Soren Kierkegaard – Korku ve Titreme – Kitap Özeti

Soren Kierkegaard Korku ve Titreme’de, Tanrı için bir şeyden vazgeçmek ve Tanrı yoluyla bir şeye kavuşmaktan oluşan sonsuzluğun çifte hareketini irdeliyor. Absürde (saçmaya) inanma durumuyla uslamladığı bu durumda bir insan önce dünyevi isteklerden Tanrı uğruna vazgeçer ve sonra Tanrı için her şeyin mümkün olduğunu, onun, saçma gelen ve insan mantığına aykırı şeyleri de gerçekleştirme beceri ve iradesinin bulunduğunu görerek, tekrar dünyevi tutkulara geri döner. 

Korku ve Titreme’de buna örnek olarak, İbrahim peygamberin oğlunu Tanrıya kurban etmek istemesi değişik açılardan ele alınır, ve bir insanın, daha yüce bir talep karşısında etiğe uygun bulmadığı şeyi de yapabileceği ve dolayısıyla dini öngörülerin bazen etikle çatışabileceği ve etiği askıya alabileceği sonucuna ulaşılır. Yani o zaman, saçma, günah, ayıp, yasak addedilen şeyleri istemekte de bir sakınca bulunmamalıdır. Paradoksun kalbinde bu gibi ikilemler ve çelişkiler yatar. 

Kierkegaard ‘ın felsefesine ve elinizdeki yapıta daha yakından bakmadan önce, etik ve ahlak kavramları arasındaki farkı betimlemek faydalı olacaktır; zira Kierkegaard ahlak ile değil etik ile ilgilenir

Ahlak-geleneği, başkalarına ahlaken nasıl davranılacağına odaklıdır. Ahlak-geleneği iyi veya kötü davranışı, doğru ve yanlışı, yasak ve zorunluluğu vb. değerlendirir. Ahlak-geleneği özünde örf ve adetler üzerine kuruludur. Yani insan, değerlendirmelerini, başkalarına nasıl davranacağımıza ilişkin mevcut ve geçerli normlar üzerinden yapar. Ahlak-geleneğinin odak noktası iyi insandır. İyi insandan anladığımız, görev ve sorumluluklarını genelde yerine getiren insandır.

Ahlak-geleneğinin karşıtı etik-geleneğinde ise Antik Yunan düşünürleri ve özellikle Aristoteles, “etik” sözcüğüne “örf ve adetler”in ötesinde bir anlam yüklemiş ve odak noktasını “iyi insan”dan “iyi yaşam“a çevirmiştir. Buna göre insan başkalarına değil, kendisine karşı sorumludur. Etik, iyi yaşam teorisini irdelemede kullanılır, bu teori kişinin nasıl iyi bir yaşam süreceğine odaklanır.

Aristoteles, bir insanın “iyi” olabilmesi için belirli yeteneklere, becerilere ve belirleyici vasıflara sahip olması ve bunları uygulaması gerektiğini söyler. Dürüstlük ve sorumluluk bunların en önemlileridir. Farklı insanların farklı yetenek ve potansiyelleri olduğuna göre, iyi yaşamın da herkes için aynı olması gerekmez. 

Korku ve Titreme’deki sorular, 160 yıllık olsalar bile, hala güncelliklerini korur. Bu özellikle etik ve din arasındaki çelişki için geçerlidir. Nihai ve mutlak bir ahlaki kuralın kökeni ne olabilir? Sorumluluklar Tanrıya mı yoksa topluma mı karşıdır?

GİRİŞ

Bugünlerde kimse imanda takılıp kalmıyor, ilerliyor. Nereye varılacağı şeklinde bir soruya acelecilik ve düşüncesizlik olduğu kadar, bir nezaket ve terbiye emaresi olarak da bakılabilir. Burada herkesin iman sahibi olduğunu, zira aksi takdirde ilerlemekten bahsetmenin garip olacağını farz ediyorum. Eskiden bu farklıydı, imana tüm yaşamı kapsayan bir görev olarak bakılırdı, zira iman ustalığının ne günler ne de haftalar zarfında kazanılabileceği varsayılırdı.

