AYDINLANMA VE İLERLEME İDEASI: KANT VE HERDER
AYDINLANMA FELSEFESİNDE İLERLEME İDEASI
18. yy felsefi anlayışına genel olarak felsefe tarihinde Aydınlanma dönemi ya da Aydınlanma felsefesi denir Ortaçağın her şeyin tanrı tarafından belirlendiği anlayışının karşısına, Aydınlanma felsefesi, tanrı yerine insanı merkeze alan bir düşünceyle çıkmıştır. Aydınlanma düşüncesi her şeyin belirleyicisi olarak insan eğilimlerini ve aklı almıştır. Aydınlanma bu anlamda insan yaşamında geri ve barbarca olan bütün boş inanç ve dinsel dogmalardan kurtulmak demektir.
Aydınlanma düşüncesinin amacı dinin dogmalarını ortadan kaldırmak ve böylelikle de insanı özgürleştirmektir. Aydınlanma dönemi Avrupa’nın her yerinde aynı karakteri taşımamıştır. İngiltere’de kılgıcı bir deneycilik, Almanya’da eleştirel akılcılık Fransa’da ise radikal bir bilimcilik ve akılcılığa dayalı bir din eleştirisi olarak ortaya çıkar.
Aydınlanma döneminde akıl ve insan merkezli bakış açısı dinsel bakış açısının yerini almıştır. Akla dayalı açıklamalar yapmak her alanda aranır hâle gelmiştir. Böylece toplum ve devlet hayatında, genel olarak her türlü insan işlerinde laikleşme başlamıştır.
Tarih felsefesi terimi ilk defa Voltairé tarafından kullanılmıştır ve Voltairé’e göre tarih felsefesi tarihin yasalarını araştıran disiplindir. Aydınlanma düşüncesi modern akla dayalı bilimsel yöntemlerin gelişmesiyle insanlığın ve bir bütün olarak tarihin ilerleyeceği inancındadır.
İlerleme idesinin bir savunucusu olan Voltairé’e göre doğabiliminde olduğu gibi “tarihte de tek tek olayları birbirine bağlayan yasalar aranmalıdır; doğa bilgini gibi tarihçi de olayların çokluğu ve akışı arkasında gizli bulunan yasayı bulmaya çalışmalıdır”.
Voltairé’e göre tarih insan zihninin (esprit) gelişmesidir. Voltairé Essay on the Manners and Mind of Nations adlı yapıtında olguların ayrıntılarını izlemeyi değil, insanlığın barbarca bir köylülük durumundan hangi adımlarla geliştiğini göstermeyi önerir. Bunu yapmak için de düşüncenin (opinion) tarihini yazmak gereklidir çünkü “dünyayı dönüştürmüş olan bütün başarılı toplumsal ve siyasal değişimler düşüncedeki değişmeden dolayı” olmuştur ve Voltairé’e göre savaşlar ve dinler hümanitenin ilerlemesinin önündeki en büyük engellerdir, eğer onları ortaya çıkaran önyargılarla birlikte ortadan kaldırılırlarsa dünya daha hızlı ilerleyebilir.
Voltairé’e göre tarihe insan aklının egemen olmaması rastlantının egemen olması anlamına gelir ki bu ilerleme düşüncesi için zararlıdır, rastlantı ilerlemeye duyulan inancı ortadan kaldırır.
İnsan Tininin İlerlemeleri Üzerine Bir Tablo Taslağı adlı yapıtında Condorcet uygarlık tarihini on döneme ayırır ve onuncu dönem de gelecektedir, henüz yaşanmamıştır. Bu tarih taslağında tarih dönemleri büyük siyasi değişikler tarafından değil, bilgideki önemli ilerlemeler tarafından belirlenmektedir; buna göre bilginin ilerlemesi tasarımı toplumun ilerlemesi tasarımının da temelidir ve Condorcet’ye göre “uygarlığın tarihi Aydınlanmanın tarihidir”. Condorcet uygarlık tarihi üzerine çalışmakla tarihin yasalarının keşfedileceğini ve bunun da tarihteki olguları önceden bilmeyi sağlayacağını düşünmüştür.
Rousseau Aydınlanmanın ilerleme inancının karşısındaki düşünürlerden birisidir ve ona göre tarihin gidişatı bir ilerleme olarak görülemez. Çünkü tarihte uygarlaşmaya doğru gidiş aynı zamanda eşitsizliğin artmasıyla sonuçlanmaktadır. Tarihin gidişindeki sürekli artan bir eşitsizlikten dolayı tarih aslında eşitsizliğin tarihidir, özgürlüğün değil. Bu anlamda Rousseau’ya göre aklın tarihteki ilerleyişi “bir hastalığın tarihi gibi okunabilir”.
IMMANUEL KANT’IN EVRENSEL TARİH VE İLERLEME ANLAYIŞI
Kant’a göre “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır”. Kant burada insanın kendi aklını yanlış kullanması sonucu bir ergin olmama durumu içine düştüğünü, ama yine aklını kullanarak bu ergin olmayış durumundan kurtulacağını kastetmekdir. Bu yüzden de Kant “aklını kendi kullanma cesaretini göster” der.
Kant yazmış olduğu yapıtlarda insanın bütün yetilerini eleştiriden geçirmiştir. Yapıtlarının adı bunun bir göstergesidir. Saf Aklın Eleştirisi (1787) insan aklının teorik kullanılışının bir eleştirisi; Pratik Aklın Eleştirisi (1788) insan aklının eylem alanında pratik kullanışının eleştirisidir. Üçüncü eleştiri olarak bilinen yapıt Yargı Gücünün Eleştirisi (1790) estetik ve teleolojik düşünme yetilerinin bir eleştirisidir.
Kant’a göre tarih insan eylemleri alanıdır ve bu eylemler insanın amaçlı eylemleridir. Böylece insan eylemlerinin anlatımını üstlenen tarih insanın özgür eylemlerinde bir ilerleme keşfedilebileceği umudunu verir bize. Tek tek bireylerin eylemlerinde karmakarışık ve düzensiz görünen şeyleri insan türünün bütününün tarihi bakımından ele alırsak inana özgü yeteneklerin gelişmesi olarak yani insan türünün ilerlemesi olarak anlayabiliriz.
Dünya tarihinde bilgeliğe dayalı eylemler çok seyrek ortaya çıkar; bunun yerine daha çok akılsızlık, çocukça haylazlıktır karşımıza çıkan. Bu yüzden bir filozof için tarihe tek anlamlı bakış yolu insan eylemlerinin bu anlamsız gidişinin ardında bir amaç bulmaya çalışmaktır. Bir anlamda bir filozof için önemli olan insan türünün tarihinin bir doğa planına göre işleyip işlememesinin olanaklı olup olmadığına karar verebilmektir. Eğer tarihte bir anlam ya da bir evrensel bir yasa bulmak isteniyorsa tarihte yönetici bir ilke bulmak gereklidir. Eğer böyle bir ilke bulunabilirse tarihin de felsefesi yapılabilir.
Kant’a göre insan aklının gelişmesi bireylerde değil, türde kendini gösterir ve bu gelişmenin varacağı nokta da insan aklındaki bir ide olarak insanın bütün çabalarının hedefi olmalıdır.
HERDER’İN EVRENSEL TARİH DÜŞÜNCESİ
Johann Gottfried Herder İnsanlık Tarihi Felsefesi Üzerine Düşünceler adlı yapıtında tarihe ve tarih bilgisine vurgu yaparak 19. yy tarih felsefelerini büyük ölçüde etkilemiştir.
Herder tarihe hümanite kavramı bağlamında bakar. Ona göre tarihin her evresinde görülecek değişmez ilke “hümanite” dir. Herder’e göre tarihin yasaları da aslında doğanın yasalarıdır. Tarih dünyası doğa dünyasının içinde kendine yer açan doğadan farklı ama yasaları olan bir alandır. Bu yasalar tarihin doğal yasaları olmak bakımından doğanın daha üst derecedeki yasalarıdır. Bir anlamda tarihsel varlık alanı doğal varlık alanının üstünde yükselir.
Aydınlanma’nın ‘ilerleme’ tasarımının da karşısında olmuştur. Herder’e göre insanlık tarihinde ortaya çıkan ulusların kendilerine özgü tekrar etmeyen ayırdedici nitelikleri vardır ve bu nitelikler tarihin bütün çağlarını açıklayan soyut bir kavrama gidilerek genelleştirilemezler.
Herder’e göre bütün evrenin tarihine bakılırsa en basit yaşamdan en karmaşık yaşama doğru bir evrim görülür. Yeryüzü sürekli bir oluş sahnesidir; burada maddeden organik yaşama, organik yaşam içinde de en yüksek örgütlenimlere doğru bir yükseliş vardır. Ona göre tarihin ve doğanın ereğini “hümanite” oluşturur. Tarih “hümanite” ye yönelmiş ilerleyen bir süreçtir.
O insan dünyasına teleolojik olarak yaklaşır. İnsan doğası mekanik nedensellikle belirlenmiş bir doğa değil, tersine yüksek amaçlarca belirlenmiş ereksel yapıda bir doğadır.
Hümanite eğitim yardımıyla düzenlenebilir. Bu düzenlemeler de insanın yaşamına yön verirler. Dolayısıyla insan, yaşamına kendisi için kurup tasarladığı ve var kıldığı bu anlam dünyasının içinde yine kendisi yön verir. Ona göre tarihte insanlığın amacı yine insanın kendisi tarafından belirlenmektedir. Bu amaç bu yüzden insanın yaptığı tarihin yine kendi içinde aranmalıdır. Bu amaç tarihe aşkın olamaz.
Herder her bir tarihsel dönemin kendisinden önceki ve sonraki tarihsel dönemlerle organik olarak bağlı olduğunu düşünür. Böylece çağların birbirlerinden doğduklarını ileri sürer. Dolayısıyla Herder’in düşüncesinde ilerleme demek tarih demektir, geçmişin akıp gitmiş olması, geriye dönmemek üzere bitmiş olması, ama şimdiyi doğurmuş olması demektir.Bu süreçte insanlık da keşfetmiş ve geliştirmiş olduğu sanatları daha iyi kullanmayı öğrenmiştir ve bu böyle devam edecektir. Gelişmeyi belirleyen yasalar da doğadaki yasalardan farklı yasalar değildir.
19. YY ALMAN İDEALİZMİ : FİCHTE VE SCHELLİNG
ALMAN İDEALİZMİNİN TARİH TASARIMI VE AKIL ANLAYIŞI
Tarihin “metafizik açıklaması” ile kastedilen, tarihsel olu ve değişmenin, tarihin her türlü deviniminin tek bir ilke ya da az sayıda ilke ile açıklanmasıdır. İlerleme terimi özellikle 19. yüzyılda belirli bir hedefe, bir ereğe doğru yaklaşma anlamında ele alınmıştır. Bu anlamıyla ilerlemeden genel olana doğru ya da mutlak olana doğru yükselme anlaşılır.
Kant ve Herder Tarih Felsefesi’nin olanağının tarihin sonuna bir erek koyulmasında olabileceğini göstermekle 19. yüzyılın erekçi tarih tasarımlarını belirlemişlerdir. Alman İdealizmi’nin bütün çabası ilerlemeye duyulan inancı akıl temeline oturtmak ve ilerlemenin ilkesini, yasasını ortaya koymaktır. Burada mutlak olan ile kastedilen koşullardan bağımsız olarak kendi başına varolan ve varolanların varlığının kendisine bağlı olduğu şey anlamına gelir. Bu anlamda tarihte ortaya çıkan her şey mutlak olanın bir görünüşüdür. Bu düşüncede gerçekliği akıldan türetmek ya da gerçekliği akla indirgemek çabası görülür. Bu anlayış tarihi açıklamak söz konusu olduğunda da geçerlidir.
