BENLİK
16. yüzyıldan önce insanlar bugün kavramlaştırdığımız şekilde bir benlik düşüncesine sahip değillerdi. İnsanlar yaşadıkları toplumun bir parçası olarak toplumsal konumlarına (aile, yaşanılan yer vb.) bağlı olarak tanımlanırlardı ve zaten bundan fazlasına da ihtiyaç duyulmazdı.
Bu bağlamda en önemli toplumsal ve tarihsel koşullar sekülerleşme, sanayileşme, aydınlanma ve psikanalizdir. Toplumların dinin tüm hayatı düzenlediği bir yaşam anlayışından uzaklaşmaları olarak tanımlanabilecek sekülerleşme (sekülerleşme dinsizlik değildir) nedeniyle, insanlar arzu, ümit ve beklentilerini öteki dünyaya bırakmak yerine bu dünyada gerçekleştirmek için çaba harcamaya başlamışlardır. Sanayileşmenin başlaması, daha önce toprağa bağlı ve geniş aile biçiminde yaşayan insanların bu yaşam formunu değiştirmesine yol açmış ve insanlar yaşamlarını sürdürmek için fabrikalarda çalışmak üzere bir yere gitmeye başlamışlar ve bu hareketlilik benlik ve kimlik konusu üzerinde düşünmeyi de beraberinde getirmiştir.
Aydınlanma, çok genel olarak insan aklının merkeze konduğu ve insan aklı sayesinde toplumların kendilerini, yani benlik ve kimliklerini geliştirebilecekleri bir toplum yaratacaklarına olan inancı içermektedir.
Ve son olarak psikanalizin bugün anladığımız anlamıyla benlik kavramına yaptığı katkı son derece kritiktir. Bugün eğer benliğe dair bir “içeriden” ya da “iç ruhsallık” tan söz ediyorsak bu Freud sayesinde olmuştur.
Sosyal Psikolojide Benlik Kavramının Tarihsel Kökleri
James’in “Ben” ve “Beni/ Bana” Teorisi
Sosyal psikolojide genellikle James’in “beni/ bana” teorisi, yani etkileşimsel olarak bilinen benlik daha çok çalışılmaktadır. Zira bu benlikle ilgili deneysel çalışmalar yapılabilir. Kişinin benliğinin bu yönüne ait bilgi gene kişinin kendisinden alınabilir.
Mead’in Sosyal Benlik Teorisi
Sosyal Benlik Teorisi: Mead’in benliğin insan etkileşimlerinde dil ile inşa edildiğini iddia ettiği teorisidir. Benliğin temelde sosyal olduğunu vurgular.
Davranışçılar dilin bireyin zihni tarafından üretildiğini ileri sürerken Mead bireysel zihnin dilin ürünü olduğunu savunuyordu. Mead’e göre benlik, sosyal etkileşimle inşa edilmektedir. Ve bu etkileşim de sembolik olana, yani dile dayanmaktadır. Mead için insan bilinci, başkalarıyla ilişkili olan benliğin farkında olmaktır.
Mead’in benlik kavramlaştırması Cooley’in “ayna benlik” kavramıyla çok benzerdir. Ayna benlik, benlik kavrayışımızın, kendimizi başkalarının bizi gördüğünü düşündüğümüz gibi görmekten kaynaklanması anlamına gelir. Yani başkalarının bize tuttuğu ayna olmaksızın kendi benliğimizi inşa edemeyiz.
DENEYSEL SOSYAL PSİKOLOJİDE BENLİK-KAVRAMI
Spesifik olarak benlik-kavramının üç boyutu olduğu ileri sürülmektedir: Benliğin bilişsel (düşünce ile ilgili olan) yönü, duygulanımsal ya da güdüsel yönü ve davranışlarımızla ilişkili olan yönü.
Benlik-kavramı: Deneysel sosyal psikolojide bireyin kendisi hakkında düşündüklerinin ve hissettiklerinin toplamını ifade eden kavramdır.
Dikkatin benliğe yöneldiği temel süreç olmaksızın benlik-bilgisinden söz etmek mümkün değildir. Benlik-farkındalığı basit bir biçimde kişinin dikkatini kendine odaklamasıdır.
Standartlar bir şeyin nasıl daha iyi olabileceğine ya da daha iyi olması gerektiğine dair fikirlerdir. Standartla karşılaştırma insanları, standardı yakalama konusunda güdüler.
Benlik-farkındalığını artırmak performansı ve sosyal olarak arzu edilen davranışları artırabilir. Ancak bunlar madalyonun bir yüzüdür. Madalyonun diğer yüzü standartla karşılaştırma sonucunun negatif olmasıdır.
Elbette insanlar, olanla olması gereken arasındaki bu açığı kapatacaklarını düşünüyorlarsa davranışlarını buna göre şekillendireceklerdir. Ama eğer bunu yapamıyorlarsa benlik-farkındalığı durumundan çıkmak, yani kendileri hakkında düşünmekten uzaklaşmaya çalışacaklardır.
Yüksek düzeyde özel benlik-farkındalığı olan insanlar daha çok kendi kişisel standartlarına nasıl erişebilecekleriyle ilgilidirler. Bunun tersine, kamusal benlik-farkındalığı yüksek olan insanlar davranışlarını toplumsal normlara uygun hâle getirmekle daha fazla uğraşırlar. Bu insanlar diğerlerinin üzerinde iyi bir izlenim bırakmaya çalışırlar.
Benlik-Algısı Teorisi
Bem’e göre, insanlar başka insanlar hakkında nasıl bilgi ediniyor ve onları tanıyorlarsa kendileri hakkında da aynı biçimde bilgi toplayıp kendilerini tanırlar.
Benlik-algısı teorisinin en ünlü uygulaması aşırı haklılaştırma etkisidir. Genellikle “oyun ödüllendirildiğinde işe dönüşür” cümlesiyle özetlenen bir etkidir bu ve genellikle sağduyuya aykırı görünür.
Sosyal Karşılaştırma Teorisi: Festinger’ın kişinin fikir ve yeteneklerini değerlendirmek için kendini benzer başkalarıyla kıyasladığını iddia ettiği teoridir.
Kim olduğumuz ya da neyi deneyimlediğimiz konusunda bir belirsizlik yaşıyorsak sosyal karşılaştırma bilgisi edinmek için başkalarını arıyoruz, demektir. Kendimizi anlamaya dönük ihtiyacımız başkalarıyla, özellikle de benzer başkalarıyla ilişkilenmek ve etkileşmek için en büyük motivasyon hâline gelmektedir. İkincisi, kendimize dair yaşadığımız belirsizlik ne kadar fazlaysa diğer insanlardan gelen etkiye o kadar açık ya da duyarlı hâle geliyoruz.
Eğer söz konusu yetenek sizin benliğinizi kuran önemli özelliklerden biri ise arkadaşınızın sizden daha iyi performans göstermesi sizin kendinize güveninizi tehdit edecektir.
Ama eğer arkadaşınızın sizden daha iyi performans gösterdiği konu sizin yaşamınızın merkezinde değilse diğer bir ifadeyle benlik-kavramınızı tanımlayan boyutlardan biri değilse arkadaşınıza, aynı iyi performansı göstermiş bir yabancıya göre daha olumlu tepki vermeniz beklenir (Brewer ve Crano, 1994).
BENLİK-ŞEMALARI
Benlik-Şeması: Kişinin kendi benliğine ait bilgiyi organize eden zihinsel yapıdır.
İnsanlar kendilerini genelde birtakım fiziksel, psikolojik ve sosyal özelliklerle tanımlar. Ancak hangi özelliğin bir insanın benlik-kavramı için çok belirgin ya da temel bir öneme sahip olduğu kişiden kişiye değişir. İnsanlar:
- Kendi benlik-şemalarına uygunluğu olan, kendileriyle ilgili konularda hızlı yargıya ulaşırlar.
- Benlik-şemalarına uygunluğu olan geçmiş olayları hızlı bir biçimde hatırlayabilir ve yorumlayabilirler.
- Benlik-şemalarıyla tutarlı olan bilginin daha çok farkındadırlar ve bu tür bilgiye daha çabuk tepki verirler. Dolayısıyla benlik-şemasıyla tutarlı olmayan bilgiyi reddederler.
Olası benlikler adı verilen bu olgu, gelecekteki kendimizi bugün nasıl gördüğümüzdür.
Araştırmalar insanların olumlu ya da olumsuz olsun, her durumda olası benliklerini bugünkü benliklerinden çok farklı gördüklerini ortaya koymuştur.
Yüzyıllardır her insanın en derinine gömülmüş olan tek bir gerçek benliğinin olduğu ve bunun keşfedilmesi ya da gerçekleştirilmesi gereken bir potansiyel olduğu ya da tersinden kişi samimiyetsiz göründüğünde ya da yanlış bir davranış gösterdiğinde gerçek benliğine ihanet ettiği ya da bu gerçek benliği kaybettiğine dair söylemler, benliği romantize eden söylemlerdir. Bunun sorunlu bir mit olduğunu söylemek gereklidir. İnsanların içinde öylece sabit duran ve keşfedilmeyi bekleyen bir benlikten söz etmek mümkün değildir.
Benlik-Karmaşıklığı: Kişinin farklı farklı ortamlarda kendi benliğini çeşitli özellikler açısından farklı ya da benzer olarak algılamasıdır.
Eğer bir kişi farklı ortamlarda kendini az çok aynı özelliklerle tanımlayabileceğini düşünüyorsa bu kişinin benlik-karmaşıklık düzeyi düşük, eğer kişi farklı sosyal ortamlarda kendisini farklı düşünüyor ya da farklı benlik-imgesine sahip ise bu kişinin benlik-karmaşıklık düzeyi yüksektir.
Stresli bir olayla karşılaşıldığında kişinin benlik-karmaşıklık düzeyi yüksekse kişi düşük olduğu duruma göre bu stresle daha iyi başa çıkabilecektir.
BENLİK-SAYGISI (ÖZ SAYGI)
Benlik-saygısı kişinin kendi kişisel değeri hakkında olumlu ya da olumsuz hissetmesidir.
Öz saygı ölçümleri açısından hangi özelliğin öne çıkacağı bireyler arasında farklılık göstereceği için, Rosenberg bireylere genel olarak kendilerini ne kadar değerli hissettikleri sorularak benlik-saygısı ölçümü yapılması gerektiğini ileri sürmüş ve bu amaçla global benlik-saygısı ölçeği geliştirmiştir.
Benlik-saygısı ile okul performansı arasında olumlu korelasyon bulunmuştur (yani biri artarken diğeri de artmaktadır). Ama yüksek benlik-saygısının iyi notların nedeni değil, sonucu olduğu ortaya çıkmıştır.
Araştırmalar yüksek benlik-saygısının iki temel sonucunun olduğunu artık sağlam bir biçimde göstermiş bulunmaktadır.
- İlki, yüksek benlik-saygısının kişisel teşebbüsü ya da bir etkinliğe önayak olma, inisiyatif alma özelliğini desteklemesidir.
- İkincisi, yüksek-öz saygının kendini iyi ve mutlu hissetmeye katkı yapmasıdır.
İCRA EDEN (YÜRÜTÜCÜ) BENLİK
Benlik-düzenlemesi benliğin kendisini veya içinde bulunduğu durumları değiştirme ya da dönüştürme kapasitesini ifade eder. Benlik-düzenlemesi düşünce ve duyguları kontrol altına alma, dürtü kontrolü, problemli davranışın sınırlandırılması ve performansın optimize edilmesi gibi farklı alanları kapsar. Bu bir süreçtir ve bu sürecin üç önemli bileşeni vardır: Standartlar, kendini-izleme ve irade.
Olumsuz standartları uygulamaya koymak her zaman daha zordur. Benliği bir şeyi yapmaya değil, bir şeyi yapmamaya göre düzenlemek daha zordur.
Olumlu diye anılan standartlar teşvik yönelimli ve olumsuz olarak anılanlar önleme yönelimli olanlardır. Benliğin düzenlenmesi süreci, hedeflerin (standartların) lüks ya da gereklilik olarak görülmesinden de etkilenmektedir.
Benlik kısmen de olsa benlik-kontrolü eylemleri süresince bir kısmının harcandığı bir enerji kaynağı olarak görülebilir. Bir benlik-kontrolü eyleminin arkasından, bununla hiç ilgisi olmayan başka bir benlik-kontrolü eyleminin zor gerçekleştirilmesi ya da gerçekleştirilememesi, enerjinin ilkinde harcanıp ikincisine enerji kalmaması, benliği düzenlemenin bir enerji kaynağının kullanılması meselesi olduğunu doğrulamaktadır.