DUYGULANIM

Ve Tanrı İbrahim’e dedi ki, İshak’ı, çok sevdiğin biricik oğlunu al ve Moriya denen diyara git ve oradaki, sana göstereceğim bir dağda onu yakarak kurban et.

İnsanlığı bir araya getiren hiçbir kutsal bağ olmasaydı, her bir insanın soyu topraktan, tıpkı ormanın dibindeki sarmaşık yaprakları gibi orada burada rastgele biter olsaydı, o vakit hayat ne boş ve kasvetli olurdu! Lakin sırf bu yüzden böyle olmadı, ve Tanrı erkekle kadını yaratırken, kahramanla şairin yanında hatibi de biçimlendirdi.

Bu dünyadan gelmiş geçmiş hiçbir büyük insan unutulmayacak; fakat her biri daima kendi tarzında ve aşkla sevdiğinin büyüklüğü nispetinde büyükleşti. Ancak, Tanrıyı aşkla seven hepsinden çok büyükleşti. Biri mümkünü umarak, bir diğeri sonsuzu umarak; fakat imkansızı uman hepsinden çok büyükleşti. Herkes hatırlanacak, ama herkes ancak savaştığının büyüklüğü nispetinde büyükleşti.

Kendi bilek gücüyle büyükleşen de oldu, bilgeliğiyle büyükleşen de; umuduyla büyükleşen de oldu, aşkla büyükleşen de, ama İbrahim hepsinden de büyüktü. O, çaresizlikten gelen güç, püf noktası hata olan bilgelik, çılgınlık görünümündeki umut, kendine karşı nefret olan aşk ile büyüktü. 

İbrahim oğluna öylesine derin bir aşk duyuyordu ki, bunun vaazlarda ‘oğul sevgisi’ diye geçen türden vicdani bir babalık görevi olduğunu söylemek haksızlık olur. Yakup’un 12 oğlu vardı ve o içlerinden birini sevdi, İbrahim’in ise sevecek bir tek oğlu vardı.  Lakin İbrahim iman etti ve şüphe etmedi, mantıksız olana inandı.

Ve İbrahim sabah erkenden kalktı. Bir şenliğe gidiyormuş gibi hızla yola koyuldu. Sara’ya hiçbir şey söylememişti. Ateşlik odunları kırdı, İshak’ı bağladı, ateşi yaktı, bıçağı çekti.

Pek çok baba evlat acısının, bu dünyada en sevdiğini kaybetmenin acısı olduğuna inandı, gelecek umutları teker teker ellerinden alınmış gibi bir acı; ama o çocukların hiçbiri, İshak’ın İbrahim için olduğu anlamda, vadedilmiş çocuk değildi.

Şüphe etmedi, korku ve endişeyle sağa sola bakınmadı, dualarıyla göklere meydan okumadı. O, onu sınayanın her şeye kadir yüce Tanrı olduğunu biliyordu; o, ona emredilenin fedakarlıkların en büyüğü olduğunu biliyordu. Fakat o, Tanrı buyruğu olunca hiçbir fedakarlığın haddinden büyük olmadığını da biliyordu ve bıçağı çekti. 

PROBLEMATA – Yürekten Gelen Yakınma 

Göze görünen, maddi dünyadan alınmış eski bir özdeyişte şöyle denir: “Ekmeği çalışan kazanır.” Ne tuhaftır ki bu özdeyiş kendine en yakın olan dünyaya uymaz. Zira dış dünya kusur kuralına tabidir, ve bu tekrarlanır gider. Öyle ki çalışmayan kişi de bu dünyada ekmeğini hep kazanır, hatta pinekleyen kişi çalışandan daha da fazlasını kazanır. Dış dünyada her şey, onu elinde tutana aittir ve yüzükteki cin onu takana itaat eder. Dünyanın ganimetlerini her kim elinde tutuyorsa, onların sahibi de bu kişidir, nasıl elde etmiş hiç fark etmez. Manevi dünyada ise bu farklıdır. Burada ebedi bir ilahi düzen hüküm sürer. Yağmur burada hem adaletlinin hem adaletsizin üzerine yağmaz.

