Marx’ın temel görüşleri diyalektik ve tarihsel materyalizmi dikkate alarak anlaşılabilir.
Hegel varlık anlayışında sonlu dünyadaki şeylerin, yani insanlar veya diğer fizikî nesnelerin gerçek olduklarını reddeder. Sonlunun hiçbir gerçek varlığa sahip olmadığını, asıl hakikatin akıl sayesinde keşfedildiğinde vücut kazanacağını öne sürer. Ona göre, duyularla algılanan objeler gerçek şeyler olmayıp, sadece daha nihaî bir gerçek olan düşüncelerin olgusal görünüşleridir.
Sadece fikirler gerçektir, nihaî fikir Tanrı’dır. Öte yandan, Tanrı (sonsuz) ve insanlar (sonlu) arasında içkin bir diyalektik ilişki vardır. Diyalektiğin özü çelişkidir: her kavram karşıtını, olumsuzlamasını içerir.
Hegel için emek zihinseldir. Zihinsel emek onun için insanın özünü teşkil eder. Marx için ise, emek üretim etkinliğidir. Çünkü, insanlar bu dünyada gıda, giyim ve barınak gibi fiziksel ihtiyaçlarını sadece üretici etkinlikler sayesinde karşılayabilmektedirler.
İdealizmi tamamen reddeden Marx, Hegel’in diyalektik yöntemini gerçekliği anlamanın önemli bir aracı olarak görür. Marx’a göre, hiçbir mutlak hakikat olmadığı için, insan düşüncesi veya eyleminin hiçbir ürünü tamamlanmış/ nihaî olamaz. Bilim sadece bilgiyi artırabilir, ancak mutlak gerçeğe ulaşamaz. Her toplum insan gelişiminin sonsuz akışı içinde sadece bir geçiş evresidir.
Diyalektik Materyalizm
Belirli bir toplumsal formasyon, yani “farklı üretim tarzları bileşimi” belirli bir zaman diliminde birçok farklı çelişki içinde, her biri bütünün karakterini belirli ölçüde belirleyen ve ayrıca kendi içinde bütünün karakterini ‘yansıtan’ kompleks karşılıklı egemenlik ve tâbilik ilişkileri içinde “yer alır”, bu anlamda, çelişkiler ‘üst-belirlenir’.
Bu açık uçlu tarih yaklaşımı toplumsal değişme hakkında iki varsayıma dayanır:
- Bir toplumun ideolojik üstyapıları esasen maddî temelleri tarafından koşullandırılır
- üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkiler hem onların kendi yapıları içinde değişimlere hem de zamanla nitel olarak yeni formların ortaya çıkmasına yol açar.
Marx, kapitalizmin temel ‘çelişkiler’inin ( üretici güçler ve toplumsal üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin ve ayrıca, bu çelişkili yapılar temelinde sınıflar–işçiler ve kapitalistler–arasında oluşan antagonizmanın, uzlaşmaz çelişkinin) kaynağı ve kökeni olarak değerlerin üretimi olarak üretim ve kullanım değerlerinin üretimi olarak üretim ayrımı yapar.
Marx, değerlerin üretimi olarak üretim ve kullanım değerlerinin üretimi olarak üretim arasında yaptığı ayrım ile kapitalizmin gelişimi ile birlikte üretim ilişkilerinde yaşanan değişime dikkat çekmek ister. Eskiden kendi kendine yeten bir ekonomide mal ve hizmetlerin sadece geçim için kullanılması değerlerin üretimi olarak üretimdir. Üretimin sadece geçim için olmaktan çıkması, kullanılan mal ve hizmetlerin artık pazarda alınıp satılması; yani metalaşma süreci ise kullanım değerlerinin üretimi olarak üretime karşılık gelmektedir. Değişme şeylerde (kavram, embriyonik gelişme, olgunluk ve ölümde) içkindir.
