Toplumsal Değişme Kuramları 4 – Çağdaş Teoriler

Klasik sosyolojiden çağdaş sosyolojiye geçerken değişim çalışmalarında yaşanan en önemli değişim konunun ele alınış biçimindeki farklılaşmadır. Çağdaş sosyoloji toplumsal değişmeyi makro boyutlu tarihsel toplum tiplerinin değişimi kadar belirli bir toplumsal yapının değişimi olarak ele alma eğilimine sahiptir.

Toplumsal değişimi açıklamak için (en az) kavramsal ve felsefi açıklamalar kadar (hatta bunlardan ziyade) ampirik araç ve analizlere ihtiyaç bulunmaktadır. Bu bağlamda “sosyal değişim” kavramı makro boyutlu değişimleri (social change) anlatmak ve “toplumsal değişme” kavramı da mikro boyutlu değişimleri (societal change) ele almak üzere kullanılabilir.

DÖNGÜSELCİ DEĞİŞİM YAKLAŞIMLARI

Aydınlanmacılar toplumların tarihsel süreçte daha az gelişmiş olandan gelişmiş olana doğru bir değişim geçirdiğini düşünmekteydiler. Buna göre ilk toplumsal biçimler daha basit ve ilkel iken son toplumsal biçim olan modernite daha karmaşık ve gelişkindir.

Kapitalist düzenin eşitsizlikçi yapısının içeride yarattığı çatışmalar ve emperyalist yayılmanın tüm dünya üzerinde meydana çıkardığı bölüşüm kavgaları zamanla ilerlemeciliğin ütopik vizyonuna dair sorgulamaları beraberinde getirdi.

Yüzyılın dönüm noktasında yoğunlaşan insanlığın geleceğine dair pesimist fikirler çerçevesinde öncelikle sanat, edebiyat ve felsefede başlayan sorgulamalar özellikle birinci dünya savaşı sonrasında gittikçe alternatif bir tarih anlayışına dönüştü. Alman tarih felsefecisi Oswald Spengler’in polemiksel eserleri ile başlayan bu dönüşüm ilerlemeciliğin alternatifi olarak döngüsel bir zaman fikrini ve buna bağlı olarak da toplumların oluşumunu ve gelişimini, siyasal yapıların doğuşu, yükselişi ve çöküşünü açıklamada farklı bir kuramsal ve felsefi açıklama çerçevesini meydana çıkarmıştır. Söz konusu açıklama çerçevesi İngiliz tarih felsefecisi Arnold Toynbee (1889–1975) ile birlikte kapsamlı bir tarih felsefesine dönüşmüş ve Rus asıllı Amerikalı sosyolog Pitirim Alexandrovich Sorokin (1889–1968) ile birlikte sosyolojiye taşınmıştır.

Spengler, 1918-22 yıllarında 2 cilt olarak yazdığı Batı’nın Çöküşü (Der Untergang des Abendlandes) isimli meşhur eserinde uygarlıkların yükseliş ve düşüşünün kaçınılmaz bir kader olduğunu ilan etmektedir. Spengler’in ilerlemecilikte sorunsallaştırdığı nokta tarihte aranan amaçlılıktır.

Ona göre, tüm dünya tarihinde 8 tip kültür çevresi vardır: Mısır, Babil, Hindistan, Çin, Antikite, Arap, Batı ve Meksika. Spengler bunları gelişme düzeylerine göre üç aşamaya ayırır: Metafiziksel-dini yüksek kültürler, Erken simgeci kültürler, Geç sivil kültürler.

Toynbee ve Meydan Okumaları Göğüsleme

Toynbee’ye asıl ününü kazandıran tarihin sistematiği üzerine yaptığı çalışmalar olmuştur. Ancak Toynbee determinist değildir. Ona göre kültürler mutlaka çökmek zorunda değildirler, hayatiyetlerini sürdürmeleri için fırsatlar bulunmaktadır.