Bu maddi dış dünyanın dinamiğini manevi dünyada devreye sokmaya çalışır Bilim. Büyüklüğü bilmenin, yeterli olduğu kanısındadır, başka bir iş yapmak öngörülmez.

İbrahim’in hikayesinin olağanüstü özelliği, onu ne kadar az anlasak da, görkemini hep korumasıdır. Fakat tabi yine gereken, buna çalışmak ve zahmete girmektir. Ancak çalışmak istemeyen de hikayeyi anlamak istiyor. İbrahim’in şerefinden laf ediyor, ama bunu nasıl yapıyor? Gayet sıradan bir anlatımdan yararlanıyor: Tanrıyı böylesine severek, ona, sahip olduğu en iyi şeyi kurban etmeyi kabul ederek büyüklük gösterdi. Çok doğru; ancak, “en iyi” belirsiz bir tabirdir.

İbrahim’in hikayesinde adanan kaygıdır. Bir baba oğluna karşı yükümlülüğün en güçlüsünü ve en kutsalını taşır. Oysa kaygı; rahatına düşkünler için tehlikeli bir durumdur. İnsanların, İbrahim’den söz ederken bu noktayı unutmalarının nedeni budur.

İki ifadeyi değiş tokuşlu kullanırlar: İbrahim’in yaptığına etik anlamda bakıldığında, o oğlunu öldürmeye hazırdı, dinsel anlamda bakıldığındaysa, o İshak’ı kurban etmeye hazırdı. Fakat tam bu tezatta, herkesi uykusundan edecek bir keder ve ızdırap yatıyor, ve bu ızdırap olmasa İbrahim farklı biri olurdu.

İbrahim’i anlatma şansı bana düşmüş olsaydı, işe onun ne ölçüde dindar ve içinde Allah korkusu taşıyan bir kişi, Tanrının seçilmiş kulu olmaya layık olduğunu göstererek başlardım. Yalnızca böyle bir insan bu tür bir sınamaya tabi tutulur; lakin böylesi nereden bulunacak? Sonra İbrahim’in İshak’ ı nasıl sevdiğini betimlerdim. En son olarak da sözlerimin bir baba sevgisi kadar sıcak ve coşkun olabilmesi için tüm iyi ruhlardan yardım dilerdim. Onu öyle bir anlatabilmek isterdim ki, tüm dünyada oğlunu böyle sevdiğini iddia edecek kadar cüretkar babaların sayısı az olsun.

Aşkın hiç olmazsa şiirlerde vekilleri var, ve insan bu ananeyi sürdüren bir sesi tek tük de olsa işitebiliyor; fakat iman hakkında bir tek sözcük duyulmuyor, bu tutkunun hürmeti aşkına kim konuşuyor acaba? Felsefe ilerliyor. Teoloji takıp takıştırıp, pencerenin önünde oturmuş, felsefeye kur yapıyor. Hegel’i anlamak zordur derler ama İbrahim’i anlamak işten bile değildir.

Ben kendi hesabıma Hegelci felsefeyi anlayabilmek için kayda değer bir vakit ayırdım, aşağı yukarı anladığıma da inanıyorum; onca zahmetime karşılık bir iki noktayı kavrayamamış sam, bunun asıl Hegel’in pek açık seçik olmamasından ileri geldiğine inanacak kadar da gözükarayım. Bunu rahatça, doğal şekilde yapıyorum, kafam bundan zarar görmüyor. Ancak İbrahim üzerinde düşünecek olsam, sanki mahvoluyorum. 

Felsefenin, imanın yerine başka bir şeyi koyarak, aşağılanmasına göz yummasının dürüstlük olmadığına inanıyorum. Felsefe bize imanı veremez ve vermemeli de; ancak o kendisini anlayıp, ne sunduğunu bilmeli, ama bir şey almadan; insan azına sahipse bile, bunu ona bir hiçmiş gibi farz ettirip, dolandırmadan.

Genel kanıya göre, iman ortaya bir sanat eseri çıkarmaz, genel kanı bunun sadece az çok kaba tabiatlara mahsus kaba ve hantal bir çalışma olduğu yönündedir. Lakin asıl durum bundan hayli farklı. İmanın diyalektiği, hepsinin içinde en güzeli ve fevkaladesidir. Öyle bir rakıma sahiptir ki, onu sırf tasavvur edebilirim, daha fazlasını yapamam.

