Spinoza – Teolojik Politik İnceleme – Kitap Özeti

Baruch de Spinoza 24 Kasım 1634’te Amsterdam’da doğdu. 1670 yılında Tractatus Theologico-Politicus, Hamburg’da hayali bir matbaacının adıyla anonim olarak yayınlandı. Doğal olarak öfkeli bir tartışma fırtınası yarattı.

Tractatus Theologico-Politicus, dini özgürlük için etkili bir savunmadır. Gerçek dinin basit bir dindarlık pratiğinden ibaret olduğu ve felsefi spekülasyonlardan tamamen bağımsız olduğu gösterilir. Teologlar tarafından çerçevesi çizilen ayrıntılı dogma sistemleri, korkudan kaynaklanan batıl inançlara dayanmaktadır.

GİRİŞ

İnsanlar tüm durumlarını belirli kurallara göre yönetebilselerdi ya da talih her zaman onlara yardım etseydi asla batıl inançlı olmazlardı. Ancak kuralların işe yaramadığı durumlarda sık sık zor durumda kaldıkları ve umut ile korku arasında acınası bir şekilde gidip geldikleri için, çoğunlukla saflığa çok yatkındırlar. İnsan zihni, şüphe zamanlarında, özellikle de umut ve korku hakimiyet için mücadele ederken kolayca şu ya da bu şekilde yönlendirilir.

Böylece batıl inancın başlıca kurbanlarının, geçici avantajlara göz diken kişiler olduğu ortaya çıkmaktadır. Onlar (özellikle tehlikede olduklarında ve kendilerine yardım edemediklerinde) dualarla ve gözyaşlarıyla Tanrı’dan yardım dilemeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Aklı, peşinden koştukları gölgelere emin bir yol gösteremediği için kör olarak suçlarlar ve insan bilgeliğini boş olduğu için reddederler. O halde batıl inanç korkudan doğar, korunur ve beslenir.

Yukarıda verilen batıl inancın kökeni bize bunun akıldan değil, yalnızca duyguların umut, nefret, öfke ve aldatma gibi güçlü aşamalarından kaynaklandığını gösterir. Bu tutarsızlık unsuru pek çok korkunç savaşın ve devrimin nedeni olmuştur; çünkü Kalabalığın batıl inançlardan daha güçlü bir yöneticisi yoktur.

Bu perspektif ile Kutsal Yazılar’ı yorumlamak için bir yöntem oluşturdum ve bu şekilde donanımlı bir şekilde sorgulamaya başladım: Peygamberlik nedir? Tanrı Kendisini peygamberlere hangi anlamda açıklamıştır ve bu özel insanlar O’nun tarafından neden seçilmiştir? Tanrı ve doğa hakkındaki düşüncelerinin yüceliğinden dolayı mı, yoksa sadece dindarlıklarından dolayı mı? Bu sorular cevaplandığında, peygamberlerin otoritesinin sadece ahlaki konularda ağırlığı olduğu ve spekülatif doktrinlerinin bizi çok az etkilediği sonucuna kolayca varabildim.

Düşüncemi ortaya koymak için, bireyin arzuları ve gücüyle eş kapsamlı olan doğal haklarından ve hiç kimsenin bir başkasının istediği gibi yaşamaya mecbur olmadığı, ancak kendi özgürlüğünün koruyucusu olduğu gerçeğinden yola çıkıyorum.

BÖLÜM I: Kehanet

Vahiy, Tanrı tarafından insanlara bildirilen kesin bilgidir. Bir peygamber, vahyedilen konular hakkında kesin bilgiye ulaşamayan ve bu nedenle onları yalnızca basit bir inançla kavrayabilen kişilere Tanrı’nın vahiylerini yorumlayan kişidir.

Kutsal kitaplar incelendiğinde, Tanrı’nın peygamberlere vahyettiği tüm vahiylerin sözler ya da görünüşler ya da bu ikisinin bir bileşimi aracılığıyla yapıldığı görülecektir. Bu sözler ve görünümler iki çeşitti; (1) onları duyan ya da gören peygamberin zihninin dışında olduğunda gerçek, (2) peygamberin hayal gücü, onları duyduğunu ya da gördüğünü açıkça varsaymasına neden olan bir durumda olduğunda hayali.

