Siyaset Felsefesi 102 – Ders Notu

Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi liberalizme yönelen eleştirel hiçbir görüşün artık olanaklı olmadığını öne sürer. Fakat liberalizme eleştirilerin en sarsıcı olanı özellikle 1970 yılında Bir Adalet Kuramı eseriyle John Rawls’tan gelir.

1980’lerin sonlarına gelindiğinde, siyasal yaklaşımlarını, dünyanın iki kutuplu olarak bölünmüşlüğünden hareketle (Kapitalist, Sosyalist) oluşturan sosyal bilimcilerin ön kabullerini yeniden gözden geçirmeye zorlayan değişimler yaşanır. Özellikle Avrupa’nın önemli bir kesiminde siyasal istikrarı sağlayan sosyalist sistemin çökmesiyle, etnik ya da dinsel kökenli çatışmalar görünür hâle gelir.

Bu durumda çağdaş dünyanın siyaset felsefesinin yeni dikhotomisi, liberalizm ve toplulukçu düşünce biçimleri arasındaki tartışmada belirginleşir.

LİBERALİZM

Liberalizme kaynak arayışı burjuvazinin ilerletici bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkışıyla ilişkilendirilir. Bu haliyle liberalizm, mutlak monarşinin ve toprak mülkiyetine sahip aristokratların yerleşik iktidarıyla çatışma halindeki orta sınıfın siyasal ve ekonomik özgürlüklere ilişkin özlemlerini yansıtır. Mutlakçı yönetimlerin iktidarlarını ilahi bir hakka dayandıran varsayımları karşısında, iktidarın kökenine bireylerin ortak iradelerini yerleştiren siyasal liberalizm, önce anayasallık, daha sonraları ise temsili demokrasi savunularıyla biçimlenerek devrimci bir bakış açısı sunar. Bu anlayış, devleti sınırlandırarak siyasal ve ekonomik özgürlükleri korumanın birer aracıdır.

Bireysel özgürlüklerin ve hakların doğal olduğunu ileri süren liberaller, devleti de bu hak ve özgürlüklerin koruyucusu olarak görevlendirirlerken, aynı zamanda devletin, söz konusu hak ve özgürlüklere keyfi müdahalesini de anayasa ve seçilmiş iktidar aracılığıyla engellemiş olurlar. Nitekim liberal ideolojinin siyasi temellerini ortaya koyan John Locke’u “burjuvazinin sözcüsü” haline getiren de mülkiyeti de tıpkı özgürlükler gibi doğal bir hak olarak değerlendirerek, siyasal özgürlükler ve ekonomik özgürlükler arasındaki değer farkını ortadan kaldırmış olmasıdır.

En geniş anlamıyla liberalizm, kişisel hak ve özgürlüklerin korunması amacıyla devletin sınırlandırılmasını öngören ideolojidir.

Liberalizmin Temel İlkeleri ve Liberal Devletin Dayanakları

Bireycilik

Liberal ideolojinin merkezî teması bireyciliktir. Liberalizmin bireye yapmış olduğu aşırı vurgu, siyasal açıdan devlet ve birey arasındaki ilişkiyi belirlerken, iktisadi açıdansa serbest piyasa ekonomisinin temelini oluşturur.

Siyasal açıdan liberal kuram dâhilinde ne toplum ne de devlet, tek tek bireylerden oluşmuş mekanizmalardan öte bir gerçekliğe sahip değildir (nominalist karakter). Macpherson’a göre klasik liberal birey, “kendi kişilik ve olanaklarının sahibi, bu açıdan topluma hiç borcu olmayan” bir varlıktır.

Klasik liberallerin tümüyle kendi çıkarları peşinde koşan bencil birey anlayışına karşın, modern liberaller ise insan doğasına dair daha iyimser görüşler benimserler. Devleti tüm insanların kendi potansiyellerini açığa çıkarabilmesi için gerekli altyapıyı oluşturmakla görevlendiren modern liberaller, klasik liberal görüşte ihmal edilen ekonomik ve toplumsal eşitsizliklere karşı yeniden müdahaleci devlet tipini desteklerler.

