TARİH FELSEFESİ NEDİR?
Batı dillerinde history, historia biçimlerinde karşımıza çıkan ve Türkçe’de “tarih” olarak karşılaştığımız kavramın kökeni, Eski Yunanca’daki historein sözcüğüdür. Historein, Eski Yunanca’da 1. araştırma yoluyla bilme ve öğrenme, 2. hikâyeleme ve tarih anlamlarına gelmektedir.
Çağımızda, tarihin üç farklı anlamından söz edilebilir:
- Zamandizinsel (kronolojik) anlam
- Geçmişin tümü olarak tarih
- Geçmişe ilişkin araştırmalar yapan bir çalışma alanı olarak tarih.
Tarih yazıcılığı, üçüncü anlamıyla tarihin bir ürünüdür.
Batı’da tarih felsefesinin kurucusu olarak görülen Giambattista Vico’ya göre tarih, insan topluluklarının ve onların kurumlarının tarihidir. Vico’nun düşüncesinde tarih salt insan zihninin bir ürünü değildir, aksine, insan doğası ancak tarih aracılığıyla anlaşılabilmektedir
Raymond Aron tarihe, dar anlamıyla insan geçmişinin bilimi, geniş anlamıyla kültürün, türlerin, gökyüzünün ve yeryüzünün araştırılması tanımını getirmiş ve bu tanımlamada doğa-insan ilişkisini göz önünde bulundurmuştur
Duralı’ya göre tarih, “İnsanın biyolojik olarak eksikliğini duyduğu şeyin yerine geçmek üzere girişimde bulunup kazandığı olaydır…. evrimin oldukça kendine özgü bir devamlılığı olarak görülür”
Karl Jaspers’e göre tarih, insana kendini görmeyi, değerlendirmeyi öğretmesi bakımından, onu kendi çağına bağnazca ve bilinçsizce bağlanmaktan kurtarır.
Karl Popper’e göre tarih, insanlığın bilgisi ve bu bilgi üzerine ortaya atılan kuramların toplamından oluşur; bu yüzden de insanın tarihinin en önemli kısmı felsefeyi ve dini de içeren insan düşüncesi ve bilgisinin tarihidir.
Braudel’in tarihe ilişkin düşüncesi de tarihin insanlar, insanların da tarih tarafından yapıldığı ve kaderlerinin onun tarafından biçimlendirildiği yönündedir Braudel’e göre tarih, olanaklı tüm tarihlerin-dünün, bugünün, geleceğin öğretilerinin-bir toplamıdır ve en büyük hata, bu toplamı oluşturan parçalardan herhangi birini diğerlerini dışlayacak biçimde tercih etmektir
Res Gestae Olarak Tarih ve Tarih Felsefesi
Res gestae, Latince’de yapılmış işler/ şeyler anlamında kullanılan bir tamlamadır. Bu tamlama, zamanla, geçmişte yapılmış tüm işlere göndermede bulunmak üzere kullanılmış ve bu kullanım, bizde ‘tarih’ sözcüğüyle karşılanan ‘historia’ sözcüğünün ilk anlamını oluşturmuştur.
Kimi düşünürlere göre:
1. Tarihte bir ereklilik vardır
2. Tarihteki ereğin ne olduğunu geçmişe bakarak saptayabiliriz
3. Bu sayede gelecek hakkında öndeyilerde (prediction) bulunabiliriz.
Bu söylenenlere karşı çıkarak, tarihte sanılanın aksine ereklilik adına en küçük bir şeyin bile bulunmadığını ve bu yüzden gelecek hakkında söz söylemeye hakkımızın olmadığını söyleyen düşünürler de bulunur.
Historia Rerum Gestarum Olarak Tarih ve Tarih Felsefesi
Historia rerum gestarum anlamıyla tarih felsefesi, tarih yazan kişinin bilgi etkinliğini asıl sorun olarak öne çıkaran bir tür “bilim felsefesi”, bir “metodoloji eleştirisi” dir
Alman Tarih Okulu, kökeni ve gelişimi bakımlarından daha çok Alman İdealist filozof Johann Gottfried von Herder’e bağlı olan ve seçkin düşünürleri arasında Wilhelm von Humboldt’un (1767-1835) bulunduğu tarih okuludur. Bu okulun yaklaşımına göre tarih bilgisi, bir halkın kendisiyle ilgili bilincinin ne olduğunun belirlenmesi yoluyla yalnızca o halk için geçerli olabilecek türden bir bilgidir.
Wilhelm Dilthey (1833-1911), Alman Tarih Okulu’ndan etkilenerek tarih bilimini temellendiren, çağında gelişip yaygınlık kazanarak “bilimsel bilgi” tartışmalarını kuşatmış olan pozitivist anlayışa şiddetle karşı çıkmış ve onların öne sürdüklerinin aksine, doğa bilimleri yanında, insanın ve yapıp ettiklerinin inceleme konusu kılındığı başka bir bilimsel araştırma sahasının var olduğunu ısrarla savunmuştur.
Bilimi bilmediğimiz bir şeyleri keşfedip ortaya çıkarma etkinliği olarak gördüğümüzde, tarih aynı zamanda bilimdir.
Geriye kalan sorunun, yani tarihin ne için olduğu sorusunun yanıtı Collingwood’a göre “insanın kendisini bilmesi için” dir.
Tarihselcilik (historismus/ historism), insanın düşünce ve emeğinden çıkmış her şeyin tarih içerisinde, bir birliktelik-toplumsallık ortamında oluştuğunu ve bu şeylerin tarihin her döneminde değişikliğe uğradığını savunan görüştür. Bu görüşe göre, bilim, sanat, meslekler, hatta felsefe bile, tarihsel bir temele sahiptir; insanın bu düşünce ve eylem ürünlerinin her biri, insan ve toplum tarih sürecinde değiştikçe değişim gösterir.
Collingwood, tarihe ilişkin dört temel soru sorar: Tarihin tanımı nedir?, Tarihin nesnesi nedir-yani tarih neyi araştırır?, Tarihin yöntemi nedir? ve Tarihin (hem geçmişin tümü olarak hem de bir bilim olarak) ereği nedir?
TARİH FELSEFESİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Collingwood’a göre bu terimi ilk kullanan düşünür Voltaire olmuştur.
Tarih felsefesini tarih düşüncesinden ayıran temel ölçütün ne ya da neler olduğu sorusuna yanıt aramak kaçınılmaz görünmektedir. Collingwood’a göre bu soruya Voltaire’in vereceği yanıt eleştirel yöntem ve özgün düşünüş, Hegel’in vereceği yanıt evrensel bir tarih ya da dünya tarihi, pozitivistlerin vereceği yanıt ise tarih biliminin açıklamakla yükümlü olduğu ve geçmişteki olayları belirleyen genel yasaların keşfedilmesi yönündedir.
Sorokin’e göre, anlamlı tarih felsefeleri, anlaşılabilir tarihsel olay yorumları ve toplumsal-kültürel süreçler üzerine yapılan kaydadeğer genellemelerin önemli çoğunluğu, bunalım ya da geçiş, bazen çözülme dönemlerinde, yahut bu tür dönemlerin hemen öncesinde ve sonrasında ortaya çıkmaktadır. Sorokin, bu tezine İbn Haldûn’un Mukaddime adlı yapıtını örnek olarak gösterir.