Diyalektik analizin temel özellikleri aşağıdaki gibi ifade edilebilir:
Diyalektik analiz yönteminde toplumsal dünyanın farklı parçaları arasında basit, tekyönlü değil, çok yönlü ve boyutlu bir neden-sonuç ilişkisi olduğu kabul edilir.
Diyalektik yaklaşım ilişkiseldir. Toplumsal dünyanın farklı yanları içindeki ve aralarındaki ilişkilere odaklanır: bir toplumsal birim asla bir başkasından soyutlanarak tek başına incelenemez.
Diyalektik tarzda düşünen bir sosyolog (i) çağdaş dünyanın tarihsel kaynaklarıyla ve (ii) toplumun gelecekteki yönelimiyle ilgilenecektir. Geleceğe bu ilgi diyalektik sosyolojinin doğası gereği politik olmasının temel nedenlerinden biridir. O geleceğin dünyası hakkındaki bir tasavvurdur ve söz konusu dünyaya varlık kazandıracak pratik etkinliklerle ilgilidir.
Diyalektik Materyalist Yöntem
Marx’a göre, gözlemlerden hareketle oluşturulan soyutlamalar gerçek tarihten bağımsız olarak ifade edildiklerinde değersizdir.
Marx’a göre, çalışma, dünyayı daha iyi kılma ve değiştirme, insan ihtiyaçlarına daha uygun hâle getirme ve böylece insanî varoluş ve potansiyeli geliştirme kapasitesi insanın özünü oluşturur.
Marx’a göre tarihteki bütün toplum biçimlerini anlayabilmenin anahtarı üretim tarzı kavramıdır. Marx’ın bu fikrine göre, tarihin temel değişme uğrakları olan, insanlığın başlangıcından beri var olan ve varlığını tarihte her zaman hissettiren üretim tarzları (iktisadî yapısı) ve onların ayrılmaz bir parçası olan toplumsal üretim ilişkileri (eylemler) arasında bir karşılıklılık vardır. Başka deyişle, her üretim tarzı kendini sürdürebilecek uygun toplumsal ilişki biçimlerini yaratmak zorundadır.
İnsanlar “geçim araçlarını üretmeye başladıkları andan itibaren hayvanlardan ayrılmaya başlarlar”.
Özetle Marx’a göre, üç nedenle toplumsal hayatın temelini ekonomik üretim oluşturur:
- Üretici etkinlik insanın doğasını belirler.
- Üretici etkinlik, fiziksel varoluş koşullarını sağlayıncaya kadar bir başka şey yapamamamız anlamında, mantıken diğer etkinliklerden önce gelir.
- Üretici etkinliğin yapısı diğer toplumsal etkinliklerin kazanacağı biçim açısından nedensel sonuçlara sahiptir.
Kapitalizm insanlara kendi insanî potansiyellerini gerçekleştirebilmeleri için önceki toplumlara göre oldukça yeni ve çeşitli kompleks imkânlar yaratmasına rağmen, oldukça baskıcı bir yapıya sahip olduğu için bunun önünde ciddi engeller yarattı veya eşitsiz ve sömürücü doğası nedeniyle daha ayrıcalıklı kesimlere, kendi deyimiyle egemen sınıflara bu imkânı tanıdı.
İhtiyaçlar insanların genellikle doğrudan ulaşamadıkları şeyler için hissettikleri arzulardır, tıpkı güçler gibi insanların içinde yer aldıkları toplumsal ortamdan önemli ölçüde etkilenirler. Bu yüzden, insanî güçler ve ihtiyaçlar en yüz yüze ilişkiler düzeyinde bile bir bütün olarak genel toplumsal ortam dikkate alınmadan anlaşılamaz.
Marx’a göre, kapitalizm insanların çoğunun yaratıcı etkinliklerinin fiilen bir kenara itildiği, sadece arzu ettiği mallara sahip olabileceği miktarda para kazanmayı isteyecek duruma düşürüldüğü, insanî potansiyellerin açığa çıkarılmasından ziyade mülkiyetin asıl hedef hâline geldiği bir çağdır. Kapitalist toplumda emek kısmen farklı ve saptırılmış bir yapıya sahiptir, kendi içinde bir hedef, insanî yeteneklerin bir ifadesi olmak yerine, bir amacın aracı durumuna (para kazanmaya) indirgenir.