Toplumcu ideolojiler toplum ya da topluluğa, bireylerüstü bir rol atfederken; liberal kuram her türden toplumsal yargıyı birey temelinde dile getiren metodolojik bireyciliğin yolunu takip eder. MacIntyre’a göre liberal ahlak anlayışı her şeyden önce bireyler ve onların ihtiyaç, istek ve arzularıyla ilişkilidir. Bu açıdan liberal ahlak kuralları, bireylerin birbirlerinden farklı olan kişisel ihtiyaç, istek ve arzularını yerine getirebilecekleri biçimde yansız ve tarafsız olmalıdır.

Özgürlük

Bireye yaptığı vurgu, liberal kuramın özgürlük anlayışının da belirleyicisidir. Mill`e göre bireyin özgürlüğü, toplum ya da devletten müdahale görmeden eylemde bulunduğu alandır. Mill’e göre bireylerin eylemlerine sınırlama getirilebilecek tek alan başkasının özgürlük alanına müdahale alanıdır.

Hobbes, Leviathan’da özgürlüğün tanımını şöyle yapar: “Özgürlük nedir. ÖZGÜRLÜK veya HÜRRİYET tam olarak, engelleme olmaması demektir; engelleme ile, hareketin önündeki dışsal engelleri kastetmektedir.

Berlin’in tarihüstü çözümlemesine göre özgürlüğün iki olanaklı biçimi bulunur: negatif ve pozitif özgürlük. Pozitif özgürlük seçtiğim şeyleri seçmeye beni yönelten müdahale ya da denetimin kaynağının ne olduğu sorusuna yanıt arar. Negatif özgürlük ise başkalarının müdahalesine uğramaksızın yapmakta serbest olduğum şeylerin alanını sorgular

Sınırlı Devlet Anlayışı

Doğal hak ve özgürlüklerin korunmasının bir yolu yöneten ve yönetilenlerin aynı yasaya tabi olmalarını gerektiren anayasal yönetimlerin benimsenmesidir. Anayasal yönetimlerin korunmasının bir koşulu modern biçimini Montesquieu’dan alan yasama-yürütme ve yargı arasındaki ayrımların korunmasıdır.

Anayasallık ilkesinin yanı sıra, demokrasi anlayışı da devlet iktidarının sınırlarını çizmede bir diğer kontrol mekanizmasını oluşturur. Ancak çatışmacı bir demokrasi anlayışının sorunu, Aristoteles’ten bu yana siyaset adına en büyük tehlike olarak görülen “çoğunluğun tiranlığı” tehdidini barındırmasıdır.

Mill, çoğunlukçu demokrasilerin karşısına, bireylere eğitim ve sosyal düzeylere bağlı olarak farklı düzeylerde oy hakkı tanınan bir seçim sistemi önererek, liberal demokrasilerin niteliksiz eşitlik anlayışının da en büyük eleştirmeni olur.

Liberal kuram çerçevesinde devleti sınırlamanın bir diğer yolu da düşünce özgürlüğü ve muhalefetin önünün açılmasıyla bağlantılı olarak belirir. Basın özgürlüğü muhalif sesleri görünür kılarken zorba hükümete karşı teminatlardan biri”dir

Akılcılık

Hiyerarşilerden kurtulma ideali, bireysel seçim ve kararlara duyulan güven Aydınlanma projesinin temelini oluşturur. Kant’ın ünlü “Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt” makalesinin hemen başında yer alan mottonun dile getirdiği gibi “bilme yürekliliği göstermekle” ilişkilidir.

Her şeyden önce liberal kuramcılar, bireylerin rasyonel kararlar alabilecekleri konusunda sarsılmaz bir inanca sahiptir. Seçim özgürlüğünün varlığı, ancak bireylerin akılcı seçim yapma kapasitesine sahip oldukları varsayımı kabul edildiğinde gerçeklik kazanacaktır.

Eğer bireyin seçimlerine öncel bir iyi (irrasyonel) anlayışına sahip olduğu varsayılırsa, liberal kuramın bireyin özgürlüğüne dair inancının da çökeceği açıktır.

Hoşgörü

Devletin herhangi bir iyiyi savunmaksızın yansızlık anlayışı ve kişisel özerkliğe saygılı bir toplum yaratma amacı, bireylere farklılıklarını ortaya koyma konusunda bir alan açarken, “hoşgörü”yü ahlaki ve sosyal bir ilke haline getirir.