Walsh’a göre tarih felsefesi, tarihte anlam, bütünlük, yasa, amaç gibi sorunları inceleyen tarih metafiziği ve tarih çalışmalarında ortaya çıkan sorunları, tarihte araştırma yöntemi/ yöntemleri, bilginin güvenilirliği, açıklama, kanıtlama gibi sorunları konu edinen analitik tarih felsefesi olmak üzere, kendi içinde ikiye ayrılır.
ANTİKÇAĞ YUNAN DÜNYASINDA TARİH ANLAYIŞI
Homeros ve Hesiodos
Antikçağ Yunan medeniyetinde tarih konusunun, diğer pek çok medeniyette olduğu gibi, efsaneler tarafından işlendiği söylenebilir
Homeros’un bilinen en büyük yapıtları, İlyada ve Odysseia adlı iki destanıdır. Bu destanlarda din, kahramanlık ve gelenek ağırlıklı yer tutar. Hesiodos’un Theogonia ile İşler ve Günler yapıtlarında da bu konuların ön plana çıktığı görülebilir.
M.Ö. 8. yüzyılda yaşamış olan Hesiodos, Antik Yunan tarih düşüncesini ana hatlarıyla ortaya koyan ilk düşünürdür, demek yanlış olmaz.
Hesiodos, tarih düşüncesini içeren iki ayrı yapıtında, tarihi iki ana bölüme ayırmıştır:
- Theogonia’da (2006), evrenin oluş sürecini, tanrıların özelliklerini ve görevlerini, insanın ortaya çıkışını ele almış, daha çok tanrıların tarihini anlatmaya yoğunlaşmıştır.
- Works and Days’de (2006) (Türkçesi: İşler ve Günler, 1977) ise, insanın tarihi ağırlıklı yer tutmuş, hatta Hesiodos bu yapıtında kendinden önceki ve sonraki nesilleri kapsayacak şekilde insanın geçmişini ve geleceğini-daha doğrusu insanın geçmişi ve geleceği konusunda kendi öngörülerini-ele almıştır.
Hesiodos, zaman ilerledikçe insanların tanrılardan uzaklaştıkları, bozuldukları ve kötüleştikleri görüşündedir. Hesiodos’un çağlar öğretisine göre, çağlar ve özellikleri şöyle sıralanabilir:
- Altın Soylular Çağı/ Altın Çağ: Khronos’un gökleri tuttuğu zamanlarda, insanlar, acı ve kaygı taşımadan, rahat, hatta ihtiyarlamadan yaşayıp uykuya dalar gibi ölürlermiş.
- Gümüş Soylular Çağı/ Gümüş Çağ: Bu çağda doğan çocuklar yüz yıl boyunca çocuk kaldıktan sonra, başları dertten kurtulmayan, ölçüsüz, saygısız, tapınaklara dahi gitmeyen, kavgacı kişiler olurlarmış-Hesiodos’a göre tüm bunlar, medenî insanın ahlak değerleri olmasına karşın, gümüş soylular bunlara uymamış, Zeus da ceza olarak, bu çağın insanlarını yer altı cinlerine çevirmiş
- Tunç Soylular Çağı: Hesiodos’a göre tunç soylular, işleri güçleri saldırmak ve öldürmek olan, korkunç, kuvvetli, sonunda birbirini yok etmiş olan insanlardır
- Dördüncü Soy: Zeus’un yarattığı yeni nesil, tunç ve gümüş çağının insanlarından daha doğru, daha yürekli, yarı tanrısal özelliklere sahip olmuş, çetin savaşlarda, büyük kargaşalarda yaşama veda etmişlerdir.
- Beşinci Soy (Demir Soyu): Hesiodos’un yaşadığı dönemdir. Hesiodos, kendi çağının insanlarını gündüzleri didinip ezilen, geceleri kıvranan, sürekli belalarla uğraşan, çok az sevinç yaşayan kimseler olarak anlatmıştır
- Altıncı Soy: Hesiodos, kendinden sonra gelen soyu, insanlığın çöküşü olarak öngörmüştür.
Hesiodos’un çağlar öğretisinde, altın çağı insanları en mükemmel, altıncı soyun insanları ise en bozulmuş ve en kötü toplumu oluştururlar.
Pindaros (M.Ö. 518-438) da Homeros ve Hesiodos gibi, Antik Yunan medeniyetinin ozan-düşünürlerindendir. Pindaros, Olympian Odes’ da Rodos’un efsaneye dayalı tarihini anlatmıştır ve bu anlatıda geçmiş, değişmeyen gerçeklik olarak anlaşılmıştır Pindaros’un şiirlerinde ön plana çıkan önemli unsurlardan biri de tüm boyutlarıyla zamandır.
Pindaros’a göre, insanların gelecek hakkında kehânette bulunmaları yersiz ve anlamsızdır. Pindaros, tarihsel bir dünyada yaşadığını açıklıkla dile getiren bir ozan-düşünürdür.
SOFİSTLERDEN SONRA YUNAN TARİHÇİLİĞİ VE TARİH YAZICILIĞI
Kozmogoni: Antik Yunan dilinde “evren”, “düzen” anlamlarına gelen kosmos ile, “doğum”, “oluşum”, “köken” gibi anlamları karşılayan goneia sözcüklerinin birleşiminden oluşan, “evrenin kökeni hakkında ortaya atılmış bilimsel kuram ya da efsane temelli açıklama” anlamında kullanılan terim.
“İnsan her şeyin ölçüsüdür; olanların olduklarının, olmayanların, olmadıklarının” sözünün sahibi Protagoras, tanrıları dışarıda tutup, kültürü oluşturan her tür değerin üreticisi olarak insana işaret etmiştir.
Herodotos, tarih araştırmasında ve aktarımındaki bakış açısını, “Ödevim, bana anlatılan neyse onu vermektir. İnanmaya gelince, hiçbir şey beni buna zorlayamaz ve bunu bütün anlattıklarım için söylüyorum” sözleriyle dile getirir. Herodotos, bu bakış açısına sadık kalarak, anlattığı konuyla ilgili birbirinden farklı söylentilerin tümünü yapıtına almaya çalışmıştır. Herodotos, yazılı belgelere dayanarak tarih olaylarını değerlendirme konusunda da bir ilktir.
Herodotos, birincil kaynakları her durumda ikincil olanlara üstün tutması ve farklı söylentileri karşılaştırırken eleştirel olmasına karşın, Atina geleneğine karşı tutumunun etkisinden tamamıyla kurtulamamıştır; bu yönü de zaman zaman onun nesnelliğine-tarafsızlığına gölge düşürür.
Günümüze ulaşan ve dolayısıyla bilinen tek eseri Peloponnesos Savaşı olan Thukydides de yukarıda belirttiğimiz gibi, Herodotos ile birlikte Yunan tarihçiliğinin önemli isimlerinden biridir.
Thukydides’e göre savaşın başlıca nedeni, iç huzursuzluk ve şehir devletleri arasında patlak veren kavgalardan kaynaklı göçlere bağlı olarak ortaya çıkan bunalımlardır. Thukydides, ekonomik etkenleri değişimlerin ve iç savaşların nedeni olarak gören belki de ilk tarihçidir.