Kutsal metinlerden Tanrı’nın insanla doğrudan iletişim kurabildiğini anlayabiliriz. Fakat doğal bilgimizin temellerinde yer almayan ya da bunlardan çıkarılamayan fikirleri saf sezgiyle kavrayabilen bir insanın, ortalamadan çok daha üstün bir zihne sahip olmasından çok hayal gücü vasıflarının çok gelişmiş olması gerekir. Hayal gücünün yardımıyla derken gerçek ya da hayali sözcükler ve şekillerle algıladıklarını söylemekten artık çekinmemize gerek yoktur.

BÖLÜM II: Peygamberler

Son bölümden anlaşıldığı üzere, söylediğim gibi, peygamberler alışılmadık derecede mükemmel zihinlere değil, alışılmadık derecede canlı hayallere sahiptiler.

Hayal gücü, kendi doğası gereği, her açık ve seçik fikirde olduğu gibi, gerçeğin kesinliğini içermez, ancak nesnel gerçekliği konusunda bizi temin edecek dışsal bir nedene ihtiyaç duyar. Bu nedenle peygamberlik kesinliği sağlayamaz ve peygamberler Tanrı’nın vahyinden, vahiy gerçeğiyle değil, bir işaretle emin olmuşlardır. Tanrı’nın vaadini duyduğunda, Tanrı’ya inanmadığı için değil, vaadi verenin Tanrı olduğundan emin olmak istediği için bir işaret isteyen İbrahim’den de bunu görebiliriz. Dahası, Kutsal Yazılar peygamberlerin kesinliğinin matematiksel değil, ahlaki olduğu ifadesini garanti eder.

Kitaplar incelendiğinde, Tanrı’nın konuşurken belirli bir üslubu olmadığı, ancak peygamberin öğrenimine ve kapasitesine göre, kültürlü, sıkıştırılmış, sert, bilgisiz, uzun ya da anlaşılmaz olduğu açıkça görülecektir. Buradan, peygamberliğin peygamberleri asla daha bilgili kılmadığı, ancak onları eski fikirleriyle bıraktığı ve bu nedenle akılla ilgili konularda onlara güvenmek zorunda olmadığımız sonucuna varacağım.

BÖLÜM III: bu ve bazı bölümlerde İbranilerin bazı inanış be pratiklerini kutsal metinler ekseninde eleştirir. Ona göre Tanrı’nın İbranileri ne mutlak ne de sonsuza dek seçtiğini açıkça gösteren bölüm yoktur. Yani Kutsal metinlerde Yahudileri diğer insanlardan farklı kılan birşey yoktur.

BÖLÜM IV: İlahi yasa

Yasa kelimesi, soyut olarak ele alındığında, bir bireyin ya da tüm şeylerin, ya doğal zorunluluğa ya da insan kararına bağlı olarak; tek ve aynı sabit ve kesin tarzda hareket ettiği anlamına gelir. Doğal zorunluluğa dayanan bir yasa, söz konusu şeyin doğasından ya da tanımından zorunlu olarak çıkan bir yasadır. İnsan kararına dayanan bir yasa, insanların daha güvenli ya da rahat yaşamak için ya da benzer bir nedenden dolayı kendileri ve başkaları için koydukları bir yasadır.

İnsanların belli bir amaç için kendileri ya da başkaları için belirledikleri bir yaşam planı olan hukuksal yapıya beşeri hukuk deriz. Tanrısal yasa ile yalnızca en yüksek iyiyi, başka bir deyişle Tanrı’nın gerçek bilgisini ve sevgiyi gözeten yasayı kastediyorum.

Tanrı olmadan hiçbir şey var olamayacağından ya da tasavvur edilemeyeceğinden, tüm doğal fenomenlerin özleri ve mükemmellikleri ölçüsünde Tanrı tasavvurunu içerdiği ve ifade ettiği açıktır. Yani doğal fenomenler hakkındaki bilgimizle orantılı olarak Tanrı hakkında daha çok ve daha mükemmel bir bilgiye sahip oluruz.

Tanrı sevgisi insanın en yüksek mutluluğu ve tüm insan eylemlerinin nihai sonu ve amacı olduğuna göre, Tanrı’yı ceza korkusundan değil, yalnızca Tanrı bilgisine sahip olduğu ya da Tanrı bilgisi ve sevgisinin en yüksek iyi olduğuna ikna olduğu için seven kişi İlahi yasaya göre yaşar.

Tarihsel bir anlatının doğruluğu ne kadar kesin olursa olsun, bize Tanrı bilgisini ve dolayısıyla sevgisini veremez, çünkü Tanrı sevgisi O’nun bilgisinden kaynaklanır. Bu nedenle tarihsel bir anlatının doğruluğu en yüksek iyiliğimize ulaşmamız için gerekli bir koşul olmaktan çok uzaktır.

