Sosyolojide Yakın Dönem Teoriler 7 – David Harvey – Postmodernizm

Harvey’in The Condition of Postmodernism (1989) (Postmodernliğin Durumu) başlıklı kitabı postmodernizmi, Marxist bakış açısı çerçevesinde değerlendiren oldukça önemli bir çalışma olarak kabul edilmektedir. Burada postmodernizm, modernizmle karşıtlık ilişkisi çerçevesinde ifade edilmektedir. Dolayısıyla bu ilişkinin anlaşılması için öncelikle modernitenin (modernlik) çözümlenmesi gerekmektedir.

MODERNİTE VE MODERNİZM

Harvey, moderniteyi, Jürgen Habermas’ın kavramsallaştırması olan “modernite projesi” doğrultusunda açıklamaktadır. Modern düşünce biçiminin köklerinin dayandığı 18. yy Aydınlanma düşüncesi, öncesindeki gelenek ve önyargıları yok ederek, yerine toplumsal yaşamın rasyonel temellerini kuran önemli bir Avrupa entelektüel hareketidir. Akılcılığın ilerlemesi, “evrensel özgürlüğün somut olarak gerçekleşmesine değil”, kaçılması mümkün olmayan bir “demir kafes”in, başka bir deyişle “bürokratik akılcılığın bir kafesinin yaratılmasına” neden olmaktadır.

Aydınlanma projesinin amaçladıklarına karşı duyulan güven sarsılmış, birtakım şüpheler ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Aydınlanma projesi, “insanlığın özgürleşmesi hedefini insanlığın kurtuluşu adına evrensel bir baskı sistemine” dönüştürmesine yönelik başlayan tartışmaların merkezinde yer almıştır. Habermas, Aydınlanma’nın bir özgürleşme aracından, baskının yeni bir kaynağı hâline dönüşmesi görüşüne katılmakla birlikte Aydınlanma projesinin gerçekleşmemiş potansiyelini vurgulayarak moderniteyi, “tamamlanmamış bir proje” olarak görmektedir.

POSTMODERNİZM

Harvey, birçok postmodern teorisyenin Aydınlanma projesinin terk edilmesi gerektiği kanısını reddetmekte ve modern toplumların sistematik olarak çalışılabilir ve anlaşılabilir olduğunu ifade etmektedir.

Postmodernizm terimi, ilk olarak mimarlık alanında benimsenmiştir. Daha sonra bu terimin, sanat ve kültür çalışmalarında kullanılmaya başlandığı görülmüş, daha sonra ise siyaset, ekonomi, sosyoloji gibi çalışma alanlarında etkili olmuştur. Modern mimari, kent nüfusunun ihtiyacı olan kitlesel konut ve ofis üretimini karşılamak için yeni, ucuz ve etkili materyallerin kullanımıyla karakterize edilmiştir. Bu mimari anlayış, çelik, beton, cam gibi materyallerin kullanımında bilimsel bilginin uygulanmasının, insanların yerleşim sorunlarının çözümüne imkân sağlayacağını iddia etmiştir. Modern mimarinin en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Le Corbusier, mimariyi “modern yaşam için makineler”in üretimi olarak görmüş, dünya çapında kasaba ve kentlerin ortak özelliği olan işlevsel ve yüksek blok tiplerini savunmuştur.

1970’li yıllarla birlikte, modern mimarinin temsilleri olan yüksek bloklar gözden düşmeye başlamıştır. Bu durum aynı zamanda postmodernizmin, mimarlık alanında kabul görmesi anlamına gelmektedir.

Harvey mimarlık alanında Charles Jencks’in modernizmin sonunu bildiren ve postmodernizme geçişin sembolik tarihini, “Le Corbusier’in ‘modern yaşam makinesi’nin ödül kazanmış bir versiyonu olan St. Louis’deki Pruitt-Igoe toplu konut bloklarının, içinde yaşayan düşük gelirli insanlar için oturulamaz bir çevre olduğu gerekçesiyle dinamitle havaya uçurulduğu 15 Temmuz 1972 günü saat 15:32” olarak verdiğini vurgulamaktadır.

Harvey’e göre postmodernite: Teoriler, meta-anlatılar, evrensel üsluplar gibi genel geçerlilik iddiası taşıyan önermelerin reddedilmesi, Dil oyunlarında, ilgi kaynaklarında ya da bilim insanları topluluklarında çoğulculuğun ve parçalanmanın kabul edilmesi, Farklılığın ya da başkalığın ve çeşitliliğin vurgulanması, Her şeyin geçici olduğunun ruhsuzca ve alaycı bir şekilde kabul edilmesidir.