Dünya tarihinde 26 ana medeniyet halkasının bulunduğunu tespit eden Toynbee esasen medeniyetlerin yükseliş ve çöküşlerinin mekanizmasını analiz etmeye yönelmektedir. Bu yönüyle de Toynbee meşhur çalışması A Study of History’de bir tarih felsefesi geliştirme uğraşındadır. Ona göre modernitenin yaratıcı insanların sayısını azaltmasından ötürü Batı Medeniyeti bir dinamizm kaybı yaşamaktadır.

Toynbee’ye göre intihara eğilimli Batı medeniyetini tehdit eden başlıca unsurlar nükleer savaş, teknoloji, uzay keşifleri, aşırı tüketim, hırs, aşırı nüfus artışı, çevre kirliliği, kaos, ahlâkî çöküntü ve benmerkezciliktir.

Sorokin: Toplumsal Çevrim Kuramı

Sorokin’in kuramını anlayabilmenin ön koşulu, onun insanı varlığına, evrene ve çevresindeki her şeye anlam atfeden bir varlık olarak kabul ettiğini bilmekten geçer. Sorokin’e göre toplumlarda değişimi meydana çıkaran ana unsur farklılaşma ve bütünleşme sürecidir.

Weber gibi Sorokin de insanı her zaman gerçekliğin henüz kavranamayan boyutları hakkında hipotezler geliştiren bir varlık olarak kabul eder.

Sorokin’e göre siyasal örgütlenme ve toplumsal normların kaynağı olan dinsel sistemler insan için hayati önem taşıyan iki alanı oluşturur. Bu çerçevede Sorokin uygarlıkları yükseliş ve düşüş ekseninde ele almak yerine kültürlerin hissi ile fikri uçlar arasında bir salınım yaşadığını düşünür. Bir uca ne kadar çok fazla vurgu yapılırsa diğer kutuptan gelebilecek direnç de o düzeyde artacaktır. Sorokin pozitivist anlayıştan farklı olarak toplumsal yapıyı anlamlar ve değerlerle ilişkili olarak da görmektedir.

TOPLUMSAL DEĞİŞİMİ AÇIKLAMADA YENİ-EVRİMCİLİK

Morgan, Tylor, Spencer ve Hobhouse gibi isimler klasik biyolojik evrimciliği sosyolojik açıklamaya taşıyan isimlerin başında gelmektedirler. Klasik evrimciliğin mirası 20. yüzyılda özellikle Gordon Childe’ın arkeolojide geliştirdiği insanlık tarihinin aşamaları teorileri ile canlı tutulmuştur.

Çağdaş sosyal bilimlerde yeni-evrimcilik Leslie A. White ve Marshall Sahlins tarafından yeniden gündeme getirilmiştir. Tüm insanlık tarihini açıklayacak kültürel ilerlemenin nedenlerini ortaya koyacak bir teori peşinde olan White’a (1959) göre sosyal sistemleri açıklamadaki en önemli unsur teknolojidir.

White’ı takiben, Steward, teknolojiyi de çevre koşulları içinde görmektedir. Böylece toplumsal yaşamı şekillendiren üçlü bir çerçeveye erişir: fiziksel çevre, kültürel çevre ve teknoloji. Steward yeni-evrimciliğin önemli isimleri olan Marvin Harris, Eric Wolf, Marshall Sahlins ve Gordon Childe’ı oldukça etkilemiştir.

Gerhard Lenski’nin Çok Hatlı Evrim Kuramı

Çok hatlı evrim kuramı önceki çizgisel evrimciliğe göre süreçte değil neticede birleşme fikrine dayanmaktadır.

İletişimin tarihsel gelişimi çerçevesinde insanlık tarihinde dört aşama vardır:

  • bilginin genlerle geçişi
  • bilginin tecrübe ile aktarımı
  • mantığın kullanılmaya başlanması
  • sembollerin geliştirilmesi, dil ve yazının kullanımı.