Dolayısıyla Alman İdealist düşüncesinde doğa da tarih de belirli bir ereğe doğru devinen süreçler olarak tasarlanır. Bu erek de akıl sisteminin en başına konulan kavramın kendisidir. Alman İdealizmi aklı mutlaklaştırarak değişmenin ve devinimin belirleyici ilkesi kılmıştır ama aklın kendisi de mantıksal bir devinim içindedir. Öyle ki her akıl kavramının başka bir akıl kavramından mantıksal türetilişi söz konusudur. Bu da kavramların devinimi demektir.
Bu yapı tarihi diyalektik olarak gelişen bir süreç olarak tasarlamıştır. Yani tarihte her bir dönem bir önceki dönemden diyalektik olarak ve zorunlulukla çıkmaktadır.
FİCHTE’NİN TARİH TASARIMI
Fichte, Kant felsefesini devam ettirmek istemiştir. Fichte’nin akıl tasarımına göre bilimler tek bir ilkeye dayalı bir sistem hâlinde kurulmalıdır. Bu akıl anlayışına göre bütün bilgi tek bir ilkeden türetilir ve bütün gerçeklik de tek bir ilkeye indirgenebilir. Bu akıl anlayışı Fichte’nin tarih tasarımını da belirler Ona göre önermeler sisteminin kesinliği sistemin başlangıcına konulan temel önermenin kesinliğinden gelir.
Bir bilim sisteminde kavramın üçlü mantıksal yapısı kendisini gösterir. Bu üçlü mantıksal yapı tez-antitez-sentez üçlüsüdür. Alman İdealizmi’nin mantıktan anladığı, kavramlar arası ilişkileri ele alan diyalektik mantıktır. Fichte’ye göre tarihsel dönemleri art ardalığı kavramların mantıksal art ardalığına, birbirlerinden diyalektik olarak türetilişine dayanır. Fichte’ye göre tarih a priori olarak kurulmalıdır, çünkü tarihin dönemleri birbirinden zorunlu olarak çıkmaktadır ve bu ardardalık ilişkisinin felsefi serimlemesi ancak a priori olabilir.
Zamanın her tikel devrine tikel bir çağın ideası karşılık gelir. Her çağ “tek bir tasarımın ya da kavramın cisimleşmesi” dir. Bu nedenle de bir çağın doğru bir şekilde betimlenebilmesi için o çağı temsil eden a priorinin anlaşılmış olması gereklidir. Böylece mantıksal ardıllık tarihsel ardıllığın nedeni olur. Bu varsayımla bütün tarih devirleri birbirleriyle olan bağlantıları içinde kavranabilirler.
Fichte’ye göre “dünyadaki insani yaşam ile dünyasal zamanın kendisi, TEK BİR ZAMANIN VE TEK BİR SONSUZ YAŞAMIN ZORUNLU DEVİRLERİDİR ve bütün dünyasal yaşam bu sonsuz yaşamın temel ideasından türetilebilir. Burada Fichte yalnızca türün ilerleyen yaşamından söz etmektedir, bireyin değil. Böylelikle de bir tarih araştırması bir dünya planı ideası gerektirmektedir çünkü dünya üzerindeki insanlığın yaşam amacı bu dünya planıdır ve bu dünya yaşamında tüm insanlık tüm ilişkilerini “Akla uygun bir şekilde Özgürlük ile düzenleyebileceklerdir”.
Onun her çağın a priorisi ile kastettiği her çağın bir ideası olduğu ve her çağın kendi ideası tarafından belirlendiğidir. Fichte’ye göre tarihte aklın ereği insan türünün özgürlüğüdür. Bu özgürlük bireylerde değil, türde kendini gösterecektir. Bu bölümleme içerisinde ilk dönem “içgüdü olarak aklın egemenliği” dönemidir ki bu Fichte’ye göre insanlığın masumiyet çağıdır. Son dönem ise “sanat olarak akıl devri” dir ki bu çağda hümanite kendisini aklın imgesine ve tasarımına uygun olarak geliştirmeye başlar .
Fichte’ye göre tarih farklı çağlardan olışmuş bir bütünse onu bütün yapan tarihin aklın belirli bir amacına göre deviniyor olmasıdır. Ona göre tarih zorunlu olarak ilerler, bu zorunluluk tarihe aklın kendisinden gelir.
SCHELLİNG’İN TARİH TASARIMI
Schelling’e göre karşıt olanlar özdeştir. A ile A-olmayan özdeştir. Schelling’in diyalektik mantığında Ben ve Ben-olmayanın özdeşliği söz konusudur.
Schelling kendisini tekrarlayan şeyin tarihe ait olamayacağını ileri sürerek tarihi ilerleyen bir süreç olarak düşünür. Tarih ileri doğru yol alan bir şey olmalıdır ve “ilerlemeyen şey tarihin nesnesi değildir”. Bir şeyin tarihinin olması için o şeyin tekrarlamaması, döngüsellik içinde devinmemesi, yani ilerlemesi gerekir.
Schelling’e göre tarih kavramından “ne mutlak olarak yasalardan bağımsız ne de mutlak olarak yasalara bağlı bir olaylar zincirine tarih adı verilebileceği” çıkarılabilir. Buradan çıkarılabilecek olan sonuçlar şunlardır:
- İlkin, her tarih içinde varsayılan ilerleme, özgür edimleri kısıtlayan bir yasallığa izin vermez.
- İkinci olarak “belli bir mekanizmaya göre meydana gelen ya da teorisi a priori olan hiçbir şey kesinlikle tarihin nesnesi olamaz”. Çünkü teori ve tarih birbirine karşıttır. “Ne yapacağı hiçbir teoriyle önceden hesaplanamadığı için insan tarihe sahiptir”. İnsan amaç koyarak eyleyen bir varlık olduğundan eylemleri teori ile önceden hesaplanamaz. Özgürlük ve zorunluluğun birliği düşüncesi, Schelling’in karşıt olanların özdeşliği ilkesine dayanır.
- Üçüncü çıkarılacak sonuç ise mutlak olarak yasalardan bağımsız olan, anlamsız ya da amaçsız olan olaylar zincirine tarih denemez. “Dahası tarihi tarih yapan şey sadece, özgürlük ve yasallığın birliğidir” veya bir idealin yavaş yavaş gerçekleştirilmesidir.
Bu yüzden tarih salt teoriyle açıklanamaz. Tarihte hem bireyler vardır hem de ideal olan vardır. Tarihin felsefesi demek tarihin bu transcendental yanını ortaya koymak demektir; doğa felsefesi kuramsal felsefe için neyse tarih felsefesi de pratik felsefe için odur.
Schelling’e göre tarihte ortaya çıkan kötülükler insan türünün hümanite adına genel bir hukuk düzenine doğru gelişmesini hızlandırırlar. Dolayısıyla tarihte ortaya çıkan her şey, yani erdemli ve erdemsiz olan her şey, mutlak olanın bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Transcendental felsefe Kant’ta deneyim ve bilginin olanağının koşullarını ortaya koyan felsefe anlamına geliyordu. Schelling’de ise karşıtların özdeşliğinin olanağının koşulunu ortaya koyan felsefe anlamına gelir. Schelling’e göre tarihi belirleyen mutlak olandır. Mutlak olan da insan türünün eyleminde nesnel ve genel olan öğedir. Schelling’e göre tarihteki bütün eylemleri belirleyen ve bütün eylemlerde ortak olan kendi başına akıl mutlak olan aklın kendisidir.
Böylece Schelling’in “dünya Tin’inin bu büyük aynası” dediği tarih akla uygun olarak gelişmektedir. Tarihteki ilerleme aklın, yani kavramdaki devinimin kendisidir. “Bütün olarak tarih, Mutlak olanın ilerleyen ve gizliliğini yavaş yavaş terk eden açığa vurumudur”. Schelling’e göre Mutlak olanın açığa vurumunun üç dönemi olduğu için tarihin de üç dönemi olmalıdır. Buna göre:
- tarihin ilk dönemi “egemen şeyin” yazgı olarak kör bir güç olarak ortaya çıktığı ve insanlığın en yüce yaratılarını yok ettiği dönemdir.
- Tarihin ikinci dönemi, ilk dönemde yazgı, kör bir güç olarak ortaya çıkan şeyin doğa olarak ortaya çıktığı dönemdir.
- Tarihin üçüncü dönemi ise önceki dönemlerde yazgı ve doğa olarak görünen şeyin “öngörülmüşlük” olarak gelişeceği ve ortaya çıkacağı dönem olacaktır ama bu dönemin ne zaman başlayacağı belirsizdir.
Schelling’e göre tarihteki üçüncü dönem ilk iki dönemin sentezi olarak gelişecek dönemdir. Tarihte her şey kavramsal olan Mutlak’ın üçlü adımlarla gelişmesi şeklinde diyalektik olarak belirlenir. Schelling’e göre tarih aslında kendisini açan Mutlak olandan başkası değildir. Mutlak olanın ilerlemesidir tarih süreci.
Tarih Tin’in kendisini bilmesinin süreci olarak aşama aşama gelişen bir zaman sürecidir. Tarih Mutlak olanın kendisini gerçekleştirmesidir. Mutlak ise “burada hem bilinebilir akıl hem de bilen akıl demektir”. Schelling’e göre tarih Mutlak olanın kendi bilincine doğru ilerlemesidir. İlerleme amaçsız değildir, belirli bir hedefe yönelik bir ilerlemedir ve bu hedef de Mutlak olanın kendi bilincidir. Tarihteki ilerlemenin kendisi Mutlağın bu içkin deviniminden başka bir şey değildir.
Böylece Schelling Hegel’in tarih görüşünde akıl ile gerçekliğin özdeşliği olarak ortaya konulacak olan düşünceyi Hegel’den önce öne sürmüştür denilebilir.
19. YY ALMAN İDEALİZMİ VE TARİH METAFİZİĞİ 2: HEGEL
HEGEL’İN GENEL FELSEFESİ
19. yüzyılın en önemli düşünürlerinden birisi olan Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) felsefe tarihinde Mutlak İdealizmin düşünürü olarak bilinir. Bütün felsefe sistemi diyalektik mantık temelinde kuruludur. Hegel’e göre tarihte her çelişki aşılmalıdır. Bu Hegel’de diyalektik üçlü basamaklar halinde ifade edilir. Bu basamaklar da Tez, Anti-tez ve Sentez basamaklarıdır.
Sistem kurmak bütün düşüncelerine dizgeli, sistemli bir birlik verebilmek için sistemde yer alan önermeleri bir ya da birkaç temel önermeden kurmak anlamına gelir. Yapılması gereken şey çözümlemek değil, birleştirmektir. Bütün ayrılıkları bir ve tek aynılık içinde birleştirmek başka bir deyişle karşıtları bir sentez içinde birleştirmek gereklidir.
