Sosyolojinin incelemesinin iki ana unsurundan birisi yapı ise diğeri de değişimdir. Bu iki boyut birbirini beslemektedir. Belirli bir sosyal yapının zaman içinde yaşadığı farklılaşmalar toplumsal değişim olarak adlandırılır. Toplumsal değişim sosyolojinin en eski ve en çetrefilli konularından biridir.
Hangi farklılaşmaların toplumsal değişim olarak adlandırılacağı önemli bir tartışma konusudur
Bu bakımdan şu beş bileşenin kavramsal sınırları çizmek bakımından mühim olduğu görülmektedir:
- değişimin boyutu (büyük, orta ve küçük)
- değişimin vadesi (kısa, orta ve uzun)
- değişimin içeriği (bireysel, olgusal, kurumsal, yapısal ve sistemik)
- değişimin hızı (yavaş, aşamalı, evrimsel ve barışçıl ile hızlı, ani, devrimsel ve şiddetli)
- değişmin yönü (ileri, durağan, geri), (v) faili (yapı ve aktör) olarak sıralanabilir.
Bir değişimin ilerleme veya gerileme olduğuna yönelik bir yargı incelemeyi yapanın bakışına bağlı olsa da neredeyse sosyolojik incelemenin ana çizgisi bu izlek üzerinden meydana çıkmıştır
ilerlemecilik fikri, modern toplumun doğuşundaki belirli özel koşulların bir yansımasıdır ve ileriye doğru bir bakıştan ziyade bir tarih görüşü olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle modern toplumun kurucusu burjuvazinin aristokrasi ve kilise ile girdiği mücadelede kendi bulunduğu konuma dair tarihsel bir perspektif elde etmek üzere ilerlemeciliğe sıklıkla başvurduğu görülmektedir. Modern toplum bu bakışa göre tarihsel gelişmenin zirvesini ve toplumsal biçimlerin en mükemmelini temsil etmektedir.
İlerlemeci bir bakışa göre toplumsal değişme modernleşme ile eş anlamlıdır. Bu resmediş ilk defa devrim sonrası Fransa’sında karşımıza çıkar. Devrim kilise ve aristokrasiye karşı yapıldığı için, kilise ve aristokrasi ile ilişkili bütün düşünce ve kurumlar gerici olarak nitelendirilmeye başlarlar.
İlerlemecilik, tarihi mukadder bir siyasi, sosyal ve iktisadi geleceğe doğru akan, yani teleolojik bir süreç olarak görür. Sivil hakların kapsayıcı bir biçimde gelişmesi, siyasal düzenlerin anayasal bir düzene doğru evrilmesi ve son olarak pozitivist/ rasyonel bir bilim anlayışının yaygınlaşması ilerlemeci anlatıların en sık üzerinde durdukları değişim unsurlarıdır. Toplumsal değişime normatif anlamlar yüklendiğinde mesele artık bilimsel bir tartışmanın dışına çıkarak siyasal ve ideolojik bir konuya dönüşmektedir.
Aktör Problemi: Yapı-Eylem İkilemi
Toplumsal değişimde aktörün rolü öteden beri tartışılagelmektedir.
Bir grupta Hegel’den başlayarak Marksizmi ve işlevselciliği kapsayan yapısalcılık yer alır. Bu düşünce ekolleri benzer şekillerde olmasa da toplumsal değişimde yapının belirleyici olduğunu düşünmektedirler. Buna göre aktör (birey, grup, kurum ya da sınıf) belirlenen koşullar içerisinde hareket etmekte ve koşullar müsaade ettiği ölçüde değişimde rol sahibi olmaktadır.
Bunun karşısında ise Arthur Schopenhauer ile başlayan iradecilik bulunmaktadır. Weber, Schultz ve Garfinkel gibi yorumcu düşünürler sosyal dünyanın ne yaptığının farkında olan aktörlerden kurulu olduğunu dile getirmektedirler. Bu ikinci gruba göre eylem yapıdan önce gelir.
