Sosyolojide Yakın Dönem Teoriler 8 – Post-Kolonyal Teori

Kolonyalizm en geniş ve basit tanımıyla bir grup insanın başka bir grup insan tarafından çeşitli araçlarla kontrol altına alınması ya da baskı altında tutulması olarak tanımlanabilir. Türkçeye sömürgecilik olarak da çevrilen kolonyalizm, bir devletin veya ülkenin başka devletleri, ülkeleri veya toplulukları resmî araçlarla direkt ve doğrudan egemenliği altına alarak ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan sömürmesi, kontrol etmesi ve yönetmesi olarak tanımlanabilir.

Avrupa kökenli modern kolonyalizm, Loomba’nın ifade ettiği gibi, kapitalizm öncesi dönemlerde ortaya çıkan eski kolonyalzimlerden farklı olarak, “Batı Avrupa’da kapitalizmin kuruluşuna eşlik etmiştir”. Bu açıdan Modern kolonyalizm fethettiği ülkelerden sadece haraç toplamakla kalmamış, kolonileştirilen ülke topraklarından fiziki olarak ayrıldıktan sona dahi sömürgelerini pazar olarak kullanmayı ve sömürgeci ilişkilerini devam etirmeyi mümkün kılan karmaşık ekonomik ilişkiler kurmuştur.

Akademik literatürde, modernleşme tarihi aynı zamanda bir emperyalizm ve sömürgecilik tarihi olarak da okunmaktadır. Post-kolonyalizm ise kolonileştirme uygulamalarının bir sonraki aşaması değil, fakat kolonileştirme uygulamalarının işlediği süreçleri ve bu süreçlerin sonuçlarını, bir diğer deyişle kolonileştirilmiş insan gruplarının kaynaklarının zorla ele geçirilip zenginliklerinin ve birikimlerinin sömürülmesi sürecinde ve neticesinde ortaya çıkmış sosyal ve kültürel olgular ile bu olguların beraberinde getirdiği çok çeşitli sosyal, ekonomik ve siyasal ilişki biçimlerini araştıran ve tartışan bir sosyal bilim kuramıdır.

Post-kolonyal teori bir zamanlar kolonileştirilmiş olmanın sonuçlarını ya da güncel yansımalarını, baskın anlatı, söylem ve ifadeleri eleştirel bir gözle ele alarak ve kolonileştirilmiş ülke insanlarının bakış açılarına ve tarihlerine odaklanarak tartışan, sosyologların ve antropologların sıklıkla referans verdiği ve yöntembilim olarak kullandığı bir sosyal bilim alanıdır. Post-kolonyal teorinin öne çıkan önemli temsilcileri arasında Fransız sömürgesi Martinik doğumlu siyahi Marksist düşünür Frantz Fanon, Filistin asıllı Amerikalı eleştirel sosyal bilimci ve siyasal aktivist Edward Said, Hindistan asıllı edebiyat kuramcısı ve feminist eleştirmen Gayatri Chakravorty Spivak yine Hindistan asıllı edebiyat ve kültür kuramcısı Homi K. Bhabha yer almaktadır.

Post-Marksist düşünürlerden özellikle Immanuel Wallerstein, Paul Baran, Paul Sweezy ve Samir Amin’in çalışmalarının da Postkolonyal teorinin gelişiminde önemli bir etkisi olduğu bilinmektedir.

TARİHSEL VE OLGUSAL ARKA PLAN: MODERN KOLONYALİZM

Modern Kolonyalizmin Tarihsel Gelişimi

Kolonyalizm, Batı tarihinin geleneksel siyasi ve ekonomik anlatısında Christopher Columbus’un 1492 yılında Doğu’yu keşfetmek amacıyla batıya doğru yelken açmasıyla sembolleştirilir.

Peki keşifler çağını olanaklı kılan neydi? En çok öne çıkanlar denizcilik, konum belirleme ve yön tayin etme teknolojisindeki gelişmelerdir.