Baumeister (2010) psikolojik süreçlerin biyolojiyle birlikte düşünülebileceğini, dolayısıyla benlik kaynaklarının kandaki glikoz düzeyiyle ilişkili olduğunu ileri sürmüştür.
Benlik-Sunumu (Öz Sunum)
Benlik-Sunumu: Kişinin hem başkalarının kendi hakkındaki düşüncelerini şekillendirmesi hem de başkaları aracılığıyla kendi hakkındaki düşüncelerini şekillendirmesi sürecidir.
Goffman’ın teorisinden hareketle, yaşamı bir tiyatro ve insanları senaryoda kendilerine verilmiş rolleri oynayan oyuncular olarak görmek mümkündür. Tiyatrodaki oyuncular gibi insanlar da görünüşlerine (dış görünüş ve genel olarak davranışlar) özel bir dikkat gösterirler.
Goffman, insanların sosyal yaşamı tıpkı tiyatroda olduğu gibi “sahnenin arkası” ve “sahnenin önü” olarak ayırdıklarını öne sürmektedir. Sahne arkasında, insanlar yapacakları görüşmeler için hazırlanırlar ve asıl performans sahnenin önünde, diğer insanlar karşısında gerçekleştirilir.
Genel olarak stratejik benlik sunumunda iki genel stratejiden söz edilmektedir: Yağ çekme ve kendini-yükseltme. İltifatlar, fikirlerine katılma ya da sempatisini her fırsatta gösterme gibi davranışlar çok görülen yağ çekme yollarıdır. İnsanın neler başardığını başkalarına anlatması başkaları gözünde iyi izlenim bırakabilir ama dikkatli kullanılmazsa kişi kibirli ya da güvensiz biri olarak da algılanabilir.
Stratejik benlik-sunumunun yanı sıra ikinci tür bir benlik-sunumu dışavurumcu-benlik sunumudur. Burada kişinin davranışlarıyla, yaptıklarıyla kendi benlik-kavramını kanıtlama ve geçerli kılma çabası vardır. Bu güdü güçlü bir güdüdür çünkü kişilerin benlik-kavramının, başkaları tarafından doğrulanmazsa bir değeri yoktur.
GRUP VE GRUP SÜREÇLERİ
Bireylerin davranışlarını açıklayabilmek için, öncelikle grupları ve grup davranışlarını incelemek gerekmektedir. Grup; İki veya daha çok bireyin birbiriyle etkileşimde bulunduğu ve belirli amaçları gerçekleştirmek için bir araya geldiği topluluktur.
Gruplarla ilgili “algı”lamaya ağırlık veren bir tanıma göre, grup, kişilerin kendilerini belirli bir gruba mensup olarak algılamaları ile oluşur.
GRUP ÇEŞİTLERİ
Formel ve İnformel Gruplar
Formel gruplar: Örgütün kendisi tarafından belirli işleri yerine getirmek amacıyla oluşturulan ve örgütte belirli yeri olan gruplardır.
İnformel gruplar: Örgütün üyeleri tarafından biçimlendirilen gruplardır.
Birincil ve İkincil Gruplar
Diğer bir grup ayrımı da Charles H. Cooley tarafından geliştirilmiş birincil ve ikincil grup ayrımıdır. Birincil grubu niteleyen en temel özellik, dolaysız ilişkiler yeni bir hiyerarşi aracılığıyla sağlanan ilişkilerin tersine, yüz yüze ilişkilerden oluşmasıdır.
Aile, çocukluk çağının oyun grupları, gençlik grupları, askerlik ve iş arkadaşlığı grupları, dostluklar bu birincil grupların başlıca örnekleridir.
İkincil gruplarda ilişkiler zihinsel, ussal-rasyonel ve sözleşmeli olur. Bu gruplarda üyelerin ilişkileri sınırlıdır.
GRUP GELİŞİM SÜRECİ
Grup statik bir olgu değildir. Gruplar dört aşamalı bir süreç sonucunda oluşurlar. Bu süreçler; karşılıklı kabul İletişim ve karar verme, güdü ve üretkenlik, kontrol ve organizasyon aşamalarıdır.
- Karşılıklı Kabul: Bireylerin ilk defa bir araya geldikleri ve grubun amacının, yapısının henüz netleşmediği aşamadır. Üyeler, bu aşamada grup hakkındaki beklentilerini de dile getirerek daha önce üye oldukları gruplarla karşılaştırırlar.
- İletişim ve Karar Verme: Üyelerin tartışmaları sonucunda grup amaçları belirginleşir. Daha sonra bu amaçlara uygun yeni rol ve görevler ortaya konulur.
- Güdü ve Verimlilik: Bu aşamada artık bireysel ilgiler ve görüşler bir kenara bırakılarak gruba yarar sağlayan diğer noktalara gelinir.
- Kontrol ve Organizasyon: Olgun gruplar, faaliyetlerini değerlendirerek başarı ve başarısızlıklarını, eksikliklerini tartışırlar.
GRUPLARA KATILMA NEDENLERİ
Bireyler, daima bir grubun üyesi olmak isterler. Çünkü toplumsallaşabilmek, birtakım ihtiyaçlarını karşılayabilmek (güvenlik, yakınlık, statü vb.) için gruplara girerler. Gruplar ister formel ister informel olsun, üyelerinin güvenlik, sosyal, saygınlık ve kendini gerçekleştirme gereksinimlerini karşılamaktadırlar.
GRUBUN BAŞARISINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER
Grubun Kompozisyonu: Grup kompozisyonu, grup üyelerinin homojen veya heterojen oluşu ile ilgili olarak tanımlanır. Heterojen gruplarda üyeler birbirlerinden farklı özelliklere sahiptirler. Homojen gruplar çoğunlukla görevin basit olduğu, katılımın gerekli olduğu, grup görevlerinin devamlılık gösterdiği ve hemen müdahale gerektiren durumlarda başarılıdırlar.
Grubun Büyüklüğü: Grubun büyüklüğü grup başarısında önemli bir faktördür.
Grup Normları: Normlar, toplumda hangi tür davranışların istendik, hangi tür davranışların da istenmedik olduğunu belirten kurallar sistemini ifade eder. Normlar, grup üyelerinin duygularından çok davranışlarını düzenler; üyeler herhangi bir konuda bir düşünceye inanabilir ancak bu düşünce grup tarafından onaylanmasa bile davranışlarını grup normu doğrultusunda gösterebilir. Bu nedenle üyelerin üyeliği sürer.
Grup Bağlılığı: Grup bağlılığı, grup üyelerinin bir arada kalmasında etkili olan çekim gücü olarak tanımlanabilir. Grup bağlılığı, grup üyelerinin “ben” duygusundan uzaklaşarak “biz” duygusunun kararlarda etkili olduğu bir süreçtir.
“Biz” anlayışının ortaya çıkmasında etkili olan şu faktörlerden bahsedilir:
- Zaman: Grup üyelerinin bir arada geçirdikleri zamanın çokluğu, aralarındaki etkileşime, ortak tutum, ilgi ve ihtiyaçlarını keşfetmelerine olanak tanıyacak bir boyut kazandırır.
- Grup Üyeliğine Kabul Edilme Sürecinde Karşılaşılan Güçlükler: Grup üyeliğine kabul edilme sürecinde çeşitli güçlükleri aştıktan sonra gruba girebilen kişiler, geçirdikleri “olumsuz” deneyimleri göze alabilme nedenlerini o gruba karşı duydukları sevgi ve bağlılıkla açıklarlar.
- Grubun Büyüklüğü: Üye sayısı az olan gruplarda diğerlerine kıyasla daha fazla etkileşim olacağından üyeler arasındaki bağlılık da artacaktır.
- Dış Tehditler: Dış çevreden gelen tehditler, grup bağlılığını artırıcı bir rol oynar.
- Önceki Başarılar: Bir örgütün veya grubun önceki başarıları, grup üyelerini bir arada tutan ve yeni üyeler kazanmayı kolaylaştıran bir çekim gücü yaratır.
ÖNYARGI
Duckitt (2001) önyargının, belirgin bir biçimde yirminci yüzyıla ait bir kavram olduğunu belirtmekte, yirminci yüzyıldan önce hem bilimsel bir kavram olarak hem bir sosyal problem olarak algılanmadığını ifade etmektedir. O ancak 1. Dünya Savaşı’ndan sonra geniş ölçüde benimsenen, azınlık ve farklı kültürlerden insanlara karşı haksız ve mantıksız olumsuz tutumlar olarak görülmeye başlandığına işaret etmektedir. Önyargı kavramı inşa edildikten sonradır ki toplumlar bu tür tutumları bir problem olarak görmeye başlamıştır.
Önyargı: Bir kişiye karşı, sadece grup üyeliğinden dolayı geliştirilen olumsuz (bazen olumlu) tutumdur.
Sosyal psikolojide ne kadar farklı tanımlanırsa tanımlansın, önyargı kavramının şu beş özelliği paylaştığı görülebilir:
- Önyargı bir tutumdur.
- Esnek olmayan bir genellemeye dayanır.
- Önyargı peşin verilmiş bir hükümdür.
- Değişime dirençli ve katıdır.
- Önyargı kötüdür.
Önyargının hedefi bireyler değil, sosyal gruplardır. Bireyi hedefleyen önyargı, bireyin kişisel özellikleri nedeniyle değil, bireyin söz konusu gruba üyeliği nedeniyle ortaya çıkar.
KALIPYARGI
Sosyal biliş yaklaşımı açısından önyargıları anlamada kalıpyargı kavramı çok önemli bir rol oynar. Kalıpyargı Belirli bir sosyal grup hakkındaki bilgi ve inançlardan oluşan bilişsel çerçevelerdir.
Bir sosyal grup hakkındaki kalıpyargılar, bize o grup hakkında kestirme yoldan bir fikir, bir bilgi verir. Bu, çoğu zaman o grubun üyesi ile karşılaştığımızda onun davranışı hakkındaki beklentimizi ve ona karşı davranışımızı önceden ayarlamamızı sağlar.
Günümüzde kalıpyargılar söz konusu olduğunda, bu yargıların ne kadar doğru/ gerçek olduğunu sormaktansa bu yargıları belirli bir bağlamdaki gruplar arası ilişkileri anlamlandırmaya hizmet eden araçlar olarak görmenin daha uygun olduğu düşünülmektedir. Yani, önemli olan kalıpyargıların doğru olup olmaması değil, neye hizmet ettiğidir.
Milliyet, “ırk” ve etnik grupların yanı sıra kadınlar ve erkekler de kalıpyargı içeriği açısından en çok çalışılan toplumsal gruplardan biridir. Erkeklerin ve kadınların farklı kişilik özelliklerine sahip olduklarına dair inancımız toplumsal cinsiyet kalıpyargılarını oluşturur.
Tipik olarak bir sosyal grubun üyesiyle ya da o grubun sembolüyle karşılaşıldığında, zihinde o grupla ilişkili daha önce depolanan bilgi harekete geçer. Bilginin otomatik olarak aktive edildiği durumlardan, sürecin, kişi farkında olmadan bilinçli bir niyet olmaksızın ve zihinsel enerji harcanmaksızın gerçekleşmesi kastedilmektedir. Özetle, böyle bir bakış açısı, bireysel zihinlerin bilgi işleme sürecinde, kalıpyargıların neredeyse kaçınılmaz olduğunu söylemektedir.
Kalıpyargı ve önyargı arasındaki ilişkiye dair en etkili yaklaşımlardan biri Devine’in ayrışma (dissociation) modelidir. Bu modele göre, toplumdaki grupların çoğuna ilişkin kalıpyargılarımız vardır ve toplumun üyeleri olarak bizler, toplumsallaşma sürecinde tekrar tekrar bu kalıpyargılarla karşılaşarak bu kalıpyargıların içsel, zihinsel bir temsilini ediniriz. Ayrıca, modele göre, toplumun tüm üyelerinin aynı kalıpyargılara sahip olması, herkesin bu kalıpyargılara aynı derecede inandığı anlamına gelmez.