Giddens 1970’ lerde geliştirdiği yapılaşma kuramı ile bu noktada kendisinden önceki sosyal teorik gelenekleri birleştirerek önemli ve haklı bir yer edinmiştir. Temelde yapı-aktör karşıtlığını ortadan kaldıran bu kurama göre yapı bir kez kurulan ve sonra da işleyen bir mekanizma değildir. Aktör yapı içinde hareket etmekte fakat bir taraftan da onu dönüştürmektedir.
Toplumsal değişimin temel unsurları: (i) fiziki-coğrafi etkenler, (ii) demografik değişimler, (ii) bilimsel ve teknik gelişmeler, (iv) iktisadi etkenler, (v) din ve dünya görüşü ve (vi) sosyal hareketlerdir.
MODERN TOPLUMUN DOĞUŞU VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM
Sosyoloji modern toplumun doğuşunu ve gelişimini ele almak üzere ortaya çıkmış bir bilimdir. Özellikle Aydınlanma düşünürleri yeni toplumun oluşumunu tartışırken sosyolojik düşüncenin temel kavramlarını da oluşturmuşlardır.
Aydınlanma düşünürleri dendiğinde, İngiltere’de Bacon, Hobbes ve Locke’un deneyciliğiyle, J. Toland ve M. Tindal’ın doğalcılığı akla gelir. Fransa’da Descartes, Spinoza, Montesquieu, Voltaire ve Rousseau gibi isimlerle Diderot, Condorcet, d’Holbach, Turgot, Helvétius gibi Ansiklopedi çevresinde toplanmış düşünürleri akılda tutmak gerekir. Son olarak, Almanya’da ise, Leibniz, Grotius, Thomasius, Wolff, Lessing ve Herder gibi filozoflar, Peztalozzi ve Francke gibi eğitimciler ve nihayet aklı her alanda ön plâna çıkartan Kant, Aydınlanma düşünürleri arasında yer alırlar.
Montesquieu sadece doğanın değil toplumun da belirli yasalara göre hareket ettiği fikrini geliştirerek toplumsal değişimin mekanik bir süreç olduğuna dair ilk değerlendirme çerçevesini ortaya çıkarmıştır. Montesquieu, Romalıların Büyüklük ve Çöküş Nedenleri isimli eserinde Roma’nın çöküşünü olgulara bağlı olarak açıklamaktadır.
İlerlemecilik, iyimser bir felsefenin ifadesi olarak, ilerlemeye inanan, insanlığın giderek daha fazla ve yetkin bir bilgiye ve mutluluğa ulaşacağını savunan görüşü ifade eder. Bacon’la başlayan, Descartes, Kant ve Voltaire ile sürüp, Comte, Darwin ve Marx’ta en yüksek düzeye erişen bir tavır olarak ilerlemecilik, insan bilgisinin giderek gelişeceğini, insanın doğaya egemen olup, evrenin gizlerine nüfuz edebileceğini dile getirir.
Toplumsal Değişimin İktisadi Modeli: Ahlak, Sözleşme ve Düzen
İlerlemeci düşüncenin yeni bir toplum modeline dönüşümünü sağlayanlar ise İskoç Aydınlanmacılarıdır. 18. yüzyılda Kuzey’in Atinası olarak adlandırılan Edinburg’da ortaya çıkan bu düşünce ekolünün ayırt edici üç odaklanma alanı ahlak, tarih felsefesi ve ekonomi-politiktir.
Bernard de Mandeville (1670-1733) The Fable of the Bees isimli kamu menfaatinin bazen bozuk ahlaki özellikler olarak görülen niteliklerden ortaya çıkabileceğini ve dahası o güne kadar erdemli davranışın toplumsal düzen açısından düşünüldüğü gibi etkin olamayacağını ileri sürüyordu. Ona göre insan davranışları yüksek ya da düşük olarak nitelenemezdi. Zira yüksek ve erdemli olarak görülen davranışlar aslında toplum ve devlet tarafından işe yarar bulunanlardı. Buradan hareketle İskoç aydınlanmacıları bireysel çıkarlarla kamu menfaatinin çatışmadığını ve daha doğrusu burjuva toplumunun da ahlaklı olabileceğini göstermeye çalışmaktaydılar.
