahmet Ağaoğlu, devletçiliği, “ferdin yetmediği yerde devletin varlık göstermesi” olarak tanımlamış ve özellikle Kadrocular ile devletçiliğin tanımı üzerine tartışmıştır.

1930’ ların ortalarına gelindiğinde devletçilik-liberalizm tartışmaları yoğunluğunu kaybeder ve 1934’ te Kadro hareketi tasfiye edilir. Ahmet Hamdi ise 1930’ da üç ay süren yakınlaşma dışında Atatürk’ün çevresinde yer edinemez ve dolayısıyla düşüncelerini gerçekleştirme şansı da bulamaz.

Devletçiliğe dair en somut tanımlardan biri kuşkusuz Atatürk’e aittir. Türkiye’nin kapitalist sisteme sırtını dönmeden, diğer sistemin yani sosyalizmin bir aracı ile yani planlama ile sanayileşme girişiminde bulunmasında etkili olur.

Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı

1934’ de uygulamaya konan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın (BBYSP) ana hedef ve stratejisi, ülkenin yerüstü kaynaklarını değerlendirerek ithalata konu olan özellikle şeker, dokuma ve kağıt başta olmak üzere temel gereksinim maddelerini yurt içinde üretme; yerel veya bölgesel tarımsal üretime ve doğal kaynaklara dayanan sınai üretim birimleri kurma; kurulacak sanayi tesislerinin, kuruluş yerlerinin hammadde ve işgücü kaynaklarına yakın olmasıdır. BBYSP ile Türkiye’de dokuma, maden, selüloz, kimya ve seramik sanayinin kurulması amaçlanır.

1936 yılında İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı (İBYSP) gündeme gelir. Tüketim mallarının ülke içinde üretimini hedefleyen Birinci Plan’ın aksine, İkinci Plan’da enerji ve madencilik gibi temel sanayi alanlarına ağırlık verilir.

ÇOK PARTİLİ SİSTEM

İkinci Dünya Savaşı Ertesi Devletçiliğin Tasfiyesi

İkinci Dünya Savaşı ertesinde ise Türkiye yönünü açıkça ABD ve Batılı müttefiklerine doğru çevirir. Bu yeni yönelişte, kuzeyden beliren Sovyet tehdidi de etkili olur. Türkiye’nin Batı’ya açılma süreci, beraberinde çok partili siyasal yaşama geçişi getirir.

ABD bu koşullarda Batı dünyasının alternatifsiz önderi haline gelir ve yıkılan Avrupa’yı yeniden inşa etmek için kolları sıvar. Bu bağlamda yeni bir uluslararası para sisteminin kurulması gündeme gelir. Projenin temelleri daha savaş bitmeden 1-23 Temmuz 1944’ te ABD’nin Bretton-Woods kentinde gerçekleşen ve bu nedenle bu kentin adı ile anılan konferansta ve konferansın sonunda imzalanan anlaşma ile atılır. Bretton-Woods’u imzalayan ülkelerin başlıca sorunu mübadele sistemindeki likiditenin elde bulunan altının fiziki hacmiyle sınırlı kalmasını önleyecek bir sistem bulmaktır. Bu sorun Amerikan dolarının altına çevrilebilirliği kuralını getiren altın kambiyo standardının yaratılması ile çözülür. Başka bir deyişle Amerikan doları, altına eş düzeyde bir uluslararası rezerv para olarak kabul edilir. Aynı anlaşma ile kambiyo kurlarının istikrarını sağlamak maksadıyla milletlerarası bir para fonunun ve üye memleketlerin imar ve kalkınma işlerini kolaylaştırmak maksadıyla da milletlerarası bir imar ve kalkınma bankasının kurulmasına karar verilir. Böylece Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ve kurulduğu sıradaki adı ile Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası veya bugünkü adı ile Dünya Bankası’nın (DB) da temelleri atılır. IMF 1945’ te, DB 1946’ da çalışmalarına başlar.