Marx yeni ihtiyaçların yaratılmasını, basitçe kapitalizmin ürettiği bir şey değil, aslında aynı zamanda insan olmanın, insanî potansiyellerin açığa çıkmasının, cisimleşerek gerçeklik kazanmasının, yeni insanî ifade biçimlerinin oluşumunun ayrılmaz bir parçası olarak görür. İnsanlar üretim veya çalışmayla, bir yandan kendilerini ifade ederken, öte yandan ihtiyaçlarını daha iyi ve üst düzeyde karşılayabilecek farklı türden daha gelişkin ve kompleks araçlar, yöntemler geliştirirler. Bunlar da yeni ihtiyaçlar yaratır. Böylece, her zaman karşılıklı ilişki içinde olan, birbirlerinden bağımsız olarak düşünülemeyecek üretim ve tüketim süreçleri her zaman birikimli olarak, yani bir ihtiyaçlar bütünü doyurulduğunda yenileri ortaya çıkacak biçimde birbirlerini besler. Yeni ihtiyaçların yaratılması sürecinin ve buna bağlı olarak üretim ve tüketim tarzlarının değişmesinin toplumsal ilişkilerdeki merkezî rolü nedeniyle, Marx’a göre sosyal teorinin tarihsel değişimle, değişimin yönü ve kaynağıyla ilgilenmesi gerekir. Marx çoğu insanın çalışarak kendi insanî potansiyelini ifade imkânının işbölümüne içkin sömürü ve yabancılaşmanın yarattığı güçlükler nedeniyle engellendiğini düşünür.
Marksizmde sömürü temel bir rol oynar ve bir işçinin ücret olarak aldığı değer ile üretilen ve kapitalistin el koyduğu değer arasındaki farkı anlatır.
Yabancılaşma, insanların üretim faaliyetleriyle, ürettikleri ürünlerle, beraber çalıştıkları işçilerle ve kendi potansiyelleriyle aralarındaki doğal ilişkilerin yıkılmasıdır.
İşbölümü, özellikle kapitalizmde fiziksel ve zihinsel emek arasında, üretim araçları sahipleri ve varlıklarını sürdürmek için emek-zamanlarını satmak zorunda olanlar arasında belirgin ve derin bir ayrışmaya yol açar. Bireyin güçleri sadece üretim sürecindeki bir âlet seviyesine düşürülür. Her birey ürünün son haline sadece küçük bir katkıda bulunur. İşçi üründen ve o üretildikten sonra ortaya çıkan her şeyden koparılır.
Özetle, işbölümü, paradoksal olarak, proleterlerin kendilerini köleleştiren kapitalizmi sürekli yeniden-üretmeleri anlamına gelmektedir. Başka deyişle, egemen sınıf üyelerinin yararına mallar üretmeyi sürdürebilmek için, alt sınıfların daima emek güçlerini satmak zorunda kaldıkları her toplumda bir tabakalaşma yapısı vardır. Ona göre, söz konusu sorunlar sadece kollektif mülkiyetle çözülebilir
Kapitalist Toplumsal Yapılar
Marx’ta yanlış bilince yol açan, dolayısıyla toplumsal değişmeyi engelleyen bir süreç meta fetişizmidir. O bireylerin metalara değerlerini kazandıranın kendi emekleri olduğunu unutmaları, değerin şeylerin doğasından kaynaklandığına veya metaya değerini piyasanın kişisellikten-uzak işleyişinin kazandırdığına inanmaya başlamalarıdır. Birey metalara ve piyasaya gerçeklik yükleyerek onlar üzerindeki kontrolünü giderek yitirir.