Tanrıyı, imanı olmaksızın seven kişi aslında kendini, Tanrıyı imanla sevense Tanrıyı düşünür. İbrahim tam bu uçta duruyor. Son etap; sonsuz tevekkül; Sonsuz tevekkül imandan evvel gelen en son aşamadır, bu hareketi yapmayan, iman sahibi olamaz; zira ancak bu sonsuz tevekkül sayesinde, kalıcı bir geçerlikle kendim karşısında açıklık kazanırım. İman gücüyle yaşamı kavramak ancak o zaman söz konusu olabilir. 

İman kalbin doğal bir eğilimi değil, yaşamın paradoksudur. Şöyle ki;

  • Ben tevekkül sayesinde her şeyden feragat ederim, bunu kendi başıma yaparım, ve yapmadığım zaman, bu, korkak ve zayıf olduğum, ve şevkten ve herkese bahşolunmuş o asil değerliliğin, kendi kendinin sansürcüsü olmanın, önemini hissedemediğim içindir,
  • Ben imanla her şeyden feragat etmem, bilakis ben imanla her şeyi kazanırım, şu anlamda: bir hardal tohumu kadar imanı olan, dağları yerinden hareket ettirebilir. İbrahim imanı sayesinde İshak’tan feragat etmedi, İshak’ı kazandı.

Herkes İbrahim hakkındaki hikayeyi farklı anlıyor. İshak’ ı ona yeniden bağışladı diye Tanrının rahmetini övüyor, hepsi sadece bir sınamaydı diyor. Bir sınama, bu sözcük hem çok fazla hem çok az şey ifade edebilir, ve yine de her şey sözcüğe döküldüğündeki kadar hızlı olup biter.

Benim burada İbrahim’in hikayesi ile kastım, orada yatan diyalektiği bir problemata olarak gün ışığına çıkarmak, imanın ne korkunç bir paradoks olduğunu göstermek. bir cinayeti kutsal yapmayı ve Tanryı hoşnut kılan bir harekete dönüştürmeyi başaran bir paradoks, İshak’ı İbrahim’ e geri veren bir paradoks. O hiçbir düşünce tarzıyla kavranılamaz, zira iman tam da düşüncenin bıraktığı yerden başlar

Problema I – Etik Askıya Alınabilir mi?

Etik haddi zatında tümeldir. Tümel olduğundan herkes için geçerlidir. Zira imandaki paradoks bireyin iman nedeniyle yaptığı bir harekette evrenselden daha üstün olmasıdır.

İmandaki paradoks şundan ileri gelir; birey tekil olarak tümelin üzerindedir, ve tümelin karşısında, onun astı değil üstü olarak meşrudur. Bu bireyin şahsında mutlak olanla direkt bir bağ içindedir. Bu pozisyon aktarılamaz. Bu paradoks, düşünce için erişilmesi imkansız olarak kalacaktır. Lakin iman işte bu paradokstur. İbrahim’in hikayesinde etiğin ereksel tecridi işte böyle oluyor.

İbrahim hareketlerinde absürtten güç alır; absürt olan, İbrahim’in tekil konumda tümelden daha üstün olmasıdır. Ve absürde dayanarak İshak’ı tekrar kazanır. Bu nedenle İbrahim, bende takdir uyandırmakla birlikte beni dehşete de düşürür. Kendini yok sayan ve sorumluluk için feda eden, sonsuzu kavrayabilmek uğruna sonludan vazgeçer ve tamamen güvendedir.

İbrahim’in hikayesi, etiğin ereksel anlamda askıya alınmasına içkindir. Tekil, birey olarak tümelden daha yüksek konumdadır. Bu aktarılması olanaksız bir paradokstur. Paradoksa nasıl girdiği de, nasıl içinde kaldığı kadar tarifsizdir. İbrahim’in durumu eğer bu değilse, o bir cani olabilir. Bu anlamda iman bir mucizedir.

Problema II – Tanrıya Karşı Mutlak Bir Görev Var Mıdır?