PLATON’UN TARİH ANLAYIŞI
Platon, kendi çağında tanık olduğu toplumsal ve siyasi çalkantılar karşısında, şu iki tutum arasında bir seçim yapma zorunluluğuyla baş başa kalmıştır:
1. Polisi, daha doğrusu Atina’yı tüm kurum ve gelenekleriyle geçmişe gömme gayreti içinde olan yıkıcı güçlerle bir olup yepyeni bir devlet ve yepyeni bir din oluşumuna katkıda bulunmak
2. Karşıt görüştekilerin yanlışlarını ortaya koyup çürüterek Polis’i ayakta tutmak için ne gerekiyorsa yapmak.
Platon, bu tutumlardan ikincisini benimsemiştir ve Guthrie’nin de belirttiği gibi hocası Sokrates’in Sofistlerle mücadelesini devam ettirerek Polis’i sonuna kadar savunmuştur
Ruh, idealar öğretisi, ideal devlet gibi Platon düşüncesinin özgün unsurları için de önemli bir kavram olma özelliği taşır. Platon’a göre ruh, hem ilk yaratılan varlıklardan biridir hem de tüm değişim ve dönüşümlerin başlıca nedenidir. Ruh, bütün eylemlerin, iyi ve kötü olarak nitelenen her şeyin ardındaki nedendir, yani insanların tüm eylemleri aslında ruhun etkinlikleridir. Hareketin kaynağının arkasında tarihin yapıcısı olan ruhun itici gücü vardır.
Ruh nasıl bir varlıktır, özellikleri nelerdir? Platon’un ruha yüklediği temel özellikleri ölümsüzlük, maddesizlik ve görünmezlik olarak sayabiliriz. Aynı zamanda ruh, tutku, cesaret ve akıl olmak üzere üç ana bileşene sahip bir yapıdır; hatta ruhun söz konusu bölümlerinin toplumlarda görünümü de bulunur.
Platon, bu düşüncesiyle bir ilerlemeyi kabul ettiğinin işaretini vermiş, hatta bu iyimser ve umutlu tavrını, felsefî temellere dayalı bir siyaset düzeninin kurularak kötüye gidişin durdurulabileceği düşüncesinde de korumuştur, diyebiliriz. Bu felsefî temellere dayalı düzeni kuracak olan da Platon’a göre, ruhunun akıl bölümünün rehberliğinde, yine insandan başkası değildir.
Platon’da Tarih Metafiziği ve Tarihin Yorumlanışı
Platon, Timaios (Timaeus), Kritias (Critias) ve Devlet Adamı (Statesman) diyaloglarında, kendi yaşadığı dönemin insanlarını, bir felâket sonrasında yaşama tutunmayı başarabilen kişilerin torunları (descendants) olarak nitelemiş, felâket gelmeden önceki medeniyetin ya da düzenin felâketle yok olması sonrasında sağ kalanların yaşamlarını sürdürmek için gerekli tüm şeyleri adım adım fakat bir hayli zahmete katlanarak elde ettiğini savunmuştur.
Toplumsal yaşam hem insanın varlığını sürdürmesi için zorunlu olması hem de refahta artış ve kurumlarda gelişmişlikle birlikte insanı bozması nedeniyle çelişki doğurmaktadır.
THEORİA-HİSTORİA KARŞITLIĞININ OLUŞMASI VE YERLEŞMESİ
Platon’da idealar, yalnızca varlık sorunu bağlamında değil, bilgi sorunu bağlamında da anahtar kavramlardan biridir. İdealar, zaman ve mekandan bağımsız, sonsuz-ölümsüz, ne ise o olarak kalan, hiçbir zaman değişmeyen soyut varlıklardır ve ancak salt akılla, düşünce yoluyla bilinebilirler.
Nitekim ideal bir toplum ve devlet düzeni de ancak adalet, iyilik, ölçülülük, bilgelik gibi erdemlerin idea düzeyindeki bilgisini edinmekle olanaklı olacaktır ve Platon bu olanağın insanda var olduğunu hemen hemen her diyaloğunda farklı ifadelerle dile getirmiştir.
Paul Yorck von Wartenburg, bu zihniyetin Herakleitos’tan Aristoteles’e kadar tüm Yunan düşüncesinde var olan hakiki bilgi-yani episteme ile sanı/historik bilgi-yani doxa ayrımında ifade bulduğunu ileri sürmüştür
Theoria’nın Yunanca’daki temel anlamı “görme” olsa da felsefede bu kavrama daha çok “aklın gözüyle görme”, “deneyimden bağımsız olarak düşünülenler alanındaki değişmeyenleri görme” anlamları yüklenmiştir.
Aristoteles’ın Tarih Anlayışı
Aristoteles bilgi alanlarını şöyle sınıflandırır:
1. Teorik bilgi
2. Pratik bilgi
3. Poietik bilgi.
Bunlardan ilkini, bilgiyi başka bir şeyin aracı değil de başlı başına kendisi için bir amaç olarak gören fizik, matematik ve metafizik gibi disiplinler oluşturur. İkincisi kapsamına etik, politika, ekonomi gibi insan yaşamındaki eylemlerle ilişkili, iyinin nasıl elde edilebileceğini araştıran disiplinler girer. Son olarak, poietik bilimler, anlamca bilimlerin karşısına konulmuş olan güzel sanatları, yani insan ürünü şeyleri kapsar-yani bilgiyi bilgi olarak değil, güzel şeyler yapmak için bir araç olarak görür ve kullanır.
Aristoteles, bu bilgi alanları sınıflaması çerçevesinde, Herodotos ve Thukydides’in kazandırdığı anlamları taşıyan historeini historiografya (tarih yazımı) olarak adlandırmış ve bu disiplini Peri Poietikes (Şiir Sanatı Üzerine) adlı yapıtında bir edebiyat türü olarak şiirin altında sınıflamıştır; çünkü Aristoteles’e göre şiir sanatı imgelem (phantasia) yoluyla bile olsa bir genelliği hedeflerken, tarih yazıcılığı bireysel, rastlantısal olayları edebî bir dille aktarırken böyle bir genelliği hiçbir zaman yakalayamaz ve bu da felsefenin peşinde olduğu genellik ile tarih yazımının yalnızca rastlantısalı yakalayabilmesi arasında giderilemez biçimde bir karşıtlık oluşturur
Aristoteles, bugün bildiğimiz ve kullandığımız anlamıyla historeini şiir sanatının altında bir edebî tür olarak görmüş ve theoria etkinliği olan felsefenin karşısına koymuştur. Onun bu anlayışı, yüzyıllar boyunca geçerliliğini korumuştur.
TARİH FELSEFESİNİN ORTAÇAĞDAKİ KÖKENLERİ
Ortaçağ’ın din temelli düşünce yapısının, bazı felsefe tarihçilerince, bir geçiş dönemi düşünürü sayılabilecek olan Plotinos’tan (203-270) başlatıldığını söyleyebiliriz. Plotinos, mistik-panteist bir düşünce ortaya koyarak her türlü maddeciliğe tutarlı biçimde karşı çıkmış düşünürlerdendir. Plotinos’a göre gerçek maddeden oluşmaz, salt tinsel niteliktedir.
Mistik terimi, daha çok, kişiye özel, duyu deneyimlerinin sınırlarını aşan ve metafizik boyutu olan deneyimleri kapsayacak biçimde kullanılır. Panteizm ise, kökeni Yunanca’ya dayanan panta-yani her şey ve theos-yani tanrı sözcüklerinden oluşan, dilimize tümtanrıcılık biçiminde de çevrilen bir metafizik anlayışın adıdır. Bu anlayışın felsefe tarihinde bilinen başlıca temsilcilerinden birisi de Plotinos’tur.