Değişmeyi engelleyen ilişkili bir başka faktör şeyleştirmedir. Şeyleştirme insanlarca yaratılan toplumsal formların doğal, evrensel ve mutlak olduklarına ve neticede gerçekte söz konusu nitelikleri kazandıklarına inanılmasıdır. Şeyleştirmede insanlar toplumsal yapıların kendi kontrolleri dışında ve değişmez olduklarına inanırlar. Ritzer’in ifadesiyle, bu inanç çoğu kez kendini doğrulayan kehanete dönüşür. İnsanlar toplumsal yapılar, kurumlar ve süreçlerin kendi kontrolleri dışında ve değişmez olduklarına inandıklarında onlar karşısında itaatkâr bir tutumu benimserler. Böylelikle aslında söz konusu yapı, kurum ve süreçleri yeniden üretmiş olurlar.
Özel mülkiyeti yaratan şey, kapitalizmin diğer yapısal bileşenlerinde olduğu gibi, işçilerin emeği olmasına rağmen, o aslında yabancılaşmış emeğin, işçinin doğayla ve kendisiyle dışsal ilişkisinin ürünü, sonucu, gerekli bileşenidir. Fakat işçiler bu gerçeği göremez ve nihayetinde kendi ürettikleri bu şey üzerindeki kontrollerini yitirirler. İşçiler özel mülkiyeti kontrol altında tutmak yerine, onun hâkimiyetine girerler.
Kapitalist Genişlemenin Mantığı
Bu genişleme ve yayılmanın itici gücü rekabettir: sistem içinde her burjuva diğerleriyle rekabet hâlindedir. Rekabetin mantığı acımasız bir etkililik/ verimlilik dürtüsüne yol açar.
Bir toplumdaki ana sosyal sınıfların üretim araçlarının mülkiyetine sahip olup olmama temelinde tanımlanabileceğini öne süren Marx’a göre, bir sosyal sınıfın gelir kaynağına veya işbölümü içindeki işlevsel konumuna göre tanımlanması büyük bir sınıflar çeşitliliği algısına yol açarak daha basit bir gerçekliği giderek daha karmaşık hâle getirecektir.
Marx’a göre, tüm sınıflı toplumlar, iki sınıf arasındaki temel bölünme çizgisi etrafında şekillenir. Bu sınıflardan biri egemendir. Diğeri ise tâbî konumdadır. Ve bu ikisi arasında açık bir çıkar uzlaşmazlığı söz konusudur. Uzlaşmazlık ise, beraberinde çatışma getirir.
Marx sınıfları üretim ilişkileri ile toplumun geri kalan kesimi veya toplumsal ‘üstyapı’ arasındaki temel bağlantı noktası, sınıfsal ilişkileri siyasal güç dağılımının ve siyasal organizasyonun ana ekseni olarak görür: birbirinden ayrılması imkânsız olmasa da, ekonomik ve siyasal güç yakın ilişki içindedir.
Marx’a göre, belirli bir üretim organizasyonu biçiminin sürdürülmesi, üretim koşullarının yeniden-üretilmesi bazı temel koşulları gerektirir:
- yeterli miktarda ve uygun işgücünün varlığı ve ekonominin işlemesini sağlayabilecek ilgili emek türünün üretilmesi.
- Uygun olabilmek için, emek-gücünün hem mevcut işleri yürütebilecek kapasiteye, hem de bunu gerçekleştirebilecek bir zihniyete ve motivasyona sahip olması. Bu zihniyetin amacı, çalışanları mülk sahibi sınıfın üretim süreci içindeki konumunu kabul etmeye, itaatkâr davranmaya ve sistem içinde işbirliğine yöneltmektir. Bu zihniyet sorgulanmadan benimsenmeli, yani üretilmeli ve yeniden-üretilmelidir.
Bu yüzden, egemen sınıfın toplumdaki genel ilişkilerin düzenlenmesinde çıkarı vardır. Özetle, mülk sahibi sınıfın çıkarları onun politikayla doğrudan ilgilenmesini gerektirir. Siyasal egemenlik kadar entellektüel kontrolü, hegemonyayı sağlamaya çalışır. Bunun için düşüncelerin yaratılması ve dolaşımıyla ilgili kanalları kontrolü altında tutar.