Liberalizm, bir yanıyla evrensel bir yaşam arayışını idealini ifade ederken, diğer yanıyla farklı yaşam biçimleri arasındaki barış koşullarının aranmasıdır. John Locke, Immanuel Kant, John Stuart Mill, çağdaş dünyada ise John Rawls’u dâhil edebileceğimiz bu bakış açısından insanlık için en iyi yaşam, aklın önderliğinde bulunacaktır.

“Bir kişi haricinde tüm insanlık bir görüşü benimserse ve sadece bir kişi karşıt görüşe sahipse; insanlığın bu kişiyi susturmasının haklılığı, bu kişinin iktidar sahibi olduğunda tüm insanlığı susturmasından daha fazla değildir” (Mill).

Locke’un hoşgörüyü tek bir inanca götüren yol olarak değerlendirmesi karşısında, Hobbes ve Hume’a göre hoşgörü, bir uzlaşım aracı değil, barış için bir önkoşuldur. Bu türden bir liberallik anlayışına yönelik olarak yapılabilecek ilk eleştiri, elbette ki, liberal değerlerin üstünlüğünü ya da kabul edilebilirliğini sağlayacak olanın ne olduğu sorusudur.

Adalet

Genel olarak bakıldığında adalet, Platon ve Aristoteles’ten bu yana herkesin hak ettiğini alması şeklindeki özel bir ahlaki yargı tipini gösterir.

Bireylerin doğal haklara sahip olduğu inancındaki liberal kuramcılar açısından her bireyin “eşit ve özgür” doğması, tüm bireylerin eşit ahlaki değerde olduğu sonucunu doğurur. Fakat fırsat eşitliğine yapılan vurgu nedeniyle liberal eşitlik anlayışının şansa bağlı bir dağıtımın ürünü olduğu söylenebilir. Bunu liberal kuramcılar, bu türden bir eşitlik anlayışının bireyleri daha fazla çalışmaya yönelteceği ileri sürerek savunurlar.

Klasik liberallerin hem iktisadi hem de ahlaki olarak katı bir liyakat yönetimi benimsemelerine karşın, John Rawls gibi eşitlikçi liberaller, toplumsal alandaki eşitsizliklerin ancak ve ancak ekonomik açıdan dezavantajlı gruplar lehine işlediği sürece kabul edilebilir olduğunu ileri sürer.

TOPLULUKÇULUK

Özellikle 1980’lerden sonra sosyalizmin soyut bireycilik üzerine eleştirilerini devralan toplulukçuluk, liberalizmle yeni bir dikhotomi oluşturarak siyaset felsefesi tartışmalarına dâhil olur. Liberalizmi 3 temel başlıkta eleştirir:

Antropolojik Eleştiriler

Liberalizmin birey kavrayışı, kaynağını Kant’ın “aşkın özne”sinde bulur. Kant etiğinin öznesi olan aşkın özne, kararlarını tüm toplumsal koşullardan ve bağlamdan bağımsız olarak alır.

Liberalizm ve Adaletin Sınırları adlı eserinde Sandel, özellikle Rawls’un “hakkaniyet olarak adalet” kuramını eleştirerek, adalet ilkelerini her türden toplumsal bağlamın dışında sadece aklın yol göstericiliğiyle belirleyen birey düşüncesinin iki açıdan hatasını gösterir. 1) bu kuram bazı etik amaçları değerli kılan, yine zeminde toplumsal bir varlık olarak karar veren bireyi gerektirir. 2) birey sosyal kurumlardan ve değerlerden önce gelmez; aksine bireyleri yaratan içinde bulundukları sosyal kurumlar ve değerlerdir.

Bu açıdan “Ben kimim?” sorusunun yanıtı, evrensel bir birey imgesiyle değil, bireyin kendi özel tarihiyle ilgilidir. Bireyin kimliği, içinde toplumsallaştığı ve değerlerini öğrendiği toplum tarafından yaratılan bir kimliktir. Bir kişinin kimliği sahip olduğu değerler ve amaçlarla belirir.

Bu açıdan birey, yalnızca ahlaki ve tinsel sorunlar karşısındaki tutumuyla değil, aynı zamanda içinde bulunduğu cemaatin referansıyla tanınabilir. Bu nedenle toplulukçular, bireylere gerçekten yansız kalan bir devletin kültür ve toplulukları tanıması gerektiğini ileri sürerler.