Bu izlekte gidersek Mesih, vahyedileni (gerçekten ve yeterince) algılayıp vahiyleri yasalar olarak ilan ettiyse, bunu halkın bilgisizliği ve inatçılığı nedeniyle kendi algıladığını halka uydurarak yapmıştır.

Aslında herkes (her normal birey) doğanın ışığıyla Tanrı’nın iyiliğini ve sonsuz tanrısallığını açıkça anlayabilir ve buradan neyi aramaları ve neyden kaçınmaları gerektiğini bilebilir.

BÖLÜM V: Töre Yasası

Yukarıdaki bölümde, insanları gerçekten kutsayan ve onlara gerçek yaşamı öğreten Tanrısal yasanın tüm insanlar için evrensel olduğunu gösterdik. Bunun da ötesinde onun doğuştan geldiği ve insan zihnine yerleştiği kabul edilmelidir.

Kutsal kitaplarda (ibranilerin) törelerinin yanı sıra birçok ahlaki ilke yer alsa da, bunlar tüm insanlar için evrensel ahlaki öğretiler olarak değil, özellikle İbrani halkının anlayışına ve karakterine uyarlanmış ve yalnızca krallığın refahına atıfta bulunan emirler olarak görünürler. Örneğin, Musa Yahudilere bir peygamber olarak öldürmemeyi ya da çalmamayı öğretmez, bu emirleri yalnızca bir yasa koyucu ve yargıç olarak verir. Doktrini gerekçelendirmez, ancak uyulması için farklı uluslarda değişebilecek ve çok uygun bir şekilde değişen bir ceza ekler.

Öyleyse, töre yasasının amacı insanları kendi özgür iradeleriyle değil dış otorite altında hareket ettirmektir. Tüm bu düşüncelerden, törelerin kutsanmışlık durumuyla hiçbir ilgisi olmadığı ve Musa Yasası’nın tamamının, sadece Yahudilerin yönetimiyle ve sadece geçici avantajlarla ilgili olduğu gün gibi açıktır.

Şimdi, Kutsal Yazılar’daki anlatılara inanmak zorunda olan kişilerin kimler olduğu ve ne ölçüde buna bağlı oldukları yeterince açıktır, çünkü söylenenlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, bu anlatıların bilinmesi ve bunlara inanılması özellikle aklı olayları açık ve net bir şekilde algılamaya yetmeyen kitleler için gereklidir.

BÖLÜM VI: Mucizeler

İnsanlar, insan anlayışını aşan bilgiyi İlahi olarak adlandırmaya alışkın oldukları gibi, nedeni genel olarak bilinmeyen her şeyi de Tanrı’nın işi olarak adlandırırlar. Çünkü kitleler, Tanrı’nın gücünün ve takdirinin en açık şekilde olağanüstü ve doğa hakkında oluşturdukları anlayışa aykırı olaylar tarafından sergilendiğini düşünürler (özellikle de bu tür olaylar onlara herhangi bir fayda veya kolaylık getiriyorsa). Dolayısıyla, doğa alışılmış düzeninde çalıştığı sürece Tanrı’nın hareketsiz olduğunu ve tersine, Tanrı hareket ettiği sürece doğanın gücünün ve doğal nedenlerin atıl olduğunu varsayarlar. Böylece, biri diğerinden farklı iki güç hayal ederler.

Bu durumda kitleler olağandışı olaylara “mucize” adını verirler ve kısmen dindarlıktan, kısmen de bilim öğrencilerine karşı çıkmak için, doğal nedenler konusunda cahil kalmayı ve yalnızca en az bildikleri ve dolayısıyla en çok hayranlık duydukları şeyleri duymayı tercih ederler.

Halbuki Tanrı’nın doğası, varlığı ve dolayısıyla takdirimucizelerden bilinemez. Bunların ancak doğanın sabit ve değişmez düzeniyle açıklanabilir.

Buradan Kutsal Yazılar’da anlatılan tüm olayların doğal olarak meydana geldiği ve doğrudan Tanrı’ya atıfta bulunulduğu söyleyebiliriz. Çünkü Kutsal Yazılar olayları doğal nedenleriyle açıklamayı değil, yalnızca halkın hayal gücüne hitap eden şeyleri anlatmayı ve bunu merak uyandırmak ve sonuç olarak kitlelerin zihinlerini bağlılıkla etkilemek için en uygun şekilde yapmayı amaçlamaktadır.