Sanayi Sonrası Topluma Evrim

Sanayi sonrası toplum kuramlarının kökeninin Fritz Machlup’un (1962) kaleme aldığı The Production and Distribution of Knowledge in the United States isimli çalışması oluşturur.

Daniel Bell ve Sanayi Sonrası Toplum

The End of Ideology isimli kitabı ile nam yapan Bell (1960, 1973), The Coming of Post Industrial Society isimli kitabı ile sanayi toplumunda yaşanan değişimlere dair önemli ve etkili bir çerçeve çizmiştir.

Sanayi sonrası toplum, enformasyonun merkezi önemi dışında hizmet toplumuna geçişi ve beyaz yakalı olarak adlandırılan profesyonel ve teknik adamların istihdamının büyümesini içermektedir. Bu gelişmenin kaynağı ise, tek başına enformasyon değil, yeni enformasyon teknolojilerinin gelişimi ve bu teknolojilerin toplumun her kesimine yayılabilmesinin yaratacağı potansiyel ile özdeşleştirilen kuramsal bilgidir.

Bell’e göre sanayi sonrası toplum bilgi tarafından karakterize edilmektedir. Diğer sanayi sonrası kuramcıları gibi Bell’in toplumsal değişim anlayışı da evrimcidir ve teknolojik deterministtir.

Alvin Toffler’in Bilgiye Dayalı Evrim Kuramı

Bu kurama göre bu toplumsal değişimin arkasında bilgide ve teknolojide yaşanan değişimler bulunmaktadır. Bilgi Toplumu kuramcılarının en meşhuru olan Toffler toplumsal değişimi bilgi ve teknikte gerçekleşen değişimlerin oluşturduğu dalgalara göre açıklamakta ve günümüzde yaşanan değişimi de üçüncü dalga olarak adlandırmaktadır.

Toffler’e göre her uygarlığın insana, tabiata ve topluma yönelik bir açıklama modeli vardır. Toplumsal yapıyı değişime uğratan dalgalar aynı zamanda bu modelleri de değiştirmektedir. Bu çerçevede İkinci Dalga neticesinde ortaya çıkan modern uygarlığının mekanik nedensellik anlayışıyla şekillenen her şeyi açıklayabilmeye yetkin olan bir paradigma geliştirdiğine inanılmaktaydı. Zira bu dalgayı üreten bilgi devriminin temelinde bulunan Newtoncu fizik evrensel kanunlar ve neden sonuç ilişkilerine dayalı hareket fikrini meydana çıkarmıştır.

Ancak 20. yüzyılın başından itibaren fizikte ve mantıkta yaşanan dönüşümler bu yasa fikrini sarsmaya başlamıştır. Bu yeni epistemolojide nedensel ilişkilerin belirleyiciliği fikri yerini farlılıklarla temellendirilen çeşitliliğe bırakmıştır. Aynı zamanda daha esnek ve göreceli argümanların daha elverişli açıklamalara sahip olduğu yönünde yaygın bir kabul ortaya çıkmıştır.

Sosyolojide Yeni Evrimciliğin Yükselişi

Evrimcilik sosyolojide bir dönem çok öne çıkmasa da arka planda hep var olagelen bir çerçeve oluşturmaktadır.

Robert Nisbet (1969), Social Change and History isimli eserinde ilerleme, evrim teorilerinin varsaydığı gibi değişimin bağlı olduğu içsel etkenleri belirleyen genel kanunlar mevcut olmadığını belirtir.Bu çerçevede değişime yaklaşım bakımından ilk olarak ondokuzuncu yüzyıl ilerlemeciliğine bir tepki olarak ortaya çıkan döngüsel yaklaşımları görmekteyiz.

Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızla yaşanan toparlanma, sanayinin yükselişi, toplumların yeniden inşası modern toplum kuramına yönelik eleştirilerin de gittikçe sönümlenmesine neden olmuştur.