Normatif Eleştiriler

Toplulukçuların, bireylerin toplumsal değerlerin taşıyıcısı olduğuna dair argümanlarının bir diğer sonucu, evrensel etiğin olanaksızlığına ilişkindir. Liberaller doğrunun iyiye üstün olduğu iddiasını taşırlar. Buna göre evrensel doğrular, toplumun iyilerine üstünlük taşır.

Fakat hukuk da dâhil olmak üzere toplumdaki tüm ahlaki ve siyasi kurumlar, evrensel etiğin değil, topluluğun değerlerinin bir yansımasıdır. Bu nedenle bireylerin eylemleri toplumsal ve ahlaki uygulamalar içerisinde bir anlam taşır.

Adil ve İyi Tartışması

İstisnalar olmakla birlikte, kabaca yapılan bir ayrımla, toplulukçular “iyi”, liberaller ise “adalet” kavramını kuramlarının merkezine alırlar.

Devletin iyisiyle toplulukların iyisi iç içe geçmedikçe ulaşılması istenen hedeflerin gerçekleştirilemeyeceği de açıktır. Bu nedenle devlet asla yansız olamaz. Aksine her devlet, kendisini oluşturan toplulukların iyisini taşır.

Bu anlamda bireylere ortak iyi bağlamında hiçbir içerik sunmayan adalet ilkesi, topluluğun sürekliliğini sağlamada yetersiz bir gerekçe sunar.

SOSYAL VE EKONOMİK ADALET

Adalet kavramı felsefenin en cazip ama tanımlanması en zor kavramlarından birisidir. Ancak, adaletsizlik yaşamda varoldukça, adalet istekleri de varolmayı sürdüreceği ve filozoflardan kavram üzerinde durmaları bekleneceği için, adaletsizlik durumlarından yola çıkarak adaletin ne olduğunu belirlemeye çalışan görüşlerle de karşılaşmaktayız.

Tanımlarken adalet, yokluğundan yola çıkabileceğimiz bir üst ilke olarak karşımıza çıkıyor. Hayatın her alanında (ekonomide, siyasette, sporda va) bu talebin değişmediğini görürüz.

ADALET TÜRLERİ

Dağıtıcı adalet: Bir toplumda para ve bu şekilde bölüştürülebilir nitelikteki şeylerin (şan, şeref, ünvan, servet ve ekonomik değeri haiz diğer şeyler) toplum üyeleri arasında, herkesin yeteneği ve toplum içerisindeki statüsüne uygun olarak dağıtılmasını öngören adalet türüdür.

Denkleştirici veya düzeltici adalet ise, dağıtıcı adaletin aksine, kişilerin özel durumlarını, yeteneklerini göz önünde bulundurmadan davranmayı gerektirir. Ancak burada uygulama alanı sadece hukuksal alandır. Örneğin adam öldüren birinin bu suçunun cezasını çekmesi, sözleşme yapanın sözleşmesini ihlal etmesi durumunda karşı tarafa verdiği zararı ödemesi, düzeltici veya denkleştirici adaletin gereğidir.

Burada denkleştirici adalet derken Aristoteles’in “kısasa kısas” ilkesinden söz etmediği ortaya çıkmaktadır; yani dayak atan birinin, aynı şekilde cezalandırılması adaleti sağlamaz, adil olan, bu davranışın yanlışlığını ona göstermek ve onu eğitmektir.

Kural Adaleti ya da Prosedürel Adalet: Klasik liberalizm tarafından savunulan bu adalet türüne göre, adalet bireylere ilişkin bir kavram olmayıp kurallara ilişkindir. “Bireylerin eylemleri, klasik liberalizmin öngördüğü negatif statü haklarını koruyan, genel, olumlu veya olumsuz anlamda belirli bir özneye yönelik olmayan kurallarla tutarlı ise adildir.

Adalet söz konusu eylemin içeriğiyle değil, biçimiyle ilgilidir. Bu adalet türünde temel değer özgürlüktür. Ünlü benzetmesi görünmez el ile Adam Smith de adaleti prosedürel adalet içerisinde kalarak tanımlamıştır. Zira ona göre Adil bir sistem, herkesin aynı derecede özgür olduğu ve aynı öngörülebilir kurallara tabi olduğu bir sistemdir.