İnsanların bir olayı, kendi yargılarından herhangi bir unsur katmadan, olduğu gibi anlatmaları çok nadirdir. Yeni bir şey gördüklerinde ya da duyduklarında, çok dikkatli olmadıkları sürece, kendi önyargılı fikirleriyle o kadar meşgul olurlar. Görülen ya da duyulan yalın gerçeklerden oldukça farklı bir şey algılarlar. Özellikle de bu gerçekler görenin ya da duyanın kavrayışını aşıyorsa ve hepsinden önemlisi, belirli bir şekilde gerçekleşmeleriyle kendilerine bir menfaat sağlanıyorsa.

Bu nedenle insanlar tarihlerde ve vakayinamelerde gerçek olaylardan ziyade kendi görüşlerini aktarırlar; öyle ki aynı olay farklı görüşlere sahip iki kişi tarafından o kadar farklı aktarılır ki, iki ayrı olay gibi görünür. Ama unutulmamalıdır ki tarihi vakayinamelerden tarihçinin kişisel görüşlerini çıkarmak çok kolaydır.

Bu nedenle, Kutsal Yazılar’daki mucizeleri yorumlamak ve anlatılanlardan bunların gerçekten nasıl gerçekleştiğini anlamak için, bunları ilk anlatan ve bizim için yazılı olarak kaydeden kişilerin görüşlerini bilmek ve bu görüşleri onların duyuları üzerindeki gerçek izlenimden ayırmak gerekir. Aksi takdirde gerçek olayları sembolik ve hayali olanlarla karıştırmış oluruz.

Bu şekilde Kutsal Kitap’ta geçen birçok olay sadece Yahudilerin adanmışlığının ifadeleri olarak kabul edilmelidir. Çünkü Kutsal Yazılar çeşitli bölümlerde doğanın seyrinin sabit ve değişmez olduğu konusunda genel bir iddiada bulunur.

BÖLÜM VII: Kutsal Yazılar’ın yorumlanması

Kutsal Yazıları yorumlama yönteminin doğayı yorumlama yönteminden büyük ölçüde farklı olmadığını, aslında neredeyse aynı olduğunu söyleyerek konuyu özetleyebilirim. Çünkü doğanın yorumlanması, doğanın tarihinin incelenmesi ve buradan belirli sabit aksiyomlar üzerinde doğal olayların tanımlarının çıkarılmasından oluştuğu gibi, Kutsal Yazılar’ın yorumlanması da onların incelenmesi ve temel ilkelerinden meşru bir sonuç olarak yazarlarının niyetinin çıkarılmasıyla ilerler.

O halde Kutsal Yazılar hakkındaki bilgimiz sadece Kutsal Yazılar’da aranmalıdır. Kutsal Yazılar’daki bir ifadenin tarihi yazarlarının konuşmaya alışkın olduğu dilin doğası ve özellikleri ve o dönemin bağlamını içerir.

İlk büyük zorluk, İbrani dili hakkında kapsamlı bir bilgi gerektirmesinden kaynaklanmaktadır. Böyle bir bilgi nereden elde edilebilir? İbrani dilini kullanan eski insanlar gelecek kuşaklara dillerinin ilke ve temellerinden hiçbirini bırakmamışlardır. Onlardan elimizde sözlük, gramer ya da retorik açısından kesinlikle hiçbir şey yoktur.

İnanılmaz ya da olanaksız anlatımlar içeren ya da çok belirsiz bir üslupla yazılmış bir kitap okursak ve yazarı ya da yazıldığı zaman ya da durum hakkında hiçbir şey bilmiyorsak, gerçek anlamı hakkında kesin bir bilgi edinmek için boşuna çabalarız.

Temel olarak dini açıklama ve bu konuda yargıda bulunma konusunda en yüksek yetki bireye aittir, çünkü bu bireysel haklarla ilgili bir konudur.

BÖLÜM IX: Kutsal kitaplarda tarihlerden doğru bir yıl hesaplamasına ulaşamayacağımız ve ayrıca tarihlerin bu konuda kendi içlerinde tutarsız oldukları çok açıktır. Bu tarihlerin önceden düzenlenmeden ve incelenmeden çeşitli yazarlardan derlendiğini itiraf etmek zorundayız.

BÖLÜM X: İnrani tarihinde dini uzman olan kişilerin, hangi kitapların kanona kabul edileceğine ve hangilerinin dışlanacağına karar vermek için bir konsey topladıkları çok açıktır. (Bir insan tercihi mevcuttur).