İŞLEVSELCİ DENGE TEORİLERİ

İşlevselcilik, temelde biyolojik organizmacılığa dayalı olarak tesis edilmiş olan toplumsal kurumları ya da kurumlaşmayı açıklamaya çalışan bir paradigmadır. Kuramın klasik yapısını geliştiren Spencer ve Durkheim toplumsal alanda yapısal farklılaşmanın sosyal gelişmenin temel süreci olduğunu ileri sürmektedirler.

Parsons’ın Genel Denge Yaklaşımı

Parsons’a göre sosyal sistem bireylerin faaliyetlerinden oluşmaktadır. Bir sosyal sistem bireyler arasındaki karşılıklı etkileşim üzerine bina edilmiştir. Parsons, her bir bireyin beklentilerinin olduğunu ve bu beklentilerin diğer bireyler tarafından etkilendiğini ve biçimlendirildiğini, bu beklentilerin aynı zamanda kabul edilmiş normları ve yaşam alanındaki toplumun değer yargılarını da bünyesinde barındırdığını söylemektedir.

Toplum bir organizmaya benzer; bir vücudun işlevini yerine getirebilmesi için birlikte çalışan parçalar (organlar) veya sistemlerden oluşan canlı bir organizma gibidir. Bu çerçevede toplumda mevcut olan farklılaşma ve bütünleşme mekanizmaları bu sosyal sistemin dengesinin devamı için önemlidir.

Ona göre beşeri eylem sistemlerinin en küçük birimi olan eylem, birim eylemdir. Birim eylem kendi içinde şu bileşenlere ayrıştırılabilir:

  • Aktör: Her eylem bir kişi tarafından icra edilir.
  • Hedef: Her eylemin yönelik olduğu bir hedef vardır.
  • Durum: Her eylem belli bir mekan içinde cereyan eder. Bu mekanın aktörün denetiminde olan kısımlarına araçlar, kontrol edilemeyen kısımlarına ise koşullar adı verilir.
  • Normlar: Her eylem, hedefe uygun araçların seçimini düzenleyen bir norm ya da normlar dizisine sahiptir.

Parsons’a göre bir toplumsal sistem uyum, hedefe ulaşma, bütünleştirme ve örüntüleri muhafaza etme (AGIL: Adaptation, Goal Attainment, Integration ve Latency) şeklinde bir şematik döngüye sahiptir. Bu işlevlerin her biri sistemin varlığının devamı için zorunludur.

Farklılaşma tarihsel süreçte aile birimlerine ve yaygın ilişkilere dayalı ilkel toplumlardan itibaren devamlı olarak işleyen bir süreçtir. Parsons’a göre evrimin başlaması için bir ön şart teşkil eden tabakalaşma, farklılaşma olmadan düşünülemez. Parsons toplumsal yapıda değişimden ziyade denge ve düzenin olduğunu düşünmektedir.

Robert Merton’un Sapma Kavramsallaştırması

Merton, Parsons’ın teorisini sınırlandırmak üzere 3 temel nokta belirlemektedir: İşlevsel birlik, evrensel işlevselcilik, kaçınılmazlık. Merton ayrıca “sapkınlık” kavramını geliştirmiş ve açık ile gizli işlevler arasındaki farkı ortaya koymuştur. Ona göre toplumun işlevsel birliği için tüm parçaların işlevsel birliği olması gerekmez. Dolayısıyla işlevsellik her zaman uyumda mevcut değildir. Bu çerçevede kendi adlandırdığı şekliyle onun teorisi Parsons gibi makro-boy değil orta-boy bir teoridir.

Bu çerçevede Merton, bir toplumsal yapıyı dört düzlemde ele alır:

  • Statü/ rol bileşeni birimi olarak ele alınan bireysel düzey
  • Statü dizilerinin birim alınarak incelendiği grup düzeyi
  • Grupların birim olarak alınıp incelendiği toplumsal sistem düzeyi
  • Değer ya da norm sistemlerinin inceleme birimi olarak alındığı kültürel sistem düzeyi.