Hakkaniyet Olarak Adalet: Amaçsal olmayan bir adalet sözleşmesi için bir ilk durum gereklidir. Bu ilk durumda taraflardan özgür, eşit ve rasyonel olması beklenmektedir. Rawls, böyle bir tartışma ortamında, Kant’ın her rasyonel varlığın ahlak yasasını koyabileceği gibi, her özgür, eşit ve rasyonel varlığın adalete ulaşabileceğinden, adil olanın ne olduğunu bulabileceğinden söz eder. Ancak burada önemli bir şart daha koyar Rawls: “Bilinmezlik perdesi” diye tanımlanan şartın altında taraflar geçici olarak kendilerini ayırt edecek cinsel, dinsel, etnik, toplumsal kimliklerini bilmezlikten gelmelidir.

Hatta Rawls eserinde şöyle demektedir: “Özgürlük en önemli değerdir ve özgürlükten ancak daha çok özgürlük için vazgeçilebilir”. Rawls bu ilkelerle en temelde “doğal piyangonun” olumsuz etkilerinin kişilerin yardımseverliğine bırakılmadan, hukuki ve sosyal kurumlar aracılığıyla giderilmesini amaçlamaktadır.

Doğal eşitsizlikleri en az avantajlının yararına yeniden düzelten bu adalet anlayışı, piyasa dışı kurallar tarafından yeniden belirlendiği için yeniden dağıtıcı adalet teorisi olarak da adlandırılmaktadır.

SOSYAL ADALET NEDİR

Sosyal Adaletin tarihsel kökenini Fransız devrimine kadar geri götürebiliriz. Zira sosyal adaletin unsurlarından sosyal ve ekonomik haklardan ilk söz eden 1793 yılında Robespierre olmuştur.

Sosyal devlet ve hukuk düzeninin temel ilkesi -gerek siyasal gerekse sosyoekonomik açıdan geliştirilen “mutlak eşitlik” yerine, “hakkaniyet olarak eşitliğe” dayanan- sosyal eşitlik anlamında sosyal adalettir.

Sosyal adalet bir toplumun millî zenginliğinin hakkaniyetli dağıtımını esas alarak yeniden dağıtılmasını sağlarken yalnızca tek tek kişilerin değil, halkın tümünün mutluluğunu sağlar.

EKONOMİK ADALET NEDİR?

Ekonomik adalet aslında iktisatçılar için temel bir kavram değildir. Bu kavram sadece radikal siyaset iktisatçıları için, özellikle de kapitalizmi eleştirmek için Marx ve Proudhon’dan bu yana üzerine düşünülen bir kavram olmuştur. İktisadi faaliyetin getirdiği nimet ve külfetlerin adil dağıtımı nedir? 4 olası cevap düşünülebilir:

  • Herkese kendi fiziksel ve insani sermayesinin katkı değerine göre vermek: Bu kurala göre, bireyler kendi sahip oldukları üretim araç ve gereçleri ile ekonomiye katkıda bulunduğu kadarını ekonomiden pay alabilmektedir.
  • Herkese sadece kendi insani sermayesinin katkı değerine göre vermek: Birinci kuralda harcanan zaman ve emeği göz ardı eden dağıtım yerine, herkesin emeğinin karşılığını aldığı bir dağıtımı öngörür.
  • Herkese çabasına ya da kişisel fedakârlığına göre vermek: Bu kurala göre de fazladan karşılığı hakeden tek şey çaba olarak karşımıza çıkar.
  • Herkese ihtiyacına göre vermek

SOSYAL VE EKONOMİK ADALETİN UYGULANMASI: ÇAĞDAŞ DEVLET ANLAYIŞI

Sosyal devlet şöyle tanımlanabilir: “Belirli halk gruplarının sosyo-ekonomik durumların ıslahı yoluyla sosyal düzenin sağlanması amacı ve bu temel ilkenin gerçekleştirilmesi için toplumsal yaşantıya çeşitli kamusal tedbirlerle müdahale eden demokratik devlet tipi”

Siyaset felsefesi terimleri ile konuşursak, sosyal devletin amacı burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki farklılıkları azaltarak orta sınıfları güçlendirmektir.

İDEOLOJİLER

İdeoloji “Belirli bir grup ya da organizasyonun ilgilerini haklı bulan ve destekleyen ortak fikir ve inanışlar”; “Egemen grupların çıkarlarını haklı göstermeyi sağlayan, paylaşılan düşünce ya da inançlar” ifadeleriyle tanımlanabilir.