Etik tümeldir, ve bu itibarla tanrısaldır. O zaman her görev esasen bir Tanrı görevidir diyebiliriz fakat o zaman, benim aslında Tanrıya hiçbir görevim yok demiş oluruz.

İmanın paradoksu şudur; kişi tümelden daha yukarıdadır; bir insan, giderek daha ender kullanılan dogmatik bir ayrımı hatırlarsak, mutlağa bağlantısını tümele ilişkisiyle değil, tümele bağlantısını mutlağa ilişkisiyle belirler. Bu paradoks şöyle de ifade edilebilir; Tanrı karşısında mutlak bir görevimiz vardır; çünkü bu görev ilişkisinde kişi tekil olarak mutlakla mutlak bir ilişki kurar. Bu görev mutlaktır, bu nedenle etik ikincil seviyeye düşer. 

Luk. 426’da Tanrıya olan mutlak görev hakkında garip bir öğüt verilir: “Biri bana kendi babasından ve annesinden ve karısından ve çocuklarından ve kardeşlerinden kardeşlerinden, evet, hatta kendi hayatından da nefret etmeksizin gelirse, müridim olamaz.

Tanrı mutlak aşkı talep edendir. Birinin böyle aşkını talep edene insanlar arasında yalnızca egoist değil aptal da deriz. Yani, bir insanda egoizm ve aptallık belirtisi sayılanları; tanrısalın, bir yorumcunun yardımıyla gerçekleştirdiği nadide bir gösteri addediyoruz. ,

İbrahim’in eylemini, bir adağa dönüştüren şey, İshak’a (oğluna olan) aşkıdır. O kimsesiz bir yolda yürüdüğünü biliyordu, tümel için hiçbir şey yerine getirmediğini, kendinin sırf denendiğini ve sınandığını biliyordu. Korkunçluk buradadır.

Problema III – İbrahim’in girişimini yakınlarından saklamış olması etik açısından mazur görülebilir mi? 

İbrahim konuşmaktan acizdir; çünkü diyeceğini, her şeyin açıklaması olacak (yani anlaşılır olacak) şekilde diyemez, bir başka deyişle, bunun bir sınama olduğunu söyleyemez.

Zira İbrahim, yukarıda birçok kez belirtildiği gibi, iki hareket yapar. Tevekkülün sonsuz hareketini yaparak İshak’tan vazgeçer, bu, kimselerin anlayabileceği gibi değildir. Fakat ardından her dakika iman hareketini yapar.

İshak (oğlu) dağda; İbrahim’e yakılarak kurban edilecek koyunun nerede olduğunu sorar. “Ve İbrahim der ki: Yakılacak kurban için Tanrı kendisi etrafa bakınacak, oğlum”. İbrahim’in bu son sözünü biraz daha yakından inceleyeceğim.

  • Bu söz olmasaydı, bu tüm olguda bir yitim yaratacaktı, bu söz farklı olsaydı belki her şey bir kafa karışıklığında kaybolup gidecekti. 
  • Burada herhangi bir şey söyleyebilmesindeki güçlüğe işaret etmeliyim. Daha evvel değinildiği üzere, paradokstaki muhtaçlık ve korku, tümüyle suskunluktan ileri gelir.
  • İshak İbrahim’ e sorarken, onun bildiğini farz eder. İbrahim şöyle diyecek olsaydı: Hiçbir şey bilmiyorum, yalan söylemiş olurdu. Bir şey diyemez; çünkü bildiğini söyleyemez. Onun için şöyle cevap verir: Tanrı kurban edilecek kuzuyu kendi arayıp bulacak, oğlum!

İbrahim’i kimse anlayamadı. Ve o her halükarda neyi başardı? Aşkına sadık kalmayı. Oysa yüreğinde Tanrı aşkı taşıyanın gözyaşlarına ihtiyacı yoktur, hayranlığa ihtiyacı yoktur.

Epilog

İman, insana mahsus en üstün tutkudur. Belki çok iman ettiğini düşünen vardır ama bundan daha ileriye gitmiş kimse çıkmaz.

Yaşam, imana henüz varamamış olan için de yeterince görev sunar. Ve o bunları samimiyetle severse, hayatı boşa harcanmamış olur.