Buna göre yapı işlevleri belirlerken, işlevler de yapıyı etkilemektedir. İhtiyaçlar yeterince karşılanıyorsa bir sistem işlevseldir, dengelidir ve varlığını sürdürür. Aksi takdirde değişme ihtimali ve ihtiyacı belirir. Merton’a göre anomi/ sapma toplumsal yapıda beklendiği gibi işlemeyen noktalardır. Toplumsal değişimin kaynağı ve dinamiği bu uyumsuzluktur.

Eleştiriler ve Kuramın Düşüşü

Nihai olarak yapısal-işlevselciler sosyal yapının daima dengede olduğunu savunur ve denge durumunu önemserler. Bu çerçevede yapıyı yeknesak bir sistem olarak gördükleri de söylenebilir. Alt unsurları ile uyumlu bir bütünlük arz eden sistemde yapısal bir değişimin gerçekleşmesi imkansızdır. Bu görüşler özellikle çatışmacılar tarafından bir toplumsal yapıdaki farklı çıkarlara sahip grupların varlığını ve bu gruplar arasındaki çatışmaları göz ardı etmekle eleştirilmişlerdir.

ÇATIŞMACI TEORİLER

Yapısal işlevselcilik 1950’ lerin ortasından itibaren yoğun bir biçimde eleştiriye uğramış ve 1960’ lardan itibaren de yavaş yavaş sosyolojik düşüncedeki hakim konumunu terk etmiş, yerini çatışma sosyolojisi başlığı altında toplanabilecek yaklaşımlara bırakmıştır.

Simmel’in Çatışma Teorisi

Çalışma alanları, yönelimleri ve yöntemiyle Simmel’in aslında hayatın sosyolojisini yaptığı söylenebilir. O, bizzat hayatın kendisini, onun akışını, akışa yön veren temel kategori ve faktörleri sorunsallaştırmış ve bu sorunların üzerine eğilmiştir. Çağdaş çatışmacı teori Marx’tan ziyade Simmel’e dayanmaktadır.

Simmel sosyal değişmede çatışmanın merkezi bir yeri olduğunu düşünmektedir. Marx’tan farklı olarak Simmel’e göre modern toplumda çatışmanın temeli üretim süreci değil mübadeledir. Bu yolla toplum içinde sürekli birbirine zıt çıkar alanlarına sahip çıkar grupları oluşur. Böylece daimi çatışma toplumu dinamik kılar ve değişime kaynaklık eder.

Ralf Dahrendorf’un Diyalektik Yaklaşımı

Ona göre her toplumda kaçınılmaz olarak her unsur, her an yaşanan bir değişime tabidir ve aynı zamanda değişime katkı sunarlar.

Dahrendorf’a göre bir çatışmanın sosyal değişime yol açması yoğunluk ve şiddet düzeyine göre çeşitlilik arzeder. Çatışma yoğunluğu, maliyetlerin ve katılımın miktarını ifade eder.

Lewis A. Coser’ın Çatışmanın İşlevi Yaklaşımı

The Functions of Social Conflict isimli eserinde Coser (1956), yapısal-işlevselci kurama yönelik ciddi bir eleştiri getirmekte ve toplumsal yapı ve değişmeyi çatışmacı bir biçimde ele almaktadır.

Toplumdaki bireyler arasında eşitsizlikler ve farklılıklar kaçınılmazdır ve modern toplum esasında bu eşitsizlikler ve çatışmalar üzerine kuruludur. Dönemin yaygın uyum ve denge teorilerine kökten zıt olan bu yaklaşım aynı zamanda Amerika’nın eşitlikçi bir toplum olduğu yönündeki yaygın kanaatleri de yanlışlamaktadır.