İskoç aydınlanmasının Adam Ferguson (1723-1816), Adam Smith (1723-1790), Dugald Stewart (1753-1828) ve William Robertson (1745-1814) gibi sonraki kuşaktan isimleri ahlak teorisini bir piyasa teorisine dönüştürerek toplumun kuruluşu ve değişimine dair genel bir model inşa etmişlerdir. Ferguson’a göre uygarlığı kabalıktan veya vahşilikten ayırt eden şey mülkiyet fikridir.
İskoç Aydınlanması’nın diğer bir saygın ismi olan Smith ise toplumların gelişmesini açıklayan bu iktisadi değerlendirmeyi daha da ileri bir noktaya taşımıştır. Smith’e göre toplumun temelinde insanların ihtiyaçlarını giderme arayışları bulunmaktadır.
İlerlemecilikten Sosyolojiye: Düzenin Tesisi ve Değişimin Kontrolü
Klasik sosyoloji Aydınlanmacıların açtığı bu yoldan geçerek ortaya çıkmıştır. Swingewood’un “toplumun ve özgün bir biçim olarak Batı toplumsal formasyonunun keşfi” olarak adlandırdığı bu süreçte ilerleme fikri yaşanan değişimi açıklamada ve modern toplumu temellendirmede önemli bir rol oynamıştır.
Aydınlanma düşüncesi içinde doğmuş ve olgunlaşmış olan evrimci gelişme teorisi sosyolojinin değişime yaklaşırken kullandığı ilk ve en uzun soluklu teorik ve kavramsal çerçeveyi sunmuştur.
POZİTİVİST, ORGANİZMACI VE EVRİMCİ TOPLUMSAL DEĞİŞME ANLAYIŞI
Sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan kapsamlı değişimler karşısında üç tepki gelişmiştir.
Liberalizm olarak adlandırılan ilk tepki olumludur. Liberalizm, doğaları gereği çıkarcı ve rasyonel hareket eden bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için devletin toplumsal barışı ve huzuru sağlama dışında devreye girmediği, her türlü müdahaleden uzak bir serbest piyasa toplumunu öngörür.
İkinci, yani muhafazakâr tepki doğrudan olumsuzdur. Bu gelenek içindeki toplumsal, kültürel, iktisadî, siyasal bütün yeni gelişmelerin yarattığı karışıklıklardan cidden rahatsız olan insanlar, kaybolduğunu düşündükleri huzuru bulmak için ya Ortaçağ toplumuna, Altın Çağ’a dönmeyi önerirler ya da düzenin doğal, ilâhî olduğunu, değişmenin, özellikle insanların müdahalesiyle değişim çabalarının bu doğal, kendiliğinden düzeni daha da çıkmaza sokacağını ve daha ciddi felâketlere yol açacağını öne sürerler.
Üçüncü tepki, sosyalizm öncelikle ‘kapitalist’ olarak nitelendirilen yeni dönemin yarattığı eşitsizlik, sömürü, baskı ve yabancılaşmaya karşı yoğun bir tepki biçiminde ortaya çıkarken, öte yandan özellikle Aydınlanma kaynaklı değişme ve yeni bir toplum vaadini benimser.
Pozitivist, organizmacı ve evrimci toplumsal düzen ve değişme anlayışının öncüsü Montesquieu’dür. İnsanların toplum yaratılmadan önce ‘doğa durumu’nda yaşadıklarını varsayan Hobbes, Locke ve Rousseau’yu eleştiren Montesquieu insanların hiçbir zaman toplumsuz yaşamadığını, toplumun ürünü olduklarını vurgular. O fizik bilimlerini temel alan bir toplum bilimi yaratmanın mümkün olduğunu düşünen ilk kişidir.
Montesquieu Kanunların Ruhu Üzerine’ye şu sözlerle başlar: “Yasalar, en genel anlamında, şeylerin doğasından kaynaklanan zorunlu ilişkilerdir. Bu anlamda, tüm varlıkların kendi yasaları vardır: Tanrının yasaları, maddî dünyanın yasaları, insanlardan üstün zekâların yasaları, hayvanların yasaları, insanların yasaları”.
Fakat Montesquieu bir ‘yasalar hiyerarşisi’ ima eder: “fizik madde benzeri ‘alt-düzey’ olgular, kendi işleyişlerini düzenleyen bilimsel yasalardan sapma göstermezler, ancak zekâ sahibi üst-düzey varlıklar yasalara ters düşebilir veya onları ihlâl edebilirler: bir toplumun bilimsel yasaları mutlak değil de olasılıklı bir yapıdadır”.