Yukarıda tarif edilen kalıpyargıların zihinde işlenme süreci, bize kişisel değer sistemi, bireysel kimlik ve sosyal kimliğin de bu sürece dâhil olduğunu söylemektedir. Bu da kalıpyargı niteliğindeki bilginin aktive edilmesinin basit ve otomatik değil de pek çok koşula bağlı olarak ve daha stratejik bir biçimde gerçekleştiğini göstermektedir.
AYRIMCILIK
Sosyal psikologların önyargıların sonucunda ortaya çıkan bir davranış olarak gördüğü ayrımcılık, sadece sosyal psikolojinin çalışma alanına özgü bir mesele değildir. Ayrımcılık Bir kişiye sadece grup üyeliğinden dolayı olumsuz (bazen olumlu) davranış gösterilmesidir.
Allport, önyargıdan en uç ayrımcı davranışa doğru tırmanan beş basamak ayırt etmiştir:
- Karşı olmayı ifade etme:
- Uzak durma:
- Ayrımcılık:
- Fiziksel Saldırı:
- Yok etme:
Çoğu durumda azınlık konumundaki gruplara karşı ayrımcı davranışlar sergilenmektedir. Azınlık, sadece sayıca azlık olarak anlaşılmamalıdır. Hatta bazen sayıca çoğunlukta olsalar bile, kimi gruplar hâlâ azınlık statüsünde olabilirler. Sosyal psikolojik bakış açısından, “üyelerinin kendi yaşamları üzerinde baskın grubun üyelerinden daha az gücü, kontrolü ve etkisi olan gruplara, azınlık grubu adı verilmektedir”.
ÖNYARGI KURAMLARI
Sosyal Biliş Yaklaşımı
1970’ lerden beri sosyal psikolojiye hâkim olan bu yaklaşım, insan zihnini, bilgisayardan esinlenerek bir bilgi işleme sistemi olarak görmektedir. Kalıpyargılar başlığında da söz edildiği gibi sosyal biliş yaklaşımı, sosyal dünyadan gelen çok miktarda algısal bilgiyle boğuştuğumuzu varsayar. Bu durumla başa çıkmak ve olan bitene bir anlam verebilmek için bu bilgiyi basitleştirmeye zorlanırız. Basitleştirme, kategorileştirme süreciyle gerçekleştirilir. Kalıpyargıların da bu süreçten etkilendiği düşünülmektedir. Aşağıda ilk önce kategorileştirme süreci ele alınmış ve bu süreci izleyen iki bilişsel işleme daha yer verilmiştir: Dışgrup homojenliği ve hayalî ilişkisellik.
Sosyal Kategorizasyon: “Biz” ve “Onlar”: Sosyal biliş yaklaşımına göre, sosyal dünyayı algılamadaki temel süreç, sosyal kategorizasyondur. İnsanlar genellikle sosyal dünyayı iki farklı kategoriye bölerler: “biz” ve “onlar”. Sosyal kategorizasyon: Bireyleri belirli bir kriter (yaş, cinsiyet, meslek, milliyet, din vb.) temelinde kategorilere ayırmak ve “biz” ve “onlar” ayrımını yaratmaktır. Sosyal kategorizasyon önyargıların oluşumundaki ilk basamaktır.
Artırma etkisi: Sosyal kategorizasyon sürecinde, kategori içi benzerlikleri ve kategori arası farklılıkları abartılı algılama eğilimidir.
Sosyal çevreyi kategorilere ayırmanın nesnel bir süreç olduğu söylenemez. Bireyin kendisini merkeze koyarak gerçekleştirdiği sosyal kategorizasyon süreci, grupları kaçınılmaz olarak belirli kalıpyargıların içine sokmaktadır.
Dışgrup Homojenliği: Dışgruplar içgruplardan daha homojen, yani birbirlerine daha benzer olarak algılanmaktadırlar. Bir sosyal gruba karşı güçlü önyargısı olan kişiler şu türden bir cümleyi çok sık kullanırlar: “Bunların hepsi aynıdır.”
Hayalî İlişkisellik: “Hayalî ilişkisellik, gözlemcilerin, gerçekte aralarında ilişki bulunmayan iki olay arasında bir ilişki algılaması veya iki olay arasındaki ilişki düzeyini abartması” olarak tanımlanmıştır.
Günümüzde önyargı çalışmalarında sosyal biliş yaklaşımı çok yaygın bir biçimde kullanılsa da bu yaklaşım çeşitli açılardan eleştirilmektedir. Basit bir biçimde bilgi işlemcisi olarak görülen bu bireyselleştirilmiş kişi görüşü, neden sadece bazı insanların önyargılı, diğerlerlerinin ise önyargısız olduklarını açıklayamaz.
Özetle, sosyal biliş yaklaşımı, bütün insanların zihninin benzer biçimde işlediğini öne sürerek önyargılı düşünce ve duyguları evrensel bir özellik hâline getirmekte ve insan olmanın bir gereğiymiş gibi sunmaktadır.
Otoriteryen Kişilik Kuramı
Sağduyuda, önyargı belirli türde kişiliklerin bir dışa vurumu olarak görülür. Önyargı bağlamında sözü edilen kişiler, genellikle, sürekli kendi ait olduğu gruba öncelik veren, diğer tüm dışgrupları reddeden, dışgrup üyelerine düşmanca davranan, hoşgörüsü olmayan ve diğer taraftan kendi grubunda kendinden üstte olanlara itaat eden kişilerdir. Toplumda böyle kişileri ayırt edebiliriz belki ama kimse kendisinin bağnaz (güçlü önyargıları olan kişi) olduğunu kabul etmez.
Araştırmacılar bundan sonra belirli gruplara yönelik önyargıları hiç söz konusu etmeksizin kişilerdeki otoriteryen ve faşist eğilimleri belirlemek üzere F (Faşizm) ölçeği geliştirmişlerdir. F ölçeğinde, otoriteryen kişiliği saptamaya yarayan dokuz boyut mevcuttur. Bunlar kısaca şöyle açıklanabilir:
- Gelenekçilik (konvansiyonalizm): Geleneksel, orta sınıf değerlerine katı bağlılık.
- Otoriteryen boyun eğme: Ait olunan grubun idealize edilmiş ahlaki otoritelerine yönelik, sorgulayıcı, boyun eğici tutum.
- Otoriteryen saldırganlık: Geleneksel değerleri çiğneyenleri ya da çiğnemek isteyenleri yakalamak için tetikte olma, onları kınama, reddetme ve cezalandırma eğilimi.
- Öznelci bakış karşıtlığı (Anti-intraception?): Öznel, yaratıcı, esnek düşünmeye karşı olma
- Boş inançlı ve kalıpyargılı olma: Bireyin, kaderinin mistik olarak belirlendiğine dair inançlara sahip ve katı kategorilerle düşünme eğiliminde olması.
- Güç ve “sertlik”: Sürekli baskı-boyun eğme, güçlü-zayıf, lider-takipçi boyutlarıyla düşünmek ve kaygı duymak, güçlü kişilerle özdeşleşme, dayanıklılık ve sertlik konusunda abartılı bir iddia sahibi olma
- Yıkıcılık ve sinisizm (olumsuzculuk): Genelleşmiş bir düşmanlık, insanları yerme ya da onlara iftira atma
- Yansıtma eğilimi: Dünyada olan bitenin vahşi ve tehlikeli olduğuna inanmaya yatkınlık; bilinç dışı çatışmaları dışarı yansıtma
- Cinsellik: Cinsellikle ilgili faaliyetlere yönelik abartılı ilgi.
Tüm bu boyutlar içinde, otoriteryen kişiliğin saptanmasında özellikle ilk üç boyutun (gelenekçilik, otoriteryen boyun eğme ve otoriteryen saldırganlık) önemli olduğu belirtilmektedir.
Otoriteryen kişilik yaklaşımı hem kuramsal hem de yöntemsel olarak pek çok eleştiri almıştır. Kuramsal yönden bu yaklaşım, önyargıyı, sadece bir kişilik bozukluğu olarak gördüğü için eleştirilmiştir.
Sağ Kanat Otoriteryenizm Kuramı
Altemeyer, Adorno ve arkadaşlarının geliştirdiği F ölçeğini ve bunun içerdiği dokuz boyutu eleştirir. Bunların yöntemsel anlamda yüksek geçerliliğe sahip olmadıklarını ve görgül araştırmalar tarafından çok az desteklendiğini belirtir. Bunun yerine, kendisi, otoriteryen kişilik için güvenilir bir biçimde saptanabilecek sadece üç boyut olduğunu ileri sürer ve uzun yıllar bu üç boyutun varlığını göstermek için çalışır. Altemeyer’in otoriteryenizm boyutları şunlardır:
- Otoriteryen boyun eğme: Kişinin yaşadığı toplumdaki yerleşik ve meşru olarak algılanan otoritelere yüksek düzeyde boyun eğmesi.
- Otoriteryen saldırganlık: Çeşitli kişilere yöneltilmiş genel bir saldırganlık. Bu saldırganlık, yerleşik otoriteler tarafından “izin verilmiş (onaylanmış)” bir saldırganlık olarak algılanır.
- Konvansiyonalizm (gelenekçilik): toplumsal konvansiyonlara (geleneklere, kabul edilmiş kurallara) yüksek derecede bağlılık. Bağlı olunan konvansiyonlar, toplum ve onun yerleşik otoriteleri tarafından kabul edilen (uygun görülen) konvansiyonlar olarak algılanır.
GRUPLAR ARASI İLİŞKİLER
Gruplar Arası Davranış: İnsanların kendilerini ve diğerlerini ayrı sosyal grupların üyeleri olarak görmelerini sağlayan herhangi bir algı, biliş ya da davranıştır. Gruplar arası davranışın ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için belki de en iyi yol, onun kişiler arası davranışla olan farkına bakmaktır.
Sosyal psikolojide, kişiler arası alanda hem olumlu hem de olumsuz etkileşimler çalışılırken gruplar arası ilişkilerde odaklanılan esas alan anti-sosyal davranışlar ya da şiddeti içeren olumsuz etkileşimlerdir. Gerçekte, gruplar arası ilişkilere ait çalışmalar, gruplar arası çatışma ve gruplar arası şiddete ait çalışmalarla eşanlamlı hâle gelmiştir. Bunu anlamak çok zor değildir. Zira, gerçek dünyada gruplar arası ilişkilerde en sık karşılaştığımız olaylar hep şiddeti içermektedir.
GERÇEKÇİ ÇATIŞMA KURAMI
Hırsızlar Mağarası Gruplar Arası İlişkiler Üzerine Klasik Bir Deneydir. Bu deneyde rastgele bir gruplama sonucunda kinci haftanın sonunda iki grup arasında düşmanlık oluşmuştur. Birbirlerine isim takarlar, karşıt grubu küçümseyici sözler, küfürler ve davranışlar başlar.
İki grup arasındaki çatışmayı ve düşmanlığı azaltmak için, ilk önce her iki grubun bir araya geldiği rekabetin olmadığı hoş olaylar yaşanır. Örneğin ortak yemekler düzenlenir, filmler seyredilir. Ancak bu tür faaliyetler pek işe yaramaz.
Üst Düzey Hedefler: Gruplar arası bağlamda her bir grubun tek başına ulaşamayacağı, sadece gruplar arası iş birliği ile ulaşılabilecek türden hedeflerdir.
Sherif bu noktada gerçekçi çatışma kuramını ileri sürmüştür. Bu kurama göre, temel olarak bireyler ve gruplar arasında ortaya konan hedeflerin niteliği, bireyler ve gruplar arası ilişkilerin niteliğini belirlemektedir. Başarılması için ortak çaba gerektiren hedefler söz konusu olduğunda, bireylerin iş birliği yapacağı ve bir grup oluşturacağı öngörülmektedir. Diğer taraftan, sadece bir kişinin, diğerinin aleyhine olacak şekilde ulaşabileceği hedefler (örneğin bir tarafın kazanıp diğer tarafın kaybetmek zorunda olduğu satranç oyunu) söz konusu olduğunda, bu hedefe ulaşmak için bireyler arasında rekabet yaşanacak ve bu da grup oluşumunu engelleyecek ya da varolan grubun krize girmesine yol açacaktır.
Yani Gerçekçi Çatışma Kuramı gruplar arasındaki çatışmanın gerçek çıkar çatışmalarından kaynaklandığını ileri süren yaklaşımdır.