Fakat Plotinos’un varlık anlayışı, yalnızca ruh öğretisi bakımından değil, tüm var olanların var olmasına olanak tanırken, kendisi başka hiçbir varlığa gereksinmeden var olan “Bir” savı bakımından da özellikle Hıristiyanlığın faydalandığı bir felsefe sistemi olmuştur. Bu “Bir” in algı ve düşünceyle kavranamaması, Onun hakkında yalnızca ne olmadığına ilişkin şeylerin söylenebilir olması ve Onun her şeyin kendisinden türediği yaratıcı ilke, “salt iyi”, “en yüksek” olması, çoktanrıcılığı korumak isteyenler kadar Hıristiyanların da Tanrı inançlarını temellendirmede Plotinos’tan yararlanmalarına yol açmıştır.
Plotinos’a göre, tüm varolanlar, “Bir” in kendisinden taşması sonucu İlk Akıl’ı (Nous), onun Evren Ruhunu (Kosmon Psykhe), evren ruhunun tek tek ruhları ve son olarak ruhların da maddeyi meydana getirmesi sayesinde oluşmuşlardır ve varlık hiyerarşisinde en alt basamak kabul edilen maddî her şey, aslında Bir’den bir zerre taşımaktadır. Bu öğretiye türüm ya da sudûr teorisi de denir.
Hıristiyanlık Temelli Ortaçağ Felsefesi
Antikçağdaki kültür değerlerini gelecek için korumaya alan da Katolik Kilisesi olmuş, Kilise’nin bu kültürde kendine uygun bulduğu düşünceler korunurken, aykırı buldukları da uzun yüzyıllar boyunca tarihin karanlık sayfalarına terk edilmiştir. Kendilerini Tanrı’nın ve İsa’nın yeryüzündeki temsilcileri olarak gören Kilise, Avrupa’da uzun bir süre Antikçağ Yunan düşüncesinde örneği görülen tarzda bir düşünce geleneği oluşmasını engellemiştir.
Kilise Babaları’nın Hıristiyan dogmalarını Antikçağ Yunan felsefesinin araçlarıyla biçimlendirerek inancı da kavramsal bir forma dönüştürdükleri bu döneme Patristik Felsefe de denir.
Bu dönemin başlıca düşünce akımı olarak gnostisizm, başlıca düşünürleri arasındaysa Kartacalı Tertullianus (160-222), İskenderiyeli Clemens (150-215), Origenes ve Skolastiğe geçişin de sembolü olarak kabul edilebilecek Augustinus yer alır.
Yunanca bir sözcük olan gnosis, Ortaçağ’da “bilgi”, “Tanrı’yı duygu ile bilmek” gibi anlamlarda kullanılmıştır. Fakat gnostisizm, fantastik düşünce öğelerinin çokluğundan, Augustinus sonrası Hıristiyanlığın resmî görüşünden çok uzak sayılacak din görüşlerini de içinde barındıran bir çığır olmuştur.
BİLGİ: Kartacalı Tertullianus, gnostiklere karşı olan bir düşünürdür. Felsefe tarihinde en iyi bilinen sözü, “Credo quia absurdum est”-yani “Akıl almaz olduğu için inanıyorum” olan Tertullianus’a göre gerçek îman, kişinin Tanrı önünde kibrini kırması ve nefsini alçaltmasıdır. Bu anlayışa göre, tanrısal sırların bilinçte veya akılda doğmasını beklemek, Tanrı’ya karşı en büyük küstahlıktır.
Hıristiyan Gnostiklerinden olan İskenderiyeli Clemens’e göre, inanmak, bilmekten önce gelir ve bilmenin temelini oluşturur, fakat insanın nihai ereği, Tanrı hakikatini anlamaktır. Felsefe ile din, yahut akıl ile açınlama (vahiy) arasında bir uzlaşma arayışının tarihi olarak da görülebilecek olan Ortaçağ Avrupa felsefesinin neredeyse bütününe sinen bu anlamaya yönelik yaklaşımı en iyi ifade eden de Clemens’in, “Credo ut intelligam”, yani “Anlayayım diye inanıyorum” sözüdür.
Kilise Babaları dönemine ya da Patristik Felsefe’ye verilen bir başka ad da Apolojik Dönem olarak bilinir. Hıristiyanlar, M.S. 313 yılında İmparator Constantinus’un Hıristiyanlığı da diğer dinler yanında resmî bir statüye kavuşturmasına kadar, tektanrıcı inancı, çoktanrıcılığa dayalı resmî Roma dinine karşı savunmak ve kendilerine yöneltilen saldırıları yanıtlamak zorunda kalmışlardır.
HIRİSTİYAN TARİH DÜŞÜNCESİ VE TARİHÇİLİK
Ortaçağ Avrupa düşüncesinin bütününü belirlemiş olan Hıristiyanlığın tarih anlayışı, önemli ölçüde Yahudiliğin tarih anlayışından etkilenmiştir. Yahudilik, insanın yaratılışını başlangıç noktası kabul eden ve İsrailoğulları toplumunun Tanrı tarafından yönlendirilmesiyle ilişkili biçimde geliştirilmiş, dolayısıyla tarihsellik temeline oturtulmuş bir din olma özelliği gösterir.
“Çizgisel Zaman”, Yahudi-Hıristiyan tarih anlayışıyla şekillenen yeni zaman anlayışı için sık kullanılan bir addır. Bu anlayışta, tarih olaylarının bir daha tekrar etmeyen, düz bir çizgi üzerinde sürekli belirli bir sona ya da hedefe ilerleyen yapıda oldukları düşüncesi ön plandadır.
Tarihin başlangıcı, insanın tarihteki amacı, zamanın ve tarihin sonu gibi düşünce unsurları, Yahudiliğin de Hıristiyanlığın da tarih düşüncesinin ıralayıcı (karakterize edici) yönlerini oluşturmuştur.
Anlatı, İsa Peygamber’in tarihsel yaşamını önceki ve sonraki tüm tarih olaylarının kendisine göre yorumlanacağı bir ölçüt olarak kabul edecek ve tarihi, bu bakış açısıyla, vahiy öncesi ve vahiyden sonra olmak üzere iki ana bölüme ayıracaktır.
AUGUSTİNUS: İLK TARİH FİLOZOFU
Augustinus’a göre Tanrı, zamanın dışında, O’nun tarafından yaratılmış her şey zamanın içindedir. Zaman, içinde bulunulan anda var olmayan geçmiş, bir boyuttan yoksun olan şimdi ve henüz var olmamış gelecek arasında bulunan ve bundan dolayı yalnızca şimdi yaşamakta olan kişinin anımsaması ve beklentisi sayesinde anlam kazanan bir yapıdır.
Augustinus, zamanın tanrı değil, insan için var olan bir yapı olduğu düşüncesindedir. Bu anlayışa göre Tanrı, yarattığı şeyler gibi, zamanın bir parçası değildir.
İnsan, Tanrı tarafından özgür yaratılmış olsa da güdüleri ve gururu, Adem’den bu yana onu günaha sürüklemiş, ilk günahtan bu yana insan hep kötüye yönelmiştir. Bu günah batağından insanı yalnızca Tanrı Kayrası (Gratia) kurtarabilir.
Augustinus’un tarih felsefesinin ya da teolojisinin izlerini sürmek için kendisine ait en önemli yazılı metin, De Civitate Dei’dir. (Tanrı Devleti Üzerine). Augustinus, Tanrı Devleti’ni, “gelecekte kurtuluşa ermiş olan insanların kuracağı devlet” olarak tanımlar. Buna karşılık, Yeryüzü Devleti (Civitas Terrana) ya da Şeytanın Devleti (Civitas Diaboli), bu dünyada güdülerinin ve gururunun peşinden giden, kötüye uyanların devletidir. İşte tarih, tam da bu iki tür devletin arasındaki çatışmanın ve bu iki devletin birbirinden kopuşlarının süreci olarak anlam kazanır.