  • Özellikle “karavel” adı verilen büyük kargo gemilerinin geliştirilmesini olanaklı kılan teknoloji ve daha sonra karavel gemilerinin teknolojisine dayalı olarak geliştirilen daha büyük “kalyon” gemileri taşıyabildikleri büyük yük kapasitesi ve hızlı olmaları dolayısıyla denizcilerin uzun süre denizde kalabilmesine olanak sağlamış, bu da denizaşırı keşifleri mümkün kılmıştır.
  • İkinci olarak konum belirleme ve yön bulma teknolojisindeki gelişmelere işaret edilebilir. “Usturlap” ismi verilen aletin sağladığı kolaylıklar Portekizli kâşiflerin Güney Afrika rotasına yelken açmalarını kolaylaştırmıştır. “Usturlap” ile denizcilerin güneş açısını ölçerek enlem derecelerini hesaplayabilmeleri uzun yolculuklar sırasında bulundukları konum noktasını belirleyebilmelerini kolaylaştırmıştır.

Avrupalı ulusların Amerika, Afrika ve Avustralya kıtaları ile Uzak Doğu’da uyguladıkları kolonileştirme politikalarına baktığımızda, bu politikaların yerli uluslar için soykırım, yoksulluk, toplu ölümler ve salgın hastalıklar gibi birçok sonucu beraberinde getirdiğini görüyoruz. Bu sonuçlara karşın, kolonileştirme politikalarına devam eden Avrupalı ulusların ise söz konusu kolonileştirme politikalarını “yerli ulusları medenileştirme misyonu” gibi gerekçelerle temellendirdiklerini görüyoruz. Bu Kolonyal-sömürgeci söylemin oluşumunda Joseph-Ernest Renan’ın düşünceleri etkili olmuştur.

Bu sürecin sonunda, Batı dünyası 18. yüzyılda ortaya çıkan aydınlanma ile birlikte, ekonomik açıdan olduğu kadar bilim, ilerleme düşüncesi, sanat, kültür, felsefe ve siyasi açıdan da Batı Avrupa Uygarlığını inşa etmiş ve her yönden üstün konuma gelmiştir. Bu üstünlük söylemsel açıdan da meşrulaştırılmış, gelişme ve ilerleme “batılılaşma”, Avrupalılaşma, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma ile eş anlamda tutulmuştur. İnsanlık tarihi avcı-toplayıcı aşamadan Avrupa’nın geldiği aşamaya doğru gelişen bir süreç olarak tanımlanmış ve nihayetinde Batı medeniyeti geri kalmışlar için ulaşılması gereken “ileri” bir hedef olarak gösterilmiştir. Buna karşılık, Doğu gibi Batı-dışı kültürler ise az gelişmiş, eğitimsiz, yoksul, despot, geleneksel, ilkel, barbar, tembel ve benzeri sıfatlar ile ilişkilendirilerek tasvir edilmiştir.

Kolonileştirme ve sömürgeci politikaların uygulandığı 15. yüzyıl ile 18. yüzyıl arası dönemde yaklaşık 10 milyonu aşkın köle Afrika’dan Batı ülkelerine ve özellikle ABD’ye satılmış, en az 5 milyon köle de çeşitli nedenlerle hayatını kaybetmiştir. Köleler ucuz işgücü olarak bir mülk gibi alınıp satılmış ve genellikle pamuk, şeker, tütün, mısır tarlalarında ve ev hizmetlerinde çalıştırılmıştır.

Avrupalı ulusların kolonileştirdikleri bölgelerin hemen hemen tamamı 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra siyasi olarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Fakat kimi bağımlılık teorisyenlerinin de belirttiği üzere söz konusu bu siyasi bağımsızlık ekonomik bir bağımsızlığa dönüşememiş, yoksul ve bir zamanların kolonisi olan uluslar, zengin ve bir zamanların kolonyal gücü olan uluslar ile yine kolonyal ilişkilere benzer ekonomik ilişkilerini devam ettirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum, bağımlılık teorisyenlerince yeni-kolonyalizm olarak ifade edilmektedir.

Bağımlılık Kuramı (dependency theory) üçüncü dünya devletlerinin yeterli ve sürdürülebilir kalkınma düzeyine ulaşamamalarını ileri kapitalist dünyaya bağımlılıklarına bağlayan kuramları anlatan bir terimdir.