SOSYAL KİMLİK KURAMI
Gerçekçi çatışma kuramının gruplar arası çatışma ve düşmanlığı açıklamada yararlı olmasına karşın, gruplar arasında düşmanlık, saldırganlık, kendi grubunu kayırma, karşıt grubu kötüleme gibi olguların, gruplar arasında herhangi bir gerçekçi çatışma olmadan da ortaya çıktığı, hatta bunun için sadece iki grubun varlığının bile yeterli olduğu ileri sürülmektedir. Yani, gruplar arasında çıkar çatışması olmadığında, çıkarlar için rekabeti gerektirecek bir durum olmadığında ve hatta gruplar arasında iş birliğinin olduğu durumlarda da gruplar arası rekabetin kendiliğinden ortaya çıktığı ileri sürülmektedir.
Asgari Grup Paradigması
Deneklerin kendi grup üyelerine mümkün olan en yüksek miktarda parayı vermeyi düşünmek yerine, karşı grup üyesine mümkün olan en az miktarda parayı vermek üzerine kafa yormaları, yani rekabetçi davranmalarıdır. Diğer bir deyişle, denekler mümkün olan en yüksek miktarı kendi gruplarına vererek deneyden kârlı ayrılmak yerine, kendileriyle diğer grup arasında mutlaka bir farklılık yaratmak ve galip gelmek için uğraşmışlardır
Sosyal Kategorizasyon
Asgari grup paradigması çerçevesinde yapılan bir dizi deneyden elde edilen sonuç, deneklerin araştırmacı tarafından sadece ve sadece bir grup üyesi olarak kategorize edilmelerinin kendi gruplarını kayırmak ve gruplar arası rekabeti yaratmak için yeterli olduğudur. Diğer bir deyişle, sosyal kategorizasyon, yani deneklerin kendilerini “biz” ve karşıt grubu “onlar” biçiminde ayırması, gruplar arası davranışı yaratmaktadır.
Hiçbirimiz sadece bir tek gruba ait değiliz; üstelik üyesi olduğumuz gruplar dışında, üyesi olmadığımız ama dışarıdan kendimizi yakın bulduğumuz ve onayladığımız gruplar da var. Belirli bir anda, ortama bağlı olarak belirli bir grup üyeliğimiz öne çıkıyor, yani içgrup tanımlaması ve eş zamanlı olarak da bir dışgrup tanımlaması yapıyoruz.
Türk toplumunda tesadüfi olarak seçilmiş bir örneklemde yer alan kişilere, kendilerine verilen 32 kategorilik bir listede hangi kategorileri daha önemli ve önemsiz gördükleri sorulmuş ve şu sonuçlar bulunmuştur: En önemli bulunan kategoriler önem sırasına göre şöyledir:
- Dürüst olanlar-dürüst olmayanlar
- Kültürlüler-kültürsüzler
- Yalan söyleyenler-yalan söylemeyenler
- Yurtsever olanlar-yurtsever olmayanlar
- Mantıklılar-mantıksızlar
- İyiler-kötüler
- Yardımseverler-benciller
En önemsiz bulunan kategoriler ise şöyledir:
- Şişmanlar-zayıflar
- Müslümanlar-Müslüman olmayanlar
- Zenginler-fakirler
- Şanslılar-şanssızlar
- Türkler-Türk olmayanlar
- Evliler-bekârlar
Sosyal Kimlik
Sosyal Kimlik Kuramı Sosyal değişmeye aracılık eden psikolojik süreçleri sosyal kimlik kavramı çerçevesinde işe koşan bir gruplar arası ilişkiler kuramıdır. Sosyal Kimlik: Bireyin bir gruba aidiyeti ile elde edilen kimliktir; bireyin kim olduğunu ve o grup üyeliğinin birey için ne anlam taşıdığını ifade eder.
Sosyal kimlik hem bilişsel bir süreç olarak sosyal kategorizasyonu hem de kendimizi koyduğumuz kategoriye (iç grup) ve koymadığımız kategoriye (dışgrup) ait duygularımızı kapsar. Bu nedenle, üyesi olunan kategorinin olumlu olarak algılanması gerekir ki birey kendi benlik değerini ve benlik saygısını kazanabilsin ya da koruyabilsin. Sosyal kimlik yaklaşımına göre, bireyler olumlu sosyal kimlikler edinmek ya da varolanı koruyabilmek yönünde güdülenmektedirler.
Sosyal Karşılaştırma
Gerçekte, birey hiçbir zaman yalnız olmadığı gibi, bir grup da yalnız değildir. Bir grubun eylemi ancak başka grupların varlığı sayesinde bir anlam kazanır. Sosyal Karşılaştırma: Kişi ya da kişilerin kendi gruplarını çeşitli değerlendirme boyutları (doğruluk ve dürüstlük, çalışkanlık-tembellik, zenginlik-yoksulluk, vatanseverlik-vatansever olmama vb.) üzerine diğer gruplarla kıyaslamasıdır.
Özetle, sosyal kimlik kuramı, gruplar arası davranışı sosyal kategorizasyon ve sosyal karşılaştırmayı içeren bilişsel süreçler ve bunlara eşlik eden duygusal süreçlerle açıklamaya çalışmaktadır.
Sosyal Kimlik ve Sosyal Değişme
Sosyal Değişme: Sosyal kimlik kuramı bağlamında, alt statüdeki grubun kolektif biçimde üst statüye geçmesini ifade eder.
Kuramın çok temel iki varsayımı, daha önce belirtildiği üzere, insanların olumsuz bir benlik kavramındansa olumsuz bir benlik kavramına yönelmeleri ve kendi grupları lehine olacak gruplar arası karşılaştırmalar yapmaları, yani kendi gruplarını kayırmalarıdır. Toplumların, birbirleriyle eşit statüde gruplardan ya da sosyal kategorilerden oluşmadığı göz önüne alınırsa alt statüde bulunan grupların, pek çok değerlendirme boyutunda (zenginlik, başarı vb.) “aşağı” olmaları dolayısıyla, kendileri lehine olumlu farklılık yaratacak karşılaştırma yapmaları oldukça zor görünmektedir. Sonuç olarak alt statülü gruplarda yer alan kişilerin, daha olumlu bir sosyal kimliğe sahip olabilmek için statülerini yükseltmeye güdülenecekleri beklenebilir.
Sosyal kimlik kuramına göre, bu durumda olan insanların, yani statülerini yükseltmek isteyen grup üyeleri için iki temel strateji vardır:
- Birisi, düşük statülü gruptan ayrılarak yüksek statülü gruba bireysel geçiş olanağının aranması. Bu, aşağıdan yukarı bireysel hareketlilik ya da sosyal hareketlilik stratejisidir. Düşük statülü grubun göreli statüsünü grup olarak yükseltmeye çalışmasını içeren grup hareketliliği ya da Tajfel’in deyimiyle sosyal değişme stratejisidir.
- Eğer statüko gayrimeşru, istikrarsız ve güvenliksiz olarak algılanırsa ve kurulu düzenin yerine bir başka düzen getirilebileceğine ilişkin bir inanç varsa direkt olarak statüsü yüksek grup ya da gruplarla çatışmaya girilir, yani gruplar arası rekabet başlar.
GRUPLAR ARASI İLİŞKİLERİN GELİŞTİRİLMESİ
Propaganda ve Eğitim
Önyargı bilgisizlikten kaynaklandığı için, eğitimin, özellikle de çocukların formel eğitiminin bağnazlığı azaltabileceği düşünülmektedir. Böyle bir eğitim, ayrımcılığın ahlaki yönlerinin ya da farklı gruplar hakkındaki gerçeklerin öğretilmesiyle gerçekleştirilebilir.
Eğitimde izlenecek diğer bir strateji, öğrencilerin bir önyargının kurbanı olmalarına izin vermek olabilir.
Gruplar Arası Temas
Gruplar arasındaki önyargı ve çatışmanın temel özelliği, dışgruba yönelik geliştirilmiş tutumlar olmasıdır. Dışgruba yönelik bu olumsuz tutumların yanlışlığını ortaya koyacak ya da belki onları daha fazla geliştirecek bilgiye erişilmediği zaman, bu tutumlar değişmez.
Temas, rastgele ya da amaçsız etkileşimden çok iş birliği içeren ve uzun süren bir etkileşim olmalıdır. Sherif’in yaz kampı çalışmalarında, gruplar arası çatışmayı azaltmak için uyguladığı temas bu türdendir. Temas, eşit statülü kişi ya da gruplar arasında olmalıdır.
Temasın gruplar arası ilişkileri tam olarak nasıl geliştirdiği ile ilgili olarak yakından bakılması gereken üç konu; benzerlik, genelleme ve çok kültürlü bağlamda temas politikasıdır.
Üst Düzey Hedefler
Üst düzey hedeflerin en etkili olanlarından biri, iki karşıt grubun ortak bir düşman tarafından tehdit edilmesidir. Ortak düşmana karşı birlikte direnme, kısa süreli de olsa aradaki gerginliği kaldıracaktır.
Eğer gruplar ortak hedefe ulaşmada başarısız olmuşlarsa bu durumun, gruplar arasındaki ilişkiyi iyileştirmekten çok kötüleştirdiği görülmüştür. Çünkü böyle bir başarısızlık durumunda, her bir grup başarısızlıktan diğer grubu sorumlu tutar.
Üst düzey hedeflerin işe yaramadığı diğer bir durum, gruplar arasında kurulan yoğun ve uzun süreli iş birliği ilişkileridir. Yoğun ve uzun süreli iş birliği gruplar arasındaki sınırları silebileceğinden, bu, her bir grup için tehdit olarak algılanabilir ve gruplar arasında yeni çatışmalara yol açabilir.
Çatışma hâlindeki grupların, çatışmayı ortadan kaldırmak ve ilişkileri geliştirmek için başvuracakları bir yol, aralarındaki sorun hakkında direkt olarak iletişim kurmaktır. Bu iletişim üç şekilde olabilir: Pazarlık yapma, arabulucudan yararlanma ya da hakem yoluyla anlaşma
Uzlaşma
Direkt iletişimin gruplar arası ilişkileri geliştirmesine karşın, bazen taraflar arasındaki gerginlik ve şüphe o kadar üst boyutlarda olabilir ki artık direkt iletişim imkânsız hâle gelir.
Uzlaşma ile taraflar arasındaki gerilim azaltılabilir. Bunun en azından iki aşamada olabileceği belirtilmektedir:
- Bir taraf uzlaşmacı niyetini ilan eder, atacağı küçük adımı açıkça ortaya koyar ve karşı taraftan da aynısını yapmasını ister.
- Süreci başlatan taraf ilan ettiği adımı eksiksiz ve herkesin görebileceği şekilde atar. Artık o andan itibaren karşı taraf üzerinde, aynı davranışı göstermesi için büyük bir baskı oluşur.
KİTLE DAVRANIŞI
KİTLE DAVRANIŞINA İLK KURAMSAL YAKLAŞIMLAR
Kitle konusundaki ilk kuramsal çaba, Fransız hekim Gustave Le Bon’a aittir. Yaşadığı çağın Fransa’sında tanık olduğu sendikal eylemlerden etkilenerek kitle hakkındaki görüşlerini oluşturan Le Bon (1895/ 1999), kitleyi ilkel, barbar ve korkunç olarak görmektedir. Bu süreçte artık bireyden söz edilemez. Le Bon, kitleleşme sürecini üç psikolojik mekanizmayla açıklamaktadır: Anonimlik, bulaşma ve telkine yatkınlık (etkiye açık olmak).
- Anonimlik : Kitlede kişi sayısı fazlalığının verdiği rahatlık duygusu ile sorumluluk duygusunun ortadan kalkmasıdır.
- Bulaşma: kitledeki bireylerin sanki hipnotize edilmiş gibi karşılıklı olarak birbirlerinin duygu ve davranışlarını taklit ettiğini ifade etmek ister. Lider konumundaki kişi ya da kişilerden kaynaklanan duygu ve davranışlar, bir kar topu gibi giderek büyür ve tüm kitleye yayılır.
- Telkine yatkınlık (etkiye açık olma): Bireyler, kitle içinde kişisel bilinçlerini yitirdikleri için, kitledeki başat ve etkileme gücü yüksek olan kişiler tarafından kolayca ikna edilebilir hâle gelirler.
- Rasyonel düşünce ve yargı gücü kaybolur.
Grup Zihni: Bazı kuramsal yaklaşımlara göre, kitle üyeleri tarafından paylaşılan ve kitle davranışını mümkün kılan ortak ruh hâlidir. Bu bakış açısından grup ya da kitleyi anlamak için tek tek bireylerin zihni değil grup zihni incelenmelidir.