Augustinus, Hıristiyanlığın öğretisi doğrultusunda yaşayan temiz ahlâklı insanların, gelecekte kurtulmuşlar arasında yer alarak, bir “Tanrı Devleti” nin yurttaşları olacağını savunmuştur.
Fakat bu teolojik yaklaşım felsefe düzleminde Aristoteles’in yerleştirip yaygınlaştırdığı theoria-historia arasındaki karşıtlığı aşamamıştır.
İSLÂM ORTAÇAĞI VE İBN HALDÛN
Ortaçağ İslam düşüncesinin temel özelliklerine değinirsek:
Evren Kavrayışı: Evren kavrayışı denildiğinde, insanın yaratılışını, yaşadığı ortamın düzenlenişini, bu dünyaya gelmesindeki amacı/ amaçları, bu dünyada nasıl yaşaması gerektiğini ve öldükten sonra gideceği varsayılan yerin özelliklerini belirlemeyi amaçlayan bir düşünce ürünü anlaşılır. İslâm evren kavrayışının temelinde:
- Yalnızca Allah’ın yaratıcı olduğu-yani yoktan var etme gücü bulunduğu
- Allah dışındaki her şeyin yaratılmış olduğu
- Allah’ın yarattığı her şeyin onun emrine boyun eğdiği varsayımları yer alır.
İnsanın eylemlerini belirleyeceği ahlâkî çerçeveyi çizen İslâm dininde-tüm insanların örnek alabilecekleri bir model olarak-Peygamber, önemli bir yere sahiptir.
Toplum ve Siyaset Anlayışı: İslâm’ın kendi toplum yapısını üzerinde temellendirdiği en önemli ilke, zayıfın güçlüye karşı varlığını güvenceye almaktır.
“Hepiniz Adem’densiniz. Adem ise topraktandır. Arap’ın Acem’e üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvâ iledir” hadisi ve “Ey insanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi, sırf birbirinizle tanışasınız diye, büyük büyük cemiyetlere ve küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz sizin, Allah nezdinde en şerefliniz, takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, herşeyi bilen, herşeyden haberdar olandır.” ifadesiyle dilimize çevrilen Hucûrat suresinin 13. âyeti, insanlar arasındaki eşitliği vurgulamak üzere kullanılmıştır.
Bilgi ve “İlim” Anlayışı: İnsana verilen gücü ölçüsünde her şeyi bilme ödevi, sistemli bir öğrenimle olanaklı hâle gelir; bunun da başlıca aracı ilimlerin öğrenilmesidir.
“Allah, katında bulunan hikmeti dilediğine verir.” (Bakara, 269) ve “Kime hikmet verilmişse ona hayırdan pek çok şey verilmiştir.” (Bakara, 129, 151; ‘Âl-i İmrân, 48, 164) âyetleri, bilgi ve iyiliğin birbiriyle sıkı bir bağlantı içinde olduğuna işaret etmektedir. Zaten Kur’ân da “.. hikmeti anlatmak üzere gönderilmiştir.” (İsra, 29).
Tarih ve Tarihçilik Anlayışı: Tarihin dünyadaki yararları, İbnü’l-Esir’e göre, şöyle sıralanabilir:
- Ölümsüzlüğü seven insanı geçmişin olaylarıyla tanıştırır, bir araya getirir
- Hükümdarlar tarih sayesinde geçmişten ders alarak toplumu yönetme biçimlerini gözden geçirirler
- Tüm insanlar, tarih okuyunca, geçmişten ders alır ve gelecek için kendi hayatlarında izleyecekleri yola ışık tutar, geçmişin deneyim ve birikiminden yararlanırlar
- İyi bir ifade ve güzel bir dil ile anlatılan tarih, kişilerin ahlâk duygularını canlandırarak, insanları iyiyi benimseme, kötüyü de reddetme konumuna getirir.
Muhsin Mehdî, İslâm’ın tarihe ya da tarihçiliğe verdiği önemi, Peygamber’in vurgulamış olduğu şu yargıya dayandırır: Dünyanın, önceden Allah tarafından belirlenen, dolayısıyla, bakıldığında açıkça görülebilecek tarihî bir düzeni vardır. Peygamber’in yaşayışı ve kişiliği, kendi döneminde ve sonrasında her türlü tarihsel akışın yolunu, ayrıca Müslümanlar’da ilk tarih yazımının da merkezini oluşturmuştur.
Horovitz’e göre, Arap literatüründe Peygamber’in söz ve davranışlarının kaynakları sayılması gereken üç alan, hadis, siyer ve tefsirdir.
Tabâkât, İslâm Medeniyeti’nde Peygamber ve yakın çevresinin başına gelen önemli olayların anlatıldığı, yani içeriği özel sınırlarla belirlenmiş tarih kitaplarına verilen genel addır.
İBN HALDÛN’UN YAŞAMI
14. yüzyılda-yani 1300’ lü yıllarda-İslâm dünyasının genel durumunu özetlersek:
- İslâm dünyası, 11. yüzyıl sonlarından 13.-14. yüzyıla uzanan Haçlı Seferleri ve 13. yüzyıldaki Moğol istilası gibi olayların sonucunda sarsılmıştır
- Söz konusu sarsıntı İslâm dünyasının önemli bir bölümünü iktisâdî, siyâsî ve ilmî-kültürel bakımlardan olumsuz etkilemiştir. Örneğin Fârâbî’nin yaşadığı dönemde (870-950) önemli ilim merkezlerinden biri olan Bağdat, Moğol istilası sonrasında ününü yitirmiş ve bir daha eski düzeyini yakalayamamıştır.
MUKADDİME’NİN İÇERİĞİ: İBN HALDÛN’UN TARİH FELSEFESİ
Bedevî teriminin açıklaması temel alınarak, bedevî-hadarî ayrımının göçebelik-yerleşiklikten çok, kırsal ve kentsel toplum arasındaki ayrıma yakın olduğu sonucuna varılabilir.
Umran kavramının genellikle “medeniyet” anlamında kullanımına rastlanır. İbn Haldûn’un Mukaddime’de tarihin temeline bir medeniyet kuramı yerleştirdiği düşüncesi de kavramın bu anlam içeriğine dayandırılır. İbn Haldûn umran terimini “medeniyet” anlamına gelecek şekilde kullandığında, insanın diğer canlılardan ayrıldığı başlıca özelliklerinden birini imlemektedir: “umran toplumla kaynaşmak ve ihtiyaçları gidermek maksadiyle şehre veya bir konaklama yerine inmek ve orada birlikte ikâmet etmekten ibarettir”.
Asabiyet, İngilizce’ye “group feeling” (F.Rosenthal), “group solidarity” (M.Halpern), “social solidarity” (M.Mehdî) olarak çevrilmiştir. Bu çevirilere karşı da Gabrieli’nin tavrının benzer olacağı düşünülmektedir; çünkü onun asabiyete kendi yorumu çerçevesinde yüklediği anlam, hiçbir çeviride tam karşılığını bulmamaktadır.