Marx’a göre bireylerin eylemleri bilincinde olmadıkları güçler tarafından belirlenir. Bunların başlıcalarından biri egemen sınıfların gerçek sömürü, baskı, eşitsizlikler, adaletsizlikleri kendi gerçek çıkarlarını gizlemek, meşrulaştırmak, doğallaştırmak için şekillendirmeye çalıştıkları ideolojilerdir. İdeolojiler gerçekliğin kabul edilmesi imkânsız yanlarını gizler, fazla mükemmel olmayan şeyleri yüceltir, ne gerekli ne de doğal olan şeyleri gerekli ve doğalmış gibi gösterirler.
Ancak Marx insanların doğası gereği rekabetçi varlıklar olduğunu kabul etmez ve insan türünün doğal, değişmez rekabetçi yapısından söz etmenin yanlış, çarpıtılmış bir insan doğası resmi sunmak olduğunu, bu yüzden bu türden tasvirlerin acımasız bireysel rekabete dayalı bir sosyoekonomik sistem olan rekabetçi kapitalizmi meşrulaştırmaya hizmet ettiklerini öne sürer.
Marx’a göre, mevcut sistem iki şekilde meşrulaştırılır:
- kapitalist sistemin temel insanî doğalarımızı tamamen özgür bıraktığı ve böylece insanları en uygun hâle getirdiği
- rekabetçi doğaya sahip olduğumuz için rekabetçiliği kabul etmeme veya yumuşatma girişimlerine fazla yer olmadığı, ‘doğal’ varlıklar olduğumuz için hiçbir alternatif mümkün olmadığı ve bu yüzden rekabetçi kapitalizmin değiştirilemeyeceği öne sürülür.
Bireyler kendi özgür seçimlerine göre davrandıklarını düşünseler bile, daha ziyade sadece yönetici sınıfın çıkarlarına uygun bir biçimde ve sistemin kendi varlığını sürdürebilmek ve başarılı olabilmek için kendilerinden beklediği biçimde davranırlar.
Giddens’a göre, Marx’ın ideoloji yaklaşımında ilişkili iki vurgu vardır:
- İçinde etkinliklerini gerçekleştirdikleri toplumsal koşullar bireylerin içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin algılarını koşullandırır.
- Sınıflı toplumlarda çağın yönetici fikirleri yönetici sınıfın fikirleridir, fikirlerin yayılması büyük ölçüde toplumdaki ekonomik güç dağılımına bağlıdır.
İdeoloji bu ikinci anlamında toplumsal ‘üstyapı’nın bir parçasıdır: bir çağın yaygın ahlâk anlayışı egemen sınıfın çıkarlarını meşrulaştırmayı sağlayan bir etkendir. Yönetici sınıfın fikirlerinin egemen fikirler olmasının nedeni, “kendi çağındaki fikirlerin üretimi ve dağılımını düzenleme” kabiliyetidir.
Tarihteki somut bütün toplumları temel bir çıkar çatışmasının, uzlaştırılamaz bir karşıtlık olan sınıf mücadeleleri nin şekillendirdiğini öne süren Marx’a göre, toplumlar uzun vadede istikrarsızdır.
Tarihte yeni üretim organizasyon araçları–birer ilerleme oldukları için–mevcut sistemin yerine geçecek potansiyele sahip olacak ve böylece mevcut sisteme ve yönetici gücü bu sisteme dayanan sınıfa karşı tehdit oluşturacaklardır.
Tarihin Yasaları
Marx ve Engels’e göre toplum belirli evrelerden geçerek evrimleşir, fakat her bir ‘evre’nin temel kurucu unsurları olan ve bir ‘evre’nin bir başkasına dönüşmesiyle sonuçlanan faktörler üretimin ekonomik karakteristiklerini ve ona eşlik eden toplumsal organizasyonu oluşturan ‘maddî’ unsurlardır.