Buna karşılık modern sosyal psikolojinin öncüsü olan Allport (1924) davranışçı yaklaşımına uygun bir tarzda, grup zihni kavramını reddetmiştir. Ona göre, tek psikolojik gerçeklik bireydir. Daha açık bir ifadeyle, grup (ve kitle) tek tek bireylerin toplamından başka bir şey değildir.
Allport’un “bireyselci yaklaşım” olarak adlandırılan bu yaklaşımını, kitle davranışına uyarlayan girişimlerden biri, sosyal psikolojide “birleşme kuramları” (convergency theories) olarak bilinmektedir (Hogg ve Abrams, 1988). Çıkış noktası birey olan bu kuramlarda kitlenin kompozisyonu önemli hâle gelmektedir. Kitle davranışı, belirli tarzlarda davranmaya yatkın olan birbirine benzer insanların bir araya gelmesiyle ortaya çıkar.
KİMLİKSİZLEŞME
Kimliksizleşme, bireyin davranışları üzerinde normalde varolan sınırlamaların gevşemesinin saldırgan, antisosyal ve bencil davranışlara yol açmasına aracılık eden psikolojik bir durumdur. Özetle, bu yaklaşımda kitleye giren birey, kişisel kimliğini (onu biricik kılan özelliklerini) kaybeder, kitlenin isimsiz bir üyesi hâline gelir; bunun sonucu olarak da kitlelerde görmeye “alışık” olduğumuz “aşırı” davranışları gösterir.
Kimliksizleşme yaklaşımı pek çok sosyal psikolog tarafından eleştirilmiştir. Örneğin Reicher (1982, 1987) bu yaklaşımın, tek başına bireyi mantıklı ve “aklı başında” görerek yüceltmesinin, diğer yandan kitledeki bireyi, kitlenin kurbanı olarak görmesinin problemli bir durum olduğunu ileri sürmektedir.
BELİREN NORM KURAMI
Beliren Norm Kuramı : Kitle davranışının normsuz ve başıboş olan bir davranış biçimi olmadığını, kitlesel süreçte oluşturulan normlarla yönlendirildiğini öne süren bir yaklaşımdır. Norm: Bir grup üyesi için uygun davranışın ne olduğuna ilişkin grup üyelerince paylaşılan inançlardır.
Beliren norm kuramı (emergent norm theory), modern sosyal psikolojide kitleyi anormal olarak görmekten uzaklaşan ilk kuramdır (Turner ve Killian, 1987). Bu kurama göre, aslında kitle bir örnek davranış göstermez ama hem kitlenin içindekiler hem de dışarıdan bakanlar tüm kitle aynı davranışı gösteriyormuş yanılsamasını yaşar.
Bir normun belirmesi, kitlenin duygu ve davranışlarının da sınırları olduğu, kitlenin başıboş ve “dizginlerinden boşalmış” olmadığı anlamına gelir. Bu, Le Boncu bulaşma kuramında iddia edildiği gibi kitlede duygu ve davranışların sınırsız bir biçimde bulaşmadığını gösterir.
SOSYAL KİMLİK KURAMI
Gruplar arası ilişkilerin incelenmesinde gördüğümüz sosyal kimlik kuramı, kitle davranışını açıklamak için de kullanılmaktadır. Sosyal kimlik yaklaşımı açısından en temel nokta, kitlenin gruplar arası bir olgu olmasıdır. Pek çok kitle davranışında, kitle tek başına değildir, her zaman kitlenin karşı karşıya geldiği bir grup vardır.
Sosyal kimlik kuramı, kitlesel süreci mümkün kılan şeyin bireyin kitlede erimesi ve kaybolması değil, tam tersine bir kimlikten başka bir kimliğe geçişi olduğunu ileri sürmektedir.
“Biz” kategorisine içgrup, “onlar” kategorisine dışgrup denmektedir. Her iki grup da kendilerini konumlandırdıkları “biz” kategorisinin normlarına göre davranış gösterir. Yani, o grubun içinde bulunmak neyi gerektiriyorsa öyle davranış gösterilir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki böyle bir açıklamayla kitle ile grup arasındaki fark silinmiş olur. Oysa kitle, gruptan farklı olarak önceden belirlenmiş açık seçik normlara sahip değildir. Kitlede o anda karşı grubun davranışına (örneğin polisin yürüyüşü engelleme girişimine) ne tepki verileceğine kitle, anlık olarak karar vermek ve uygulamaya geçmek zorundadır.
Bireyler, kitle üyesi olarak edindikleri sosyal kimlikleri çerçevesinde, meşru olarak algıladıkları “hedef” lere dönük, seçici bir biçimde “saldırgan” davranmaktadırlar. Bu konuda yapılmış araştırmalar, kitle üyelerinin seçtikleri davranış biçimlerinin ve seçtikleri hedeflerin rastgele olmadığını göstermektedir (Reicher, 1984). Örneğin bir futbol fanatiği karşıt grupla kavga ederken oradan geçen ve olayla ilgisi olmayan birine vurduğunda kendi arkadaşları tarafından bu davranışı hoş görülmeyebilir ve uyarılabilir.
Gösteri sonrasında, özellikle kendilerini “sıradan” kabul eden, “çatışmacı” olarak görmeyen öğrencilerin, sadece polis ve genel olarak toplum hakkındaki değil, kendileri hakkındaki görüşleri de değişmiştir. Bu çerçevede, toplumsal ilişkilerde kendi kimliklerini konumlandırdıkları yer de değişmiştir.
TOPLUMSAL CİNSİYET
Toplumsal cinsiyet de aynen nefes almak gibi varlığımızın asal bir yanı, bizi biz yapan bir yanımız olmasına rağmen çoğu kez öylesine doğal, öylesine sıradandır ki neredeyse görünmezdir. Toplumsal cinsiyete ilişkin açıkça politikleştirilmiş olsun ya da olmasın tüm bu ayrımlar kendimize ve topluma ilişkin zihniyetimizi, diğer bir deyişle içinden “normal” i ve “makbul olan” ı ürettiğimiz “sağduyu” yu yapılandırır.
Clarke ve Braun’un da ifade ettiği gibi, toplumsal cinsiyet çok çeşitli toplumsal eşitsizliklerle, dışlamalarla ve istismar deneyimleriyle bağlantılı olduğu için önemlidir ve bir toplumsal sorundur.
Toplumsal Cinsiyet Merceği tüm toplumsal yapı, ilişki ve pratiklerde toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlikleri görmemizi sağlayan bir bakış açısıdır.
TOPLUMSAL CİNSİYET NEDİR?
Toplumsal cinsiyet kavramı 1970’ lerin başında sosyal bilimlerde kullanılmaya başlanmıştır.
Doğal Olarak Toplumsal Cinsiyet
Biyolojik İndirgemecilik: Toplumsal bir olguyu toplumsal düzeyde açıklamak yerine daha alt düzey olan biyoloji ile açıklamaktır.
Özcülük: Toplumsal olguların tarihsel olarak değişen olgular yerine hiç değişmeyen sabit bir özleri olduğunu iddia etmektir.
1970’ ler öncesi cinsiyet kavramı hem biyolojik olarak eril ve dişil oluşu hem de toplumsal anlamda kadın ve erkek oluşu kapsayan bir kavramdı. Bu model, toplumsal cinsiyet kavramı kullanıma girdikten sonra biyolojik indirgemeci olmakla ya da özcü olmakla (özcülük) eleştirilmiştir. Bu bakış açısına artık günümüzde çok az rastlanmaktadır.
Yetiştirilmenin Bir Sonucu Olarak Toplumsal Cinsiyet
Günümüzde en yaygın olan toplumsal cinsiyet modeli budur. Bu modelde toplumsal cinsiyet ise “kadınsı” ve “erkeksi” kişilik özelliklerini işaret eder. Diğer bir deyişle cinsiyet biyolojik olan, toplumsal cinsiyet ise toplumsal olandır.
Clarke ve Braun’un sözleriyle “toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetin kültürel örtüsüdür; biyolojik ana kayaya kültürün eklediğidir”. Çocukların öğrendikleri toplumsal cinsiyet, bir toplumda “kadın” ve “erkek” olmaktan anlaşılan tüm kültürel kodlardır. Toplumsal cinsiyet rolleri, bir kadını “kadın” ve bir erkeği “erkek” yapan her şeyin, toplumda öğrenilmeye hazır duran bir tür paket programlar gibi düşünülebilir.
Androjen: Biyolojik olarak er ve dişilerin, biyolojilerine bakılmaksızın her ikisininde de hem kadınsı hem erkeksi özellikleri barındırmasıdır. Bem’in kavramlaştırdığı androjen birey kavramı ile cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında olması gerektiğini varsaydığımız eşleşmeye (eril beden ve “erkeksi özellikler” ile dişil beden “kadınsı özellikler” eşleşmesi) itiraz edilmiştir. Yaklaşım androjen bireyi hem “kadınsı” hem de “erkeksi” özellikleri edinmiş bir birey olarak tarif ederken, aynı zamanda ister istemez çeşitli sosyal özelliklerin ya da değerlerin “kadınsı” ve “erkeksi” olarak ayrılabileceğini de kabul etmiş olur.
Toplumsal Bir Kurgu Olarak Toplumsal Cinsiyet
Toplumsal inşacı olarak adlandırılan bu yaklaşım toplumsal cinsiyetin doğal bir olgu olduğunu kesinlikle reddeder.
Sosyal bilimciler insanlardaki birtakım davranış ya da özellik örüntülerini toplumsal cinsiyet olarak kavramlaştırmışlardır. Sosyal dünyayı anlamak ve tanımlamak için kullanılan bu kavram, sanki görünenin altında yatan, somut bir “şey” i yansıtıyormuş gibi düşünüldüğünde şeyleştirme yapılmış olur. Oysa sosyal inşacılar içimizde böyle bir öz ve böyle bir “şey” olmadığını, günlük yaşamdaki yapıp ettiklerimizle toplumsal cinsiyeti inşa ettiğimizi savunurlar.
Sosyal inşacılar kız çocukların kız oldukları için bebeklerle, erkek çocukların erkek oldukları için arabalarla oynadığını değil; tam tersine çocukların bebeklerle oynayarak “kız” olduklarını, çocukların arabalarla oynayarak “erkek” olduklarını ileri sürerler. Kadın ve erkek olmak tüm yaşamımız boyunca yapıp ettiklerimizle kadınlaşmamız ve erkekleşmemizdir. Yine bu yaklaşıma göre toplumsal cinsiyet tek tek bireylerin bir özelliği değil toplumsal bir sınıflandırma sistemidir.
Toplumsal cinsiyetin bir kurgu olması, onun gerçek sonuçlar üretmediği anlamına gelmez. İkili toplumsal cinsiyetin gerçek olduğuna o kadar inanırız ki böyle bir sınıflandırma sistemi içinden oluşan toplumsal cinsiyet normları sınırları içinde düşüncelerimizi, inançlarımızı ve eylemlerimizi düzenleriz. Diğer bir deyişle, aslında bir kurgu olan şey bizim gerçekliğimiz hâline gelir ve eğer toplumsal cinsiyet normlarının dışına çıkarlarsa kadınlar gerçekten örneğin “namus” gerekçesiyle öldürülür.
TOPLUMSAL CİNSİYET KALIPYARGILARI
Bir sosyal grubun üyeleri hakkında, aşırı genellenmiş, katı inançlara kalıpyargı (stereotip) adı verilmektedir. Bir grubu kalıplaşmış yargılar içine sokma o gruba sadece ad verme ya da onu etiketleme işlemi değildir. Bu etiket altına soktuğumuz insanların sahip olduğunu düşündüğümüz davranışları ve özellikleri hakkındaki varsayımlarımızdır.
Toplumsal cinsiyet kalıpyargıları: Kadın ve erkek kategorilerini homojenleştirerek, aşırı genelleme yaparak bu kategorilerin varsaydığı özelliklere sahip olduğu inancıdır. Kalıpyargı bilişsel bir olgu olarak kavramlaştırıldığı için başka bir bilişsel kavram olan şema ile de ilişkilendirilebilir. Şema bir grup hakkındaki çağrışımlar ağı, insanların dünyayı deneyimlemesine rehberlik eden bir zihinsel ağ olarak düşünülebilir. Toplumsal cinsiyet kalıpyargıları, kadın ve erkekler hakkında ortak sağduyuyu yansıtan inançlar ağı ya da şeması olarak tanımlanabilir.