Hegel’in mantık sisteminde bütün önermeler tek bir önermeden türetilir. Bu bağlamda bütün önermelerin doğruluğu sistemin başlangıcında yer alan ilkeye, başta gelen en genel ilkeye indirgenebilir. Doğa felsefesi doğal varlığın ilkelerini nesne edinirken, Tin felsefesi tarihsel varlığın ilkelerini, kültürel bir varlık olarak insanı ve insanın yapıp ettiği tinsel olan her şeyi nesne edinir.
Hegel felsefesinde bir yöntem olarak diyalektik, kavramın türetilişindeki zorunluluğun ifadesidir. Buna göre Kavramın (Notion) kendi kendisini ortaya koymasını sağlayan şey, yine kavramın kendi içinde taşıdığı olumsuzluktur (negation). Her kavram kendi karşıtını içinde barındırır. Kendinde kavrama bu yüzden kendi olmayan hâline gelir. Kendine yabancı olan bu durumun aşılması gerekir ve daha yüksek bir aşama olan sentez aşamasında diyalektik ilerleme son bulur. Bu diyalektik devinim tarihin ilerlemesine ilişkin bir açıklamada da karşımıza çıkar. Ayrıca diyalektik yöntemin dayandığı ilke olan çelişme ilkesi tüm değişmenin ve devinimin de belirleyici olan ilkesidir.
Hegel’e göre gelişme bir süreçtir, üstelik de ilerleyen bir süreçtir. Herhangi bir gelişme sürecindeki ilerleme de kavramdaki gelişmeye uygundur. Gelişmenin iticisi de kavramlar arasındaki iç çelişmenin kendisidir. Dolayısıyla gelişme karşıtlıktan kaynaklanan bir süreçtir ve kavramsal karşıtlığın varoluşa geldiği her yerde kendisini gösterir, doğada da tarihte de. Şu hâlde gelişme bir süreç olarak hem mantık sistemi içinde hem de gerçeklikte varolan somut bir etkinliktir. Gelişme öyle bir etkinlik ya da edimdir ki birbirinden farklı anları/ uğrakları (moment) içerir.
Hegel’in diyalektiğinde her bir aşama bir önceki aşamadan zorunlu olarak çıkar. Bu zorunluluk kavramın kendi iç çelişkisinin aşılması zorunluluğudur. Başka bir deyişle gelişme gösteren her sürecin zorunluluğu kavramın zorunluluğundan gelir.
HEGEL’İN TARİH FELSEFESİ
Hegel’in tarih felsefesi, Collingwood’a göre tarihi felsefi düşünce aşamasına ilk kez tam olarak ulaştıran bir yapıt olarak görülebilir. Hegel doğal gerçekliğin karşısına tinsel gerçekliği ikinci bir dünya olarak koyar. Tinsel gerçeklik özgürlük dünyasıdır ve Tin’in “kendi kendisinden hareketle ikinci bir doğa hâlinde meydana getirdiği dünyadır”. Hegel’in tarih tasarımı tarihi erekli ve kendi amacına ilerleyen bir gelişme süreci olarak ortaya koyar.
Ona göre üç tür tarih yazımı vardır: Kaynaktan tarih, refleksiyonlu tarih ve felsefi tarih.
- İlk tür tarih yazımı Herodotos, Thukydides gibi betimledikleri eylemler, olguları kendileri yaşamış ya da anlattıkları çağın tininin içinde yaşamlarını sürdürmüş olan tarihçilerin yazdıkları tarihtir. Bu tür tarih yazımında yazar kendisinin de katıldığı, içinde bulunduğu olgu durumunu anlatır.
- Refleksiyonlu tarihte tarihçi ele aldığı geçmiş dönemin tininden ayrı bir tine, kültüre aittir; bu yüzden de refleksiyona gerek vardır.
- Hegel’e göre üçüncü tür tarih yazımı da “dünya tarihi felsefesi” dir. Dünya tarihinin genel bir tasarımını verecek olan bu tür tarih yazımı bir genel tarih yazımıdır. Hegel’e göre felsefi tarih ya da dünya tarihi felsefesi tarihin felsefi olarak ele alınmasıdır. Bu tür tarih yazımında tarihin ereğine kavramın ereği olarak bakılır. Felsefi tarih, olguların niçin oldukları gibi olup bittiklerinin nedenlerini kavrar. Hegel burada Herder’in düşüncesini izlemektedir (Collingwood 1996: 150).
On göre tarih felsefesi tarihin a priori olarak ele alınmasıdır ve bu anlamda deneysel tarihten farklıdır. “Tarih felsefesi tarihin düşünme tarafından ele alınmasından başka bir şey değildir”. Bu yüzden de Hegel’e göre her tarih düşünce tarihidir aslında, çünkü Hegel’e göre insan düşünendir, insanca olan her şeyde düşünme vardır. Tarih felsefesinin işi de tarihte olmuş olan “olayların nedenleri ve ilkeleriyledir”, ama bunun için de “kavram zorunludur”.
Dünya tarihinin idesi özgürlük ve zorunluluk arasındaki bu karşıtlığı içerir. Dünya tarihinin zorunluluğu kavramın a priori zorunluluğundan gelir. Böylece tarihte aklın belirlediği bir zorunluluk vardır.
Hegel felsefi dünya tarihi kavramını açıklamak için felsefenin tarihe getirdiği tek kavramın “akıl” kavramı olduğunu söyler. “Buna göre us dünyaya egemendir ve dünya tarihinde her şey usa uygun olmuştur”. Başka bir deyişle “usun dünyayı yönettiğini ve bununla kalmayıp dünya tarihini de yönettiğini ve yönetmeye devam ettiğini” söyler.
Hegel’e göre felsefe araştırmasının rastlantısaldan kurtulmaktan başka bir amacı yoktur, felsefe zorunlu olanın peşinden gider. Ona göre akıl tikel ve sonlu bir erekle değil, yalnızca mutlak erekle ilgilenir. Dolayısıyla isteme dünyası rastlantıya bırakılmamıştır.
Dünya tarihinde us kendisini gösterir ve tarih aslında Tin’in kendisini tarihte sergilemesinden başka bir şey değildir. Tarih süreci Tin’in özbilinci ve özgürlüğüne doğru aşamalı bir gelişmedir. Tarih kendisini doğa gibi yinelemez ve tarihte ortaya çıkan her yeni oluşumun da bir son ereği vardır.
Tarihsel varlık alanının kategorileri ereklilik, değişme, gelişme, ilerleme, us ve kültür kategorileridir.
Hegel’e göre bir ben olduğunu düşünme insan doğasının temelini oluşturur. Tinsel varlık olarak insan, doğası gereği kendi üzerine dönen bir varlıktır. İnsan eylemle kendi kendisini yapan şeydir. Tin de öznenin kendine dönmesinin bir sonucudur. İnsan, hayvandan farklı olarak, olması gerektiği şeyi kendisi olmalıdır. Dolayısıyla Tin kendi kendisinin sonucudur. Hegel’e göre Tin kendi kendisini bilerek kendisi olabilir ancak. Fakat tarihte bireylerin etkisi yoktur, bireyler tarihe yön veremezler. Tarihte özel-tin yok olup gitse bile Dünya-tini ya da Mutlak-Tin genel bir biçim olarak yok olamaz. Genel tin özel tine göre daha gerçektir ve yok olamaz.
Hegel’e göre “Tin yalnızca kendisine ilişkin bilgi sahibi olduğu ve nesnelleştiği ölçüde tin olur”. Dolayısıyla “tin” kavramı Hegel’de tarihin ilerlemesini belirleyen bir kavram olarak karşımıza çıkar.
Tarih olanaklı olanın etkinlik hâline gelmesidir. Başlangıçta kendinde ve kendi içinde olan yani olanak hâlinde olan İde’nin kendini açarak etkinlik hâlinde varolması tarih dediğimiz şeydir. Aslında Hegel’in bütün sistemi olanak hâlinde olan kavramın kendisini etkinleştirmesinden başka bir şey değildir.
Ona göre doğada yeni bir şey yoktur, döngüsellik ve kendisini tekrar etme vardır oysa tarihte hiçbir şey kendisini tekrar etmez, her şey yeni bir biçim kazanmış olarak ortaya çıkar. Bu yüzden doğada ilerleme yokken tarihte bir ilerleme vardır.
Hegel’de zeitgeist çağın tini demektir ve belirli bir çağı belirleyen ilkeye karşılık gelir. Dünya tarihi Tin’in mutlak olan sürecinin en yüksek oluşumlarına göre bir serimi, bir açılımıdır. Bu oluşumlar aşamalar, basamaklar şeklinde dünya tarihinde ortaya çıkan halk-tinleridir.
Hegel’e göre dünya tarihinde bireylerin tutkuları da görülür ama bu tutkular aklın daha yüksek amacı için kullanılan araçlardır. O tutkuları aklın kendi amacı için kullanmasına aklın hilesi der. Aklın hilesi ile tutkular farkında olmadan aklın daha yüksek ereğine hizmet ederler. Akıl bireylerin tutkularını araç olarak kullanır.
TARİHSEL GELİŞMENİN DİYALEKTİK İLKESİ
Dünya tarihinin gidişi Hegel’e göre bir ilerlemedir; gelişme ilkesi tarihte kendini gösterir. Tarih daha iyiye, daha yetkin olana doğru bir ilerleyiştir. İlerleme genellikle bilinç basamaklanışı biçiminde olur. Bu da ilerlemenin bir bilinç gelişimi olarak yalnızca niceliksel bir şey olmadığını, özsel olana doğru yükselen bir bilinç gelişmesi olduğunu gösterir.
Res gestae yapılmış işler, başarılar anlamında tarihsel varlık alanına karşılık gelir. Historia rerum gestarum ise bu tarihsel varlık alanının anlatımı anlamında tarih bilimine karşılık gelir.
Hegel’in tarih anlayışında ilerleme Tin’in kendi özbilincine varmasıyla son bulacaktır. Hegel kendi felsefesiyle bu sürecin tamamlandığını düşünür ve tarihin kendi felsefesinde sona erdiğini iddia eder. 20. yüzyıl düşünürlerinden Francis Fukuyama “tarihin sonu” tezinde Hegel’in bu anlayışından etkilendiğini belirterek tarihin sonunu liberal demokrasi sisteminin dünya tarihindeki son sistem olmasından hareketle belirlemiştir.
MARX’IN TARİH TASARIMI VE MARKSİST TARİH KURAMI
MARX’IN İNSAN VE TOPLUM ANLAYIŞI
Marx ve Engels’in tarih tasarımları onların diyalektik materyalizm olarak bilinen felsefe anlayışlarında temelini bulur. Marx’ın tarih kuramında tarih, zorunlu yasalara göre ilerleyen ve gelişen bir süreç olarak ele alınır. Bu zorunlu ilerleme de Hegel felsefesinde olduğu gibi diyalektik olarak aşama aşama gelişen bir süreçtir.