Dış yardım ve uluslararası ekonomik kurumlar ile ilişki kurma gereksinimi Türkiye’nin önemli ekonomik kararlar almasını beraberinde getirir. Buna göre 7 Eylül 1946’ da alınan karar ile Türk parası devalüe edilir. 11 Mart 1947’ den itibaren Türkiye hem IMF’nin hem de Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası’nın üyesi olur.

Türkiye Marshall Yardımı’ndan yararlanabilmek amacıyla Vaner Planı olarak bilinen 1947 Türkiye Kalkınma Planı’nda tam biçimini bulan yeni kalkınma stratejisi, yani tarım ağırlıklı bir kalkınma stratejisine yönelir ancak bu plan da hayata geçmez. ABD’nin ve onun nüfuzu altındaki uluslararası kurumlardan ekonomik yardım görmeye başlayan Türkiye, bu çevrelerin telkin ve tavsiye ettiği yeni kalkınma projeleri ile tanışır.

1930’ larda iktisadî devletçilik modeli kapsamında yapılanların keskin bir dille eleştirildiği Thornburg Raporu’ndaki önerilerin satır aralarından Türkiye’nin sanayileşmekten vazgeçmesi ve ithalata yönelmesi, dolayısıyla Amerikan bağımlısı bir ekonomik yapıya sahip olması okunmaktadır. Bütün bunlar Türkiye’de 1930’ lardaki iktisadî devletçiliği, daha doğrusu planlı sanayileşme sürecini devam ettirmeye yeterli ne iç, ne de dış desteğin olmadığını gösterir.

Truman Doktrini ve Marshall Planı

12 Mart 1947’ de Amerikan kongresinde başkan Truman kendi adı ile anılan doktrinini açıklar. OECD’nin temelini oluşturan Marshall Planı ise 12 Temmuz 1947’ de Paris’te çalışmaya başlayan ve 16’ lar Konferansı olarak adlandırılan toplantıda atılır. Sovyetlerin toprak talepleri ve buna bağlı olarak tehdidine maruz kalan Türkiye, jeo-politik ve jeo-stratejik konumu ve önemi nedeniyle ABD’nin Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamında askeri ve ekonomik yardımda bulunacağı ülkeler arasında yer alır.

1948 Türkiye İktisat Kongresi: devletin yalnızca temel kamu hizmetlerini yerine getirme dışında ekonomide işletmeci olarak bir rol üstlenmemesi istenir.

Devletçiliğin DP Liberalizmine Evrimi: 1950’ de gerçekleşen genel seçimlerde DP büyük bir oy çokluğu ile iktidara gelir. DP liberalizminde devlet önemli bir yere sahiptir. Özel sektörün elinin uzanamadığı yere devlet el atmalıdır.

1950’ lerde izlenen ekonomik politikaların, önceki dönemle karşılaştırıldığında oluşumunda belirleyici olan unsurlardan biri yabancı sermayedir.

1950 yılında geniş köylü kitlelerinin desteğini alarak iktidara gelen DP iktidarı tarıma dayalı sanayileşmeyi benimser. Destekleme politikaları yaygınlaştırılarak devam eder. Tarım kesiminde makineli üretime geçilmesi hız kazanır.

İlk bakışta devletçi modele benzemekle birlikte ithal ikameci modelde devlet kesiminin özel sektöre desteğinin ön plana çıkmasıyla ondan ayrılan yeni bir “karma ekonomi” modeli ortaya çıkar. Bu yapı içinde devletin rolü çeşitli müdahale araçları ile özel girişimi sınırlamak ve denetim altında tutmaktan çok onu teşvik etmek olur.

Keynesyen Düşüncenin İlk İzleri: Devlet üretimin gerilememesi, işsizliğin ortadan kalkması ve talep azlığını sona erdirmek için yatırımlar gerçekleştirmelidir. Sadun Aren, Sabri Ülgener ve Osman Okyar gibi akademisyen iktisatçılar Keynesyen düşüncenin Türkiye’de tanınmasında rol oynarlar.