Fiziksel Görünüme Ait Kalıpyargılar
Fiziksel görünüm açısından “kadınsılık” “zarafet”, “incelik” “yumuşaklık” gibi kalıpyargısal özelliklerle betimlenmektedir. Erkekler fiziksel görünüm açısından “erkeksilik” “uzun”, “sağlam”, “dayanıklı” gibi özelliklerle betimlenmektedir.
Toplumsal Cinsiyete Ait Kişilik Özellikleriyle İlişkili Kalıpyargılar
Bu araştırmalarda, erkekler genelde “bağımsız”, “aktif”, “öz güvenli”, “baskın”, “hırslı”, “duygularını belli etmeyen” gibi özelliklerle betimlenmişlerdir. Bunun tersine kadınlar “sıcak”, “nazik”, “anlayışlı”, “şefkatli”, “duygusal”, “duyarlı” gibi özelliklerle betimlenmişlerdir.
Erkekleri betimlediği düşünülen kişilik özellikleri araçsal özellikler, kadınları betimlediği düşünülen kişilik özellikleri duygulanımsal özellikler olarak adlandırılmıştır. Burada erkekleri ve kadınları betimlediği söylenen kalıpyargısal özelliklerin, kadınlar ve erkekler arasındaki “gerçek farklılıklar” olmaktan çok, insanların algılarındaki farklılıklar olduğunu unutmamak gerekir.
Toplumsal Cinsiyete Ait Rol Kalıpyargıları
Örneğin kadınlar içinde en yaygın olan kalıpyargısal kadın tipi “ev kadını/ anne” dir. Dünyadaki pek çok toplum için “gerçek kadın” olmak bir eş ve bir anne rolünü üstlenmek anlamına gelir. İnsanların zihninde “eş/ anne” kategorisi “fedakâr”, “ailesine odaklanmış”, “şefkatli” gibi özelliklerle temsil edilir.
Erkeklerin de erkeksi rol kalıpyargıları temelinde “atletik”, “maço”, “iş adamı” gibi belirli alt kategorilere ayrıldığı söylenebilir.
Kalıpyargılar kurtulunması gereken inanç sistemleridir. Toplumsal cinsiyet bağlamında toplumsal cinsiyet kalıpyargıları toplumsal cinsiyet eşitsizliğini üreten inanç biçimleridir.
Toplumsal Cinsiyete Ait Mesleki Kalıpyargılar
Genel olarak ana okulu öğretmenliği, manikürcülük, sekreterlik ve yakın zamanlara kadar hemşirelik sadece kadınlara ait olarak görülen mesleklerdir. Dikkat edilirse kadınlar evdeki rollerinin uzantısı sayılabilecek alanlarda meslek sahibi olmaya özendirilmekte ve yönlendirilmektedirler. (Bu, kadınların mühendis, fen bilimci ya da matematikçi olabilecek entelektüel özelliklere sahip olmadığı gibi bir yanlış inançtan kaynaklandığı kadar, kadının “daha az ciddi” mesleklerde çalışıp evine, çocuklarına bakması beklentisinden de kaynaklanmaktadır.).
Diğer yandan kamyon şöförlüğü, maden işçiliği, pek çok spor branşı birincil olarak “erkek işi” olarak kodlanmıştır. Bu tür uç örneklerde, kadınlar için getirilebilecek itiraz, kadınların bu işler için fazlasıyla “narin” olduğudur.
Toplumsal Cinsiyet Kalıpyargılarının Doğruluğu Sorunu
Kadın ve erkekleri tanımladığı düşünülen kalıpyargısal özellikler gerçekliğin kendisi midir ya da çok abartılı ve çok genellenmiş olsa bile hâlâ içlerinde gerçeğe ait bir parça var mıdır? Bu soruya bir yanıt vermek son derece zordur. Çünkü toplumsal cinsiyete dair gerçeklik ya da hakikati kim, neye göre ve nasıl tanımlayacaktır?
Toplumsal cinsiyet kalıpyargılarının gerçeği ne kadar yansıttığını sormaktan ziyade var olan toplumsal cinsiyet ilişkileri düzeninde bu tür kalıpyargılara sahip olmak, diğer deyişle sosyal dünyayı bu tür inançlarla anlamak ve bu dünya içinde bu inançlarla eylemek neye hizmet etmektedir, sorusunu sormak daha anlamlıdır. Örneğin bu inançlar yüzünden kadınlar erkeklerle eşit eğitim fırsatlarına sahip değildirler.
CİNSİYETÇİLİK
Sosyal psikolojide cinsiyetçiliğin bir çalışma alanı olarak ortaya çıkışı ABD’de 1970’ lerdeki kadın hareketi/ feminist hareketinin doğrudan bir sonucudur.
Kadınlara yönelik ayrımcılığı davranış düzleminde gösteren çalışmaların ardından, sosyal psikolojideki önyargı çalışmalarının tutum kavramı çerçevesine yerleştirilmesiyle birlikte cinsiyetçilik çalışmaları da tutum yani önyargı çalışmaları hâline gelmiştir.
Cinsiyetçilik bir tutumdur, hatalı ve katı genellemelere dayanır, değişime dirençlidir ve kötüdür. Ama daha spesifik olarak cinsiyetçilik şöyle tanımlanabilir: “Kadınların bir grup olarak varsayılan ikincilliklerine ve farklılıklarına dayalı olarak gösterilen önyargılı tutum ya da davranıştır”. Yani cinsiyetçilik sosyal psikolojik açıdan hem bir tutum (düşünce ve duygu) hem de davranıştır.
Cinsiyetçilik Kadın ve erkekler arasında varsayılan farklılıklara dayanarak toplumsal cinsiyet eşitsizliğini üreten bir ideolojidir.
Spence ve Helmrich tarafından 1972’ de Kadınlara Yönelik Tutumlar Ölçeği (KTÖ) geliştirilmiştir. Bu ölçekte şu türden yargı cümleleri yer almaktadır: “Kadınlar hakları konusunda değil, iyi bir eş ve anne olmak konusunda daha fazla endişelenmelidirler”. 1990’ lara gelindiğinde bu ölçekle yapılan çalışmalarda artık cinsiyetçilik ölçülemez hâle gelmiştir.
Yeni ya da Modern Cinsiyetçilik
Günümüzde sosyal psikolojide yeni ya da modern cinsiyetçilik yaklaşımları içinde en yaygın olanı Çelişik Duygulu Cinsiyetçiliktir (ÇDC). Bu bakış açısından kadınlarla erkekler arasındaki ilişkinin karşılıklı bağımlılığa dayanması, bu iki grup arasında hem düşmanlık üreten bir rekabet hem de sevgi üreten bir dayanışma ilişkisine yol açar. Böylece buradan iki eksenli bir cinsiyetçilik tanımına ulaşılır: Düşmanca cinsiyetçilik ve korumacı cinsiyetçilik.
düşmanca cinsiyetçilik formunun geleneksel rollerin içinde kalan kadınlara değil, bu rollerin dışına çıkan feministlere, kariyer yapmış kadınlara ve fahişelere yöneldiği kabul edilmektedir.
Korumacı cinsiyetçilik ise klasik önyargı tanımına ters bir biçimde kadınlara yönelik görünüşte “olumlu” tutumları ifade eder.
Bunlar kadınlar için bir tür “havuç” ve “sopa” işlevi görmektedir. Korumacı cinsiyetçiliğin, genellikle kadınlar açısından cinsiyetçilik olarak görülmediği için daha tehlikeli olduğu söylenebilir.
Genellikle sevgi, koruma, kıskançlık gibi popüler kültürde romantizmle ilişkilendirilen davranış biçimleri gerçekte kadınları kendi rızalarıyla erkeklerin denetimine sokan mekanizmalardır. Ama bu tür tutumlar, aynı zamanda kadını romantik bir ilişkide güzçsüzleştiren, erkek karşısında kadını edilgenleştiren, zayıf bir konuma yerleştiren sonuçlar üretir. Korumacı cinsiyetçiliğin kendini en çok gösterdiği davranış biçimleri romantik ilişkilerde kıskançlıkla ilgili olanlardır.
KÜLTÜR VE PSİKOLOJİ
Kültür en genel anlamda çevrenin insan yapısı olan parçası olarak tanımlanabilir.
Kültürün Psikolojiye Girişi: Kısa Bir Tarihçe
Deneysel psikolojinin kurucu babası olarak görülen Wilhelm Wundt, aynı zamanda ayrı bir sistem olarak Völkerpsikolojinin (halk psikolojisi) de kurucusudur ve sosyal psikolojinin tarihsel köklerinden biri olarak kabul edilen bu çalışma gerçekte dilin, geleneklerin, yani genel olarak kültürün deneysel olmayan çalışmasını içermekteydi. Psikoloji ve kültür ilişkisi açısından başka önemli bir tarihsel figür, modern kültürel antropolojinin öncülerinden Franz Boas’tır. Boas kişiliğin kültür tarafından belirlendiğini iddia etmiştir.
Sosyal psikoloji kuram ve araştırmalarının ezici çoğunluğu ABD’de yapıldığı için gerçekte bu çalışmalar, Amerikan kültürü içinden sorulmuş soruları ve cevapları içermektedir.
Kültürler Arası Psikoloji: Bireysel psikolojik ve sosyal fonksiyonellikler açısından kültürler arasında karşılaştırmalar yapan bir psikoloji disiplinidir.
Kültürel Psikoloji: Belirli bir kültürde ortaya çıkan sorunları araştırarak kültürel çoğunluk yoluyla globale ulaşmayı amaçlayan bir disiplindir.
Yerel psikolojiler ana akım psikolojiye (deneysel sosyal psikolojiye) tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu psikolojiler daha çok Batı dışı kültürlerde yaşayan araştırmacıların “kendi toplumsal ve kültürel öncüllerini daha yakından yansıtan bir bilim” geliştirme çabasını temsil eder. Diğer bir deyişle tek tek kültürlerden ortaya çıkan psikolojik
KÜLTÜR VE DEĞERLER
Değerler Birey ve toplumların görece istikrarlı bir şekilde tutumlarına yön veren anlayışlardır.
Psikolojide değerlerin çalışılması konusunda en çok bilinen ve en çok kullanılan yaklaşım Rokeach’ın yaklaşımıdır. Rokeach varlığın idealize edildiği ve kendisi değerli olduğu için benimsenen değerler ve değerli görülen duruma ulaşmak için araçsal olarak benimsenen değerler olarak değerleri ikiye ayırmıştır. Birinci grupta örneğin “eşitlik”, “özgürlük”, “mutluluk” gibi değerler sayılabilirken ikinci grupta “cesaret”, “nezaket”, “dürüstlük”, “sorumluluk” gibi değerler anılabilir. Daha sonraları Schwartz bu yaklaşımı genişletmiştir. Schwartz’ın elli dört toplumdan öğretmenler ve öğrenciler arasından aldığı örneklemde yapmış olduğu çalışmada on tane değer ortaya çıkmış ve bunlar iki boyutta sınıflandırılmıştır:
- Bir boyut benliği yüceltmeye (güç, başarı, hedonizm) karşı benlik aşkınlığı (evrenselcilik, yardımseverlik).
- Diğer boyut ise muhafazakârlığa (konformite, güvenlik, gelenek) karşı değişime açık olmak (benlik doğrultusunda davranmak, uyarılma aramak).
Boyutları, iki zıt ucu olan bir süreklilik çizgisi olarak düşünmeniz gereklidir.
Schwartz bu analizi kültür/ ülke düzeyinde gerçekleştirdiğinde yedi değer öne çıkmıştır: Muhafazakârlık, duygusal özerklik, entelektüel özerklik, hiyerarşi, eşitlikçi bağlanma, egemenlik, uyum (harmoni). Ve bunlar üzerinde yaptığı daha ileri analiz bunların iki uçlu üç boyutta toplanabileceğini göstermiştir: Muhafazakârlığa karşı özerklik, hiyerarşiye karşı eşitlikçilik ve egemenliğe karşı uyum.
Bu üç boyutun her biri tüm toplumlardaki temel meselelere işaret etmektedir: İlki bireylerin gruplarıyla nasıl ilişkilendiğini (gruba ya da topluma gömüklük veya ondan bağımsız olma) betimler. İkincisi insanların diğerlerinin refah durumunu ne kadar gözettiğini (ilişkilerin yatay veya dikey yapılanması) betimler. Üçüncüsü insanların doğal dünya ve sosyal dünyayla ilişkilerini (onlar üzerinde egemenlik kurma ve onları sömürme veya onlarla birlikte yaşama) betimler.