İbn Haldûn nesep ve sebep olmak üzere iki farklı asabiyet türünden söz etmiştir. İbn Haldûn’un “nesep” ve “sebep” olarak adlandırdığı asabiyet türleri, sırasıyla, “soya bağlı dayanışma” ve “gerekçeye bağlı dayanışma” biçimlerinde de ifade edilebilir. Hükümdarın/ hükümdarlığın varlığını olanaklı kılan en temel unsur İbn Haldûn’a göre asabiyettir.
Mülk terimi, bu ünitede, İbn Haldûn’un kendi kullanımı izlenerek, “mutlak monarşi” anlamında kullanılıyor. İbn Haldûn, devleti (devlet çatısı altındaki kurumlar dahil), umranın varlığını sürdürmesi için en önemli unsur olarak görürken, farklı devlet tiplerini açıklarken halîfelik ve saltanat çerçevesi dışına çıkmaz. Devlet sorununu tartışırken, bedevî umran aşamasında kabilelerin ya da aşiretlerin saltanattan (mülkten) çok önderlik (riyaset) altında birleşmelerinin yaygın olduğuna da işaret etmektedir.
İbn Haldûn, insanın toplum hâlinde yaşamasının yaratılışından kaynaklanan bir nitelik olduğunu vurguladıktan sonra, umranın iki aşamada gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Bu aşamalar, aslında insanların gereksinimlerinin niceliğine ve çeşitliliğine bağlı olarak değişen iki temel yaşam tarzıdır. İbn Haldûn zorunlu gereksinimlerin ön planda tutulduğu kırsal yaşam tarzını (göçebe-yerleşik ayrımı yapmaksızın) ‘bedevî’; gereksinimlerin çoğaldığı, çeşitlendiği ve gitgide lükse vardığı, kasaba ve kentlerde gelişen yaşam tarzını da ‘hadarî’ olarak adlandırmış ve umranın unsurlarını bu iki temel aşama çerçevesinde incelemiştir.
İbn Haldûn, Mukaddime’nin beşinci bölümünde çeşitli yollardan geçimini sağlamak için çalışıp-çabalaması ve geçiminin kaynak ve araçlarını elde etmesi bakımından; altıncı ve son bölümünde ise düşünce gücüyle ilimlere ve sanatlara sahip olması bakımından insanı incelemiştir.
Enan’a göre İbn Haldûn, tarihi üzerinde çalışmaya değer bir bilgi alanı olarak görmesi dolayısıyla yalnızca İslâm tarihçilerinden değil, kendisini önceleyen tüm İslâm düşünürlerinden de ayrılmaktadır.
Umran ilmi, bir bilgi alanı olarak tarihin epistemolojisi, bir varlık alanı olarak tarihin ontolojisidir; çünkü bu ilim, insan ve toplumu genelliğinde kavramayı amaçlayan bir ilim olarak, en genel ve en temel olanın kuramıyla ilgilenen felsefe içerisinde temellendirilebilir. Zaten İbn Haldûn’a göre umran ilmi sayesinde hikmet ilimlerinden sayılmayı hak eden tarihin felsefî yönü tam da buradadır.
RÖNESANS, YENİÇAĞ VE 17. YY AVRUPA TARİH ANLAYIŞLARI
Rönesans (Renaissance), Fransızca’da “yeniden doğuş” anlamında kullanılan bir sözcüktür. Avrupa’nın Antikçağ Yunan kültürünü keşfederek yeniden kendisini inşa etmesi sürecinin de adıdır.
Kökleri 14. yüzyıla kadar geri götürülebilecek olan Rönesans hareketi, Ortaçağ’ın tek boyutlu dünya anlayışından ve bu anlayış karşısında insanın edilgenliğinden kurtulma arayışı içerisinde pek çok düşünce akımını barındıran birkaç yüzyıllık bir süreçtir. Bu sürecin en dikkate değer akımıysa hümanizmdir. Hümanizm, insanın, gitgide de ulusların, birey olma, bireysellik kazanma çabalarını içeren, temel sloganı “daha çok insan, daha az tanrı” olan bir akımdır. Hümanizm ile öne çıkan bu çabaların etkileri, dinde de Reform isteklerinin artmasına, hatta bu sürecin sonunda Protestanlık adı verilen yeni bir Hıristiyan mezhebinin doğmasına kadar uzanır.
Rönesans ile ilgili dikkati çeken dört ana nokta:
- Çok seslilik
- Bireyselliğin ön plana çıkması
- Araştırmacıların ve felsefecilerin kimlikleri
- Ulusal dillerde yapıt yazımının başlaması olarak sayılabilir.
Rönesans’ta insan tekrar evrenin merkezine, hem de bir mikrokosmos olarak yerleşmiş, uluslar da birer birey gibi kendine özgülükleri olan yapılara kavuşmaya çalışmışlardır.
Rönesans’ta gelişen otoritelerden bağımsızlaşma talebinin Hümanizm ve Reform hareketleriyle birlikte artmasının etkileri, özgürlüğün Yeniçağ Avrupa Medeniyeti’nin temel kavramları arasına girmesine kadar uzanır.
Yeniçağda Bilgi Anlayışının Değişmesi
Bilimdeki gelişmeler, dünyanın evrenin merkezi olmadığını ortaya çıkarmış, fizik biliminin kabul ettiği ilkeler çerçevesinde, mekanik bakış açısı yeni bir anlayış olarak benimsenmiş ve yerleşmiştir.
Descartes’ta da kesin bilgiye ulaşmak öne çıkan bir kaygı olmuştur, fakat Descartes’ın yapıtlarında bilgi ve varlık sorunları sıkı bir bağlantı içinde ve bir bütünlük arz edecek şekilde ele alınmış, Locke’a kadar filozoflarda bilgi sorunlarını felsefenin diğer sorunlarından ayrı başına inceleme kaygısı ön plana çıkmamıştır.
Rönesans ve Sonrasında Tarih Anlayışı
Rönesans ve Reform gibi süreçlerden geçen Avrupa’da, 16. ve 17. yüzyıllarda, tarihin henüz bir “bilim” statüsüne yükselmediği, aksine yalnızca geçmişten ders çıkarmak için yararlanılan bir yazıcılık türü olduğu saptanabilir.
Macchiavelli ve Bodin
Tarih yazıcılığının ahlâk dersleri vermeye ve kıssadan hisse çıkarmaya yönelik tutumdan kurtulup olayları “gerçek nedenleriyle” anlatması gerektiğini ileri süren ilk düşünür, devlet ve siyasetle ilgili kuramlarından hatırlayacağımız Niccolo Macchiavelli’dir (1469-1527).
Macchiavelli’nin bu görüşleriyle siyasi tarihin kurucusu olduğu söylenebilir (a.y.).
Doğrudan tarihin ya da tarihçiliğin kendisi uğruna olmasa da tarihselliğin önemine değinen bir başka düşünür Hollandalı Hugo Grotius’tur (1583-1645). Hugo Grotius, hukuk felsefesinde önemli bir milat olarak kabul edilen De Iure Belli et Pacis (Savaş ve Barış Hukuku Üzerine) adlı yapıtında, pozitif (insanın koyduğu) hukuk ile doğal hukuk arasında bir ayrım yapar.
16.-17. Yüzyıllarda Tarihsel Bilgi Sorunu: Bacon ve Hobbes
16. yüzyılda üç türlü historiadan söz edilmiştir: 1. Historia Divina-yani tanrısal tarih, 2. Historia Naturalis-yani doğa olaylarının bilgisi ve 3. Historia Civilis ya da Historia Humana-yani insan-toplum olaylarının bilgisi (a.y., s. 49).