SAINT-SIMON
Saint-Simon toplumun bir makine veya gezegenler sistemi değil, yaşayan bir organizma olduğunu düşündüğü için, toplumsal olgulara ilişkin bilimsel araştırmanın doğa bilimlerinin metodolojisini benimsemesi, bilimsel bir sosyal bilimin yaşam bilimlerini model alması gerektiğini öne sürer. Ona göre fiziksel, kimyasal, biyolojik veya toplumsal, bütün olgular tek bir ilkenin işleyişini yansıtırlar. Bu tek ilke de Newton’un çekim yasasıdır.
Ona göre “bir organizma olarak toplum, bireysel üyelerin bilinçlerini aşan ve gerçekte belirleyen kendine ait bağımsız bir bilince sahiptir”.
Saint-Simon yine de tam determinist değildir. Çünkü tam determinizmin kadercilik olduğunu ve bunun bir toplumsal eylem programını anlamsız kılacağını düşünür. Birey hem bu şekilde tarihsel dinamikleri etkileyebilir, hem de ahlâken tarihsel yasalara uygun biçimde hareket etmekle yükümlüdür.
İnsan davranışının bilimsel olarak araştırılabileceği düşüncesine Comte’la tanışmadan çok daha önce ulaşan Saint-Simon bu görüşü benimseyen ilk toplum felsefecilerinden biridir.
Saint-Simon klâsik politik iktisadın merkezî tezi ‘kendiliğinden düzen’ fikrini reddeder ve İngiltere’de kök salan çoğulcu liberalizme şiddetle karşıdır. Saint-Simon’un savunduğu ve öngördüğü ‘yeni toplum’ üyelerinin faaliyetlerinin yönetici bir seçkinler grubunun kontrolü ve yönetimine tâbi olduğu otoriter ve hatta totaliter bir toplumdur.
Bununla beraber, bu yeni toplumun eski rejimden iki önemli açıdan farklı olduğunu düşünür: (i) yönetici seçkinlerin toplumun bütün kesimlerinden yetenek temelinde gelmesi ve (ii) bu seçkinlerin görevinin ülkeyi herkesin çıkarlarını gözeterek yönetmek olması.
Saint-Simon’a göre yeni toplum ‘eşitsiz’dir, seçkinlerin yönetimindedir ve kitlelerin seçkinlere itaat ettiği bir toplumdur. Pozitivist yaklaşımı nedeniyle bu yeni toplumun doğayla, doğa yasalarıyla uyum içinde olacağını, çünkü insanların doğaları gereği eşit yetenekler ve kapasitelere sahip olmadıklarını kabul eder.
Saint-Simon seçkinci bir düşünürdür. Erken dönem yazılarında bilim adamlarının, filozofların ve sanatçıların ‘doğal seçkinler’ sınıfını oluşturduğunu düşünmüştür. Buna karşılık geç dönem eserlerinde ise sanayici, tüccar ve zengin iş adamlarından oluşan grubu temel toplumsal sorunları çözebilecek mühendisler olarak görmeye başlamıştır.
AUGUSTE COMTE
Comte için sosyoloji kendisinden önce gelen bütün bilimlerin doruk noktasını temsil etmektedir. Bu bağlamda Comte toplumun hem düzeni hem de değişmeyi sağlayan ve düzenleyen insanî örgütlenme yasalarının bulunabileceğini düşünür.
Comte her şeyin organik analojilerle açıklanamayacağını kabul eder. Farklı kurumlar arasında uyumlu etkileşimlerin varlığını kabul etmesine rağmen, bu fikrin uç noktalara taşınması konusunda tereddütleri vardır.