Buraya kadar sözü edilen çalışmalar kültürler arası farklılıkları anlamak bakımından önemlidir. Ancak kültürler arası psikolojideki değer araştırmalarını en çok etkileyen ve çok sayıda araştırma yapılmasına neden olan, bu çalışmalar değil, Hofstede’nin dev çalışması olmuştur.
- Güç Mesafesi:
- Bireycilik/ Toplulukçuluk
- Belirsizlikten Kaçınma
- Erkeksilik/ Kadınsılık
Daha sonra Hofstede bu dört boyuta iki boyut daha eklemiştir:
- Uzun ve Kısa Döneme Yönelme/ Zaman Yönelimi:
- Heveslilik/ Kendini Kısıtlama:
Bireycilik/ Toplulukçuluk Teorisi
Bireycilik ve toplulukçuluk arasındaki farklılık yukarıdaki gibi genel olarak bireyin kendisine odaklı olması ve bireyin ait olduğu gruba odaklı olması biçiminde tanımlanabilir. Göregenli’nin (1995) Türkiye toplumuna ilişkin yaptığı bir araştırmada, bizim toplumumuzun belirgin olarak bireycilik ya da belirgin olarak toplulukçuluk bağlamında sınıflandırılamayacağını, her ikisine ait özellikler gösterdiği bulgusuna ulaşılmıştır.
Bireycilik ve toplulukçuluk kavramları Hofstede tarafından ilk kullanıldığında ortaya çıkan önemli bir nokta, bu boyutlarla ülkelerin zenginliği arasındaki ilişki olmuştur. Bireycilik-toplulukçuluk puanları ile kişi başına düşen millî gelir arasındaki korelasyon (ilişki) araştırılmış ve bu korelasyonun yüksek olduğu bulunmuştur.
KÜLTÜR VE BENLİK
Kağıtçıbaşı benliğin farklı kültürel ortamlarda farklı şekillerde anlaşıldığını, benlik kavramının bizatihi evrensel olmasına rağmen hâlâ kültürler arasında farklılaştığını ileri sürer ve buna ilişkin bazı kültürlerden örnekler verir.
Benlik ve Bireycilik/ Toplulukçuluk
Normatif bireycilik ve toplulukçuluk “bireysel çıkarların grup çıkarlarının önüne konup konmaması”, ilişkisel bireycilik ve toplulukçuluk ise “kişiler arası mesafe olup olmaması” dır. Normatif bireycilik/ toplulukçuluk değerler bağlamında, ilişkisel bireycilik/ toplulukçuluk benlik kurguları bağlamında tanımlanır.
Bağımsız benlik: Ben ve ötekinin görece kesin sınırlarla ayrıldığı, ayrık benlik olarak da adlandırılan benlik türüdür. Karşılıklı bağımlı benlik: Ben ve ötekinin sınırlarının geçirgen olduğu ve ilişkisel benlik olarak da adlandırılan benlik türüdür. Bağımsız benliğin davranışları bireyin kişisel özellikleriyle şekillenir. Bu benliğin düşünce, duygu ve yetenek gibi içsel özellikleri istikrarlıdır. Ve daha çok bireyci kültürlerin baskın olduğu Batı’da görülen bir benlik türüdür.
Karşılıklı bağımlı benlik, ayrık benliğin tersine, sosyal ilişkilere sıkı bir şekilde bağlıdır ve sosyal ortamlara duyarlıdır. Bireyin davranışları daha çok diğer insanların duygu ve düşüncelerine göre şekillenir. Bu benlik türü de daha çok Doğu toplumlarında görülmektedir (Hogg ve Vaughan, 2011).
SAĞLIK PSİKOLOJİSİ
Batı toplumlarının tarihinde üç farklı tıbbi model hüküm sürmüştür: İlki Antik Yunan uygarlığı zamanında, ikincisi Orta Çağ’da hâkim olmuş ve üçüncüsü 1300’ lerden günümüze kadar hâkimiyetini sürdürmektedir.
Monizm: Beden ve zihnin (ya da ruhun ya da zihinsel süreçlerin) temelde tek bir öz olduğuna ve altlarında yatan tek bir gerçekliğin parçaları olduğuna ilişkin felsefi görüştür.
Dualizm: Beden ve zihnin (ya da ruhun ya da zihinsel süreçlerin) çok temel bir biçimde farklı özler olduğuna ilişkin felsefi görüştür. Hipokrat zihin ve bedenin doğası hakkında düalist bir görüşe sahipti ve bu nedenle hastalığın bedende olduğunu ve bu sürecin zihinden bağımsız gerçekleştiğini ileri sürdü.
Rönesans’la birlikte Avrupa’da tekrar araştırmalar başladı ve bunlar 1600’ lerdeki bilimsel devrime yol açtı. Ünlü filozof Descartes zihin ve bedenin ayrı yapılar olduğu görüşünü benimsedi ve bu görüşü geliştirdi. Ancak Descartes’a göre zihin ve beden ayrı olsa da aralarında etkileşim vardır.
Doktorlar tıbbi alanın sahibi hâline geldiler ve bedensel faktörlere, en çok da hücre düzeyindeki faktörlere odaklandılar. Hastalıkların tanı ve tedavisi sadece fiziksel kanıtlara göre yapılmaya başlandı. Bu görüşler, bugün öncelikle Batı’da ama artık neredeyse bütün dünyada sağlık ve hastalığa ilişkin biyotıbbi modelin gelişmesini sağladı.
Yukarıda belirtildiği gibi biyotıbbi model: Bedeni zihnin psikolojik ve sosyal süreçlerinden ayırır. Bütün hastalıkların ve fiziksel rahatsızlıkların yaralanma, biyokimyasal dengesizlikler, bakteriyel ve viral enfeksiyonlar vb. gibi nedenlerden kaynaklanan fiziksel durumun bozulmasıyla açıklanabileceğini iddia eder. Sağlığın doğası biyokimyasal ya da fizikseldir.
Ancak tüm bu teknolojik gelişmelere rağmen biyotıbbi model ciddi bir biçimde eleştirilmektedir. Bu eleştirileri şöyle sıralamak mümkündür. Biyotıbbi model İndirgemecidir. Bu yüzden sağlığın içerdiği diğer faktörlerin karmaşıklığını göz ardı eder. Mekaniktir. Bu yüzden her hastalığın birincil bir biyolojik nedeni olduğunu varsayar. Düalisttir. Bu yüzden bireyin sosyal ve psikolojik yanlarını ihmal eder. Empiristtir (görgülcüdür). Bu yüzden hastalıkların biyolojik nedenlerinin nesnel olarak saptanabileceğini varsayar. Hastalık odaklıdır. Bu yüzden sağlığı değil hastalığı vurgular. Müdahalecidir. Bu yüzden aşırı biçimde müdahale eder.
Biyotıbbi model enfeksiyon hastalıklarında faydalı bir modelken bugünkü hastalıklarda yetersizdir. Kalp hastalıkları, kanser, inme ve diyabet gibi kronik hastalıklar çoklu nedenli hastalıklardır ve bunların ortaya çıkmasında psikolojik, davranışsal ve sosyal faktörler rol oynar. Bunlar yaşam tarzı hastalıkları olarak bilinir ve diyet, egzersiz ve sigara gibi günlük davranışlar bu kronik hastalıklar açısından insanları risk altına sokar.
Akut hastalıklar: Görece kısa süren hastalıklardır. Kronik hastalıklar: Süregiden ve genellikle geriye döndürülemeyen hastalıklardır.
Yirminci yüzyılda yaşanan büyük değişimin ikincisi sağlığın tanımına ilişkindir. Sağlık öncekinden çok daha geniş bir biçimde tanımlanır hâle geldi. 1948’ de Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından sağlık “sadece hastalık ve güçsüzlüğün yokluğu değil, fiziksel ve sosyal açıdan tam bir iyilik hâli” olarak tanımlanmıştır. Bu tanım üç açıdan radikal bir tanımdır: Negatif değil pozitif bir tanımdır. Sağlık sadece hastalığın yokluğu hâli değildir. Sağlığın çok yönlü bir olgu olduğu kavrayışı vardır. Yani sağlığın fiziksel, zihinsel ve sosyal yönleri vardır. Tanım politik ve sosyal sorgulamaları içerir. Örneğin “tam bir iyilik hâli” yoksulluğun ortadan kaldırılması ve özgürlük, insanların adaletli bir toplumda yaşamasını sağlamak vb. olarak yorumlanabilir.
Biyopsikososyal Model: Bu model temelde sağlık ve hastalığın biyolojik, psikolojik ve sosyal faktörlerin etkileşimiyle ortaya çıktığını kabul eder. Örneğin genetik yatkınlık gibi biyolojik faktörler, sigara ve stres gibi davranışsal faktörler ve sosyal destek ve akran ilişkileri gibi sosyal koşulların hepsi bir hastalığın (örneğin kanser) ortaya çıkmasına katkı yapabilir. Zihin-beden görüşü açısından, bu modelde bütüncül (holistik) yaklaşım benimsenir. Yani hem zihin hem beden sağlık ve hastalık hâllerinin bir parçasıdır. Ve bu model Dünya Sağlık Örgütünün sağlık tanımıyla uyumludur. Bu görüşe katılanlar, bu modelin açık bir teorik çerçevesi olmadığını da belirtirler.
SAĞLIK PSİKOLOJİSİ NEDİR?
Sağlıkla ilgili geniş yelpazeye yayılan konuları (sağlıkla ilişkili davranışlar, hastalık etiyolojisi, hastalıkların tedavisi, sağlık hizmet sistemleri ve politikaları vb.) hakkında bilgi ve pratik üreten, psikolojinin alt disiplinidir. Bu tanım, temelde fiziksel sağlıkla ilgili dört geniş alanda sağlık psikolojisine bir rol biçer.
- Sağlığı sürdürmek ve teşvik etmek:
- Hastalığı önlemek ve tedavi etmek:
- Hastalığın nedenlerini çalışmak:
- Sağlık hizmetleri sistemini ve sağlık politikalarını geliştirmek (iyileştirmek):
Sağlık Psikolojisinde Yaklaşımlar
Sağlık psikolojisi içinde dört yaklaşım ayırt edilebilir: Klinik temelli sağlık psikolojisi, kamu temelli sağlık psikolojisi, topluluk temelli sağlık psikolojisi ve eleştirel sağlık psikolojisi.
Klinik temelli sağlık psikolojisi daha çok araştırmaya dayalı bir alandır ve sağlık hizmetleri sistemi içinde çalışır. Klinik temelli bilgi hastalarla yapılan çok geniş ve çeşitli klinik çalışmaya uygulanır.
Kamu temelli sağlık psikolojisi tek tek hastalarla ve tedavileriyle çok daha az ilgilenir. Daha çok belirli bir nüfus (popülasyon) düzeyinde sağlığın teşvikine ve önleme çalışmalarına odaklanmıştır.
Topluluk temelli yaklaşımda topluluk ve gruplara odaklanılır. Onlarla birlikte çalışılarak hastalıklarla savaşmak, sağlığı teşvik etmek ve sosyal değişmenin gerçekleşebilmesi için bu grupları güçlendirmek amaçlanır.
Aralarında pek çok farklılık olsa da eleştirel psikologlar, psikolojideki teori ve pratiklerin sorgulanması gerektiği görüşünü paylaşırlar. Psikoloji bilgi ve pratiklerini sorgulamanın amacı, bu bilgi ve pratiklerin adaletsiz ve eşitsiz statükonun sürdürülmesine nasıl katkı yaptığını saptamaktır. Bu yaklaşımda güç ya da iktidar kritik bir kavramdır.
YAŞAM TARZI VE SAĞLIK PSİKOLOJİSİ
Yaşam tarzı: Bireyin sergilediği spesifik davranışları da içeren, bireyin hayatını yaşama biçimidir.
Daha önce de belirtildiği gibi nasıl yaşadığımız ve ne yaptığımız sağlığımızı etkilemektedir. Artık pek çok toplumda kamusal sağlığı korumak için tedbirler (örneğin temiz içme suyuna erişim) alındığı ve popülasyon düzeyinde sağlık koşulları iyileştirildiği için enfeksiyon hastalıklarından ölüm oranı düşmüş ve daha uzun yaşam beklentisi gelişmiştir.