BÖLÜM XI: Havarilerin müjdeci öğretiyi verme tarzını incelersek, bunun peygamberler tarafından benimsenen yöntemden önemli ölçüde farklı olduğunu görürüz. Bu elçiler her yerde sanki peygamberlik etmekten çok tartışıyorlarmış gibi akıl yürütürler; öte yandan peygamberlerin metinleri sadece dogmalar ve emirler içerir.

BÖLÜM XII: TANRISAL YASANIN GERÇEK ASLI

Kutsal Kitap’ı Tanrı’nın gökten insanlara indirdiği bir mesaj olarak görenler, Tanrı Sözü’nün hatalı, tahrif edilmiş, değiştirilmiş ve tutarsız olduğunu; ona sadece parçalar halinde sahip olduğumuzu ve Tanrı’nın Yahudilerle yaptığı antlaşmanın aslının kaybolduğunu ileri sürdüğüm için Kutsal Ruh’a karşı günah işlediğimi haykıracaklardır.

Bir şey dindarlığı teşvik etmek için tasarlandığında kutsal ve İlahi olarak adlandırılır ve dinsel olarak kullanıldığı sürece kutsal kalmaya devam eder. Kullanıcılar dindar olmaktan vazgeçerse, şey kutsal olmaktan çıkar: basit kullanımlara dönüştürülürse, eskiden kutsal olan şey kirli ve saygısız hale gelir.

Sözcükler anlamlarını yalnızca kullanımlarından alırlar. Kabul edilen anlamlarına göre, onları okuyanları bağlılığa sevk edecek şekilde düzenlenirlerse, kutsal olurlar ve bu şekilde yazılan kitap da kutsal olur. Buradan, zihinden ayrı olarak hiçbir şeyin kendi başına mutlak olarak kutsal ya da saygısız ve kirli olmadığı, sadece nispeten kutsal olduğu sonucu çıkar.

BÖLÜM XIII: Kutsal Yazılar’ın yalnızca doğru davranış için yeterli olan çok basit öğretileri öğrettiği söylenebilir. Örneğin Musa, Yeremya ve Yuhanna’nın herkes için gerekli olan Tanrı bilgisini çok kısa bir şekilde özetlediklerini görürüz. Bu Tanrı’nın son derece adil ve son derece merhametli olduğu, başka bir deyişle gerçek yaşamın tek mükemmel modelinden oluştuğudur.

Buna rağmen ilahiyatçıların geneli, bunların mecazi olarak yorumlanması gerektiğini savunurlar. Anlayamadıkları pasajların ise gerçek anlamda yorumlanması gerektiğini söylerler. Ancak Kutsal Kitap’taki bu türden her ifade zorunlu olarak mecazi olarak yorumlanacak ve anlaşılacaksa, Kutsal Yazılar halk ve bilgisiz kitleler için değil, esas olarak başarılı uzmanlar ve filozoflar için yazılmış olmalıdır.

XIV. BÖLÜM: İmanın Temelleri

Gerçek bir iman bilgisi için, her şeyden önce Kutsal Kitap’ın sadece peygamberlerin değil, aynı zamanda farklı ve kararsız Yahudi kalabalığının da zekâsına göre uyarlandığını anlamak gerekir. Bu nedenle, bireysel özgürlüğün sınırlarını belirlemek ve görüşlerinin çeşitliliğine rağmen hangi kişilerin inançlı olarak görüleceğine karar vermek için, inancı ve onun esaslarını tanımlamalıyız.

Daha önceki Kutsal Yazılar’ın amacının ve hedefinin sadece itaati öğretmek olduğunu söylemiştik.İman, Tanrı’nın bilgisinden oluşur; bu bilgi olmadan O’na itaat etmek mümkün değildir. İman kendi başına yararlı değildir, ama yalnızca ima ettiği itaat açısından yararlıdır ya da Yakup’un belirttiği gibi, “İşler olmadan iman ölüdür”.

Bu iman temelde aşağıdaki doktrinleri içerir:

  • Tanrı’nın ya da Yüce bir Varlığın var olduğu, egemen, adil ve merhametli olduğu.
  • O’nun Bir olduğu.
  • O’nun her yerde hazır ve nazır olduğu ya da her şeyin O’na açık olduğu.
  • O’nun her şey üzerinde yüce hakkı ve egemenliği vardır ve hiçbir şeyi zorlama altında yapmaz, ancak mutlak fiili ve lütfuyla yapar.
  • Tanrı’ya tapınmanın yalnızca adalet ve hayırseverlikten ya da komşuya duyulan sevgiden ibaret olduğu.
  • Yaşam tarzlarıyla Tanrı’ya itaat eden herkes ve sadece onlar kurtulur; zevklerinin egemenliği altında yaşayan insanlığın geri kalanı ise kaybolur.
  • Son olarak, Tanrı tövbe edenlerin günahlarını bağışlar. Hiç kimse günahtan özgür değildir.

