Max Weber; Marx’ın doğrudan bireysel insan aktörün ele alındığı (mikro düzey) sosyal psikolojik analizleri ihmal ettiğini düşünür. Marx’ın yapısal analizini takdir eder, fakat onun sosyoloji anlayışına insan aktörü/ mikro-düzey boyutu ekler.
Weber Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu’nda Protestan Reformasyonuyla ilgili kültürel değerler ile Batıda kapitalizmin gelişimi arasındaki bağlantıyı kanıtlamaya çalışmasına rağmen, Marx’ın sözünü ettiği maddî faktörlerin önemini yadsımaz, Püritenliğin dönüştürücü etkisi fikri bir tarafa bırakılırsa, onlar modern toplumun ortaya çıkışıyla ilgili yapısal faktörler konusunda fikir birliği içindedir.
Burada Weber’in, Marx’ın daha yapısalcı yaklaşımından farklı metodolojik bireyciliğine değinmemiz gerekir. Bu yaklaşımda sosyolojik açıklamanın hareket noktası, Durkheim’daki toplum veya yapı değil, bizzat bireyler, onların niyetleri, güdüleri, anlamlarıdır. Çünkü hayat bireylerin gündelik dünyadaki karşılıklı eylemleri ve etkileşimleri içinde cereyan eder, cisimleşir, başka deyişle ete kemiğe bürünür.
Weber toplumun özünde bireylerin nispeten kalıcı, sürekli davranış biçimleri ve bunların oluşturdukları düzenliliklerden meydana geldiğini iddia etmekle, toplumun belirli bir nesnel gerçekliğe sahip olmadığını değil, sadece insanların eylemleri sayesinde var olabileceği, sürebileceği ve değişebileceğini kasteder.
Sosyolojinin bireylerin diğerleriyle (kendi algıladıkları biçimiyle) etkileşimlerine yönelik eylemleriyle ilgilendiğini kabul ettiği için, bu türden makro sorunların onun alanı dışında kaldığını düşünür. Weber’in ‘toplum’ veya ‘kültür’e genel düzeyde odaklanmamasının nedeni, bireylerin gruplara ait olduklarını, fakat bu grupların zaten çok daha küçük organizasyonlar olduklarını düşünmesidir.
Toplumsal kurumların kollektiviteler ve bir bütün olarak toplumun bir kollektivite olduğunu kabul eden Weber, metodolojik bireyciliği nedeniyle bir kollektivitenin ‘eylem’ içinde olabileceği düşüncesine karşı çıkar. Onun toplumsal ‘eylem’ olarak adlandırdığı şey bir toplumsal kurumun eylemi değil, bir kollektivitenin örgütsel çerçevesi içinde, diğer bireyler üzerindeki etkisinin ve buna tepkilerin farkında hareket eden bir ‘bireyin rasyonel eylemi’dir. Weber birey aktöre odaklandığında o her zaman belirli bir tarihsel bağlam veya ortam içindeki bir aktördür.
Sosyoloğun rolünün ‘tarihsel birey’ olarak adlandırdığı şeyi, yani belirli bir tarihsel dönemi analiz etmek ve insanları söz konusu bağlamda belirli biçimlerde davranmaya güdüleyen faktörleri anlamaya çalışmak olduğunu belirten Weber Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu’nda bir tarihsel birey olarak Protestan’a odaklanır ve burada (hepsinin kaynağında fikirler bulunan) farklı tutumlar, değerler ve inançların Protestan’ın düşünme ve davranış biçimlerini nasıl yapılandırdığını araştırır.
Weber’e göre tarih, kendi bütünlükleri içerisinde asla tam olarak kavrayamayacağımız bir tikeller akışıdır.
‘Toplumsal eylemin anlaşılmasını ve onun yönünü ve sonuçlarını nedensel olarak açıklama’yı sağlayan tarihsel teorileri savunan Weber, daha önce belirttiğimiz gibi, genel yasalar aramayı reddeder. Çünkü, soyut ve zamandan-bağımsız yasalar, doğa bilimlerinde olduğu gibi, tipik ve tekrarlanan olaylara odaklanmayı gerektirir.
