Sosyolojide Yakın Dönem Teoriler 4 – Ulrich Beck – Risk Toplumu

KENDİSİYLE YÜZLEŞEN TOPLUM: RİSK TOPLUMU

Küreselleşme sürecinin getirdiği sorunlar farklı kavramlarla ifade edilmekle beraber bu durum günümüz insanının daha fazla sorunla baş etmesi gerektiği gerçeğini ne yazık ki değiştirememektedir. İşte risk de küreselleşme süreciyle birlikte kullanılagelen bir kavramdır.

Bir ülkede meydana gelen bir afet sadece o bölgeyi ve o ülke insanlarını değil, aslında dolaylı olarak tüm dünyayı etkisi altına almaktadır.

Geleneksel toplumda risk esas olarak doğa güçlerinin müdahalesi ile tanımlanırdı. Modern toplumlarda doğal riskleri azaltma amacıyla teknoloji yardımıyla doğaya müdahale, hükümet politikaları ve ekonomik faaliyetler önceden öngörülmeyen ve denetimi zor olan tehlikelere yol açmaktadır.

Dışsal risk, bireyleri beklenmedik bir anda (dışarıdan) vuran olayların yarattığı risktir. Doğanın ve geleneğin ötesinde yaşayan bir dünyanın en temel niteliği, dışsal riskten imal edilmiş risk aşamasına geçmiş olmasıdır. Beck, gelişmiş ülke insanlarının bakışı ile kıtlık sonrası bir toplumda yaşadığımızı ifade etmektedir. Bugün, pek çok insan için açlık probleminin yerini aşırı kilo problemi almıştır. Bunun yanında, doğal zenginliklerin dünyanın kökünü kurutacak şekilde, bilinçsizce tüketilmekte olduğu konusunda da yaygın bir görüş birliği bulunmaktadır

Üretim teknolojisinin yol açtığı yan etkilerin ortaya çıkardığı risk, Batılı toplumların baş etmek durumunda olduğu en önemli sorunlardan biridir. Bu riskin nasıl dağıtılacağına ilişkin çözümler aranmaktadır.

Özetle risk, modernizasyon sürecinin yol açtığı tehditlerle sistematik olarak karşı karşıya kalma olarak tanımlanmaktadır.

RİSK TOPLUMU KAVRAMI VE KURAMI

Risk toplumu kavramı ilk olarak Ulrich Beck tarafından ileri sürülmüştür. Beck’e göre risk toplumu; “insanların bilgi ve teknolojileri yanlış ya da kötü amaçlı kullanmalarıyla bütün dünyayı tehlikeye sokmaları sonucunda ortaya çıkan yapıyı” ifade etmektedir. Risk toplumu kavramı çerçevesinde çernobil reaktör kazası incelenebilir.

Beck için küreselleşmenin itici gücü modernizasyondur. Küresel riskler ise, küresel sanayileşmenin sonunda ortaya çıkmaktadır. Riskin kendisi de küreselleşmektedir. Çünkü risk dünya üzerindeki herkes için eşittir. Beck, çalışmasında “Dünya Risk Toplumu” dediği yapıda “nükleer tehlike, iklim değişimi, Asya ekonomilerinin çöküşü ve yiyeceklerin anatomik yapısının değiştirilmesi gibi sigorta edilemez risklerin ortaya çıktığını” ifade etmektedir Bu olgu insanlar arasındaki eşitsizliği bir açıdan azaltmaktadır, çünkü risk sınıf farkı gözetmemektedir.

Modern toplumlar değişmedikleri, kendi sonuçlarını düşünüm konusu etmedikleri, sanayide sürekli büyüme politikası güttükleri ölçüde, kendi modellerinin temelleri ve sınırlarıyla karşı karşıya geleceklerdir.

Beck’in çalışmalarında modernleşme iki aşamalı bir süreç olarak belirir.

  • Basit modernleşme eski tip, tek çizgi üzerinde ilerleyen bir modernleşme
  • düşünümsel modernleşme modern düzenin çelişkilerini ve sınırlarını kabul etmeyi ima eder.