Boétie’nin de belirttiği gibi: yüzlerce, binlerce kişinin de ötesinde, yüz ülke, bin şehir ve içlerinde en iyi durumdaki insanların bile köle ve serf hâline getirilmiş bir milyon insanın tek bir kişiye saldırmamasının nasıl açıklanacağı ideoloji ile mümkündür.

Bacon idolleri terk etmemiz gerektiğini söylerken bazı önkabuller öne sürer:

1. İnsan, doğayı bilecek ve ona egemen olacak olanaklara ve güce sahiptir.

2. Doğaya egemen olmak için onu tüm gizemleriyle ve olduğu gibi bilmek/tanımak gerekir.

3. Doğayı olduğu gibi tanımak için, usu olabildiğince saflaştırmak, yani onu duyum ve algının çarpıtmalarından ve kendisinde yerleşip kökleşerek doğayı olduğu gibi tanımamıza engel olan önyargı kalıplarından -kısacası idollerden- arındırmak gerekir.

Bu idolleri Bacon; soy, mağara, çarşı ve tiyatro idolleri olmak üzere dört başlık altında ele almış ve açıklamıştır. Buna göre soy idolleri, insanın doğasından kaynaklanan önyargılardır. Mağara idolleri Platon’un Mağara Benzetmesi’ne göndermede bulunarak insanın duyum ve algıdaki yetersizliklerini ve bu yetersizliklerden kaynaklanan bireylerdeki önyargıları ifade eder. Çarşı idolleriyle insanların toplumsal yaşam içerisinde birbirleriyle dilsel-kültürel alışverişlerinden doğan, dilde yerleşmiş kalıpların taşıdığı önyargılar dile getirilir. Son olarak tiyatro idolleriyle de, geleneklere ve düşünce alanında otorite kabul edilen kimselerin bazı söz ya da düşüncelerine duyulan sorgusuz ve nedensiz bağlılıktan kaynaklanan önyargılar dile getirilmiş olur.

Toplumsal varlığımız, Helvétius’a göre “güç sevgisi” tarafından yönlendirilir. Ona göre toplumda gücü elinde bulunduran azınlık, yani “büyükler”, toplumun çoğunluğunu oluşturmalarına karşın güç sahibi olamayan “küçükler”i egemenlikleri altında tutar ve Helvétius bu olguyu “Büyüklerin önyargıları küçükler için yasadır” biçiminde dile getirir

Marksizm-Sosyalizm-Komünizm

Marx’ın ve yakın dostu Friedrich Engels’in felsefî görüşleri ile bir sisteme oturmuştur. Varlık, toplum ve bilinç arasındaki ilişkiyi Hegel’in kurduğunun tersi yönde kurmayı, yani bilincin varlığı ve toplumu belirleyici olması yerine, varlık ve toplumun bilinci belirlediği düşüncesini temel alır.

Bilincin ya da zihnin tek gerçek varlık olduğunu ileri süren idealistlere karşı materyalistler, maddi dünyanın ve ekonomik-toplumsal koşulların bireysel bilinçten bağımsız varolduklarını ve tek tek bireylerin bilinçlerini bu koşulların belirlediğini savunurlar. Marx ve Engels de bu materyalistlerdendir.

Tarihi, toplumların sosyoekonomik yapıları yani maddi ilişkiler ağı belirler. Maddi ilişkiler ağının en temel iki unsuru, üretim güçleri-yani makineler, teknolojik altyapı, insan becerileri vb. ve üretim ilişkileri- yani üretenle tüketenler arasındaki toplumsal ilişkilerdir. Özel mülkiyet ortadan kaldırılmadıkça, sınıflı toplumlar son bulmaz. Başka bir ifadeyle, sınıflar ekonomik temellidir ve özel mülkiyetin adaletsiz dağılımına bağlı olarak doğar. Tarihte, sınıf çatışmalarının devrimle toplum yapısının değişmesine neden olduğu aşamalar belirleyicidir. Proleteryanın (yani geçim kaynağı emeği olan işçi sınıfının) gerçekleştireceği devrimle birlikte, sınıflar ortadan kalkacak ve gerçek özgürlük gelecektir, bu da gerçek insanlık tarihinin başlangıcı olacaktır.

Bir ideoloji olarak Marksizmin temel amacının sınıfsız topluma ulaşmak, yani komünist aşamaya geçmek olduğunu söyleyebiliriz.