Marx idenin maddi üretim ilişkilerini belirlediğini değil, tersine maddi üretim ilişkilerinin ideyi belirlediğini düşünür. Marx Hegel’in “diyalektik devinim” anlayışını, yine Hegel tarafından yapıldığı gibi tarihin gidişine uygulamıştır. Marx bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçiminin bu bireylerin ne olduklarını yansıttığını düşünür. Bireylerin ne olduğu üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de ilgilidir. Bu yüzden, Marx’a göre insan bireylerinin ilk tarihsel eylemi, insanları hayvanlardan ayıran ilk eylem, insanların düşünmeleri değil, kendi geçim araçlarını üretmeye başlamalarıdır. Bu bağlamda Marx materyalizmin bütün önceki biçimlerinin başta gelen kusurunun şeyleri, gerçekliği, duyusallığı duyusal insan etkinliği, praxis olarak değil de nesne biçiminde kavramasıdır der. Böylece önceki materyalist öğreti insanı yalnızca içinde bulunduğu koşulların ürünü sayarken koşulları değiştirenlerin de insanlar olduğunu unutur. Marx’a göre koşulların değişmesiyle insan etkinliğinin değişmesinin çakışması yalnızca “devrimci praxis olarak kavranabilir ve ussal bir şekilde anlaşılabilir”. Marx’a göre insan öyle bir varlıktır ki içinde yaşadığı koşulları da değiştirebilir.
Marx bugüne kadar felsefe hep dünyayı yorumlamıştır oysa asıl yapılması gereken onu değiştirmektir der ve insanın pratik etkinliğine önem verir. Marx ile Engels sürekli olarak gerçek insan etkinliğinden, insanın maddi üretim etkinliğinden hareket ederek tarihe baktıklarını söylemişlerdir. Böylece tarihe Alman İdeolojisinin idealist bakışının yerine materyalist bir bakışla yaklaşmışlardır.
İnsanı insan yapan şey, insanın üretici etkinliğidir. İnsanın ne olduğu üretim etkinliğiyle “hem neyle ürettiğiyle hem de nasıl ürettiğiyle” alakalıdır. Hümanizm onun felsefesinin tamamına sinmiştir. Bir çok yapıtında insan emeğinin sömürüsüne karşı çıkması bu insan anlayışınından doğmaktadır.
Marx’ın insan anlayışı, yaptığı Hegel eleştirisinden çıkmıştır. Buna göre gerçek insan üretim etkinliğinin öznesi olan insan, her türlü tarihsel oluşumun da öznesidir, oysa Marx’a göre Hegel’de gerçek insan özne olan Tin’in bir nesnesi olmuştur. Bu yüzden de Marx Hegel’in tersine tarihi oluşturanın gerçek özneler olarak insanlar ve onların üretici pratik etkinliği olduğunu ileri sürer.
MARX VE ENGELS’İN MATERYALİST TARİH TASARIMI
Marx için de tarihte bir akıl vardır ama bu akıl kendini tarihte açan, kendi kendini belirleyen bir akıl değildir, hele bir töz asla değildir. Tersine bu akıl, maddi ilişkilerce belirlenen bir bilinç durumudur. Bu bir töz değil; maddi ilişkiler ağı olarak toplumun sosyoekonomik yapısıdır.
Marx ve Engels bir tek bilim olarak tarihi tanıdıklarını söylemişlerdir. Doğabilimi bile tarihin bir ürünüdür. Onlara göre tarihin özü insan etkinliğinde yani praksistedir. Tarihsel süreci insanın üretim etkinliği, başka bir ifadeyle insan emeği belirler. Bütün tarihsel süreç üretim ilişkilerince belirlenir. Bu ilişkiler de rastlantıyla beirlenmez, bu ilişkileri belirleyen yasalar vardır.
Marx’a göre insanı belirleyen din, devlet, mantık değil, dini, devleti, mantığı belirleyen insandır. Tarihi gerçekleştiren insandır, insanı gerçekleştiren tarih değildir. Toplumsal yapı ve devlet belirli bireylerin yaşam süreçlerinin sonucu olarak oluşur; bu bireyler de gerçek bireylerdir, yani etkide bulunan, maddi üretim yapan bireylerdir. Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi doğrudan insanların maddi etkinliğine, karşılıklı maddi ilişkilerine ve gerçek yaşamın diline bağlıdır. Öyleyse yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır.
Marx ilk olarak her tarih yazımının materyalist temellerden hareket etmesi gerektiği görüşündedir. Marx’a göre beş duyunun oluşması bile “şimdiye kadarki dünya tarihinin sonucudur”; dolayısıyla dünya tarihi bir anlamda insan yetilerinin gelişmesinin tarihidir. Tarihin kendisi doğanın insanlaşmasıdır. İnsan doğayı nesne edinip emeğiyle dönüştürmeye başladığı anda tarih ortaya çıkmıştır.
Ona göre tarihte zorunluluk vardır, bu zorunluluğun temelini maddi üretim ilişkilerini belirleyen yasalar oluşturur. Belirli bir üretim tarzı belirli bir toplumsal ilişkiler bütününü ya da bir toplumsal aşamayı belirler. Her çağın yaşam koşullarının o çağın toplum biçimini düzenlediğini ve yeni bir toplumsal duruma doğru bir gelişmenin de itici gücü olduğunu ileri sürer.
Marx ve Engels’e göre maddi üretim biçimlerinden hareketle tarihe bakılmalıdır. Bütün insanlık tarihi sınıf savaşımları tarihi olarak ele alınabilir ve böyle de ele alınmalıdır, tarih her zaman gerçek ve maddi öncüllerden hareket etmelidir. Tarihte her döneme belirli bir toplum biçimi karşılık gelir ve toplum biçimleri sürekli gelişerek ve dönüşerek yeni biçimler alırlar. Bu biçimlerin ortaya çıkışı demek tarih demektir ve bu biçimleri belirleyen de materyalist ilişkilerdir.
Marx’a göre “sosyalist insan için dünyanın tarihi denen şeyin tümü, insanın emeği yoluyla insanın yaratılmasından başka bir şey” değildir. Tarihin zorunlu gelişmesi bağlamında komünizm tarihsel gelişmenin bir sonraki aşaması için zorunlu olan evredir.
Tarihsel materyalizm ya da materyalist tarih tasarımı tarihin insanın maddi üretim etkinliğiyle biçimlendirdiği bir varlık alanı olarak tasarımıdır. İşbölümü tarihsel gelişme için diyalektik bir devinim oluşturacak olan karşıtlığı yaratır. Her tarihsel dönem üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında varolan çatışmadan hareketle açıklanmalıdır. Burada karşıtlık üretim güçleri ile üretim ilişkilerinin birbiriyle çatışmasıdır. Burada “çatışma” ile kastedilenin bireysel çatışmalar olmayıp toplum içinde bireylerin yaşamını kuşatan maddi koşullardan doğan çatışma olduğunu da belirtir Marx.
Marx’a göre insanoğlu yalnızca çözebileceği sorunları karşısına çıkarır çünkü yakından bakılırsa görülür ki sorunun kendisi yalnızca çözümü için zorunlu olan maddi koşullar mevcutsa ya da mevcut olma yolunda bulunuyorsa ortaya çıkar.
Marx Hegel’den aldığı diyalektik mantıkla toplumsal değişmeleri açıklar. Buna göre sonra gelen toplum biçimi önceki toplum biçiminde oluşan üretim güçleri ile üretim ilişkilerinin arasındaki çelişkinin aşılmasıyla olanaklı olacaktır. Onagöre bir sonraki toplumsal aşamada önceki toplumsal aşamanın içerdiği bütün çelişkiler giderilir, ama yeni çelişkiler ortaya çıkar. Bunlar da bir sonraki toplum aşamasında aşılacaktır.
Kapitalist üretimin doğal yasaları kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işlerler. Bu yasalar doğa yasaları gibi kendilerini zorla kabul ettirirler. Kapitalist aşamadan sonra gelecek olan sınıfsız toplum aşaması ya da komünist toplum aşaması insanın özgürleşmesini sağlayacak olan tarih öncesinin son aşamasıdır. Asıl anlamda tarih ise bundan sonra başlayacaktır.
Marx tarihin teleolojik olarak açıklanmasına karşı çıkar. Ona göre bir tarihsel dönem bir sonrakinin etkin nedenidir, sonraki öncekinin teleolojik nedeni değildir.
Belirli bir dönemde egemen olan bir sınıfın yerine geçen her egemen sınıf, kendi amacını gerçekleştirmek için kendi ilgi ve çıkarlarını, bütün toplumun ilgi ve çıkarları gibi göstermek zorundadır. “Kendi düşüncelerine evrensellik biçimi verip” der Marx, “onları tek rasyonel, evrensel olarak geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır”. Her tarih döneminde egemen sınıf kendi düşüncelerine evrensellik atfederek tarihi belirleyen düşüncenin kendi düşüncesi olduğunu ileri sürer.
Marx’ın tarihte ardarda gelen ve zorunlu olarak birbirini izlemesi gerektiğini düşünüdüğü dört toplum aşaması; köleci toplum aşaması, feodal toplum aşaması, kapitalist toplum aşaması ve henüz gerçekleşmemiş olan sınıfsız toplum aşamasıdır.
Özel mülkiyet durumunda insan kendi özüne yabancılaşmaktadır, doğal olarak sahip olduğu yetilerinden yoksun bırakılmaktadır ve bu durumun olumsuzlanmasıyla insan bu yabancılaşmayı aşabilir. Komünizm böylece özel mülkiyetin olumsuzlanması yoluyla “kendisini kendisiyle buluşturan insan özüne sahip çıkılması” olarak özel mülkiyetten doğan bir durumdur. Marx’a göre bütün insan tarihi yabancılaşmanın aşılması tarihi olarak ele alınabilir.
MARKSİST TARİH KURAMLARI
Georg Lukács, Antonio Gramsci, Ernst Bloch gibi kimi düşünürlerdir ve bunlar Marksist düşünceyi temsil eden önde gelen isimler arasındadır.
Lukacs’a göre burjuva tarih kuramları tarihi tekil ve özel olaylar olarak ele alarak tarihi ussallaştırılmaz bir süreç ve olgular yığını hâline getirmişlerdir. Ona göre tarihi tekil olgular yığınına ayırarak değil, bütünleştirerek ele almak gerekir. Lukacs’a göre tarihe diyalektik ile bakılırsa bir bütünlük olduğu görülür
Gramsci ise ekonomi yasalarının her tarihsel dönemi belirlemese bile belirli tarihsel dönemlerdeki toplumsal yapıyı belirlediklerini düşünür. Gramsci’ye göre “Marksizm, her şeyi açımlayan bir din ya da tüm varlık alanlarını taşıyan bir ontoloji değil, bir genel tarih metodolojisidir”. Ona göre her tarihsel yorum bugünü yapan insanın geçmişi yorumlamasıdır, bu yüzden de her tarih bugünün tarihidir.
E. Bloch’a göre ise tarihin kökeninde insan emeği vardır. Çünkü tarihin ortaya çıkışı insanın çalışmasıyla olanaklı olmuştur. Bloch’a göre tarih henüz gerçekleşmemiş olana doğru gitmektedir. Bu yüzden de geleceğe ilişkin ütopik fantaziler kurulmamalıdır. Tarih belirli bir ereğe doğru gidebileceği gibi hiçbir yere gitmiyor da olabilir.
POZİTİVİST TARİH KURAMI
Pozitivizm Ortaçağ’da felsefenin teolojinin hizmetinde bulunması gibi, doğa biliminin hizmetinde bulunan felsefe diye tanımlanabilir. Pozitivist felsefenin en büyük ismi kuşkusuz Auguste Comte’dur.
Pozitivizm ya da olguculuk olarak bilinen düşünce akımı 19. yüzyılda ortaya çıkmış ve bu akımın temsilcileri, bilimlerin yalnızca olgular arasındaki yasa bağıntılarını keşfetmeleri gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bilim ve aklın gelişmesiyle insanlığın da ilerleyeceği inancı pozitivist düşüncenin karakteristiğidir. Bu bağlamda tarihi ilerleyen bir süreç olarak ele almışlardır.