Ona göre postmodernist düşüncenin temel özelliklerinin parçalanma, belirlenemezlik ve bütün evrensel ya da bütüncül (totalizing) söylemlere karşı duyulan derin bir güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bütüncül olmaları nedeniyle meta-anlatıları reddeden teorisyenler arasında Michel Foucault, “iktidar-söylem” oluşumlarının ya da Jean-Francois Lyotard, dil oyunlarının çoğulluğunu vurgulamaktadırlar.

KAPİTALİZMİN POLİTİK VE EKONOMİK DÖNÜŞÜMÜ

Kapitalist üretim tarzının temel kurallarının, tarihsel coğrafi gelişme sürecinde biçimlendirici güçler olarak işlediğini ifade eden Harvey, değişimi araştırırken, bu işleyişin değişmeden sürmekte olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır.

Harvey, postmodernizmin, kapitalizmin krizlerinden birine tepki olarak ortaya çıktığını ileri sürmekte ve bu durumu 1973 yılıyla tarihlendirmektedir. Savaş sonrası dönemde ilk büyük ekonomik krizin görüldüğü 1973 yılından itibaren bir dizi ekonomik sorun, dünya kapitalist ekonomisini vurmuştur. Bu sistemin temelinde ulus devlete dayanan bir güç sistemi, Fordist seri üretim ve kitlesel tüketim ile Keynesci olarak adlandırılan bir üretim sistemi ve politik sistem yer almaktadır.

Keynesci sistemi, “müdahaleci devlet ve işgücü, sermaye ve ulus devlet içinde yer alan diğer güçler arasında politik dengeye dayanan bir sistem” olarak tanımlamaktadır. Bu durum, hâkim bir gücün olması ve oyunun temel kuralları ile çelişkilerin ana hatlarının kolay anlaşılabilmesi nedeniyle büyük ölçüde “güvenli bir dünya” olarak nitelendirilmektedir. 1970’li yılların başında ortaya çıkan ekonomik çöküntü ve sonrasında gelen 1979-1981 yıllarındaki krizin yarattığı baskılar nedeniyle bütün istikrar ve belirlilik unsurlarının çok çabuk bir biçimde dağıldığını belirtmektedir. Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi, savaş sonrası dünyanın dayandığı temel ilkelerin kesin çöküşünün en belirgin elemanlarıydı. Sonrasında değişen iş bölümüyle emek sürecindeki yeni parçalanmalar, Üretimin Japonya’ya ve yeni sanayileşmekte olan ülkelere kayması bağlamında üretim mekânındaki coğrafi kaymalar, Enflasyonist baskılar ve döviz kurundaki oynamalarla paranın değerindeki hızlı değişmeler, Artan bir hızla çeşitlilik arayışları ile değişim kaçınılmaz olmuştur.

Harvey’e göre, Fordizmin sadece bir kitle üretim sistemi olarak görülmemesi, aynı zamanda bu sistemin, bütünsel bir yaşam tarzı olarak ele alınması gerekmektedir. Kitle üretimi, kitle tüketimi anlamının yanı sıra ürünün standartlaşmasını da ifade etmektedir. Bu durum ise “yepyeni bir estetik ve kültürde bir metalaşma” anlamına gelmektedir.

Günümüzde ise esnekleşen işgücü: piyasada, ürünlerde, tüketim modellerinde hızlı değişimi, daha hızlı teknolojik değişimi, hizmet sektöründe istihdam artışını, sendikanın gücünün azalışını, yüksek işsizlik ve işverenlerinin her değişikliğine uyacak kadar yeterli derecede esneklik beklenen işçilerin güvenliğinin azalmasını içermektedir.