Modern Kolonyalizmde Temel Tanımlar ve İçsel Ayrımlar

Avrupalı ulusların kolonyalizm tarihinde merkez ülke olarak ifade edildiği görülmektedir. Avrupalı merkez ülkelere oldukça büyük bir zenginlik ve kaynak sağlayan kolonileştirme uygulamaları ilk olarak merkantilist politikalar şeklinde ortaya çıkmıştır. Bir diğer deyişle, keşfedilen ve ele geçirilen çevre ulusların değerli maden ve materyallerinin merkez ülkelere aktarılması ve merkez ülkelerdeki maddi zenginliğin bu değerli madenlerin birikimi üzerinden genişletilmesi ya da arttırılması olarak ifade edilebilir.

İçsel kolonyalizm diye nitelendirilen kolonyalizm türü ile daha çok hâlihazırda kolonileştirici bir gücün hâkim olduğu bölge içindeki gruplar arasındaki eşitsiz bir güç dağılımına bağlı olarak güçlü olanların güçsüz olan grupları sömürmesi ifade edilmektedir.

Vekâlet kolonyalizmi ile ifade edilen ise hâkim kolonyal güç tarafından desteklenen bir grubun başka bir grubun bölgesinde kurduğu yerleşimi ve bu yerleşim vasıtasıyla gerçekleştirdiği sömürü ifade edilmektedir.

Yerleşimci kolonyalizm ise kolonyal gücün kolonileştirdiği topraklarda siyasal, ekonomik ve dinî birçok sebebe dayalı olarak yeni yerleşim yerleri kurması ve bu vasıtayla kolonileştirilen nüfusu kendi alanlarında azınlık durumuna dönüştürmeyi ifade etmektedir.

Sömürgeci kolonyalizm diğer kolonyalizm türlerini kapsayabileceği gibi, onlara ek olarak doğal kaynakların ve yerli nüfusun sahip olduğu işgücünün merkez ülkenin faydasına ve ihtiyacına dönük olarak sömürülmesini de içermektedir.

Emperyalizm, gayriresmî politik araçlar (geçici askerî işgal), ekonomik güç (finansal kontrol ya da ambargo uygulamaları) ya da kültürel etki (Hollywood filmlerinin dünyaya yayılması) gibi yollarla da gerçekleştirilebilir. Buna karşılık, kolonyalizm emperyalizmin daha özel bir biçimidir; kontrolün doğrudan ve süresiz olarak uygulandığı bir duruma atıfta bulunur.

KOLONYALİZME İÇERİDEN ELEŞTİRİLER

19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında Asya ve Afrika’daki Avrupa sömürgeciliğini haklı çıkarmada kimi zaman Herbert Spencer’in sosyal evrim teorisi, örtülü veya açık bir şekilde kullanılmıştır.

Erk olarak Comte`nin özellikle işbölümü üzerine olan çalışmalarında, “rasyonel boyun eğiş” adı altında insanların toplum içindeki yerlerini kabul etmeleri ve toplumun dengesine uyum göstermeleri, yani bir anlamda statülerini kabullenmeleri ve endüstri toplumu içindeki eşitsizliklere boyun eğmeleri gerektiğini savunduğu bilinmektedir.

Kolonyalizmin meşruiyetini sorgulayan Fransız, Alman, İngiliz ve İskoç düşünürlerin temel hareket noktalarından birisi, kolonyalizmi bir “medenileştirme projesi” olarak sunan yaygın inanışa karşı çıkmak olduğu ifade edilmelidir. Kimi Fransız düşünürlere göre, her ne kadar kolonyalist politikaları kendilerini birer “medenileştirme” girişimi olarak gösterse de esasında yol açtığı sonuçlar üzerinden düşünüldüğünde kolonyalizmin kendisi bir “barbarlık” gösterisiydi.