Bacon’a göre us, imgelem ve anımsama, insan tininin olgularla ilişki sırasında hep etkin durumda olan üç temel yetisidir. Felsefe usa, şiir imgeleme ve geçmişte olup bitenler-yani tarih ise, anımsamaya dayanır.
Böylelikle Bacon, bir yandan “bilim” kavrayışında Antikçağ ve Ortaçağ düşüncesini karşısına alırken, diğer yandan insan-toplum olaylarının bilgisi anlamına gelen historia’yı (civilis) bilimsel bilgi sınıfından çıkarmış olur, yani theoria-historia karşıtlığını kendi bilim anlayışına taşımış olur.
17. YÜZYIL: USÇULUK, DESCARTES VE TARİHE BAKIŞ
Felsefe Sözlüğü’ne baktığımızda, usçuluğun, “yaşama yön vermede biricik araç olarak usun doğru ve gereği gibi çalışmasını gören, usa uygun yaşamı tek doğru yol olarak gören anlayış ya da yaşama felsefesi” şeklinde açıklandığını görürüz. Gerçekten de, usçular, 1. Dünyanın anlaşılır ve düzenli bir yapısı olduğuna, 2. İnsan usunun bu düzeni ve düzenliliği saptayarak kavrama yeteneğine neredeyse “îmân etme” düzeyinde bel bağlamış, bunu yaparken de son durağında “yeryüzü cenneti” bulunan çizgisel bir tarih tasarımının belirlediği bir iyimserliği taşımış olan düşünürlerdir
Avrupa’da 17. yüzyıl ortalarından 19. yüzyılın ilk yarısının sonuna (1850’ lere) uzanan zaman dilimi, çoğu felsefe tarihçisince, “Us Çağı” olarak adlandırılmıştır (a.y., s. 59). Bu adla nitelenen çağda
- Başlangıçsız-sonsuz doğruluklardan oluşan ussal bir düzen olduğuna
- İnsan usunun ve anlığının (mens) bu doğruları anlayıp bunların bilgisini edinmede yetkin olduğuna
- İnsanın bu doğru bilgilerin rehberliğinde eylemeye istekli ve uygun bir istenci olduğu
önkabulleri yaygın olarak benimsenmiştir ve us sahibi insandan, doğa bilimlerini temel alarak, bilimlerin ortaya koyduğu tüm doğruları, olduğu gibi gündelik yaşama uygulaması beklenmiştir.
Descartes ve Descartesçılar
Descartes için her “tarihsel haber” kuşku götürür, çünkü historik bilgi, “seçilmiş” tarihsel olayların bilgisidir. 17. yüzyılın ikinci yarısında, Descartes’ın felsefesindeki sistemli kuşkuculuğu ve eleştirel ilkeleri olduğu gibi tanımaya dayanan, Descartesçı bir tarih yazımı okulu ortaya çıkmıştır. Descartesçı tarih yazımı okulu için iki örnekten biri Tillemont, diğeri de Bollandistlerdir.
Descartes’ın ruh ve beden olarak aşılmaz sınırlarla birbirinden ayırdığı iki sonlu tözün insanda nasıl bir araya gelebildiği sorununu çözmek üzere yola çıkan Arnold Geulincx ve Nicholas Malebranche, bu iki tözün birbirini etkilemesi için Tanrı’yı bir ara neden (occasion) olarak göstermeye çalışmıştır. Bu görüşe ara nedencilik (occasionalism) adı verilir.
17. yüzyılın tipik usçu filozoflarından biri de aynı zamanda matematik ve diğer bilim alanlarında da çalışmış ve yapıtlar üretmiş olan Gottfried Wilhelm Leibniz’dir (1646-1716). Leibniz’e göre ussal (rational) bilmenin yanında historik bilme de vardır. Historia tekil önermelerden yola çıkar, bu tekil önermeler de gözleme ilişkindirler ve bunlardan tümevarım (induction) yoluyla tümel önermelere geçilir. Historia ile observatio (gözlem), tam da bu bağlamda Leibniz’in eş anlamlı kabul ettiği terimlerdir.
Leibniz, tipik bir 17. yüzyıl düşünürü olarak, ussal bilmeyi historik bilmeden üstün tutar ve ussal bilmenin kendi doğrusunu varlığın kendisinde (essentia), historik bilmeninse doğrusunu varlığın görünümünde, yani varoluşta (existentia) bulduğunu savunur.
AYDINLANMA DÖNEMİNDE TARİH ANLAYIŞI
Aydınlanma hem ilk kez Tarih Felsefesi adının kullanıldığı hem de tarihsel varlık alanına ve tarihin verdiği bilginin değerine ilişkin düşüncelerin değiştiği bir dönemdir. Hazard’a göre Aydınlanma’daki bilimsel ve kültürel atılımların tümünün altında şüphe etme, sorgulama, eleştiri gibi vazgeçilmez unsurlar yer alır.
Aydınlanma’yı “insanın usunu kendisinin kullanma cesareti göstermesi” olarak tanımlayan Kant, bu yetiyi eleştirmekten de geri durmamış, usun kendisinin de sınırları olan bir yeti olduğunu savunarak, felsefe tarihinde önemli bir çığır açmıştır.
Aydınlanma’nın temel özelliklerinden biri de laik bir dünya görüşüne dayanıp bu görüşü hayatın her alanında tutarlı biçimde uygulamaya koyma çabasıdır. Yani, Ortaçağ’da insanlara ‘öteki dünya’, ‘ölüm sonrası yaşam’, ‘Tanrı krallığı’ gibi soyut şeyler uğruna feda edilmesi öğütlenen dünyevi mutluluk, Aydınlanma’nın öne çıkardığı bir değer olmuştur; eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi idealler de bu mutluluk için gerekli koşullar olarak ön plana çıkmışlardır.
Us ve Doğa Bilimlerine Dayanan Epistemolojinin Tekelleşmesi
Aydınlanma, doğayı anlamanın fazlasıyla önemsendiği ve doğa araştırmalarından elde edilen gözlem ve deneye dayalı bilginin kesin olduğuna inanıldığı bir dönemdir.
Yeniçağ bilgi kuramına (epistemolojisine) yön veren başlıca savlardan birisi, dış dünyanın nesneleriyle insan usu arasında birebir uygunluk, denklik (correspondence) bulunduğu yönlü düşüncedir. Bu düşünce bazı felsefecilerce “denklikçi doğruluk kuramı” (“ correspondence theory of truth”) olarak da anılır. Usçulara göre insan usu ve kavramlarıyla evrendeki nesneler arasında upuygunluk vardır, bu durumun apaçık olduğunu görmek için matematiği göz önünde bulundurmak yeterlidir.
Deneycilere göre us yalnızca duyu verilerini işleyen, düzene oturtan bir işlemcidir; duyu verileri olmadan us tek başına evreni bilemez. Yeniçağ’da başta fizik olmak üzere tüm doğa bilimlerinin hem usçu hem de deneyci bir tutumla iş gördükleri söylenebilir.
Aydınlanma’da Tarih Anlayışı
Tarihe yönelik ilgi, Hazard’a göre, Katolik-Protestan mezhep çatışması sayesinde yoğunlaşmış, her iki taraf da tarih verilerini kendi mezheplerinin savunusu uğruna kanıt biçiminde düzenlemeye çabalarken, geçmişe ilişkin konuların daha nitelikli araştırılarak, araştırmalarda yeni tekniklerin ve yorumların gündeme gelmesine yol açılmıştır.