RİSK TOPLUMUNUN ÖZELLİKLERİ

Modern dönemdeki tehditlerin özelliği; ekolojik, kimyasal ya da genetik mühendisliğiyle ilgili tehlikelerin birtakım kararlar sonucu meydana gelmesi olgusudur. Bu anlamda, tehditler, üzerinde egemenlik kurmanın mümkün olmadığı doğa güçleri, tanrılar ve cinlere atfedilip, onların üzerine atılamaz.

Risk toplumunda tehditlerin denetlenebilirliği sorunu da üzerinde durulması gereken bir başka konudur. Tehditlere rağmen, kâr elde eden bir nükleer santralin ya da hormonlu yiyecek üreten bir şirketin üretimlerini durdurmasının sağlanıp sağlanamayacağı sorunu önem taşımaktadır. Burada, insan sağlığı ve çevrenin geleceğini ön planda tutan ekonomi-politik uygulamalara ihtiyaç vardır

Sınıf toplumları bir dereceye kadar eşitlik fikrine dayanırken, risk toplumunda emniyet önem kazanmıştır. Artık insanlar ve devletler iyi bir şey sağlamaktan çok, en kötüyü engellemeyi hedeflemektedir. Sınıf toplumunun temel dürtüsü “açlık” iken, risk toplumunun temel dürtüsü “korku”dur

İnsanlar giderek artan biçimde farklı toplumsal kimlikler, yaşam biçimleri, kanaatler ve gruplar ya da alt kültürler düzeni içinde seçim yapma riskini almak durumundadır. Toplumsal sınıflara bağlılık gün geçtikçe zayıflamakta, insanlar aile ya da komşuluğun sağladığı geleneksel destek ağlarından kopmakta ve çalışma bir çatışma ve kimlik oluşumu olarak önemini yitirmektedir. Bu geleneksizleşme de bireyselleşmeyi artırmaktadır.

Risklere bağlı olarak ufkumuz da kararır. Çünkü riskler, neyin yapılmaması gerektiğini ifade eder. Dünyayı bir risk olarak tasarlayan kimse, sonunda eylem yeteneğini yitirir. Bu bağlamda, “11 Eylül küresel terör sendromu”, çoğulculuk, demokrasi ve hoşgörüyü olumsuz etkilemiştir. İçine kapanma, paranoya, “biz” ve “öteki” ayrımının keskinleşmesi, kabile psikolojisi ve ben-merkeziyetçilik (etnosentrizm) artmaktadır.

Sanayi toplumlarının karşılaştığı temel problemler de nitelik değiştirecektir. Genel olarak sanayi toplumlarının karşılaştıkları üç büyük problem, (1) iktisadi durgunluğun yol açtığı işsizlik; (2) uluslararası sorunların yol açtığı savaşlar ve (3) her türden diktatörlükler olarak sayılır.

Bilişim toplumlarını bekleyen tehlikeler ise:

  1. Çok hızlı seyreden toplumsal dönüşümlere ayak uyduramamaktan kaynaklanan gelecek korkusu;
  2. Bireysel ve örgütlü terörün yaygınlaşması;
  3. Özel hayatın mahremiyetine tecavüzlerin artması
  4. Özellikle bireylerin mahremiyetine devletin sınırsız müdahalesine imkân veren teknolojilerin yaygınlaşması gibi tehlikelerdir.

RİSK TOPLUMUNDA BİREYLERİN PSİKOLOJİSİ

Teknolojik gelişmeler sonucunda gerçekleşen oluşumların ne gibi riskler taşıdığının tam olarak bilinemiyor olması tüm insanlığı tedirgin etmektedir. Bu türden risk sorunlarının alamet-i farikası (özel işareti), bunlar için belirli bir çözümün var olmayışıdır. Belirgin özellikleri; çoğu kez olasılık hesaplarıyla dile getirilmekle birlikte böylece bertaraf edilemeyen ilkesel bir belirsizliğe sahip olmalarıdır.