Öte yandan, Marx’ın kolonyalizm analizlerinde kolonileştirilen ulus ya da bölge için bütünüyle kötümser bir senaryo çizdiğini söylemek de mümkün değildir. Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğine ilişkin analizinde buradaki feodal üretim ilişkilerini geri kalmış ve değişmesi gereken bir üretim biçimi olarak tarif eden Marx’a göre, feodal toplumdan burjuva toplumuna geçiş her ne kadar acı veren ve güç bir dönüşüm olsa da bu gerekli ve nihayetinde ilerlemeci bir dönüşüm sürecidir.

Marx sömürgeciliği, egemen toplumun dar ekonomik ihtiyaçlarına hizmet eden ve sermayenin “ilkel birikimine” olanak sağlayan ekonomik bir olgu olarak eleştirmiş ve sömürgeciliğin dünya çapında kapitalizmin yayılmasını daha da kolaylaştırdığını savunmuştur.

POST-KOLONYAL TEORİ VE ÇALIŞMALARI

1950’lerden ve 1960’lardan başlayarak, Frantz Fanon ve Albert Memmi sömürgecilikte yer alan ırksal egemenlik biçimlerini ve Afrika’daki kültürel ve psikolojik etkilerini incelediler.

Edward Said sömürgeciliğin kavramsal ve ideolojik temellerini tespit etmek için “Oryantalizm” kavramını geliştirdi.

Postkolonyal teoride Immanuel Wallerstein, Paul Baran, Paul Sweezy ve Samir Amin gibi post-Marksist kuramcıların yanı sıra Michel Foucault gibi postyapısalcı ve J. F. Lyotard gibi postmodern düşünürlerin çalışmalarının etkisi söz konusudur.

Post-kolonyal kuramcıların çalışmalarında Marx’ın düşüncelerinin emperyalist düşüncenin dinamiklerini açıklayamayacağı özellikle vurgulanır. Bu nedenle “sömürgecilik karşıtı yazarlar emperyalizmi daha uygun biçimde açıklayabilecek alternatif bir analiz biçimi” olarak post-kolonyalizmi geliştirirler.

Post-kolonyal teori bu amaçla, Batı’nın bakış açısı ile mücadele eder ve bunun yerine Doğu’nun uygarlık tarihine yaptığı katkılar üzerinde durur. Batı’yı kendi tarihinin kötülükleriyle yüzleşmeye davet eder.

Dolayısıyla, kolonileşme sadece yerel maddi zenginliğinizin, ilgili bu zenginliği üretmeyen insanlar tarafından ele geçirilmesi anlamına gelmemekte, fakat aynı zamanda sosyal ve kültürel zenginliğinizin ve özgünlüğünüz de kaybolması beraberinde getirmektedir.

KOLONİLEŞTİRMENİN KÜLTÜR ÜZERİNE ETKİSİ

Sosyal ve kültürel zenginliğinizin kaybolması, bir başka deyişle yaşam biçiminizin ve değerlerinizin topraklarınızı işgal eden kolonileştirici gücün değer sistemi tarafından yok edilmesi günlük hayat pratiklerine de yansımakta ve birtakım uyumsuzluklar ortaya çıkarmaktadır. Örneğin, yeni yıl yaklaşırken yapılan kutlama hazırlıkları sırasında her yerde göze çarpan bir imge olan Noel Baba’nın, Aralık ayında oldukça sıcak olan Şili’de neden yünlü ve kalın kıyafetler içinde olduğunu çocuklarınıza açıklamaya çalışırken oldukça zorlanacaksınız.

Postkolonyalizm sosyolojinin nesnellik fikrini eleştirerek onun baskıcı bir toplumsal düzeni desteklemeye yönelik ideolojik kabullere dayandığını ve tarihsel olarak emperyalizmle suç ortaklığı yaptığını savunur.

Başta Edward Said olmak üzere postkolonyal kuramcılar ikili karşıtlıklar üzerinden Batı’nın Doğu’yu nasıl ötekileştirdiğini öncelikle edebiyat metinleri olmak üzere medya, hukuk, eğitim, siyaset, sanat, sinema, kültür ve benzeri alanlarda yaptıkları çalışmalar üzerinden ortaya koymaya çalışırlar.