Harvey, kapitalist üretim tarzının, postmodern çağda kaybolmayan 3 özelliğini şu şekilde sıralamaktadır:

  • Kapitalizm ekonomik büyümeye dayanmaktadır. Düzenli bir büyüme oranı, kapitalist bir ekonominin sağlığı açısından vazgeçilmez bir nitelik taşımaktadır. Büyüme, hem kaçınılmaz hem de iyi bir şey olarak iddia edilmekte ve kapitalizmin ideolojisinin köşe taşlarından birini oluşturmaktadır. Buna bağlı olarak büyümenin olmadığı durumlar kriz olarak tanımlanır.
  • Gerçek değerlerde artış, emeğin üretim sürecinde sömürülmesine dayanmaktadır. Bu durum, kâr sağlamak amacıyla işçilerin ürettiği metaların değerinden daha azının işçilere ödenmesi anlamına gelmektedir. Hem üretim sürecinde hem de piyasada emek üzerindeki kontrol, kapitalizmin varlığını devam ettirmesi için yaşamsal bir önem taşımaktadır.
  • Kapitalizm, teknolojik ve örgütsel anlamda zorunlu olarak dinamiktir. Her zaman örgütlü işin, yeni yollarını üretmekte ve teknolojik yaratıcılık ve gelişmeyle, rekabetçilerle baş etme yollarını aramaktadır.

ZAMAN VE MEKÂN

Harvey’e göre, mekân ve zamanın nesnel niteliklerinde meydana gelen bazı devrimci değişimler, bazen çok köklü biçimlerde dünyayı görüş tarzını değiştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Harvey bu gelişmeleri, “zaman-mekân sıkışması” (time and space compression) nitelemesiyle kavramsal bir çerçeveye yerleştirmektedir. Buna göre kapitalizm kendi kriz dönemlerinin, zaman ve mekânın yeniden örgütlenmesi yoluyla üstesinden gelebilmekte ve böylece yeni bir birikim döneminin temellerini kurmuş olmaktadır.

Coğrafi hareketliliğin artması ve turizmin büyük ölçekli gelişimi, dünya kültürlerinin artan bir şekilde birbirlerine karıştırılmalarına imkân sağlamaktadır. Daha hızlı ve daha ucuz seyahat edebilme, kitle iletişim sistemlerinin yaygınlaşması, insanların zaman ve mekân algıları üzerinde etkili olmaktadır. Yirmidört saat ticaretin gelişiminin anlamı, yatırımcıların ve aracıların, dövizler ve tahvillerin alım satımı için asla beklemek zorunda kalmamalarıdır. Ürünlerin elde edilebilmesi, insanların yeni tarz veya modaları tüketmek için başka bir yere gitmeyi beklemek zorunda kalmayacakları ölçüde olağanüstü artmıştır.

Bunun sonucu olarak, toplumsal yaşamın zaman-mekân koordinatlarının, sağlam bir zemine oturmaması nedeniyle bireyin kendini tanımladığı kimliğinin kaydığını ve konumunun da ister istemez değiştiğini ileri sürmektedir. Bu anlamda, başlangıçtan beri kapitalizmin dinamiğinin tam merkezinde var olmuş olan mekânın, zaman aracılığıyla yok edilmesi sürecinin yeni bir evresine tanık oluyoruz.

Zaman ve mekân hissi, postmodern çağda zayıflamaktadır. Örneğin, dünyanın coğrafi karmaşıklığının her gece statik bir televizyon ekranında bir dizi imgeye indirgenmesi gibi, bütün dünyanın mutfakları tek bir mahalde toplanmış durumdadır. Zaman gittikçe karışmaktadır; insanlar Disneyland’da “Eski Dünya”yı ziyaret edebilmekte ya da Orta Çağ kalesinde bir hafta sonuna katılmak için giyinebilmektedirler.

Buna bağlı olarak toplumsal yaşamın zaman-mekân koordinatları kaydığı zaman ya da güvenilir olma özelliğini kaybettiği zaman, bireyin de kendisinin kim olduğunu tanımlaması güçleşmektedir. Bu bağlamda Harvey, postmodernizmi “zaman-mekân sıkışması çevresinde ve içinde kurulan geniş kapsamlı bir önermeler” dizisi olarak tanımlamaktadır.

Harvey’e göre, postmodernizm bize esas olarak, farklılığın ve çeşitliliğin önemli olduğunu ve dünyayı betimlediğimiz dil ve söylem üzerinde büyük bir dikkatle durup kafa yormamız gerektiğini öğretmiştir. Diğer taraftan, bütün bunlara karşın postmodernizm, farklılıkların üretken bir biçimde birbiriyle nasıl uzlaştırabileceğini belirtmemiş, ayrıca her insanın karşısındakinin “dilini parçalarına böldükten sonra”, nasıl birbiriyle iletişim kurabileceği hakkında hiçbir şekilde ipucu da vermemiştir.