BÖLÜM XV.: Akıl ve Teoloji ilişkisi

Teoloji akla, akıl da teolojiye tabi değildir. Şu ana kadar Kutsal Yazılar’ın felsefeyi değil, yalnızca itaati öğrettiğini ve içerdiği her şeyin kalabalıkların anlayışına ve yerleşik görüşlerine uyarlandığını gösterdik.

Peki akıl ile kitap çelişirse? Kutsal Yazılar’ın onayladığı her şeyi onaylamak ve Kutsal Yazılar’ın reddettiği her şeyi reddetmek zorunda kalacak mıyız? Belki de Kutsal Yazılar’ın akla aykırı hiçbir şey içermediği cevabı verilecektir. Ancak ben, Tanrı’nın kıskanç olduğu (Yasa’nın Tekrarı iv. 24’te ve diğer birçok yerde) gibi bir doktrinin akla aykırı olduğunu iddia ediyorum. Çünkü Musa birçok yerde (Yasa’nın Tekrarı iv. 24), “Tanrınız Rab yakıp yok eden bir ateştir” der ve başka yerlerde Tanrı’nın görünür şeylere benzediğini açıkça reddeder.

Aklın alanı hakikat ve bilgeliktir; teolojinin alanı ise dindarlık ve itaattir. Özetle, Kutsal Kitap’ın akla, aklın da Kutsal Kitap’a uydurulmaması gibi kesin bir sonuca varabiliriz. Hiçbiri diğerine boyun eğmemeli, ancak her biri karşı çıkmadan egemenliğini sürdürmelidir.

XVI. BÖLÜM: Bir devletin temelleri

Şimdiye kadar felsefeyi teolojiden ayırmaya ve böyle bir ayrımın her ikisine de sağladığı düşünce özgürlüğünü göstermeye özen gösterdik. Şimdi bu düşünce ve tartışma özgürlüğünün ideal devlette hangi sınırlara kadar uzanabileceğini belirlemenin zamanıdır.

Doğanın hakkı ve düzeni derken, her bireyin doğa tarafından belirli bir şekilde yaşaması ve hareket etmesi için koşullandırıldığını düşündüğümüz doğa yasalarını kastediyorum.

Doğanın gücü, her şey üzerinde egemenlik hakkına sahip olan Tanrı’nın gücüdür; ve doğanın gücü basitçe tüm bireysel bileşenlerinin güçlerinin toplamı olduğuna göre, her bireyin yapabileceği her şeyi yapmak için egemenlik hakkına sahip olduğu sonucu çıkar. biBaşka bir deyişle, bir bireyin hakları, koşullandırıldığı şekliyle gücünün en üst sınırlarına kadar uzanır. Bireyin doğal hakkı temelde sağlam bir akıl tarafından değil, arzu ve güç tarafından belirlenir.

Örneğin yirmi gün boyunca yemek ya da herhangi bir besin maddesi tatmayacağıma dair birine söz verdiğimi varsayalım. Daha sonra sözümün aptalca olduğunu ve kendime çok büyük bir zarar vermeden tutamayacağımı fark ettiğimi varsayalım. Doğal yasa ve hak gereği iki kötülükten en azını seçmek zorundayım. Bu nedenle, bir anlaşmanın ancak faydası sayesinde geçerli olduğu sonucuna varabiliriz; aksi takdirde geçersiz ve hükümsüz hale gelir. Bu nedenle, yaptığımız anlaşmanın ihlalinin ihlal edene yarardan çok zarar getirmesi için çaba göstermediğimiz sürece, bir insandan bize olan inancını sonsuza kadar korumasını istemek aptallıktır. Bu düşünce bir devlet kurarken çok büyük bir ağırlığa sahip olmalıdır.

Bu nedenle, insanlar her ne kadar iyi niyetli görünerek söz verseler ve verdikleri sözü tutacaklarını kabul etseler de, arkasında bir fayda olmadıkça hiç kimse bir başkasının sözüne kesinlikle güvenemez. Daha büyük bir iyilik umudu ya da daha büyük bir kötülük korkusu tarafından engellenmedikçe, herkesin doğası gereği hilekârca davranmaya ve anlaşmalarını bozmaya hakkı vardır.