EDWARD SAİD VE ORYANTALİZM–OKSİDENTİALİZM

Edward Said’e göre 1914 yılında dünya üzerindeki toprakların yaklaşık yüzde 85’i Avrupalı uluslar tarafından kolonileştirilmiş ya da hükümranlık altına alınmıştır. Post-kolonyal kuramın temel çalışma alanlarından biri, kolonyal dönem boyunca görmezden gelinerek yok sayılmış, susturulmuş ve geri plana itilmiş ulusların bakış açılarına ve değerlendirmelerine odaklanarak, Batı’nın kolonyal güçlerinin hâkim anlatılarına karşı alternatif bir anlatı ve değerlendirmeyi ortaya koymaktır.

Oryantalizm/Şarkiyatçılık

Aslen Filistinli olan Edward Said 1935 yılında varlıklı bir Arap-Hıristiyan ailenin çocuğu olarak Kudüs’te doğmuştur.

Foucault’un söylem, bilgi ve iktidar ile ilgili bu düşünceleri bilim ile ideoloji arasındaki ayrımı daha da muğlaklaştırmakla kalmamış, özellikle Batı tarafından o döneme kadar üretilmiş olan hemen her alandaki bilgiyi sorgulayarak yapı söküme (ideoloji eleştirisine) uğratan çok sayıda yeni akımın oluşumuna da yol açmıştır.

Foucault’cu anlamda kolonyalist söylem, bilgi ve iktidar kavramlarının nasıl iç içe geçtiğinin en önemli göstergesidir. Buna göre kolonyalist söylem güçlü olan Batı’nın mevcut gücünün devamı için sürekli olarak Batı’da ve az gelişmiş ülkelerde yeniden üretilmiştir. Kolonyalist söylem Batı’yı güçlü, üstün, gelişmiş, faydalı ve hakikati temsil eden bir “özne” olarak inşa ederken sömürgeleştirilmiş ülkeleri bağımlı, değersiz, tehlikeli ve yetersiz olarak tanımlayarak “nesne”leştirir ve bu yolla Batı’nın sömürüsünü gizleme işlevi görür.

Roman, şiir, siyaset, dilbilim, tarih vb. alanlarda Batı tarafından Doğu üzerine yazılmış geniş bir külliyatı söylem olarak ele alan Said, bu (oryantalist) söylemin, Avrupa kültürünün Doğu’yu, dahası Avrupalı olmayanı yönetmesini, üretmesini, denetim altına almasını ve de manipüle etmesini sağlayan bir disiplin oluşturduğunu savunur. Hem Said hem Foucault için, söylem, iktidarın ifa edildiği, yapılandırıldığı ve bilginin öznesi olarak insanın nesnelleştirildiği bir araçtır.

Oryantalist söylemde Doğulu; mahkemeye çekilen bir insan şeklinde beliren, incelenen ve tasvir edilen bir varlıktır. Bir okulda yahut bir hapishanede gözlenir gibidir. Sanki ona hayvanat bahçesinde kafes arkasından bakılıyor… Her durumda Doğulu, onu tepeden seyreden bir gözle incelenmekte ve takdim edilmektedir. Özetle Oryantalizm, Doğu’yu işaretleyerek Batı’yı (işaretlenmemiş) merkez hâline getiren bir “ötekileştirme” işlemidir.

Said’in Oryantalizm adlı çalışması önceki çalışmalardan farklı olarak Doğu-Batı ilişkisinin gerisinde sömürgecilik, ırkçılık ve emperyalizmde ele alınandan çok daha köklü ve karmaşık bir mekanizmanın işlediğini, Batı’nın, Doğu denen bir “öteki” icat ettiğini ve bunun hayalî bir coğrafya, kurgusal bir tasarım ve güç-merkezli bir algıya yaslandığını açığa çıkarmıştır. Edward Said’e göre, başta Batı edebiyatı olmak üzere birçok alanda görülen Oryantalizm, Batı tarafından kurgulanan ve Batı’nın Doğu üzerinde hegemonya kurmasını ve sürdürmesini sağlayan “Doğu imajı” ile ilgili bir söylemdir. Oryantalist söylemde Doğu, her zaman Batı’dan farklı bir şeyle, Batı’nın sahip olduğu varsayılan bilim, demokrasi, rasyonalite, ilerleme fikri, sivil toplum vb. özelliklerle kıyaslanarak tanımlanır.