Marx’a göre, bir teknoloji insanlar arasında belirli türden ilişkileri gerektirir. Örneğin, atla çekilen bir saban tek kişiyle kullanılabilirken, bir fabrika açıkça kompleks bir ekip çalışmasını, diğer şeylerin yanı sıra, işin uzmanlaşmış görevlere ayrıntılı olarak bölünmesini gerektirir.
Marx burada teknolojik determinist bir bakış açısına sahip değildir. Yani teknolojinin toplumsal değişmenin ardındaki temel dinamik olduğunu düşünmemektedir. Çünkü ona göre, insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerdir ki belirli bir teknolojiyi mantıklı ve pratik kılmaktadır. Yani toplumsal üretim ilişkileri hem teknolojiye hem de toplumsal değişmeye yön vermektedir.
Bu yüzden, insanların varoluşlarını belirleyen bilinçleri değildir, aksine toplumsal varoluşları bilinçlerini belirler.
Özetle, Hegelci diyalektik modelde, tarihin belirli bir evresinden bir sonraki evresine geçiş zaten mevcut evrede bulunan bir şeyin gelişmesini ve bu gelişmenin mevcut koşullarda sürdürülemeyecek bir noktaya gelmesini gerektirir. Kapitalizm için de geçerli olan bu mantığa (yasaya) göre, daha önceki toplum biçimleri gibi her sistem içinde kendi yıkımının tohumlarını barındırır ve sonuçta mevcut potansiyelini gerçekleştirmek için kendisini kapitalist düzeyin ötesine taşıyacak temel unsuru üretmek zorundadır. Kapitalizmdeki ilişkili bu gelişme proletaryadır.
Dört Tarihsel Evre
İlk evre, İlkel Komünizm, avcı-toplayıcıların doğal kaynakları ortaklaşa kullandıkları, kişinin sadece giyim veya kabilenin mallarından temelde farklı olmayan basit araçlara sahip olduğu “ilkel ve kaba durum” dur. ‘Üretim araçları’nda hiçbir önemli ayrıştırıcı özel mülkiyet ve bu yüzden hiçbir sosyal sınıf yoktur. Bu evre bir sınıfsız toplum olan ‘komünizm’dir.
İnsanlığın uzun bir gelişme sürecine başladığı ikinci evre Köleci Toplumdur. Bu toplumun olumlu yanı üretim kapasitesinde artış sağlaması, olumsuz yanı sınıfsal farklılaşmanın, üretim araçlarında özel mülkiyetin ortaya çıkışı ve bir sınıfın diğerini sömürmesidir.
Sınıfsal ilişkilerin ve üretim ilişkilerinin özünde aynı kaldığı üçüncü evre Feodalizmde toplumsal ve iktisadî düzen daha komplekstir. Feodalizm, daha ileri üretim teknolojilerinin gelişimini yansıtır.
Dördüncü ve mevcut evre Kapitalizmde mülksüz emekçi bir köle veya serften farklıdır, emek gücünü (özgürce!) serbest piyasada satar, ancak yine de sömürülür ve bu sömürü üretim araçlarında özel mülkiyetin ve böylece hiçbir sınıfsal farklılaşmanın olmadığı İleri Komünizm günışığına çıkıncaya kadar ortadan kaldırılamaz.
Ona göre bu süreç kaçınılmaz evrimcidir: daha önce feodal soylu sınıf gibi, “burjuvazi bizzat kendi ölümüne yol açacak silâhları üretmektedir”.
Marx ve Engels, tarihi anlam-yüklü bir şey olarak yorumlamak kaygısıyla, Hegel’in kendi tarih teorisinde sıkıca benimsediği “tarihsel olayların anlamlarının ve bu yüzden, bilimsel açıklamalarının, yöneldikleri nihaî-durum temelinde modelleştirilmesi gerekir” biçimindeki Aristotelesçi görüşe başvurur. Onlar Hegel’in bu nihaî-duruma Geist’in ‘tam gerçekleşme’siyle ulaşılacağı fikrini reddedip, yerine kendi komünizm anlayışlarını geçirdiler.