Comte’un toplum ve yöntem anlayışı araştırma tekniklerinde bir işbölümüne dayanır. Ona göre toplumsal dünyayı açıklamak için dört temel tekniğe başvurulabilir:
- insan duyumlarıyla (ve teorinin rehberliğinde) ‘gözlem’
- özellikle ‘toplumsal patolojiler’i anlamada ‘deney’
- toplumun doğasındaki-özellikle toplumsal düşüncelerin doğasındaki-düzenli değişme örüntülerini yakalamada ‘tarihsel gözlem’
- insan ve hayvan toplumları, bir arada bulunan insan toplumları ve aynı toplumun farklı unsurları olan özel değişkenlerin etkilerini soyutlayan bir gözle ‘karşılaştırma’
Comte, sosyolojiyi “sosyal statik” (toplumsal düzenin araştırılması) ve “sosyal dinamik” (toplumsal ilerleme ve değişmenin araştırılması) biçiminde ikiye ayırır. Ona göre sosyolojinin, ister sosyal dinamikle ister sosyal statikle ilgilensin, bireylere değil, toplumsal yapılara, yani toplumsal kurumlara odaklanması gerekir. Bireyler sadece soyutlamalardır. Aile birey ve toplum arasında yer alan bir kurum olduğu için, sosyal analizin temel birimi birey değil ailedir.
Toplumsal düzenin temelinde görev dağılımı ve çabaların birliği olduğunu varsayan Comte ‘görev dağılımı’ ile işbölümünü ve buna bağlı olarak emeğin artan uzmanlaşmasını ve ‘çabaların birliği’ ile bütün toplumun eylemlerinin ortak bir hedef etrafında bir araya gelmesini, her şeyin bir tür güç veya otorite kurumu aracılığıyla koordine edilmesini kasteder.
Comte’a göre, işbölümü ve uzmanlaşmanın ihtisaslaşmış veya ‘bireyci’ hâle gelmesi ve insanların birbirlerinden büyük ölçüde kopmamaları ve/ veya uzaklaşmamaları için toplumun işleyişini birisinin veya bir şeyin kontrol etmesi zorunludur. Bu şey veya birisi ‘İnsanlık Dini’, yani sosyolojik/ pozitivist bir kilise olmalıdır.
Ütopist ve determinist olan Comte insan zihninin gelişiminin tâbi olduğu bir ‘temel yasa’yı keşfettiğini belirtir. İnsan zihninin gelişimine ilişkin bu üç hâl sırasıyla teolojik ya da kurgusal hâl, metafizik ya da soyut hâl ve bilimsel ya da pozitif hâldir.
- Teolojik hâlde insan zihni kendisini etkileyen her şeyin ilk ve son nedenlerine, başka ifadeyle mutlak bilgisine yönelir. Bu evrede bütün olayların Tanrı veya tanrısal kuvvetler tarafından yönetildiği düşüncesi egemendir. Bu ‘evre’nin belirgin özelliği olayların ardında Tanrı iradesinin aranmasıdır.
- Teolojik evreyi metafizik evre takip eder. Metafizik hâl teolojik hâlin basit bir dönüşümünden ibarettir. Burada doğal ve toplumsal olaylar soyut güçlerle açıklanır.
- Son evre pozitif evredir. Toplumsal evrimin sonucu olan bu evrede, insan zihni iyi düzenlenmiş bir akıl yürütme sayesinde metafizik olan her şeyi reddeder
HERBERT SPENCER
Spencer dönemin diğer çoğu sosyal bilimcisi gibi pozitivist ve evrimcidir.
1860’ larda İlk İlkeler adlı kitabında evrendeki büyük ayrışmaları-inorganik madde, hayat, zihin ve toplumu-bilimsel ilkeler aracılığıyla bütünüyle anlamayı amaçlar.
Onun toplum modeli, sosyolojisi doğa bilimleri ve fizik hakkındaki kabullerine dayanır. Bu makro şemanın iki temel kavramı ‘evren’ ve onun ayrılmaz bir parçası olduğunu düşündüğü ‘evrim’, diğer yardımcı ve ilişkili kavramları ‘farklılaşma’ ve ‘bütünleşme’, ‘çevre’ ve ‘denge’dir.
Fizik biliminin kavramlarını kullanan, evrendeki her türden bütün varlıkların genel fiziksel yasalara tâbî ve onların ürünleri, yansımaları ve uzantıları olduğunu düşünen Spencer’a göre, evrenin hâkim süreci evrimdir ve bu süreç basit yapı biçimlerinden daha kompleks formlar a doğru ilerler.