Pozitivist ve hermeneutik yaklaşımı bir araya getirmeye çalışan Weber nomolojik (yani, yasalar veya yasa-benzeri genellemeler hakkındaki) bilgi konusunda ara bir konumu benimser. Bu anlamda kültür ve doğa bilimlerinin farklı metodolojilere sahip olmaları gerektiğini savunur.
Marx tarihsel gelişme yasalarının varlığını kabul eder ve sonuçta feodalizmin kaçınılmaz olarak kapitalizme doğru gittiğini ve kapitalizmin de engellenemez bir biçimde daha insanî bir komünist topluma doğru ilerlediğini düşünürken, Weber aksine, hiçbir tarihsel gelişme yasası bulunmadığını ve Batıda kapitalizmin bir dizi tesadüfî olay sonucunda (olumsal bir biçimde) ortaya çıktığını öne sürer.
Modern kapitalizmin oluşumunun rasyonelleşme sürecinin bir yansıması olduğuna inanır. Ona göre, ekonomik ve siyasal alanlarda rasyonel-hukukî egemenliğin etkisiyle toplumsal dünyanın büyüsü bozulmuştur. Fakat geleneğin büyüsünü bozan modern, kapitalist kültür, insanları özgürleştirmek yerine, kapitalist toplumsal ve ekonomik kurumlarla birleşerek, insanları hiçbir kaçışın mümkün görünmediği ve artık hiçbir dinsel meşrulaştırmanın bulunmadığı, bireylerin bu devasa aygıta karşı çıkabilme kapasitesini zayıflatan ve toplumsal hayatın giderek daha fazla parçasının hesaplanabilir, rasyonel, etkili ve duygusuz bir niteliğe dönüştüğü bürokrasinin ve rasyonel hukukî otoritenin ‘demir kafes’i içine sokmaktadır. Bunun ana iç dinamiklerden biri her toplumun ayrılmaz bir parçası olan güç mücadelesidir.
Onun toplumsal düzen veya yapı anlayışında merkezî kavram egemenliktir. Egemenlik “toplumun bazı kesimlerinin diğerleri üzerinde ne yapmaları gerektiğini söyleme otoritesine sahip olduklarını ve bunun bir sonucu olarak, otorite konumundakilerin kaynakların dağılımını kontrol edebileceklerini” ifade eder. Bu yüzden, meşru düzen egemenlik sistemleri üretir. O hâlde, egemenlik örüntülerini araştırmadan bir toplumun hem nasıl işlediğini hem de nasıl değiştiğini anlayamayız.
Weber’in ünlü otorite tipolojisi içinde üç tür otorite yer alır.
- Bunlardan ilki geleneksel otoritedir. Söz konusu otorite, geleneklerin şemsiyesi altında, eski geleneklerin önemine ilişkin yerleşik inanç çerçevesinde işleyen ya da bir gelenek içindeki örf ve uygulamalara uygun olarak seçilmiş kişilerin kabul görmesi ve ayrıcalığına olan yerleşik inanca dayalıdır. Krallar, kraliçeler ve dini erkânın otoritesi gibi.
- İkinci olarak karizmatik otorite, olağanüstü kişilik (peygamberlik, kahramanlık gibi) özellikleri olan karizmatik bireyin koyduğu kurallara adanmaya dayalı otoritedir.
- Son olarak rasyonel-hukuki otorite ise dini kurallar ya da geleneklere değil de akıl temel alınarak yapılmış yasalara ve kurallara dayalıdır.
Devlet meşru şiddet araçları tekeline sahip tek kurum olsa da basitçe bir güç kabı değildir, “yurttaşlar devletin buyruklarına sadece cezalandırılma korkusuyla değil, aynı zamanda onu bir meşru otorite olarak gördükleri için uyarlar. Her otorite sistemi önemli ölçüde gönüllü itaate dayanır ve bunu sağlamak için meşruiyet görünümüne bürünür”.