Tarihi eğer Amerikan yerli halkları yazmış olsaydı, “Amerika’nın keşfini” nasıl ifade ederdi?: “İspanyol denizcilerin Amerika kıtasına yağma ve talan için yaptığı seferler.” Yani yazılan tarih başlı başına Avrupa merkezci ve kolonyal bir tarihtir. Orada yaşayan halkları tarihsizleştirmektedir.

En yaygın ve basit tanımıyla yapısöküm ( dekonstrüksiyon ) filozof Jacques Derrida tarafından geliştirilen ve metinlerin çoklu yorumlarına imkân tanıyan bir metin okuma yöntemidir. Daha açık olarak, yapısöküm herhangi bir metin içindeki ikili karşıtlıkları metnin bütünlüğü açısından tutarsız kullanımlarını ortaya koyan eleştirel bir metin okuma yöntemi olup literatürde oldukça yaygın bir biçimde bir ideolojik eleştiri yöntemi olarak kullanılmaktadır.

Batının kurumlarını ve bilimsel söylemlerini yapı söküme uğratarak dayandıkları kolonyalist ve emperyalist temelleri açığa çıkaran Said, oryantalist söylemin nasıl kurulduğunu ve Batının söz konusu sömürgeci kurumlarının Ortadoğu’yu nasıl Batının kendi korkuları ve arzularının karışımından oluşan bir ‘öteki’ üzerinden düşleyip tanımladığını açığa çıkarır. Doğulu kültürlerin ezici bir biçimde mitolojiler ve büyünün etkisi altında oldukları, aksine Batıda aklın (bilim biçiminde) egemen olduğu varsayılır. Said’e göre 20. yüzyılda ve esasında günümüzde de Doğu hâlâ oryantalist söylemin bakış açısıyla değerlendirilmektedir.

Said’in bu düşüncelerine benzer düşüncelerin, sömürgeciliğin sömürgeleştirilmiş özneler üzerindeki nesneleştirici, insanlıktan çıkarıcı ve klişeleştirici özelliklerine dikkat çeken Frantz Fanon ve Aimé Césaire gibi, sömürgeleştirilmiş dünyanın önceki aydın eylemciler kuşağı tarafından da dile getirildiği bilinmektedir, ancak Said’in bu düşünürlerden farkı, Bilgi ile iktidar arasındaki karşılıklı kurucu ilişkileri ele alması ve bu ilişkileri göstermek ve kanıtlamak için edebî materyaller kullanmasıdır.

Oryantalist söylemin Batı’yı üstün, Doğu’yu ise vahşi ve barbar olarak tasvir eden söz konusu bu temsillerinin, ötekileştirilen, özellikle Arap-İslam halkları için ciddi bir kültürel kimlik sorununu da beraberinde getirdiği bilinmektedir.

Sonuç olarak, Edward Said’in çalışmasını özgün kılan şey, “Oryantalizmi sömürgeci kuramsal ve maddi bağlam içine oturtmakla” kalmayıp aynı zamanda onun “bir bilgi ve hakikat üretimi ve özne kuruluşu olduğunu” da göstermesi, böylelikle de Doğuyu ayıran ayrımın nasıl epistemolojik ve ontolojik kılındığını ortaya koymasıdır.