Aydınlanma, önceki yüzyıllara oranla tarihe yönelik kuşkuculuğun azaldığı, hatta tarihe özel bir ilginin gösterilmeye başlandığı bir zaman dilimidir. Usçu Tarih Okulu’nun tarihçileri, tarihi en geniş boyutlara taşıyıp Kilise ve devlet entrikalarının ötesine geçmişler ve toplumu, sanayiyi, ticareti ve medeniyetleri kapsamlı bir incelemeden geçirmişlerdir. Usçu Tarih Okulu’nun önceki tarih yazıcılarından bir başka önemli farkı, doğanın tarihe etkisini göz önünde bulundurmasıdır.
Fakat önceki yüzyıllara kıyasla tarihe yönelik çalışmalar gözle görünür oranda artmıştır ve tüm olumsuz görüşlere karşın, 18. yüzyıl, tarih felsefesinin doğum yüzyılı olmuştur. Avrupa ülkeleri, hümanizm ve Aydınlanma etkileriyle, ulusal farklılıklarını yeniden keşfederek, kendilerini dil, kültür ve tarih bakımlarından farklı uluslar olarak görmeye başlamışlar,
Avrupa toplumlarında 18. yüzyılda ilerleme inancının yaygınlaşması, tarih felsefesinin ortaya çıkmasına zemin hazırlayıcı etkenlerden birisidir. İlerleme, 19. yüzyıldaki tarih metafiziklerinin vazgeçilmez kavramlarından biri olacaktır.
VICO: İLK MODERN TARİH FİLOZOFU
Vico’nun yapıtı, insanlık tarihi üzerine (din, toplum, egemenlik biçimleri, hukuk kuramları ve diller tarihini de kapsayacak biçimde) geliştirilen ilk empirik-temelli kuramdır ve bu kuram ne ilerlemeci-tarihsel ne de döngüsel-kozmolojik açıdan kavranabilir olan felsefî bir ilkeden hareket etmektedir: İnsanlık tarihi, tanrısal kayra ile aynı şey olan sonsuz bir gelişim yasasına göre yönlenmektedir. YB’de mûcizevî niteliklerinden arınan kayra, Vico tarafından toplumsal düzen şemasına indirgenmiş olup en önemli içeriği de tarih sürecinin evrensel ve kalıcı düzeni hâline gelmiştir.
Sivil, Vico’nun Yeni Bilim’i boyunca, doğadan ayrı başına insanın var ettiği kültür dünyasının, medeniyetlerin tümüne işaret edecek şekilde kullanılan anahtar kavramdır.
Theogonia: Yunanca’da “Tanrı” anlamına gelen theos ile “doğum”, “oluşum”, “köken” gibi anlamları karşılayan goneia sözcüklerinin birleşiminden oluşan, varlıktaki tüm unsurların varoluşlarının kökenini Tanrı’ya bağlayan açıklama tarzı.
YB’in tarihsel dünyanın (mondo civile) us yoluyla temellendirilmiş teolojisi olduğudur. YB teolojidir çünkü tarihsel dünyanın her köşesinde kahramanca ve şairce etkide bulunan tanrısal tinin sesi duyulur .
Vico, yaşadığı çağda egemen olan doğa bilimci bilgi anlayışına ve Descartesçı bilim ve felsefeye açıkça meydan okuyan ilk düşünürdür: Vico’ya göre, insan yapmadığı şeyi tam olarak bilemez. Buna göre, insan doğayı değil, ancak toplumlar dünyasını ve tarihi tam olarak bilebilir.
Vico’ya göre biz ancak kendimizin neden olduğu ve kendimizin yaptığı şeyi doğru ve temelli olarak bilebiliriz. “Kuşkunun muazzam okyanusu” ortasındaki “biricik ve küçücük ada”, Vico’ya göre, “toplumsal-sivil dünya” dan başkası değildir; çünkü insan ayaklarını ancak bu ada üzerinde sağlamca yere basabilir.
Vico’nun Yeni Bilim’de dile getirdiği en önemli savlardan birisi de Latince’de “Doğruluk ile olgu birbirine dönüştürülür” anlamına gelen “Verum et factum convertundur” olmuştur. Bu sav, insanın en iyi kendi yapıp etmelerini bilebileceğini dile getiren düşünceyle birebir örtüşür, çünkü doğruluk ile olgunun iç içe geçtiği yer, toplumsal-sivil dünyadır.
Vico Yeni Bilim’de çağları üçe ayırır:
- Tanrılar çağı: Pagan insanlık tanrısal bir egemenlik tasarımı altında yaşar ve tüm girişimlerinde fala ve kehânete başvurur. Bu çağ, Teokratik ve poetiktir (insanın hayal gücü akıldan daha egemendir), dili kutsaldır
- Kahramanlar çağı: Aristokratik yasaların hüküm sürdüğü çağdır. Mitolojik ve poetiktir, dili simgeseldir.
- İnsanlık çağı: İnsanların doğadan eşitliğine inanılan, özgür cumhuriyetlerin ve monarşilerin çağıdır. Rasyoneldir (usçu), yani bir us çağıdır, dili de dünyevîdir.
Vico’nun tarih felsefesinin döngüsel olarak yorumlanmasına yol açan iki anahtar kavram, corso ve ricorso’dur. Bu kavramlardan ilki, insanlık adına ilerlemeleri ve iyileşmeleri içerirken, ikincisi de yıkımlara, felaketlere göndermede bulunur.
“TARİH FELSEFESİ” ADININ KULLANILMASI: VOLTAIRE
Voltaire, aydınlanmacı insanın, tarih yazma işi için filozofça bir etkinliğe gereksinim duyulduğunun farkında olduğu görüşündedir. “Nesnel” ve “doğru” bir tarih yazmak, Voltaire’e göre, tarih üzerine felsefe yapmayı, yani tarih felsefesini zorunlu kılar.
Voltaire, tarihle masalı karşıt anlam içeriğine sahip olarak konumlamıştır. Buna göre, tarih, yalnızca doğru olayların anlatımını içerir. Voltaire, tarihte ulusların kökenlerine ilişkin anlatımların, zamanla araya inanılmaz olayların katılması yüzünden, saçma unsurlara bulandığı görüşündedir. Voltaire’e göre gerçek ve doğru tarih, ancak belgelere dayanılarak yazılabilir.
15. yüzyıl sonunda Amerika kıtasının keşfedilmesi, Voltaire’e göre, Avrupa’daki her ulusun kendi tarihçisine sahip olma çabasına yol açan etkenlerdendir.
Voltaire’in tarihin yararları hakkındaki açıklaması, maddeler hâlinde şöyle özetlenebilir:
- Siyasetçiler ve halk, tarih sayesinde kendi toplumlarıyla diğer toplumları karşılaştırma olanağına kavuşur ve sanat, ticaret, tarım gibi konularda bilgi sahibi olur
- Tarihin yardımıyla, geçmişte yapılan büyük hatalar öğrenilir ve yeni hataların önüne geçilmesi için örnek oluşturur
- Eski çağlar hakkında modern tarihin bütün yararı, eski yöneticiler üzerine her şeyi öğretmesindedir,
- 15. yüzyıldan itibaren tarih, büyük güçlerle birleşmede katkı sunmuş, Roma’nın başarısına yol açan denge sisteminin daha eski dönemlerde bilinmediği ortaya çıkmıştır.