Bununla birlikte, bireyin doğal hakkının yalnızca gücüyle sınırlı olduğunu gösterdiğimiz için, bu gücü isteyerek ya da zorlama altında bir başkasının eline devrettiğinde, bunu yaparken zorunlu olarak hakkının bir kısmından da vazgeçtiği açıktır. Tüm insanlar üzerindeki egemenlik hakkı, insanları güç kullanarak zorlayabileceği ve onları dizginleyebileceği egemen güce sahip olan kişiye aittir. Bu hak, ancak iradesini uygulama gücünü koruyabildiği sürece elinde kalacaktır; aksi takdirde tahtında sallanacaktır ve kendisinden daha güçlü olan kimse, istemeyerek de olsa, ona itaat etmek zorunda kalacaktır.

Emirlere itaat ederek eylemde bulunmak belli bir anlamda özgürlüğü ortadan kaldırır, ancak bu nedenle bir insanı köle yapmaz, her şey eylemin amacına bağlıdır. Eğer eylemin amacı failin iyiliği değil de devletin iyiliği ise, egemen güce itaat etmek insanı köle yapmaz. Bu nedenle, yasaları sağlam bir akla dayanan devlet en özgür devlettir, böylece her üyesi isterse özgür olabilir. Yani aklın tüm rehberliği altında tam bir rıza ile yaşayabilir. Çocuklar, ebeveynlerinin tüm emirlerine itaat etmek zorunda olsalar da, yine de köle değildirler: çünkü ebeveynlerin emirleri genellikle çocukların yararınadır.

İlahi yasaya mı yoksa beşeri yasaya mı itaat etmeliyiz? Şimdi sadece, iradesinin kesin ve tartışılmaz bir vahyine sahip olduğumuzda, her şeyden önce Tanrı’ya itaat edilmesi gerektiğini söyleyeceğim. Ancak insanlar dini konularda yanılgıya düşmeye çok eğilimlidirler ve eğilimlerinin çeşitliliğine göre kendi icatlarını öne sürmeye oldukça meyillidirler.

Hiç kimse gücünü ve dolayısıyla haklarını bir başkasına, insan olmaktan çıkacak kadar mutlak bir şekilde devredemez. Bu nedenle, her insanın kendi kararına bağlı olarak hakkının bir kısmını her zaman elinde tuttuğunu kabul etmeliyiz.

Bir devletin korunmasının esas olarak tebaanın sadakatine ve aldıkları emirleri yerine getirme konusundaki kararlılığına bağlı olduğu söyleyebiliriz. Tebaanın sadakatini ve erdemini en iyi şekilde korumak için nasıl yönlendirilmesi gerektiği o kadar açık değildir.

Yöneten ya da yönetme gücüne sahip olanlar, her zaman zorbaca eylemlerini yasallık peleriniyle çevrelemeye ve insanları iyi niyetle hareket ettiklerine ikna etmeye çalışırlar. Yasanın tek yorumcusu olduklarında bunu kolayca başarabilirler.

Bir devlette bu tür kötülüklerden kaçınmak için, dindarlığı ve dini yalnızca eylemlerden, yani adalet ve hayırseverlik uygulamalarından ibaret kılmaktan ve diğer konularda herkesin kararını özgür bırakmaktan daha güvenli bir yol yoktur.

XIX. BÖLÜM: Ruhani konular ve hükümdarlık

Tanrı’ya doğru bir şekilde itaat etmek istiyorsak, dinin dış biçimlerinin kamu barışına uygun olması gerekmektedir. Bu nedenle, adalet ve hayırseverliğin ancak yöneticilerin hakları aracılığıyla hak ve yasa gücünü kazanabileceğini gösterirsem; dinin ancak emretme hakkına sahip olanlar aracılığıyla hak gücünü kazanabileceği ve Tanrı’nın insanlar arasında ancak dünyevi iktidar sahipleri aracılığıyla hükmettiği sonucuna kolayca varabilirim.

Günah, adalet ve komşuya duyulan sevgi de dahil olmak üzere aklın tüm ilkeleri, yalnızca egemenlik hakları aracılığıyla, yani yalnızca yönetme hakkına sahip olanların kararıyla yasa ve yönetmeliklerin gücünü alır.