“Sosyalizm” sözcük olarak ilk kez Robert Owen, Saint-Simon gibi eleştiri düşünürlerinin yapıtlarında kullanılmıştır. Bu düşünürlerin sosyalizm anlayışlarına göre, özel mülkiyet kaldırılmalı, toplumun ürettiği gelir adaletli bir biçimde yeniden dağıtılmalı ve üretim araçları tamamen devlete devredilmelidir.

Fakat günümüze değin komünizmin sınıfsız topluma dayandırdığı “gerçek özgürlük” vaadleri gerçekleşmemiş, aksine, bu ideolojinin 20. yüzyılda hayata geçtiği Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerde komünizm, proleterya diktatörlüğüne dayalı rejimlere dönüşmüştür.

Anarşizm

Anarşist denilince, tüm düzenleri reddeden, toplumda karmaşa ve düzensizlik yaratmak isteyen kişiler anlaşılır. Oysa anarşistlerin karşı olduğu, bir toplum düzeni değil, hiyerarşik esaslara dayalı devlet ve onun temsil ettiği otoritedir.

Anarşizm, bireyin toptan özgürlüğünü, devlet kurumunun yokluğunda da insanların bir toplum düzeni, üstelik daha adaletli ve özgürlükçü bir toplum düzeni kurabileceğini savunan bir ideolojidir.

Kropotkin, “Biz toplumu, geçmiş barbarlık ve zulüm düzenlerinin bize mirası olan yasalarla ya da ister seçilerek ister zorla başa geçmiş egemenlerle yönetilen bir yapı olarak değil, tıpkı âdetler, gelenek-görenekler gibi özgürce oluşmuş karşılıklı anlaşma, rıza ilişkilerine dayalı canlı bir organizma olarak görüyoruz” diyerek anarşizmin perspektifini güzel özetlemiştir.

Anarşizmin belli başlı savunucuları olarak Kropotkin, Bakunin, Proudhon, Godwin, Goldman ve Stirner sayılabilir.

Bireyci anarşistler, bireyin sınırsız özgürlüğünü savunurlar. Bireyci anarşizmi ilk savunan Stirner’e göre, bireyin ne kurallara ne de topluma karşı bir sorumluluğu bulunur. Bireyci anarşizmin Thoreau, Josiah Warren, Murray Rothbard ve William Godwin gibi temsilcileri de bulunur. Stirner’e göre haklar insan aklındaki korkulardır ve toplum denen şey yoktur; “bireyler onun gerçekliğidir”.

Kendilerini ilkelci (primitivist) -yani tamamen doğal ve teknolojiden arınmış bir yaşamın savunucuları- olarak adlandıran bazı yeşil anarşistler, doğal yaşama tam bir dönüş ve göçebe avcı-toplayıcı hayat tarzını savunur.

Faşizm

Latincede fasces, Antik Roma yöneticilerinin geniş hükümet yetkisini simgeleyen ve ucunda balta bulunan bir çubuk demetine verilen addır ve bu ad, faşizm kavramının kökenini oluşturur. Tüm dünyada genel anlamıyla baskıcı, otoriter rejim anlayışını betimler bir nitelemeye dönüşmüştür.

Faşist ideolojinin temel niteliklerini şöyle sıralayabiliriz:

  • Toplumsal yaşamın bütünü, devletin iktidarı elinde tutanın dünya görüşüne göre, yani lider ilkesine göre örgütlenir ve belirlenir.
  • Basın ve yayın kuruluşları mevcut ideoloji paralelinde yayın yapmaya zorlanır.
  • Etnisiteyi ve ırkı temel alan bir milliyetçilik ve vatanseverlik övgüsü yaygındır.
  • Toplumun üyesi kabul edildiği ırk ya da milletin diğer ırk ve milletlere üstünlüğü savları öne sürülür ve kanıt gösterilir, bu bağlamda tarihe ve tarih yazıcılığına büyük önem verilir.
  • Komünizme, liberalizme, demokrasiye, hatta bazen kapitalizme bile kesin bir karşı çıkış söz konusudur.
  • Toplum sorunlarının çözümünde akıl ve bilim yerine, duyguya, nefrete, söylencelere (mitlere) dayanma eğilimi gösterir ve usdışıcı (irrationalist) bir felsefe anlayışından beslenilir.