PLANLAMA DÖNEMİ

Türkiye ekonomisi 1950-1953 döneminde hızlı bir büyüme gösterir. 1954’ de ise tarımda hasatın kötü olması ve daraltıcı politikaların sonucu olarak ekonomi %3 küçülür. Ekonomide yaşanan dalgalanma döviz kurlarında ayarlama yapmayı zorunlu kılar. 1958 İstikrar Tedbirleri olarak bilinen tedbirler alınır. Buna göre TL devalüe edilir. Kur ayarlamasına gidilir. 1 Amerikan Doları’nın değeri 2.80 TL’ndan 9 TL’na yükselir.

1958 tedbirleri, ekonomide alarm zillerinin çalması anlamına gelir. Darbeyle kesintiye uğrayacak iktidarının son birkaç yılını yaşadığından habersiz olan DP hükümeti bu bağlamda ekonomide yeni arayışlara yönelir. Bu arayışlar içinde planlama gündeme gelir. Planlamanın bir anlamda beyni olan Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kuruluşu, 27 Mayıs 1960’ ta DP hükümetini devirerek yönetime gelen Millî Birlik Komitesi’nce gerçekleştirilir.

Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı: Tarım ve sanayi sektörlerinin dengeli gelişmesi yaklaşımı terk edilerek sanayi sektörünün ekonominin sürükleyici sektörü olması öngörülür.

NEOLİBERALİZMİN YÜKSELİŞİ

Keynes’ten Friedman Çizgisine Geçiş

10 Ağustos 1970’ e gelindiğinde ise Türkiye kaçınılmaz olarak devalüasyona başvurur. Böylece Cumhuriyet tarihinin üçüncü devalüasyonu gerçekleştirilir. Buna göre 9 TL olan bir Amerikan dolarının değeri 14.85 TL’na yükselir. Devalüasyonun başlıca nedeni, ihracatın plan ve programlarda gösterilen hedeflerin altında gerçekleşmesidir.

Devalüasyondan sonra hızlanan ihracat ve işçi dövizi girişi nedeniyle döviz rezervleri artar. İleriki yıllarda özellikle petrol fiyatlarındaki yükselme sonucu artan döviz gereksinimleri ve ihracatın gerilemesi nedeniyle döviz rezervleri kısa sürede erir ve ithalatı karşılamak için aşırı biçimde borçlanmaya gidilir. 1970’ lerin ortasında yaşanan petrol krizi, azgelişmiş ülkeler üzerinde iki olumsuz etki yapar.

Yalnızca Türkiye’nin değil kapitalist ekonomilerin yaşadıkları bunalım Keynesyen iktisat politikalarından vazgeçilmesini gündeme taşır. Keynesyen iktisat düşüncesi ve buna dayanan iktisat politikaları yerini Friedmancı düşünceye bırakır. Friedman liberaldir. Devletin ekonomiye kesinlikle müdahale etmemesini savunur. Friedman’a göre devletin yegâne görevi dolaşımdaki para miktarını sınırlamak için mücadele etmektir.

Friedman’ın görüşleri Batı’da ciddi oranda taraftar buldu. 1980’ lerde ABD’de Reagan bu doğrultuda ‘Reaganomics’, İngiltere’de ise Thatcher, “Thatcherizm” olarak anılan politikaları izler.

1980’ lerde Türkiye Friedman çizgisinde politikalarla tanışır. 24 Ocak Kararları olarak anılan istikrar tedbirleri bu doğrultuda değerlendirilebilir. Ancak Friedman’ın görüşleri masum ve demokratik yollarla Türkiye’de egemen olmaz. 12 Eylül 1980’ de de Türkiye’de bir askeri darbe gerçekleşir ve Friedmancı reçeteler hayata geçmeye başlar.

24 Ocak Liberalizmi ve Sonuçları

Türkiye’nin dış ödemeleri 1977’ den sonra büyük ölçüde durur. Ancak, zaruri ilaç hammaddesi, gübre ve petrol için döviz ayrılabilir hale gelinir. Ödeme güçlüğü karşısında IMF ile masaya oturulur. 1978’ de ilk anlaşma yapılır. Doların fiyatı 19 TL’den 25 TL’ye çıkar. Ancak yine taahhüt edilen önlemler alınamaz.