Kendi özel yaşantısını yücelten birey, zamanla dış dünya ile bağ kurmaktan korkar hâle gelmiştir, çünkü dışarıda hep tehlike vardır ve orada incinecektir. Kopukluk, kapatılmışlık, temassızlık, kendini ayrı ya da yabancı hissetme, her şeyin bulanık olması ya da gerçek dışı gelmesi, kendini insanlarla bir hissetmeme ya da yaşamın anlamını yitirmesi, ilgi azalması, her şeyin boş ve anlamsız görünmesi gibi şikâyetlerin hepsi çeşitli yönlerden bu ruhsal durumu betimler. Hastalar bunu ‘depresyon’ olarak adlandırırlar ama yukarıda sözü edilen durumlar ise daha çok ‘şizoid durumlar’dır.

Histeri 19. yüzyılda ruh doktorlarının karşılaştıkları en yaygın sorundu. Bu sinirsel düzensizliklerin varlık nedeni tutucu bir dönem olan Viktoryen dönemde cinsel iffetin de ötesinde bir şeydi; bu dönemin kültürel ortamında ailenin kültürel görüntülerinin korunması yönünde büyük bir baskı vardı; öyle ki kaos içindeki toplumda ailenin kendisi başlı başına bir düzen ilkesiydi. Bu görüntüler düzenlemesinin karşısında ise duyguların iradedışı dışa vurulmasına dair korku ve inanç yer alıyordu.

20. yüzyıla gelindiği zaman ise histerik durumlara ilişkin veriler zayıflamıştır. Bu yüzyılda ise bireyler genel olarak, belirsiz bir ruh hâli içindedirler. Kişi bir sıkıntı içindedir, fakat bu tanımlanamayan ve somut bir niteliğe sahip olmayan bir sıkıntıdır. Sıkıntı, kelimenin tam anlamıyla biçimsizlik hâlidir. Bir bağlantısızlık ya da dağılma, eylemlilikten kopma duygusu ki bunun aşırısı şizofrenik dili doğurur; rutin tarzında ise eylemliliğin tam ortasında bir anlamsızlık hissi vardı.

21. yüzyılın bireyinde ise, sürekli olarak çeşitli risklerle yaşayan birey ne yapacağını, nasıl davranacağını, ne yemesi gerektiğini bilemez. Özellikle iletişim araçlarının yönlendirdiği yaşamın her alanında, sürekli bir tehdidin var olduğu ve kişilerin tehlike altında olduğu şeklinde haberler, ilanlar bireyleri daha fazla korkutmaktadır. Bireyler bu kadar çok tehdidin var olduğu bir ortamda en iyi davranışın hiçbir şey yapmamak olduğunu düşünmekte ve geçmişte bireylerin asli görevleri olarak kabul edilen birçok konuda uzmanlardan yardım istemeye başlamaktadırlar.

Çocuğunun doğumundan başlayarak; çocuğuna nasıl ve neyi yedirmesi gerektiğini, ona nasıl davranırsa onun için daha iyi olacağını, onun geleceği için ne gibi yatırım kararları alması gerektiği, hangi okula gideceği ve bunun gibi birçok konuda bir uzman yardımı almaya başlayan birey bunları tek başına ve kendi kararları çerçevesinde yapmaya cesaret edemez olmuştur. Sonunda kendine güvenen, kendi ve sorumlu olduğu kişiler adına sağlıklı kararlar alabileceğine inanan aktif birey ortadan kalkar, onun yerine birey pasif hâle gelir.

Kendisine güvenmeyen, çaresiz birey olgusu sürekli olarak medyada çeşitli haberler içinde vurgulanmaktadır, birey hemen her gün kendi ‘çaresizliği’ ile yüzleşmektedir. Kendine güvenini yitirmiş bireylerin hızla arttığı toplumda artık ‘kahraman olmak’ değil ‘mağdur olmak’ daha önemlidir. “Toplum kendisini, kazananların değil, kaybedenlerin karşısında daha rahat hisseder. Yeni idoller, kendi sınırları içinde yaşamayı öğrenmiş kişilerdir. Güven sorununun kaynağı, kendimizi güvenilmeyecek derecede zavallı yaratık olarak görmemizdir”

Kendine güvenini yitiren birey, yardım almadan toplumsal rollerini ve görevlerini yapamayacağı duygusunun ağır basmasıyla birlikte bir danışmanın yardımına ihtiyaç duyar. Böylece psikologlardan ya da danışma hatlarından yardım alan kişilerin sayısı gittikçe artmaktadır.