Bu nedenle dinin yalnızca egemen güç sahiplerinin buyrukları aracılığıyla bir buyruk gücü kazandığı ve ayrıca Tanrı’nın, dünyasal güç sahipleri aracılığıyla hüküm sürdüğü durumlar dışında, insanlar arasında özel bir krallığı olmadığı genel sonucuna varabiliriz.

O halde, hem akıl hem de deneyim bize İlahi hakkın tamamen laik yöneticilerin kararlarına bağlı olduğunu söylediğine göre, laik yöneticilerin onun uygun yorumcuları olduğu (olması gerektiği) sonucu çıkar.

Bir insanın ülkesine karşı görevlerinin yerine getirebileceği en yüksek görevler olduğu kesindir. Çünkü hükümet ortadan kaldırılırsa, hiçbir iyi şey devam edemez, her şey anlaşmazlığa düşer, öfke ve anarşi evrensel korkunun ortasında kontrolsüzce hüküm sürer.

Şimdi, egemenin görevi sadece kamunun refahı ve devletin güvenliği için neyin gerekli olduğuna karar vermek ve buna göre emirler vermektir. Dolayısıyla egemenin görevi aynı zamanda komşularımıza karşı görevlerimizin sınırlarını belirlemektir – başka bir deyişle, Tanrı’ya nasıl itaat etmemiz gerektiğini belirlemektir.

XX. BÖLÜM: Düşünce Özgürlüğü

Özgür bir devlette herkes istediğini düşünebilir ve düşündüğünü söyleyebilir.

Hiç kimsenin aklı tamamen bir başkasının tasarrufunda olamaz, çünkü hiç kimse doğal hakkı olan özgür akıl ve muhakemeyi kendi isteğiyle devredemez ya da buna zorlanamaz. Bu nedenle, zihinleri kontrol etmeye çalışan hükümet zorba olarak kabul edilir. Neyin doğru olarak kabul edileceğini ya da yanlış olarak reddedileceğini ya da insanları Tanrı’ya tapınmalarında hangi fikirlerin harekete geçireceğini belirlemeye çalışmak egemenliğin kötüye kullanılması ve tebaanın haklarının gasp edilmesi olarak görülür. Tüm bu mevzular insanın kendi rızasıyla bile vazgeçemeyeceği doğal hakları arasındadır.

Devletin temellerine ilişkin yukarıda verilen açıklamadan açıkça anlaşılmaktadır ki; hükümetin nihai amacı korkuyla yönetmek ya da dizginlemek ya da itaat ettirmek değil, tam tersine, mümkün olan her türlü güvenlik içinde yaşayabilmesi için her insanı korkudan kurtarmaktır. Başka bir deyişle, kendisine ya da başkalarına zarar vermeden var olma ve çalışma doğal hakkını güçlendirmektir.

Yöneticiler ifade özgürlüğünü kısıtlamaya çalıştıkça, bireyler (özellikle eğitimli olanlar) buna daha inatçı bir şekilde karşı koyarlar. Bir devlet için, onurlu insanları gizleyemedikleri farklı görüşlere sahip oldukları için suçlular gibi sürgüne gönderilmelerinden daha büyük bir talihsizlik düşünülebilir mi?

İnsanların fikirleri ne kadar farklı, hatta açıkça çelişkili olursa olsun uyum içinde bir arada yaşayabilmeleri için yargı özgürlüğünün tanınması zorunludur. Bunun en iyi hükümet sistemi olduğundan ve en az itiraza açık olduğundan şüphe edemeyiz, çünkü insan doğasıyla en uyumlu olanı budur. Aslında barışı asıl bozanlar, özgür bir devlette, üzerinde tahakküm kuramadıkları yargı özgürlüğünü kısıtlamaya çalışanlardır.

Sonuç olarak:

  • İnsanları düşündüklerini söyleme özgürlüğünden mahrum bırakmanın imkansızdır.
  • Böyle bir özgürlük egemen gücün haklarına ve otoritesine zarar vermeksizin her insana tanınabilir.
  • Son olarak, böyle bir özgürlük sadece mümkün değil kamu barışının korunması için elzemdir.

Bu nedenle bir devlet için en güvenli yol: dinin yalnızca hayırseverlik ve adaletin uygulanmasından ibaret olması; yöneticilerin kutsal konulardaki haklarının, dünyevi konularda olduğu gibi, yalnızca eylemlerle ilgili olması gerektiği ve herkesin istediğini düşünmesi ve düşündüğünü söylemesi konusunda özgür olmasıdır.