Coser, çatışmanın sadece yıkıcı unsurlardan ibaret olmadığını aynı zamanda toplumu bir arada tutan bağların oluşmasında da önemli bir rol oynadığını düşünmektedir.

Eğer bir çatışma toplumun varlığını üzerine inşa ettiği temel norm ve değerler hakkında ise bu çatışma olumlu ve işlevsel değildir. Aksine çatışma eğer toplumdaki süreç ve işlevlere ilişkin ise olumlu ve işlevsel olacaktır.

Randall Collins’in Alışverişçi Çatışma Yaklaşımı

Ona göre sembolik mallar ve duygusal dayanışma “çatışmada kullanılan ana silahlar” arasında yer alır.

1975’ teki çalışmasında yer alan yüzlerce teorik önermeyi “çatışma teorisinin dört ana hattı” olarak yeniden formüle etmiştir.

  • Her kıt kaynağın eşit olmayan dağılımı, onu kontrol edenlerle etmeyenler arasında potansiyel bir çatışma oluşturur.
  • Potansiyel çatışmalar muhalif grupların mobilize olma derecesine göre fiili çatışmalar haline gelir.
  • Çatışmalar yeni çatışmaları doğurur.
  • Seferberlik için kullanılan kaynaklar tükendiğinde çatışmalar azalır.

Collins’e göre toplumsal değişim bireylerin ihtiyaçlarını giderme çerçevesinde birbirleriyle kaynaklar için rekabet etmeleri ve bu süreçte birbirlerinden faydalanmalarına dayanır. Ona göre toplumsal değişim bu rekabetin bir neticesi olarak ortaya çıkmaktadır.

MODERNLEŞME KURAMLARI

Sosyoloji daha önce bir çok kez vurgulandığı üzere bir yönüyle sosyal statiği, diğer yönüyle ise sosyal dinamiği konu edinir. Yani hem toplumun görece durağan, örgütlü yapılarını mercek altına alır hem de dinamik, değişken unsurlarını irdeler.

MODERN TOPLUM, BATI AVRUPA DENEYİMİ VE TOPLUMSAL DEĞİŞME

19. yüzyılın temel düşünsel mottosu, Aydınlanma hareketinden gelen “ilerlemecilik” olmazsa olmaz kabul haline gelmiştir. 19. yüzyıl boyunca değişme olgusu ve temasının ele alınması, toplum ve tarih açıklamalarında sosyolojiden başlayarak tüm sosyal bilimlerde yaygınlaşmıştır.

Aydınlanma Hareketi, 18. yüzyılda Kıta Avrupası’nda ortaya çıkmış ve insanları esasta “kötü” ve bu niteliği ile “köleleştirici” olduğuna inanılan mit, önyargı ve hurafenin (dolayısıyla da dinin) temsil ettiğine inanılan “eski düzen” den kurtararak, yine esasta “iyi” ve “özgürleştirici” olduğu çekincesiz kabul edilen “aklın düzeni” ne sokmayı temel amaç olarak benimsemiştir.

Çağdaş toplum ve uygarlık iki temel devrim etrafında şekillenir. Endüstri devrimi ve 1789 siyasi devrimi. İki devrimin sonucunda Batı Avrupa kökenli ulus-devletler uluslararası ilişkilerde başat aktörler haline gelirken, elde ettikleri ekonomik güçle ulusal sınırlar içinde de daha fazla nüfusu refah içerisinde besleyebilme imkânını kazanmışlardır. Ekonomide bırakınız yapsınlar, etsinler, geçsinler (laissez-faire) yaklaşımının egemen olması; ilerleme anlayışının tüm tarihin, dünya tarihinin, uygarlıkların karşılaştırılmasına ve toplumsal gelişmenin açıklanmasına temel olması yine bu dönemde kazanılan özgüvenin sonucudur.