Eleştiriler

Edward Said sıklıkla şu şekillerde eleştirilir:

  • Oryantalizmin ikili karşıtlıklarını görece durağan kategoriler olarak ele aldığı
  • Batı’yı homojenleştirdiği ve böylece meydan okumaya çalıştığı düşüncenin içine düştüğü
  • materyal ve kurumsal etmenlerin pahasına, edebiyatın ve söylemin önemini vurguladığı
  • Metodolojik açıdan Foucault’u zorlayıcı ve keyfî biçimde kullandığı
  • Ontolojik bir Batı-Doğu ayrımı varmış gibi davranmakla kalmayıp tehlikeli biçimde bunu yeniden ürettiği
  • Orta Doğu’daki kimi radikal oluşumlara ilham kaynağı olduğu
  • Oryantalizmin doğu dili, kültürü ve tarihi için sağladığı yararlara fazlasıyla umursamaz yaklaştığı, kendine has bir seçicilikle bazı ülkeleri analizine katarken bazılarını-tezini boşa çıkarabileceği için-dışarıda tuttuğu gibi.

Oksidentalizm/Garbiyatçılık

Literatürde yaygın olarak kullanılan tanımıyla Oksidentalizm, Oryantalizmin tersi, yani Batı’nın Doğu algısı yerine Doğu’nun Batı algısı olarak bilinmektedir. Oryantalizmde karşı çıkılan muhayyel, yanlış ve önyargılı Doğu temsilinin kendisini Oksidentalizmde muhayyel (hayalî) bir Batı temsili şeklinde yeniden ürettiği, Oryantalizmin Doğu’yu sabit ve değişmez bir özcülükle tanımlaması gibi Oksidentalizmin de Batı’yı benzer bir özcülükle tanımladığı görülmektedir.

Oksidentalizm, Batı’yı Nazi soykırımı, Kızılderililerin katliamı vb. üzerinden kendi tarihindeki barbarlıkla yüzleşmeye çağırır. Haçlı seferleri, Roma istilası, Bizans entrikaları, kölelik vb. tarihsel olgulara dayanarak barbarlığın Batı’da bir gelenek olduğunu vurgular.

Batı’yı çıkara/menfaata dayalı ilişkilerin hâkim olduğu bir sistem olarak özselleştirir ve ahlaki değerlerini yoz, bozuk, materyalist, metalaşmış, yabancılaşmış ve çarpık olarak değerlendirir. Bu açıdan Oksidentalizm, Batıyı her türlü kötülüğün ve felaketin nedeni olarak gösterme çabalarının tümüne verilen bir ad olarak da tanımlanabilmektedir.

Oksidentalist söyleme göre, Doğu kadim topraklardır ve tek tanrılı dinlerin anavatanıdır. Oksidentalist perspektiften Batının metalaşmış ilişkilerinin aksine Doğu, ulvi ahlaki değerleri, adaleti, hakkaniyeti ve doğruluğu temsil etmektedir.

SPİVAK VE MADUNİYET ÇALIŞMALARI

1942 yılında Hindistan, Kalküta’da dünyaya gelen edebiyat kuramcısı ve felsefeci Gayatri C. Spivak yapısökümün, postkolonyalizmin ve madun çalışmalarının en önde gelen düşünürlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bir klasik statü kazanan “Madun Konuşabilir mi?” başlıklı çalışması ile tanınmaktadır.

Said’in analizinin özellikle sömürülen halkların sömürgeci söyleme nasıl tepki verdiklerini, bazen nasıl direndiklerini ve onları nasıl değiştirdiklerini ihmal ettiği söylenir. Bu noktada, 1980’li yıllarda, Ranajit Guha önderliğinde bir grup Hintli tarihçinin sömürgeci söylem tarafından göz ardı edilerek sessizleştirilmiş olan madunları görünür kılmaya yönelik olarak başlattıkları çalışmaların bugün postkolonyal ekol içinde “maduniyet çalışmaları” (Subaltern Studies) adı altında yeni bir eleştirel çalışma alanı başlattığı bilinmektedir.

Daha açık olarak Maduniyet araştırmalarının amacı sömürgecilik tarihini ‘alttan’ yazmak, yani ana-akım açıklamalarda yer almayan bastırılan halkların bakış açılarını incelemek ve ifade etmektir.