Saint-Simon insanlığın ilerlemesinden de insanlığın refaha ve mutluluğa kavuşmasını anlar. Temel savı bilimlerin kaydettiği ilerlemeyle insanlığın da mutluluğa kavuşacağıdır.
Pozitivistlere göre tarihsel süreç ile doğal süreç arasında hiçbir fark yoktur. Doğa bilimlerinin yöntemlerinin tarih bilimlerine uygulanabilir olmasının nedeni budur. Pozitivist ontoloji tarihsel varlık alanı ile doğal varlık alanı arasında bir ayrım yapmaz. Buna göre tek bir gerçeklik vardır, doğa ve tarih bu tek gerçekliğin iki ayrı görünümüdür. Pozitivizm doğabiliminin yönteminin iki aşamalı bir süreç olduğunu düşünüyordu. İlki olguları belirleme, diğeri ise yasaları formüle etme. Bu anlayış yeni bir tarih yazımına, pozitivist tarih yazımı denilen bir tarih yazımına götürdü.
19. yüzyıl olguların araştırılıp, kataloglanıp, derlenip, biriktirildiği bir çağdı. Böylece pozitivist varlık anlayışı tarihi doğaya indirgerken pozitivist bilim anlayışı da tarih bilimini doğa bilimine indirgemiştir.
BAŞLICA POZİTİVİST DÜŞÜNÜRLERİN TARİH TASARIMLARI
Auguste Comte
Comte’a göre tarihsel varlık alanı sürekli ilerleme gösteren bir oluş sürecidir. Ona göre neyin var olduğu sorusundan çok, bir şeyin nasıl oluştuğu sorusu önemlidir. Bu da olguların yasalarını araştırmak demektir.
Olgular arası yasa bağıntılarını keşfetme doğa bilimlerinde olduğu gibi tarihte de olguları önceden görebilme olanağı sağlar. Bilimde buna öndeyi denir. Comte’a göre yasalar doğal ya da tarihsel bütün fenomenlerin indirgenebileceği değişmez ilişkilerdir.
Comte’un bu felsefe anlayışı onun insan aklı hakkındaki görüşüne bağlıdır. Buna göre insan aklı üç aşamadan geçmiştir. Bu aşamalar da art arda ortaya çıkmış yöntemlerdir. Ona göre insan aklının gelişimi tek bir yasaya zorunlu bir şekilde bağlıdır. Gelişmedeki bu yasalılık ilerlemenin düzenliliği olarak karşımıza çıkar. İnsan tarihi art arda gelen üç dönemden geçmiştir: teolojik dönem, metafizik dönem ve pozitif dönem.
- Teolojik aşama bütün fenomenlerin tek bir tanrısal varlıkla açıklanmaya çaılışıldığı dönemdir.
- Metafizik aşamada insan aklı en yüksek mükemmelik seviyesi olarak son aşamasına varlıklar çokluğu yerine bütün fenomenlerin en son nedeni olarak “Doğa” gibi soyut tek bir kavramı koyduğu zaman ulaşmıştır. Metafizk aşama bütün fenomenleri tek bir soyut kavram aracılığıyla açıklanmaya çalışıldığı dönemdir.
- Son olarak pozitif aşamada ise insan aklı mutlak kavramları elde etmenin olanaksızlığını kabul ederek kendini yalnızca iyi düzenlenmiş akıl yürütmelerin ve gözlemlerin kullanımıyla olguların gerçek yasalarını yani olguların art arda geliş ve benzeşim ilişkilerini keşfetmeye adar. Pozitif aşama bütün fenomenlerin genel yasalar aracılığıyla açıklanmaya çalışıldığı dönemdir.
Comte’a göre “üç hâl yasası” nın tarihte kanıtları vardır, bütün pozitif bilimler kendi tarihlerinde aşmış oldukları diğer iki aşamanın izlerini taşırlar. Pozitif aşamaya ulaşabilmek için insan aklı diğer iki aşamadan geçmek zorundadır, bu aşamalardan biri ya da ikisi atlanarak pozitif aşamaya geçilemez.
John Stuart Mill ve Diğer Pozitivistler
Mill’e göre toplumlar arası farklılıklar tarihte giderek azalmakta, benzerlikler de artmaktadır. Bu benzerliklerden hareketle toplum aşamalarının birbirine dönüşümünü açıklayabilecek yasa bağıntıları kurmak da kolaylaşmaktadır. Tarihi belirleyen yasalar bireysel tek insanın biyolojisinden ve psikolojisinden türetilebilecek olan yasalardır. Tarihsel olgular insan psikolojisi ve biyolojisi yasalarıyla açıklanabilir
Doğa bilimlerinde tümevarma yoluyla nedenleri keşfederiz ve tümdengelim yoluyla da nedenlerden etkilere gideriz. Oysa tarihte nedenler olmuş bitmiştir ve artık karşımızda değildir. Bu yüzden tarihte etkilerden nedenlere gitmek gereklidir. Mill buna “ters dedüktif yöntem” der. Böylece tarihin olgularının incelenmesiyle tarihsel genelleştirmeler yapılabilecek ve tarihte toplum aşamalarının art arda gelişini belirleyen yasaların keşfi olanaklı olacaktır.
NEOPOZİTİVİZMİN TARİH GÖRÜŞÜ
20. yüzyılda Mantıkçı Deneycilik olarak da bilinen neopozitivizm birleştirilmiş bilim ideali ile ortaya çıkıp tüm bilimlerin birliğini savunarak olgulara ve deneye yönelmek ve olguların yasalarını keşfetmek yollu bilim anlayışı olmuştur. Birleştirilmiş bilim anlayışı bütün bilimlerin tek bir yöntem kullanması gerektiğini savunan anlayıştır. Buna göre tarih de bilim olacaksa doğa bilimlerinin yöntemlerini kullanmalıdır.
Bu düşünürler içinde Carl Gustav Hempel (1908-1997) tarihteki yasaların da doğa yasalarına benzediği görüşüyle öne çıkar. Hempel’e göre tarihte de açıklamalar için yasalar kullanılır ama bu yasalar örtük yasalardır.
Karl Raimund Popper’e (1902-1994) göre ise tarih yasa bulmaz, kuramsal bilimlerin bulduğu yasaları kullanarak açıklamalar yapar. Popper bilimleri kuramsal bilimler ve uygulamalı bilimler olarak ikiye ayırır. Kuramsal bilimler yasa önermeleri kurarlar oysa uygulamalı bilimler kuramsal bilimlerin yasa önermelerini kullanırlar.
Hempel’in örtük yasa ile kastettiği şudur: Tarihsel bir olguyu açıklamak için kullanılan yasa herkesçe bilindiği gerekçesiyle açıklamalarda çoğu kez dile getirilmez ama açıklamalarda örtük olarak bulunur. Örneğin tarihte savaşan iki devletten birinin diğerini savaşta yenme nedeni olarak “eşit silahlanmış iki ordudan sayıca fazla olanı sayıca az olanını yener” biçimindeki örtük yasa dile getirilebilir.
İDEALİZM VE MATERYALİZM KARŞITI TARİH FELSEFELERİ
idealizme yönelen tepkiler sadece Marksizm ve Pozitivizmden de gelmemiştir. 19. yüzyılda ortaya çıkan tarih eleştirileri büyük ölçüde Alman İdealistleri’nin ve özellikle de Hegel’in tarih felsefelerine yönelmişlerdi. Bu eleştirilerin ortak noktası insani ve tarihsel varoluşun yalnızca mantıktan hareketle açıklanamayacağı olmuştur.
KIERKEGAARD
Danimarkalı varoluşçu filozof Søren Kierkegaard (1813-1855) tarih kavramına varoluş kavramından hareketle yaklaşmıştır. Kierkegaard, felsefe tarihinin soyut mantıksal kurgularla geliştiğini ve bu nedenle bireyi, bireyin gerçek yaşamını ve gerçek varoluşunu gözden kaçırdığını düşünür. Oysa asıl önemli olan somut insan varoluşudur.
Kierkegaard’a göre tarihi tümel olarak kavramak olanaksızdır. Çünkü her tek insan tarihsel gelişme çizgisinin belirli bir noktasında yaşamaktadır. Ona göre Hegel ve Marx’ın tarih felsefeleri “tarihsellik” kavramını yanlış olarak geleceğe de taşımaktadırlar. Çünkü “tarihsel olma”, her şeyden önce olup bitmiş olmadır; “Tarihsellik olup bitmiş olmanın yüklemidir”. Gelecek tarihsel değildir, henüz olmamıştır.
Kierkegaard’a göre tarihin ne olduğuna ancak öznel bir yanıt verilebilir; bu yüzden de tarihin mutlak bir anlamından söz edilemez. Tarihi “günah” ve “korku” kavramlarının ortaya çıktığı bir varoluş alanı olarak görür.
İnsan salt akıl varlığı olarak görülemez; tutkuları, inançları, korkularıyla ve varoluşuyla ele alınması gereken bir varlıktır. Ayrıca Kierkegaard’un tarih anlayışının Hegel, Marx ve Pozitivist tarih anlayışından ayrıldığı bir diğer nokta da onun tarihte bir ilerleme olduğu anlayışına karşı çıkmasıdır. “Her tarihsel olgu, yalnızca göreli bir olgudur” ve “ancak çocukluk ve aptallık onu abartıp mutlak hâle getirebilir”.
Geçmiş artık olup bitmiş olduğundan değiştirilemez ama bu geçmişin zorunlu olduğunu göstermez. Aynı şekilde gelecek de zorunlu değildir. Gelecek henüz meydana gelmemiştir ve geçmişten daha az zorunlu değildir.
SCHOPENHAUER
Schopenhauer’e göre felsefe her zaman aynı kalan, değişmeyen ve tümel olanın bilgisidir. Felsefe theoria etkinliğidir. Oysa tarih alanı değişenler alanıdır, tarihte değişmeden aynı kalan bir şey yoktur, bu anlamda tarihin felsefesi olanaksızdır. Dünya istemenin bir tasarımıdır ve dünyada değişmeden kalan tek şey bu sonsuz istemedir. Dünyadaki ortaya çıkan bütün değişimler ve değişen şeyler bu sonsuz istemenin nesnelleşmeleri olarak tasarımlardır.
Schopenhauer İsteme ve Tasarım Olarak Dünya adlı yapıtında dünyayı istemenin bir tasarımı olarak ele alır. İstemenin nesnelleşmesi olarak kastedilen şey istemenin görünüşleridir
Tarih rastlantılardan oluşan ve gelip geçici olan ilişkilerden meydana gelmiştir. Schopenhauer’e göre tarihin rastlantılılığından bir teorik etkinlik olan felsefenin çıkarabileceği hiçbir tümel ilke olamaz. Burada Schopenhauer’in Hegel’in mutlakçı tarih felsefesini eleştirdiği anlaşılabilir.
Bilimler hep daima “olan şey” den söz ederken tarih yalnızca “bir kez olan” ve bir daha olmayacak olan şeyden söz eder. Üstelik tarih mutlak bir biçimde tikel olanla ilgili olduğundan her şeyi eksik ve kısmen bilir. Tarihte tümel bir kavram varsayılsa bile yine de o nesnel olamaz, öznel olabilir ancak. Schopenhauer’e göre tarihte en tümel olan, uzun dönem sürmüş ya da çok önemli olan bir olay bile kendi başına alındığında bireysel olan tikel bir şeydir.