Belirli bir çevrede varlığını sürdürmesi gereken bu kompleks bütün bir sistem oluşturur ve bir araya gelen, farklılaşan ve yeniden bütünleşen kuvvetler (‘ madde’) varlığını sürdürdükçe sistem mevcut ortamda iç bütünlüğünü korur. Yine, maddenin korunumu yasası işlerlikte olduğu için bu enerji ortadan kaybolmaz, sadece başka bir biçime veya biçimlere dönüşür. Zamanla, sistemdeki işlerlikte ve etkileşim hâlinde olan ortamdaki kuvvetler sisteme yeniden canlılık kazandırır, bir araya gelmesi, farklılaşması ve bütünleşmesi için ona yeni bir hayat verir.
Spencer’ın evrim konusunu ele alırken öne sürdüğü açıklamalarında karşımıza üç temel aksiyom çıkar: i) kuvvetlerin sürekliliği, ii) maddenin yok olmaması ve iii) hareketin sürekliliği.
Spencer yukarıdaki üç aksiyomdan hareketle dört önerme daha sunar:
- Bütün gerçeklik düzeylerinde bir sürekli düzen vardır (evrendeki her şey bir ‘düzen’e sahiptir ve bilim insanının görevi bunu ortaya çıkarmak, betimlemek ve açıklamaktır)
- Kuvvetlerin birbirlerine dönüşmesi ve denklikleri (kuvvet asla kaybolmaz, sadece dönüşür)
- En az direnç veya en büyük çekim kuvveti ilkesi
- Kuvvetin bir ritme sahip olduğu ve yer değiştirdiği ilkesi .
Evrim bir maddenin bütünlüğü ve buna bağlı olarak daha az bütünlüklü, daha tutarsız bir homojenlikten daha bütünlüklü, heterojen bir biçime geçerken hareketin yayılması ve bu esnada korunan hareketin paralel olarak dönüşmesidir.
Evrensel “Homojenlik ve Heterojenlik” İlkesi
Maddenin (toplumun) homojen bir parçası iç-bütünlükten yoksunken, heterojen bir parçası iç-bütünlük sergiler. Spencer burada bir toplumun homojenden (askerî veya azgelişmiş bir durumdan) heterojene (sınaî veya gelişmiş bir duruma) doğru evrimleştiğinde dengesinin bozulduğunu, ancak heterojenliğe ulaştığında dengesini yeniden kazandığını ifade eder.
Homojenlik özünde istikrarsız, yani iç-bütünlükten yoksundur ve evrimin temel varlık nedeni homojen bedenlerin (toplumların) her zaman istikrarsız olmalarıdır. Her şeyin temel nedeni kuvvetin (maddî bedenleri, örneğin toplumu her yönden bombardıman eden sürekli, asla sona ermeyen kuvvetin veya kuvvetlerin) sürekliliğidir.
Organizmaların ve Toplumların Evriminin Ortak Örüntüleri
Spencer’ın burada ortaya koyduğu sosyal sistemlerde yapılaşmayla ilişkili model şu temel süreçleri içerir:
- sistem büyüklüğünde artışa yol açan kuvvetler
- birimlerin farklılaşması
- farklılaşan birimlerin bütünleşme süreçleri
- çevreye adaptasyon düzeyini artıran bir ‘iç bütünlüklü’ heterojenliğin yaratılması.
Bu süreçler temelinde kurumsallaşmayı bir büyüklük artışı, farklılaşma, bütünleşme ve adaptasyon süreci olarak gören Spencer’a göre, yeni bir sistem bütünleşme ve artan adaptasyon sayesinde kurumsallaşır, yani kendi içinde farklı unsurlara ayrışır ve daha fazla gelişebilir. Toplumun kendi içinde ayrışmasını olumsuz bir gelişme olarak görmeyen Spencer, bu ayrışmanın otoritenin merkezileşmesine yol açacağını, karşılıklı bağımlılık ilişkileri yaratacağını ve neticede çevreye adaptasyonu artıracağını düşünür. Bu aslında yeni ve daha üst düzeyde yeniden bütünleşmedir ve başarıyla sonuçlandığında sistemin adaptasyon kapasitesi, tersi durumda ise sistemin çözülme ihtimali artacaktır.