Bu noktada post-kolonyal çalışmaların en önemli kuramcılarından biri olarak kabul edilen Spivak maduniyet araştırmalarını post-yapısalcı bir perspektiften eleştirerek yapı-söküme uğratır. Spivak yurttaşlık yapılarına hiçbir erişimi olmayan bu nedenle de özne olarak mevcut olmayan kişi anlamında kullandığı madunu temsil edebilen ve görünür kılan hiçbir belgenin olmadığını bu nedenle de kendine ait bir dili ve temsiliyeti olmayan madunu görünür kılmaya çalışan “aşağıdan tarih yapma” girişimlerinin madunluğa kendisine ait olmayan kurgusal özellikler yükleyerek heterojenliğini inkâr edeceğini savunur.

Daha açık olarak, Spivak Hintli madun öznelerin seslerinin aracısız duyulabilmesini sağlayacak hiçbir tarihsel belge ve kaynağın olmadığını savunur. Spivak bu nedenle madunların dili, sesi ve konuşma yeteneklerinin olmadığını, onlara ses verilse de duyacağımız sesin artık onlara ait olmayacağını ve bu noktada “aşağıdan tarih yapma” girişimleri ile madunları kendilerine ait olmayan belgelerle temsilin de madunların bakış açısını yakalayamayacağını post-kolonyal çalışmalarda bir klasik hâline gelen “Madun Konuşabilir mi?” başlıklı çalışmasında özetler.

Madun kavramını ilk etapta Gramsci’nin “bir toplumda sesi olmayan, kendilerini temsil edemeyen, toplumun işleyiş mekanizmaları içinde kendini ifade edemeyen işçiler, köylü kadınlar gibilerin klasik Marksist anlamdaki proleteryadan ‘başka’ bir durumda olduğunu belirtmek amacıyla bu kişileri ‘madun’ olarak ifade ettiği bilinmektedir.

Spivak’ın ise madun kavramını yurttaşlık yapılarına erişimi olmayan kişi anlamında kullandığı bilinmektedir. Bu biçimiyle kavram günümüzde hegemonik bir baskı altında olan ve sesini duyuramayan tüm yoksulları, marjinalleri ve güçsüzleri kapsayan bir anlamda kullanılmaktadır.

Spivak, çalışmasında örnek olarak Hindistan’daki “Sati” (dul kadının kendisini yakma şeklindeki intiharı) geleneğini örnek verir. Batının sömürge yöneticileri barbar olarak algıladıkları bu geleneği yasaklayarak kendilerini kahverengi kadınları kahverengi adamlardan kurtaran/özgürleştiren beyaz medeni erkekler olarak algılarken, Hindistanlı milliyetçiler ise sati yapan kadınları cesur kadınlar olarak algılarlar. Spivak içinse birbiriyle çelişen bu söylemlerin hiçbirisi sati yapan kadını kendi bakış açısından kavrayamaz ve bu noktada her ikisi de madunu dışlar. Nitekim Spivak, kocalarının ardından sati olarak yakılan bu kadınların özne olarak mevcut olmadıklarını, bu nedenle konuşabilecekleri bir uzam ile kendilerine ait bir dilleri ve öztemsil (self-representation) imkânları bulunmadığını, bu bakımdan ezilen öznenin/madunun sesinin diriltilmesinin oldukça zor olduğunu savunur ve bu noktada postkolonyal tarihçilerin madun grupların konumunu diriltebileceğini belirten kolaycı varsayıma itiraz eder.

Spivak’a göre maduna ses vermek, madunun sesini diriltmek imkânsızdır ve bu nedenle madunun sessizliğini temsil ederek onu yani marjinali görünür kılmak entelektüelin, postkolonyal eleştirinin/eleştirmenin ve maduniyet çalışmalarının önemli bir işi olmalıdır.

Homi Bhabha Kültürel Melezlik

Onun postkolonyal çalışmalara eklediği temel kavram “melezlik” ve “arayerdelik”tir. Kasıt, sömürgeci politikaları, sömürgeci politik-ekonomiyi, sömürgeci tahakkümü analiz etmek değil, sömürgeci söylemin “ötekilik inşası”nın, bununla raptedilen “sabitlik”in yapısökümüdür.

Homi Bhabba melezliğin bir tür bozucu etkisi olduğunu savunmuştur. Bu sayede aynı kültür içerisinde farklı kültürlerin yaşaması olası hale gelir.