Tarihte tümel ve genel olan bir olgudan hareketle tekil olayın tam açıklamasını vermek olanaksızdır oysa bilimlerde durum, tam tersine tümel olandan hareketle tekilin açıklamasını vermek biçiminde olur. Schopenhauer’e göre tarihten tümel ilkeler çıkarılamaz, bu yüzden de nesnel anlamda bir tarih bilimi ya da tarih felsefesi olanaksızdır. Felsefe kavrama, tarih ise anlatma çabasıdır.
Schopenhauer’e göre tarihin gerçekte anlattığı şey uzun ve karmaşık bir insanlık rüyasıdır. Hegel’in tarih felsefesi bireysel olana değil, salt soyutlamalara dayanan ve bu soyutlamaları gerçek sayan kurmaca bir tarihtir. Gerçek tarih felsefesi salt bireyler ya da tekil olaylardan söz ederken bu tekil varoluşlar hep farklı bir ad ve biçim altında ortaya çıksalarda, aslında aynı şeyin yinelenip durduğunu bilir.
Gerçek tarih felsefesi tüm durumlarda farklılıklar olmasına rağmen her değişimin altında varlığını sürdüren özdeş olan, kalıcı öğeyi görmelidir.
Tarihin mottosu şöyle olmalıdır: “Aynı, fakat başka türlü”. Bu durumda Schopenhauer’e göre tarihin mottosu şöyle olur: Eadem, sed aliter.
Schopenhauer’e göre tarih insan soyunun kendi üzerine düşünmüş olan bilinci olarak ele alınmalıdır. Bütün insan türünde ortak olan özbilinçtir o. Böylece tarih sayesinde insan türü “insanlık” adını hakeder.
Yazı düşüncelerin zamanla unutulmasına karşı zamana bir meydan okuma olarak tarihi olanaklı kılan şeydir. Ona göre tarih insan türünün akılcı bir şekilde kendi bilincine varma süreci olabildiği ölçüde bir değer taşıyacaktır. Başka bir deyişle “tarihin anlamı, bu sürecin akıl ilkelerine göre yönlenen bir toplumsal yaşama biçimine geçiş süreci olabilmesinde belirir”. Bu tarihin gerçek değeridir.
NIETZSCHE VE BURCKHARDT
İnsani olan her şeyi tarihselleştirmek de insanın eylem gücü olan güç istencini baltalamaktır. Çünkü insana tarihin ürünü olduğu öğretilmiş; bu da insanın kendisini edilgin görmesine, tarihin yaptığı bir şey olarak görmesine neden olmuştur. Bu anlayış, Nietzsche’ye göre, insanın kendisini tarihsel olan değer ve inançların, gelenek ve ülkülerin mirasçısı olarak görmesine yol açmıştır. Bunun sonucu ise insanın bu tarihsel olduğunu düşündüğü gelenek ve değerleri sorgulamaması olmuştur. Bu tür değerlere ve tarihe böylesine bir bağlılık insanın yaratıcılığının önündeki en büyük engeldir.
Şimdinin, bugünün yaşamı tarihe bağlı kılınamaz, tersine tarih şimdinin ve bugünün yaşamının ölçütlerine göre değerlendirilmelidir. Başka bir deyişle bugün olup bitmekte olanlardan tarihi yeniden yapmak gereklidir. Nietzsche’ye göre yaşamı tarihin içinden çıkarmayıp tarihi yaşamın içinden çıkarmak gerekir.
Eğitim bakımından asıl yararlı olan tarih ise eleştirel tarihtir. Çünkü bu tarih insanı zorlayıcı, baskı altında tutucu geleneklerden ve tarihe tutsak olmaktan kurtarır. Bu tür tarihte, tarihe bugünün yaşamının istek ve talepleri açısından bakılır.
Nietzsche’nin tarihe yönelik bir diğer eleştirisi de bilgikuramsal açıdan yapılan bir eleştiridir. Bilgikuramsal açıdan tarihte bir nesnellikten söz edilemez. Çünkü tarihsel olaylar asla tek bir anlama sahip değildirler. Nietzsche’ye göre tarih güç istenci peşinde koşan insanların ve grupların kendi varoluşları açısından bağlı oldukları sınırsız sayıdaki ilgilerinin savaş alanıdır. Nietzsche’ye göre insana yararlı olabilecek üç tarih, anıtsal tarih, antik tarih ve eleştirel tarihtir. Bu yüzden Hegel tarihte aklın egemen olduğunu söylerken aslında kendi çağının, Aydınlanma’nın ilgi ve çıkarlarını tarihte bulmaktadır.
Nietzsche’ye göre tarihte bir anlam arama çabası Batı dünyasına Hristiyanlığın miras bıraktığı bir şeydir. Bütün Batı felsefesine sinmiş olan tarihin bir anlamı olduğu ya da tarihte genel bir planın işlediği düşüncesi, Nietzsche’ye göre kılık değiştirmiş bir teolojiden başka bir şey değildir; Ortaçağdan kalma bir tutuculuğun devamıdır.
Jacob Burckhardt da (1818-1897) Nietzsche gibi Alman İdealizmi’nin tarih felsefesini eleştirmiştir. Burckhardt’a göre sürekli değişen tarihte tekrar eden tipleri aramak gereklidir. Ama bu tekrar doğadaki gibi bir tekrar değildir; tarihte döngüsel anlamda tekrar eden hiçbir şey yoktur, tarih sürekli değişir. Ama bu sürekli değişim içinde birbirine benzeyen tipler bulunabilir. Burckhardt’a göre tarih bilimden çok sanata benzediğinden tarihe estetik bir tavırla, sanatsal bir anlamayla yaklaşmak gerekir.
O tarihin özünü değişmede görmüştür, ilerlemede değil. Tarihteki değişme tarzlarının hepsini bize verebilecek bir tarih bilgisi ise olanaksızdır.
POZİTİVİZM KARŞITI TARİH FELSEFELERİ
ANTİPOZİTİVİST TARİH ANLAYIŞI
Pozitivist yöntem ve tarih anlayışına karşı düşünceler antipozitivist olarak nitelenen düşünürlerden gelmiştir. Tarih doğa bilimlerinden tamamen ayrı bir yöntemle ele alınmalıdır ve özerk bir bilim olarak kurulmalıdır. Doğal olgular matematiksel denklemlerle ifade edilebilirler, oysa tinsel olgular, yani tarihsel olgular mantematiksel denklemlerle açıklanamazlar. Doğa nedensel ilişkiler kurularak incelenebilecek bir doğal olgular alanıyken tarih teleolojik olarak incelenebilecek tinsel varlık alanıdır.
Ayrıca tarih anlam dünyasıdır, tarih bilimlerinde olguları anlama çabası vardır, doğa bilimlerinde olduğu gibi olguları açıklama çabası yoktur.
TARİH BİLİMİNİN OLANAĞINA İLİŞKİN GÖRÜŞLER
Wilhelm Dilthey
Dilthey deneyci filozof Francis Bacon’dan beri bilgi kuramında bilim tanımının hep doğa bilimleri model alınarak belirlenmesine karşı çıkmıştır. Antikçağdan beri geleneksel theoria-historia karşıtlığı içinde tarihin bilim olarak görülmediğini dile getirerek tarih bilimine bir temel vermek üzere yola çıkar.
Dilthey insani-toplumsal dünyaya ve tarihe yönelen; olması gerekeni değil, olanı söyleyen bilimlerin olanağına ilişkin yeni bir bilgi kuramı ortaya koymanın gerekliliğini ileri sürer. Kant’ın “saf akıl” anlayışına karşı çıkar, Dilthey’a göre akıl saf değil, tarihseldir. Çünkü akıl tarihsel-psikolojik bir varlık olarak insanın aklıdır.
Ona göre modern bilgi kuramı (epistemoloji) insani-toplumsal olana ilişkin bir bilimin olanağı hakkında bir temel oluşturamamıştır. Bu yüzden de tinsel olguların kavranma olanağı için yeni bir bilgi kuramı gereklidir. İnsanın tarihselliği onun bilme edimlerinin koşullarını da oluşturacaktır. İnsanın tarihsel olan olanakları anlaşılmadan bilme edimi tam kavranılamaz.
Dilthey’a göre bilen özne her zaman tarihin ürünüdür ve toplumsal bir varlıktır. İnsanın tarihsel varlığının kavranabilmesi için gereken koşul saf a priori bilgi olanağının kabulü değil, içinde bulunulan koşulların toplamından çıkan bir gelişim tarihidir. Dilthey’ın bununla kastettiği şey, felsefi soruların tam bir çözümlemesinin ancak tarihe yönelmekle olanaklı olduğudur.
Ona göre dış dünya yalnızca tasarımlanan bir gerçeklik olarak fenomen olarak kalır (Dilthey 2011: 17). Bu yüzden de dış dünyadaki nedensel süreçleri yeterince bilemeyiz. Ama nedenselliğe ilişkin tasarımlar da insanın istence dayalı yaşamından gelen ve tarihsel olan soyutlamalardır. Başka bir deyişle, “dış dünya bizim yaşama bütünlüğümüz sayesinde bize verilidir” (Dilthey 2011: 18).
Doğa kendi başınalığı içinde bize yabancıdır, biz onu kendi tasarımlarımıza göre bildiğimiz için ancak göreli olarak biliriz, oysa tarih tümüyle bize ait bir şey olarak bize kendi başınalığı içinde verilidir.
İnsan “yaşama” içinde belirlenmiş bir varlıktır ve bu “yaşama” da tarihsel olarak oluşan bir şeydir. Tarihsellik ise doğadan farklı bir şey olarak “tinsellik” ten farklı bir şey değildir.
İnsan doğa durumundan toplum hâlinde yaşamaya geçince tarihsel bir varoluş hâline gelmiştir. İnsanlar bir yandan oluşturdukları normlar, değerler ve kurallarla tarihi yaparken diğer yandan kendi oluşturdukları bu tarihsel oluşumlar, değerler ve kurallar tarafından da belirlenmeye başlamışlardır. Dilthey bu tarihsel varlığa “tinsellik” der ve bütün insan yaşamını belirleyen bir yapı olarak tinselliği öne sürer.
Tinsellik alanında doğa alanındaki mekanik değişmelerin zorunluluğuna karşıt olarak istence dayalı özgür eylemler vardır. İnsani ve tarihsel olan gerçekliği doğa bilimleri değil, tin bilimleri inceler.
Dilthey tin bilimleri için “anlama” ya dayalı yeni bir epistemoloji kurar. Bu tarih bilimleri için pozitivist bilim anlayışından farklı bir anlayışla kurulmuş yeni bir bilgi kuramı demektir. Dilthey’a göre tarihsel akıl eleştirisi de insanların ve toplumların kendilerini anlama tarzlarının bir eleştirisidir. Tarihsel akıl eleştirisi insanların kendi kendilerini ve toplumu ve tarihi anlama yetilerinin bir eleştirisidir Tarih doğa gibi teorik akılla kavranamaz ancak tarihsel akılla kavranabilir. Tarih teorik bilmeye değil, tarihsel bilmeye açıktır.