Spencer burada, diğer çoğu evrimciden farklı olarak, genelde ilerlemeyi onaylamasına rağmen, her zaman düz bir çizgide determinist, kaçınılmaz bir gelişme, farklılaşma ve bütünleşme süreci görmez.
Adaptasyon ve Seleksiyon
Mücadele adaptasyonda sergilenir; insanların hayatta kalabilmek için adaptasyon sağlamaları gerekir ve ‘en uygunlar’ en iyi adaptasyon sağlayanlardır.
Spencer’a göre dengenin sağlanması için bir çatışmanın kendi doğal işleyişine bırakılması, insanların (devlet gibi kurumların) çatışmaya asla müdahale etmemesi gerekir, çünkü çatışma doğal yollardan, yani sadece ‘en uygun’un hayatta kalmasını mümkün kılan doğal evrim süreçleriyle çözüme kavuşabilir. Bir toplumun doğuşu da bu evrimci kuvvetlere bağlıdır.
Spencer’a göre insanın evrimi ayrıca beraberinde belirli türden kontrollere yol açacak belirli korkuları getirir. Örneğin
- ilkel/ temel (insanlara evrim sırasında daha alt düzey hayvanlardan geçen) ‘hayatta kalabilme korkusu’ nihayetinde siyasal kontrollere (siyasal kuruluşlara)
- ilkel/ temel ‘ölüm korkusu’ dinsel kontrollere (dinsel kurumlara) yol açar.
- Toplumlardaki temel (ilkel) ‘çatışma korkusu’nun yansıması bir kurum olarak ordunun (homojen toplumun) doğmasıdır.
EMILE DURKHEIM
Durkheimcı teoride düzen/ dayanışma ve çatışmanın kaynağıyla ilişkili üç eksen kavram işbölümü, konsensüs ve ahlâkî normlardır.
toplum uzun vadede aynı kalarak genişlemesini sürdüremeyeceği için, Hegel’in ‘niceliğin niteliğe dönüşmesi’ fikrinde olduğu gibi, nüfus artışının yarattığı baskı mekanik bir toplumun doğasını değiştirmeye başlayacak, toplumun artan miktarlarla baş etme ihtiyacı uzmanlaşmanın, yani işbölümünün gelişmesine yol açacaktır.
Hegel’in diyalektiğinde ‘niceliğin niteliğe dönüşmesi’ fikrinin neye karşılık geldiğini bir örnek vasıtası ile anlamaya çalışalım. Bir kabın içinde ısıtmaya çalıştığımız bir suyu düşünelim. Isıtılan suyun sıcaklığı derece derece yükselecektir. Suyun sıcaklığı yüz dereceye vardığında ise su kaynamaya başlayacaktır. Kaynamaya başlayan su, buharlaşmış olarak değişim geçirecektir. İşte suyun kaynaması örneğinde görülebileceği gibi aynı anda su iki değişim birden geçirmektedir. Önce nicel bir değişim geçirmekte, derece derece suyun ısısı artmakta, belli bir süre sonra ise bu nicel değişimle birlikte nitel bir değişim gerçekleşmektedir. Yani su, yerini su buharına bırakmaktadır.
Toplumlar değişim sırasında bir toplumsal dayanışma esasından bir başkasına geçerken, özellikle bu geçiş süreci hızlıysa düzensizlik (anomi) ve bireyin toplumdan uzaklaşması (bencillik) söz konusu olabilir.
İşbölümü zamanla gelişirken, dinsel ve toplumsal hareketliliği etkileyen gelişmeler kollektif bilinci zayıflatır. Nüfus artarken din belirli bir dönem bütünleştirici etkisini kaybeder. Sosyal hareketliliğin artmasıyla örgütlü dinler farklı değerler, inançlar ve ahlâkî standartlara sahip grupların dogmalarını birbirlerininkilerle uyumlu kılma çabaları nedeniyle günlük hayattan geçici olarak çekilir.
Durkheim değişmeye yol açan üç normal dışı işbölümü biçimi tespit eder. Bunlar: Anomik işbölümü, Zorunlu işbölümü, Yetersiz koordine edilmiş işbölümüdür.
Durkheim’a göre işbölümü bir sosyal sistemde düzen ve birlik için gerekli konsensüsün önkoşuludur.