19. yüzyıl Avrupa’sında Sorun ve Gerilim Alanları:

  • Ulus devletlerin yükselişi, kurumlaşması ve birbirleri aleyhine Avrupa üzerinde etkinliklerini artırma mücadelesi
  • Sınıf çatışmaları, sınıf temelli talep ve düzen önerileri
  • Dünya pazarı için, Avrupalı merkezlerin güç mücadelesi, sömürge edinme yarışı.

20. yüzyılın ilk yarısında krize kaynaklık eden sorunlar, sırasıyla: I. Dünya Savaşı, Rus Devrimi, Sömürgelerde ayaklanma ve 1929 ekonomik krizidir.

Merkezinde Amerika Birleşik Devletleri’nin bulunduğu yeni uluslararası ilişkiler sisteminin ilk öne çıkardığı politik düzenleme, sömürge sorununa ilişkindi. Bu politika uluslararası siyaset terminolojisine “dekolonizasyon”, sömürgelerin bağımsızlaşması olarak girdi. 1960’ ta bir gecede 17 Afrika ülkesinin bağımsız ulus-devletler olarak ilan edilmesi bu yönelimin tipik bir sonucuydu.

II. Dünya Savaşı sonrasında eski ve yerleşik sorunları çözmeye yönelik yeni politika arayışları üç ana unsur üzerinde durmuştur:

  • Ortak bir yönetim mekanizması etrafında tek bir uluslararası ilişkiler sistemi
  • Yeni uluslararası ilişkiler sisteminin alt yapısını oluşturacak ekonomik ilişkiler sistemi
  • Batı Avrupa öncülüğünde ortaya çıkmış modern ilişkiler sisteminde geleneksel Batılı aktörlerin konumunun korunması.

II. Dünya Savaşı sonrasında yeniden biçimlenmiş ve modernleşme kuramları toplumsal değişme açıklamalarının merkezine oturmuştur.

MODERNLEŞME KURAMLARI

Modernleşme kuramı, ABD’deki bir grup gelişme uzmanının, Marksist toplumsal gelişme değerlendirmesine bir alternatif ortaya koyma gayretlerinin sonucu olarak, 1960’ ların başında yaygın biçimde kullanılmaya başlanan bir terim ve yaklaşımdır.

Kuramın önde gelen isimlerinden olan Eisenstadt modernleşmeyi tarihsel olarak Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da geliştirilmiş olan toplumsal, ekonomik ve siyasal sistemlere doğru bir gelişme süreci şeklinde tanımlamaktadır. Bir yerde gelişmemiş, eski, geleneksel toplumsal durum, diğer tarafta gelişmiş, modern toplumsal model durum söz konudur. Bu karşılaştırmalı ele alış, bu mukayese durumu, 19. yüzyılın şarkiyatçı dil, tutum ve açıklama dilini modernleşme kuramlarına taşımıştır.

Modernleşme kuramları, II. Dünya Savaşı sonrasında toplumsal ilişkilerin tarihsel bakımdan yeniden oluştuğu ve tanımlandığı bir evrede ortaya çıkmışlardır. Bu kuramlar etkinliklerini, 1970’ lere kadar sürdürmüşlerdir.

1960’ larda ABD’de ortaya çıkan sivil haklar hareketi, Soğuk Savaş sürecinde SSCB ve ABD’nin etkinlik arayışları ve Vietnam Savaşı gibi hadiseler modernleşme kuramlarının ciddi eleştirilere maruz kalmasına kapı aralamıştır.

Bağımlılık Kuramı, Üçüncü Dünya ülkelerinin yeterli ve sürdürülebilir kalkınma düzeyine ulaşmamalarını, ileri kapitalist dünyaya bağımlılıklarına bağlayan kuramları anlatan terimdir. Bu kuramı savunanlar açısından, düşük gelirli ülkelerin yoksul olmalarının temel sebebi, zengin ülkeler ve bu zengin ülkelerde konuşlanmış çokuluslu şirketlerdir. Onlara göre, küresel kapitalizm, ülkeleri bir yoksullaşma ve sömürü girdabına hapsetmektedir.