Karizmatik lideri ne gelenekler ne de hukukun kısıtladığını belirten Weber’e göre, aksine “onun cazibesinin ardında yerleşik âdetler ve kuralların dayattığı kısıtlılıkları yıkarak devrimci bir dönüşüme yol açması gerektiği düşüncesi vardır. Karizmatik lider yenilikçidir ve gücünü karizması sayesinde meşrulaştıran bir siyasal lider büyük ölçekli yenilikler yapabilecek kuvvete sahiptir”. Karizmatik liderlerin ortaya çıkma ve tarihin akışını değiştirme ihtimali toplumsal çözülmeden kaynaklanan krizlerde daha yüksek ve yoğundur. Sistem tıkandığında ve mevcut geleneksel liderler tarafından çözülemediği için krizler şiddetlendiğinde yeni lider arayışları başlar veya daha sınırlı çapta otoriteye sahip liderlerin karizmaları artar. Karizmanın rutinleşmesi, uzun vadede otoritenin kişi temelli olmaktan çıkarak kurum temelli olması sürecini ifade eder.
Ancak, insanlık tarihinde tesadüfler (olumsallıklar), daha doğrusu konjonktürel gelişmeler önemli rol oynadığı için, sistemin araçsal-rasyonel yönde mi yoksa değer-rasyonel yönde mi gelişeceği kesin değildir.
Ona göre, ekonomi sosyolojik anlayış için merkezî bir öneme sahip olmasına rağmen, toplumsal hayattaki her şey ekonomiye indirgenemez.
Fikirlerin Toplumsal Eylemi Yapılandırması: Protestan Ahlâkı Örneği
Weber’e göre Protestanlık (özelde Kalvinizm), daha rasyonel bir dünya görüşüne vurgusuyla, Batı kapitalizminin ortaya çıkışının fikrî temelinin şekillenmesine hizmet etmiştir. Bir fikirler bütünü olan Kalvinizm, Batı kapitalizminin ortaya çıkışının gerekli koşulları olan toplumsal değerler ve toplumsal eylem tiplerinin gelişmesini sağlamıştır.
Weber’e göre kapitalizmin ortaya çıkışı için gerekli rasyonel davranış çileci Protestan ruh içinde doğan bir dinsel ödev duygusunun ürünüdür. Rasyonel iktisadî davranışın kaynağı (16. ve 17. yüzyıldaki) Kalvinist kader inancı ve Kalvinizmde bulunan dinsel ‘ödev fikri’dir. Weber’in araştırmasının ana vurgusu Batı’da gelişmekte olan rasyonalitedir, Batı uygarlığına özgü hangi toplumsal faktörlerin rasyonelleşmeye yol açtığını anlamaya çalışır.
İnsanların davranışlarında kendiliğindenlik ortadan kaybolmaktadır; her şey bir kafese aittir ve modern dünyada gizem veya heyecana çok az yer vardır. Rasyonelleştirilmiş diğer tüm kurumsal alanlarda olduğu gibi, piyasa ekonomisi, kendi yasalarına sahip kişiler üstü bir düzen haline gelir. Köklü âdetler ve gelenekler, hatta din rasyonel organizasyona tâbî olmuş veya kendini onun gereklerine uyarlamıştır. Bürokrasi bu düzenleyici yönetimin, kişisel-olmayan ve tarafsız gücün bir örneğidir.
Bu yüzden bürokrasi, kesinlikle insanlara değil kurallara, bir kişisel ilişkiler ağına değil bir görevler hiyerarşisine dayandığı için, en etkili ve teknik bakımdan en üstün organizasyon biçimidir.
Weber sosyal sınıfların, yani üretim araçlarının mülkiyetine dayalı ilişkilerin önemini yadsımasa da, sınıflar aynı tipten insanları içerirken, gerçek, somut gruplaşmaların, etkileşimlerin iktisadî sınıfsal tabakalaşmanın karşıtı olan statü grupları etrafında şekillendiğini düşünür. Weber’in Marksçı bir sınıflar teorisinden hareketle daha ileriye taşıdığı bir görüş iktisadî mücadelenin Marx’ın gösterdiğinden daha çok yönlü olduğudur: “Sınıflar statü gruplarına ayrışır ve iktisadî piyasaların belirli kesimlerini kontrollerine geçirirler.