Tarihi yazarken tarihi yaparız da. Tarih alanında bütün yapılıp edilenler yine tarihi belirlemekte ve değiştirmektedirler. Tarihsel dünya yaşanan bir dünyadır dolayısıyla tarih geçmiş yaşantının anlaşılmasıyla kavranabilir. Tarih asla doğabilimsel determinizme bağlı değildir, tarihte özgürlük vardır.
Her tarihsel dönem kendi başına tektir, biriciktir ve tin bilimleri de bu yüzden tekilleştirici bilimlerdir, doğa bilimleri gibi tümelleştirici bilimler değildir. Yazılı yapıtlar nesnelleşmiş tinselliklerdir.
Ona göre dil bu anlamların taşıyıcısıdır ve her tarihsel dönem dilde kendisini dışavurur. Tarihsel olayları dil ile anlayabiliriz, bu yüzden de tin bilimlerinin inceleme nesnesi her zaman yazılı yapıtlardır. Belirli bir tarihsel dönemde ya da çağda insanların nasıl bir tinsellik içinde yaşadıklarını anlamak için o dönemin yazılı yapıtlarına başvurmak gereklidir.
Tarihçinin tek yapabileceği şey yazılı yapıtları yorumlayarak anlamak, yani hermeneutik yapmaktır. Yoksa bir çağın tinselliğinden veya tarihten dışarı çıkarak bütün çağlara bakabilmenin bir yolu yoktur. Bu yüzden de tarihi incelemek için kullanılabilecek tek yöntem ya da genel olarak tin bilimlerinin yöntemi hermeneutiktir.
Dilthey’a göre tin bilimlerinin amacı insanın kendisini tanımasıdır ama insan kendisini ancak tarihte tanır. Bununla birlikte tin bilimleri idealist ya da materyalist tarih felsefelerinin yaptığı gibi tarihte belirli son hedefler de görmezler. Çünkü tarihin gidişinde bir rasyonellikten çok irrasyonellik görülür.
Tarihin bir başının ve sonunun olduğuna ilişkin anlayış Ortaçağ Hristiyan inancının etkisiyle Augustinus tarafından ileri sürülmüş ve 19. yüzyılda çok etkili olmuş bir anlayıştır. Dilthey bu anlayışı eleştirir. Tarihsellik yaşam ile ilgilidir ve bu yüzden de genel geçer yasalar arayan açıklamanın değil, anlamanın konusudur. Tarihsellik hem insanı yapan hem de insanın yaptığı bir şey olarak tinselliktir.
Benedetto Croce ve Yeni Hegelci Tarih Anlayışı
Croce`ye göre Hegel bütün gerçekliği kavramsal ve mantıksal olana indirgemiştir. Gerçekliği salt mantıksal olarak görmek gerçekliğin mantık dışı yanlarını ve çeşitliliğini, karmaşıklığını basite indirgemek demektir. Oysa insan tini kendisini sezgisel olarak kavrar, gerçekliği kavramada sezginin akla önceliği vardır. Akıl tümel olanı kavrar, sezgi ise tekil olanı kavrar.
Croce’ye göre tekili tanıma yolu olan sezginin tümeli tanıma yolu olan akla önceliği vardır. Tarih insan tininin oluşması sürecidir. İnsan bu tinselliğin ürünü olarak onun içine gömülmüş durumdadır.
İnsan tarihin dışına çıkarak düşünemez; yalnızca yaşadığı zamanın içinden tarihe yönelebilir. İnsan tini tarihini ancak son ulaştığı sentetik birlik aşamasından geriye bakarak kavrayabilir ve bu yüzden de Croce “Her gerçek tarih şimdinin tarihidir” der. Geçmişe ancak bugünden hareketle bir anlam verebiliriz. “Geçmişe anlam veren şey bugünün tinidir, Hegel’in mutlak Tin’i değildir. Bu yüzden tarihin konusu geçmiş değildir, şimdide kanıtı bulunan geçmiştir. Kanıt ve eleştiri olmadan tarih de yoktur.
Croce’ye göre tarihçiler ne zaman kanıtın ötesine geçerek tahminlerde bulunmaya ya da kişisel duygularını dile getirmeye başlasalar tarihi hep romantikleştirmiş ve şiirleştirmişlerdir. Oysa gerçek tarih olası olana ya da olanaklıya açıklamalarında yer vermez, gerçek tarih sadece kanıta dayalı olmalıdır. Bütün tarihler çağdaş tarihtir, çağdaş olma tarihin karakteridir.
Tarihte insanın kendi yapıp etmelerinin ürünü olan tin vardır, bu yüzden de mutlak bir tin yoktur. Çünkü eğer tin, tarihte insanın yapıp etmeleriyle sürekli bir oluşum içindeyse bu tinin mutlak olarak tamamlanabileceği bir son varsaymak için tarihin dışından bakabilmek gerekirdi oysa bu olanaksızdır.
Doğa bilimi yapan insan etkinliği tarihsel bir etkinliktir. Bir kedinin bir kuşu öldürdüğünü gözlemlememiz tarihsel bir olgudur. Croce hem bilime hem felsefeye karşı tarihin özerkliğini savunmuştur.
Robin George Collingwood
Collingwood’a göre her tarihsel döneme egemen olan ideler vardır ve biz her bir dönemi o dönemlere egemen olan düşünceyi kavradığımızda anlarız. Bu yüzden de her tarih düşünce tarihidir.
Tarih bilgisi insanın kendisi hakkındaki bilgidir. Bu bilgiye tarihçi geçmişi kendi zihninde yeniden canlandırmakla ulaşır. Collingwood’a göre tarihin yöntemi geçmiş yaşantıyı zihinde yeniden kurmaktır. Ona göre evrensel bir tarih felsefesi olanaksızdır. Bu yüzden tarih felsefesi aslında tarih biliminin felsefesi olarak bu bilimin olanağını ve yöntemlerini soruşturan bir alan olabilir.
Tarihçi hem olayın dışı ile hem de olayın içi ile ilgilenir. Tarihçi olayın dışı ile, olayın içiyle olan ilişkisi bakımından ilgilenir. Tarihçinin işi bir olayın dışının keşfiyle başlasa da burada bitmez. Tarihçi olayın aslında bir eylem olduğunu ve asıl işinin kendisini bu eylemin içinde düşünmek olduğunu ve eylemcinin düşüncesini ayırt etmek olduğunu asla unutmamalıdır. Oysa doğa biliminde araştırılan bir olaya ilişkin olarak olayın dışı ve içi arasında böyle bir ayırım görülmez. Doğa bilimci için doğa olayları dışarıdan seyredilen salt görünüşlerdir oysa tarihçi için tarihsel olaylar salt birer görünüş değildir, olayların içindeki düşüncenin yakalanması gerekir.
Tarihçi doğa biliminde olduğu gibi salt olayları keşfetmekle kalmaz, bu olaylarda dile gelen düşünceyi de keşfeder. Tarih süreci salt olaylar süreci değil, bu olayların arkasındaki düşünceler sürecidir.
Collingwood’a göre tarihte bir olayın nedeni yine bu olayın kendisidir. Doğa biliminde ise bir olayın nedeni bu olaydan başka olan diğer bir olaydır.
Her tarih geçmiş düşüncenin tarihçinin kafasında yeniden canlandırılması işidir ve Collingwood’a göre tarihte kullanılabilecek tek yöntem de geçmiş yaşantının zihinde yeniden kurulmasıdır. İşte bu yüzden doğal bir süreç bir olaylar süreciyken tarihsel süreç bir düşünceler sürecidir. Tarihçi dışsal olaylarla ancak düşüncelerin ifadesi oldukları ölçüde ilgilenir.
Collingwood’a göre geçmişte olup bitmiş olayları anlamak amacıyla zihnimde yeniden canlandırmaya ve o olaylarda dile gelen düşünceyi yakalamaya yönelik her türlü düşünüş tarihseldir. Bir başkasının zihnini ya da bir topluluğun, bir çağın ortaklaşa zihnini bilebilmenin tek yolu zihinde yeniden canlandırma biçimindeki tarihsel yöntemdir.
Tarihsel değişme bir düşünme biçiminden ötekine giden bir değişmedir ve bu anlamda geçmiş düşünme biçimleri ölü değildir, şimdide yaşamaktadır Öyleyse, “tarihsel süreç, insanın mirasçısı olduğu geçmişi kendi düşüncesinde yeniden yaratarak kendisi için şu ya da bu insan doğasını yaratması sürecidir” (Collingwood 1996: 270).
ÇAĞDAŞ TARİH FELSEFESİ VE SORUNLARI
TARİHSELCİLİK-TARİHSİCİLİK TARTIŞMASI
Tarihselcilik-tarihsicilik tartışması tarih felsefesini olanaksız gören filozoflar tarafından tarihsiciliğin bir sorun olarak ele alınmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu görüşlerde örtük olarak bulunan düşünce eğer tarihsel gelişmenin yasaları olarak bir ilerleme yasası ve tarihte bir düzen keşfedilirse tarihsel gelişmenin önceden belirlenebileceğine ilişkin inançtır. Nietzsche bu tür tarih felsefelerini “tarihsici” diye adlandırarak eleştirmişti.
Tarihsicilik (historicism) sözcüğünü tarihi mutlak ve zorunlu olarak ele alan idealist ve materyalist felsefelerin tarih anlayışının eleştirisi bağlamında ilk kez kullanan Friedrich Nietzsche’dir. İdealist, Materyalist ve Pozitivist tarih felsefeleri tek bir ilkeyle bütün tarihi açıklamaya yönelen tarihsici tarih felsefeleridir. Tarihselcilik her tarihsel olayı içinde bulunulan çağa özgü koşullardan hareketle açıkladığından bir tarihsel olaya tarih dışından mutlak bir ölçütle bakılmasına karşıdır. 19. yüzyılda Tarihselcilik (historism) sözcüğünü ilk kez kullanan kişi Novalis’tir.
Croce tarihi bütününde açıklamaya çalışan tarih felsefelerini tarihselci bakış açısından tutarsız görür. Tarihsel olan bir varlık, ona göre, tarihin bütünü hakkında konuşamaz; bu yüzden de tarih felsefesi olanaksızdır Bu yüzden de tarihin tümü üstüne konuşan bir tarih felsefesini epistemolojik olarak olanaksız görmüştür.
Tarihe yönelimleri bakımından birbirine karşıt olan iki eğilim tarihselcilik ve tarihsicilik arasındaki tartışma tarihin bütününde bilinip bilinemeyeceğine ilişkin tartışmadır. Tarihin bütünüyle bilinemeyeceğine yönelik epistemolojik eleştiri tarihin bütününe ilişkin kavrayışımızı değerlendirebilecek elimizde nesnel ve mutlak ölçütlerin bulunmadığını, çünkü bu ölçütlerin kendilerinin de tarihsel olarak göreli ve öznel olduğunu ileri süren düşüncedir.
Tarihsiciler tarihte genellikler bulamayacakları için tarihe kendi ürettikleri genellikleri koymuşlardır ve bu tümel kavramlar ve ilkelerle tarihin tümünü bilmeyi olanaklı görmüşlerdir. Oysa Croce’ye göre bu ilkelerin kendileri de onları üreten zihinlerin tarihsel olmalarından dolayı tarihseldir. Tarihselcilik tarihsiciliğin tersine tarihe ilişkin mutlak bir açıklama yapılamayacağını belirtir. Tarihte ortaya çıkan bir ilkeyi mutlak olarak belirleyebilecek bir ölçütten yoksun olduğumuz için tarihsiciliğe epistemolojik bir itiraz yöneltir.