1979 seçimlerinden sonra kurulan hükümet ise IMF ile anlaşarak 24 Ocak Kararları’nı uygulamaya koyar. 1980 sonrası Türkiye ekonomisine damgasını vuran 24 Ocak Kararları ile ithalatın serbestleştirilmesi; TL’nın aşırı değerlendirilmesine son veren gerçekçi kur uygulamasına geçilmesi; ihracatın, yabancı sermayenin özendirilmesi; ihracata sigorta ve finansman ile kurumsal destek sağlanması; kademeli olarak sübvansiyonların azaltılması ve fiyat denetimlerinin kaldırılması öngörülür. 24 Ocak kararları kısaca hemen bütün Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan korumacı-müdahaleci iktisat politikalarının terk edilmesi ve daha liberal bir yapının kurulması yönünde atılmış adımlardır.

2 Kasım 1981’ de İzmir’de İkinci Türkiye İktisat Kongresi toplanır. 1982’ de Türkiye banker kriziyle sarsılır. 6 Ocak 1984’ te döviz alım-satımı serbest bırakılır. Türkiye bu dönemde yabancı sermaye için cazip bir ülke görünümü kazanmaya başlar.

Özal’ın vefatı ile taşlar yeniden yer değiştirir. Bu kez Çankaya’ya bir başka lider iktidardayken ve başbakanlık koltuğunu bırakarak çıkar. Süleyman Demirel Türkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı seçilir. 1995’ e kadar sürecek DYP-SHP koalisyonunun başına bu kez büyük ümitlerle geniş kitlelerin desteğini alan veya en azından sempatisini kazanmış olan bir iktisat profesörü olan Tansu Çiller gelir. Ancak Türkiye 1994’ te ciddi bir krizle karşı karşıya kalır. Sonra Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit başkanlığında kurulan hükümetler izler. Bu arada ekonomi önce Kasım 2000’ de ve ardından Şubat 2001’ de yine krizle sarsılır. İzleyen dönemde Türkiye tekrar IMF ve DB ile ekonomik dengeleri yeniden kurma sürecine girer.

3 Kasım 2002’ de gerçekleşen genel seçimin sonucunda yeni kurulmuş olan AKP, tek başına hükümet kurarak Türkiye’yi yönetmeye başlar. Bu iktidar Kemal Derviş’in şahsında temsil edilen iktisat politikalarını tereddütsüz sürdüreceğini kamuoyuna duyurur. Derviş’in programı enflasyonun düşmesi yönünde beklentileri karşılar.

2001’ de TÜFE’de enflasyon %68,5 iken 2002’ de 29,7’ ye ve 2003’ te 13,9’ da geriler. Büyüme 2001’ de–9,5 iken 2002’ de %7,8 ve 2003’ te %5 olur. Bu olumlu gelişmelerin yanı sıra dış borç yükü ve bölüşümde yaşanan olumsuz tablo göz ardı edilemez bir hal alır. Sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği 1989’ da Türkiye’nin dış borç yükü 41,7 milyar dolar iken 2003 başlarında dış borç stoku 133,2 milyar doları bulur. Türkiye’nin 1990’ lı yıllarda dış borç stoku yaklaşık 49 milyar dolar, 2007’ de 250 milyar dolar, 2008’ de 280 milyar dolar ve 2011’ in ilk üç ayı sonunda 300 milyar doları aşar. Türkiye’nin 2004 yılında cari açığı 16 milyar dolara ulaşır. Bu tutar, Türkiye’yi, ABD hariç dünyanın en fazla cari açığına sahip ülkesi durumuna getirir.

Bu tablo yoksulluk sınırında yaşayan 20 milyon ve açlık sınırında yaşayan 1 milyon yurttaş yaratır. Bütün bunlar Türkiye’de izlenen iktisat politikalarının ideolojik arka planı yani neoliberalizmin bir sonucu olarak yaşanmaktadır.