Yirminci yüzyılda geleneksel biyotıbbi yaklaşımdan ortaya çıkmış olan sağlık teşvikinin önemli bir parçası hastalıkların önlenmesidir. Sağlık teşviki yaklaşımında hastalıkların önlenmesinin iki temel yolu vardır.
- Birincil koruma hastalıkların gelişmesini önleyecek sağlıklı yaşam tarzlarının teşvikidir.
- İkincil koruma hastalıkların olabildiğince erken teşhis ve tedavi edilmesidir.
Sağlık teşviki: Bireyler, topluluklar ve popülasyonların sağlığını geliştirecek değişiklikleri teşvik etmek üzere dizayn edilmiş müdahalelerdir. Bu müdahaleler yönetimsel, çevresel ve yasama süreçlerinden bireysel davranışlara kadar bir çeşitlilik gösterir.
YAŞAM TARZLARINI ETKİLEMEK
Buradaki varsayım “doğru” bilgiye sahip olmanın otomatik olarak davranışları değiştireceğidir. Ancak bu varsayım problemlidir (Bu nokta ünitenin sonunda ele alınmıştır). Bu müdahaleler temelde bireyi odak noktasına koymuştur. Bireye odaklandığı için de kişiye ait, içsel olan faktörleri dikkate alır; kişilik, öğrenme, sosyalleşme, duygusal faktörler, kişisel amaçlar, algısal ve bilişsel faktörler gibi.
Sosyal Biliş Yaklaşımları
Bu alanda çalışan psikologlar diş fırçalamadan doğum kontrol hapı, sigara, egzersiz ve alkol kullanımına kadar çok çeşitli davranışları ele almıştır.
Sosyal bilişte sağlıkları üzerinde kontrolleri olduğuna inanan insanların sağlığı teşvik edici yönde davranma olasılıklarının daha fazla olduğu öncülüne dayanır. Bu yaklaşımın kökleri sosyal öğrenme teorisindedir.
Rotter, içsel kontrol odaklı ve dışsal kontrol odaklı olmak üzere insanları ikiye ayırmıştır. İçsel kontrol odaklı insanlar olayların kendi davranışlarının sonuçları olduğuna ve dolayısıyla olayların üzerinde kontrolü olduğuna inanırlar. Dışsal kontrol odaklı insanlar ise olayların davranışlarıyla ilişkili olmadığına ve dolayısıyla kendi kontrollerinin dışında olduğuna inanırlar.
Fiziksel sağlığa ilişkin olarak kontrol odağının ölçümünde Çok Boyutlu Sağlık Kontrol Odağı Ölçeği kullanılmaktadır. Bu ölçekte, sağlık kontrol odağı üç boyutta ölçülmektedir:
- İçsel sağlık kontrol odağı (“ Sağlığım benim kontrolüm altındadır.”)
- Güçlü olan başkalarının kontrol odağı (“ Ailemin hasta ya da sağlıklı olmamla çok ilgisi vardır.”)
- Şans kontrol odağı (“ Sağlıklı olmam büyük ölçüde talihli biri olduğum içindir.”)
İçsel kontrol odağı yüksek olan insanlar sağlıklı davranışları daha fazla yapanlardır. Öz yeterlik de kontrol odağı kavramına benzer bir şekilde kontrol algısının önemli olduğunu vurgular ve beklentiye dair bilişlere dayanır. Ancak öz yeterlik sağlıkla ilişkili davranışları tahmin etmede daha başarılı bir kavramdır.
Bu yaklaşımda davranışın üç tür beklenti tarafından belirlendiği ileri sürülür:
- Durum-sonuç beklentileri: İnsanların eyleme geçmezlerse ne olacağına dair inançları
- Eylem-sonuç beklentileri: İnsanların belirli bir şekilde davranırlarsa ne olacağına dair inançları
- Yeterlik beklentileri: İnsanların istenen sonuca ulaşmak için belirli bir davranışı yapma yeterliğinin olup olmadığına dair inançları
Örneğin bireyler sigara içmekle akciğer kanseri arasında bir bağlantı algılıyorlarsa (durum-sonuç beklentisi), sigarayı bıraktıklarında akciğer kanseri olma olasılıklarını azalttıklarına inanırlarsa (eylem-sonuç beklentisi) ve sigarayı bırakmak için gereken beceri ve iradeye sahip olduklarını hissederlerse (yeterlik beklentisi) sigarayı bırakmaya daha fazla çabalayacaklardır.
Tutum Modelleri
Tutumlar, inançlar ve davranış arasındaki ilişkiler uzun zamandır sosyal psikologları ilgilendiren bir konudur. Modellerin hepsinde tutumların, algıların, bilginin ve inançların davranışı belirlemede temel bir role sahip olduğu görüşü vardır. Bunlar “davranışı şekillendiren ve bireyin sosyalleşmeyle edindiği özellikleri” olarak tanımlanmıştır ve bu yüzden de değişmeye açıktır.
Sağlık İnanç Modeli
Bu modele göre sağlıkla ilişkili davranışların kişi tarafından benimsenip benimsenmemesi iki türde bilişsel değerlendirmeye ve tetikleyici faktörlere bağlıdır:
- Bir sağlık sorununun ne kadar tehdit edici olduğuna dair değerlendirme , söz konusu soruna/ hastalığa karşı hassasiyet (“ Bu hastalığa yakalanma ihtimalim ne kadar?”) durumun ciddiyeti (“ Eğer bu hastalığa yakalanırsam sonuçları ne kadar ciddi olur?”) hakkındaki inançlara dayalıdır.
- Hastalık tehdidini azaltmayı sağlayacak davranışları değerlendirme, davranışın yararları ve bedelleri konusundaki algılara (“ Bu davranışı yapmanın benim için bedeli nedir, ne kadar zaman harcamam gerekir, ne kadar çaba harcamam gerekir, ne kadar para harcamam gerekir, bu davranış beni daha sağlıklı yapar mı, benim hastalık riskimi azaltır mı?”) dayalıdır.
Eylemi tetikleyiciler fiziksel belirtilerde olduğu gibi içsel olabilir ya da medya kampanyaları, diğerlerinden alınan tavsiyeler ya da aileden birinin hasta olmasında olduğu gibi dışsal olabilir. Davranışla modelin önerdiği boyutlar arasında tutarlı korelasyonlar bulunmuştur ancak bu korelasyonlar zayıftır.
Planlanmış Davranış Teorisi
Planlanmış davranış teorisi de sağlık psikolojisinde çok yaygın kullanılmaktadır. Teoriye göre davranışa etki eden temel unsur, bireyin bir davranışı yapmaya yönelik niyetidir. Tutum kişinin söz konusu davranışa yönelik inanç ve duygusal değerlendirmelerini içerir. Örneğin tutum, kişinin tuzsuz yemeye yönelik tutumu (yaklaşımı) nasıl, sorusuna verilen cevaptır.
Algılanan davranışsal kontrol kişinin söz konusu davranışı gerçekleştirecek yeteneği ya da iradesi olup olmadığına dair algısıdır. Algılanan davranışsal kontrol hem davranışa yönelik niyeti hem de davranışın kendisini etkileyebilir.
Sağlık psikolojisinde yapılan pek çok araştırma planlanmış davranış teorisini desteklemiştir. Üç boyutlu model ile niyet arasında güçlü korelasyonlar bulunmuştur ancak niyet ile davranış arasındaki korelasyon daha düşüktür.
Evre Modelleri
Şimdiye kadar sözü edilen teori ve modeller statiktir. Oysa evre modelleri kişinin yaşam tarzı değişikliği yapma sırasında farklı zamanlarda farklı biliş ve süreçleri kullandığını ileri sürer. Sağlık psikolojisinde en iyi bilinen evre modeli Değişme Evreleri Modeli ya da diğer adıyla Transteorik Modeldir. Bu modelde bireylerin herhangi bir yaşam tarzı değişikliği yapmaya giriştiklerinde beş evreden geçtikleri ileri sürülür. Örneğin sigarayı bırakmak için bir bireyin şu beş evreyi takip etmesi beklenir:
- Ön düşünme: Kişi sigara içmesiyle ilgilenmez ve sigarayı bırakmaya niyeti yoktur.
- Düşünme: Kişi belirsiz bir biçimde sigarayı bırakmayı düşünür fakat böyle bir değişim kararı almamış ve bunun nasıl olacağını düşünmemiştir.
- Hazırlık: Kişi sigarayı bırakmaya niyetlenir ve bunu nasıl başarabileceğini planlamaya başlar.
- Eylem: Kişi gerçekte sigarayı bırakmaya çalışır.
- Sürdürme: Kişi altı ay boyunca sigarasız yaşamıştır ve tekrar başlamayı önlemeye çalışır.
Bu modelin faydalı yanı lineer (doğrusal) değil, döngüsel olmasıdır. Bireyler farklı evreler boyunca ileri ya da geri gidebilirler.
Yaşam Tarzı Değişikliklerine Yönelik Sosyal Biliş Yaklaşımının Eleştirisi
Bu teorilere ve modellere bu kadar dikkat ve kaynak ayrıldığı hâlde ne davranışı tahmin etmede ne de davranışı değiştirmede başarılı olamamışlardır. Belirli bir birey (Avrupa merkezli birey) anlayışına sahiptirler ve bu yüzden bu modellerin diğer kültürlere uygun mesajları yoktur.
Sosyal biliş modelleriyle ilgili bir başka büyük problem insanı aşırı rasyonel birçok seçenek içinde neredeyse istatistik işlem yaparak karar veren bir varlık olarak göstermeleridir. Bu modellere göre eğer ileriki yıllarda olumsuz etkisi olabilecek bir davranış hakkında doğru bilginiz varsa ve hâlâ bu davranışı sürdürüyorsanız siz “irrasyonelsiniz” demektir.
Galler’de yapılan bir çalışmada da katılımcıların neredeyse hepsinin kalp hastalıklarıyla ilişkili sağlıksız davranışlar hakkında detaylı ve kesin bilgileri olmalarına rağmen bu davranışları sürdürdükleri gözlenmiştir. Bu kişilerin bu davranışları yapmaları daha geniş kişisel ve sosyal bağlam içinde “rasyonel” dir.
Bireyselci Yaklaşım, Yaşam Tarzlarını Değiştirmede Ne kadar Etkili?
Frankel ve meslektaşları on yıllarca süren sağlığa zararlı olan davranışları değiştirme çalışmalarına rağmen bilgi sağlamanın etkisinin ve tutumları değiştirme girişimlerinin hayal kırıklığı yarattığını ileri sürer. Özetle bireyselci yaklaşım içinden gelişen teori ve modeller sağlıkla ilişkili davranışlar hakkında derinlikli bir anlayış geliştirmede yetersiz görünmektedir.
İnsanlara ne yapmaları, hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiği söylenmesi insanların tavsiye edilenin tam tersi yönde davranmalarına yol açabilir. Bu olgu kısmen de olsa psikolojik tepkisellik teorisi ile açıklanabilir. Tepkisellik teorisi, insanların eylem özgürlüklerine yönelik bir tehdit hissinin onları özgürlüklerine sahip çıkacak bir güdüsel duruma soktuğunu ileri sürer. Bu da tehdit edilmiş özgürlüğü kişi için daha değerli hâle getirir.
İma ettiği bu sonuçların yanı sıra, bireyselci yaklaşımın sağlığı önemli bir biçimde etkileyen sosyal ve ekonomik faktörler yerine yanlış bir biçimde bireyleri hedef aldığı düşünülmektedir. Politikacılar tarafından bu yaklaşım benimsenir çünkü daha kolaydır, bürokratlar tarafından benimsenir çünkü sorunu daha yönetilebilir hâle getirir, tıbbi kurumlar tarafından benimsenir çünkü bu kurumların bu alandaki gücünü artırır.
Böyle bir perspektiften sağlık teşvikinde “yaşam tarzına” odaklanmanın yanlış anlaşıldığına dikkat çekilir. Çünkü bireylerin davranışlarını değiştirmek, kötü sağlığın yapısal nedenlerini ortadan kaldırmaz. Yapısal-kolektif yaklaşım lokal olarak küçük ölçekte uygulanabileceği gibi sağlıkla ilgili yasaları çıkarmak gibi daha geniş bağlamlarda da düşünülebilir.