Tarihselciliğe göre tarihsiciliğin çelişkisi tarihin içinde ortaya çıkanın kendisini tarihin dışında görmesinden kaynaklanan bir çelişkidir. Kötü ve iyi tarihselcilik ayırımı yapan düşünürlerin kötü tarihselcilikle kastettikleri tarihsiciliktir. Rothacker’in tarihsicilik dediği düşünceye Troeltsch kötü tarihselcilik demiştir. Troeltsch’ün tarihselcilik dediği olumlu anlamda olan iyi tarihselcilik ise Dilthey’ın tarihsel görelilik anlayışına karşılık gelir.
Tarihsel görelilik ile tarihsel mutlaklık birbiriyle bağdaşmaz iki görüş olduğundan mutlakçı ve bütüncü tarihselciliğe tarihsicilik de denmiştir.
Tarihsel yasalar olamaz (Popper). Popper’e göre geçmiş olayları olduğu gibi anlatan bir tarih felsefesi olanaksızdır. “Tarihsici felsefe tarih gerçeklerini bizim seçip düzenlediğimizin farkına varmaz”, tarihin kendisinin ya da insanlık tarihinin içkin yasaları sayesinde geleceği belirleyebileceğine inanır . Popper’e göre tarihsicilik insanlığın kaderi gereği yürümek zorunda olduğu yolu keşfetmenin peşine düşmüştür oysa bu çaba boşuna olan bir çabadır. Popper tarihsiciliğin bilimsel ve mantıksal olarak bütün savlarının geçersiz olduğunu ileri sürmüştür. Popper’e göre tarihte öndeyide bulunmak kehanetten farksızdır.
Tarihselciliğin her şeyi göreli kılan tümel ilkesinin tarihe bağımlı olup olmadığı sorunu, Husserl’i, tarihselciliğin, eleştirdiği tarihsicilikle aynı hatayı yaptığı eleştirisine yöneltmiştir. Tarihselcilik her şey görelidir derken genel geçer bir yargı vermekle kendisiyle çelişmiş olur. Sonuçta çağdaş felsefenin en önemli tartışmalarından biri ‘tarihselcilik’ ve ‘tarihsicilik’ kavramları üzerinde dönmektedir.
DÖNGÜSELLİK-ÇİZGİSELLİK TARTIŞMASI
Antikçağ tarih anlayışı tarihin tıpkı doğa gibi döngüsel bir süreç olduğunu düşünmüştü. Modern tarih felsefesi ise Antikçağ’ın tarih anlayışının tersine tarihi çizgisel ilerleyen bir süreç olarak tasarlamıştır. Çizgisel tarih anlayışı döngüsel tarih anlayışının tersine tarihte bir belirli bir noktaya doğru bir ilerleme, çizgisel bir gelişme görür. Döngüsel tarih anlayışını savunanlar 20. yüzyılda Spengler ve Toynbee’dir.
Spengler’e göre tarihte erek olmamasının nedeni tarihin raslantıya dayalı oluşudur. Ona göre tarih kör bir doğa oyununa benzer ve kendisinde hiçbir erek taşımaz. Tarih bir bilim değildir çünkü tarihte doğru ya da yanlış diye bir şey yoktur. Olsa olsa ilgi ve beklentilerimize göre önemlidir, çünkü insan tarihe hep kendi ilgi ve beklentileri açısından bakar. Ona göre tarihe kader kavramıyla bakılabilir.
Spengler tarihte üç değişik gelişme basamağı olduğunu söyler:
- Metafizik-dinsel yüksek kültürler
- Simgeci erken kültürler
- Sivil geç kültürler.
Ama bu gelişme basamakları çizgiselliği akla getirse de aslında değildir. Çünkü her kültür bu üç basamaktan geçer ve her kültürü sonunda çöküş bekler. Bu anlamda tarihte döngüsellik vardır. Bu bağlamda Spengler Batı kültürünün de çöküş döneminde olan bir kültür olduğunu söylemiştir.
Toynbee de Spengler gibi tarihe doğalcı bir bakış açısıyla bakmıştır. Kültürlerin birbirlerine bağlı olması Toynbee’nin görüşünün temelidir. Tarih kültürleri karşılaştırmalı olarak ele alan bir bilimdir. Tarihin nesnesi olan kültürler de dinamik yapılardır. Kültürlere bu dinamik yapıyı veren ise her kültürün içindeki yaratıcı kişilerdir.
Toynbee’ye göre bütün toplumlar döngüsel süreçlerden geçerek doğar, gelişir ve yıkılırlar. Toynbee’ye göre uygarlıklar birbirine dönüşerek ya da birbiri içine geçerek yeni biçimlere değişemezler, her uygarlık başkasından kesin sınırlarla ayrılabilmelidir.
Toynbee bir toplumun yaşamını tinsel bir yaşam olarak değil, doğal bir yaşam olarak görmüştür. Toynbee kültürlerin gelişimini ise meydan okuma ve bu meydan okumaya yanıt verme girişimi ile açıklar. İlk olarak doğaya meydan okuyan kültürler doğaya egemen olmakla ortaya çıkarlar; daha sonra ise başka kültürlere meydan okumakla gelişirler.
TARİHTE ZORUNLULUK-OLUMSALLIK TARTIŞMASI
Hegel, Marx ve bazı Aydınlanma filozofları tarihte gerçekleşmiş olanın kaçınılmaz olmasına vurgu yapmışlardır. Oysa çağdaş felsefede bu anlayış sıkça eleştirilmiştir. Sözgelişi Nietzsche, Foucault, Berlin ve Rorty gibi düşünürler tarihsel olanın kaçınılmaz olmadığını ileri sürmüşler ve tarihi olumsal bir süreç olarak ele almışlardır.
Isaiah Berlin tarihte kaçınılmazlık düşüncesinin insan özgürlüğü ve sorumluluğun önünü kapayan bir düşünce olduğunu ileri sürmüştür.
Carr’a göre tarihte her olgunun rastlantı eseri meydana gelmediğini ileri sürmek tarihsel oluşa geri döndürülemezlik anlamında bir zorunluluk yüklemek değildir. Tarihin zorunlu mu yoksa olumsal mı olduğu tartışması tarih felsefesinde insan özgürlüğü temelinde sorgulanmaktadır.
ÇAĞDAŞ (POSTMODERN) TARİH ANLAYIŞLARI
20. yüzyılda yapısalcı (structuralist) tarih anlayışı tarihsel olgular arasında yasalılık-rastlantılılık tartışmasını bir yana bırakıp bir dilin, bir kültürün, bir toplumun yaşama tarzının kavranması gerektiğini ileri süren bir düşünce akımıdır. Bu yüzden de yapısalcılar daha çok dilbilim ve etnoloji çalışmalarına yönelmek gerektiğini ileri sürer. Böylece her tarihsel dönem, çağ ya da halk kendi içindeki yapısal özellikleriyle kavranmalıdır.
Yapısalcılara göre tarih geçmişte kalmış dilbilimsel ve etnografik yapıların saptanması için başvurulabilecek bir malzeme deposudur; bu yüzden tarihten herhangi bir yöntemle genel açıklamalar yapmamızı sağlayabilecek bir süreklilik ve düzenlilik çıkarılamaz.
Claude Lévi-Strauss’a göre ise tarihçi geçmişe çağının ya da kendisinin eğilim ve talepleriyle yaklaşmamalıdır çünkü bunu yaparsa bir dönemin kendine özgü yapısını değiştirerek o dönemi kendi çağının ilgi ve çıkarlarına göre yorumlamış olur. Michel Foucault da modern tarih anlayışını eleştirmiştir. Ona göre çizgisel tarih anlayışı nedenselci düşüncenin bir ütopyasıdır; bu yüzden insanın ilgi ve yönelimleri ile tarih kavramı ayrılmalıdır.
Hermeneutik tarih anlayışı ise daha çok Dilthey Okulunun etkisinde ortaya çıkmış bir düşünce akımıdır. Hermeneutik, bir yöntem olarak, yazılı metinleri yazıldıkları dil ve tarihsel dönemdeki anlamıyla yorumlayarak anlama yöntemidir. Hermeneutik tarih anlayışı her tarih yazımının göreli olduğunu ileri sürer. Buna göre geçmişe ilişkin bütün yorumlar bugünün tini ile yapılmış yorumlardır. Yarının tini aynı geçmiş olguları farklı yorumlayacaktır.
Hans Georg Gadamer’e göre ise tarih bizi önceden belirleyen şeydir. Ona göre tarih olmuş ve olmakta olduğumuz her şey olarak bizi belirleyen şeydir. İnsan varlığı kendisi saran tinsellikten, dolayısıyla tarihten bağımsız olabilecek bir varlık değildir.
Varoluşçu hermeneutik anlayışta halının bir kenarına basıldığında halının bütününe bir adım atılmış olacağı varsayımından hareketle tarihin bütünü üzerine konuşmak olanaklı kabul edilmiştir. Bunun için de dile yönelmek gerekir çünkü her çağda ve tarihsel dönemde anlamın taşıyıcısı dildir. Dil tarihsellik ve tinselliğin kendisini dışa vurduğu, nesnelleştirdiği ortamdır, her şey bize dilsellik içinde verilidir.
20. yüzyıl düşünce akımlarından birisi de Frankfurt Okuludur. Frankfurt Okulu’ndan Jürgen Habermas varoluşçu hermeneutiği Hegel’in yaptığı anlamda tarihsici bir tarih felsefesi anlayışına dönüş olarak görerek eleştirmiştir. Bu akımın önde gelen temsilcileri Max Horkheimer, Theodor Adorno ve Herbert Marcuse’dir. Bu düşünürler tüm tarih sürecini insanın hem doğa hem de kendisi üzerinde egemenlik kurma süreci olarak ele almışlardır. Tarihin bundan sonra da böyle devam etmemesi için şimdiye kadar ki tarihin yadsınması gereklidir. Tarihte tahakküm kurmanın görülebilmesi için insanın insana hükmetme tutkusunun anlaşılabilmesi gerekir.
Tarihi tarihin dışına çıkarak bütününde bir ilerleme süreci olarak tasarımlamak olanaksızdır. Tarihe gerçekçi bakılırsa böyle bir iyimserlikten vaz geçmek gerektiği anlaşılacaktır. Adorno’ya göre tarihin tin gibi ya da akıl gibi evrensel bir öznesi olmamıştır. Üstelik içinde bulunulan çağda dünyanın savaş gibi felaketler geçirmiş olması tarihe ilerleyen bir süreç olarak iyimser bir bakışla yaklaşmamızı engeller. Daha gerçekçi bir bakış altında görülecektir ki tarih aslında insanın dünyaya ve başka insanlara egemen olma sürecidir. Dolayısıyla tarihte akıl değil, akıl dışı tutkular egemendir.
Bunu şöylede dile getirmek mümkündür: modern toplumda tarih insanın insan üzerinde egemen olması aşamasından aklın herkes üzerinde egemen olma aşamasına geçmiştir.
Sonuçta 20. yüzyılda ortaya çıkan Yapısalcılık, Hermeneutik ve Frankfurt Okulu’nun tarih anlayışları modern, çizgisel ilerleyen tarih anlayışının eleştirisi olarak ortaya çıkan postmodern dönemin tarih anlayışlarıdır.