Faşizm, sahip olduğu temel özellikler ve dayandığı ilkelerden daha çok, İtalya ve Almanya’daki uygulamalarından ve milyonlarca insana verdiği büyük ve etkisi uzun sürmüş zarardan dolayı, lanetlenmiş bir ideolojidir.

Faşizmin 20. yüzyıldaki başlıca uygulayıcıları, Mussolini, Hitler, Franco, Salazar, Pinochet olmuştur.

BİR SİYASET FELSEFESİ SORUNU OLARAK İDEOLOJİ

Günümüzde “ideolojik bakış”tan, toplumsal sorunları, gelişmeleri yalnızca tek bir ideolojinin öğretisi çerçevesinde yorumlamak ve bu yorumu tek doğru olarak kabul etmek anlaşılıyor.

Temel niteliği insan değerlerini sıfırlamak olan çağdaş kültür, Kuçuradi’ye göre, bu “her şey yapılabilir” ilkesinin eylemleri belirleyen en yaygın ilke olması sonucunu doğurmuştur.

İdeolojileri nasıl değerlendirilebilir?

  • İdeoloji içerisinde kendini sorgulama ve özeleştiri yapma eğilimi ve esnekliğinin bulunup bulunmadığı belirlenmelidir.
  • Değerlendirme konusu olan ideolojinin insan haklarına ve insanın değerine katkısı ya da bu değerlere verdiği zarar ele alınabilir.

Siyaset felsefesi genel olarak bir toplumdaki belirli grupların ya da bireylerin öznel istencinin genel istençle birliğine ilişkin olanaklılığı soruşturur. İdeolojilerin değerlendirilmesi de, ancak böyle bir bilgi etkinliği bağlamında anlamlıdır.

BİREY-TOPLUM-DEVLET İLİŞKİLERİ

Bu konuda güçlüklerden ilki “devlet” kavramının da tarihüstü bir tanıma sahip olmayışıdır. Modern devleti kendisinden önceki sosyal örgütlenmelerden ayırt eden en temel özelliği, merkezileşmiş ve kapsayıcı bir iktidar yapısına sahip oluşudur. Modern devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde egemen gücün tekliğini gösterir.

Leviathan ya da Mutlak Devlet

Ünlü eseri Kamusallığın Yapısal Dönüşümü’nde Jürgen Habermas, bu yüzyıllar içerisinde ticaret yoluyla giderek zenginleşen burjuvaların, sermaye dolaşımını kolaylaştırmak ve pazarı genişletmek amacıyla, çıkarlarını daraltan aristokrasiden kurtulmak için merkezî krallıkları destekleyerek, modern devletin temellerini attıklarını ileri sürer. Bu amaçla, modern devlete dönüşümde, özellikle vergi yoluyla ticarete büyük darbe vuran yerel, bölgesel ve sınıfsal iktidarlar çökertilmiş; idare ve hukuk birliği sağlanmış; şiddet kullanmada merkezi otorite, tekele dönüştürülmüş; dışarıya karşı gümrük duvarları kurulurken, feodalitenin dar alanlara hapsettiği pazar alanı devlet ölçeğinde genişletilmiştir. Dahası Ortaçağ boyunca siyasal bir erk haline gelen kilise, modern devlete dönüşümde giderek siyasal etkinliğini yitirir.

Ancak Leviathan’ın doğuşuyla bir anlamda insanın devletle olan ilişkisindeki trajedisi de başlar. İnsan önce sınırsız güçle donatılmış mutlak bir iktidar yaratacak, daha sonra da bu iktidarı sınırlamaya çalışacaktır.

Mutlak iktidarın temelleri, daha 16. yüzyılda Niccolò Machiavelli tarafından atılır. Machiavelli, Prens adlı ünlü eserinde, iktidarı tekleştirmekle kalmaz, aynı zamanda iktidarı monarkın şahsıyla özdeşleştirir. Machiavelli’ye göre egemenliğin temel ilkesi, siyasal birlik ve bütünlüktür. Siyasal birlik ve bütünlüğün sağlanabilmesi, devletin ve yurttaşların ortak iyisidir. Ortak iyi adına yapılan, ister ahlaki isterse ahlak dışı olsun, her türden etkinliği meşrulaştırması, Machiavelli’ye yüzyıllar boyunca pragmatizmin öncüsü yakıştırmasının yapılmasına neden olur.

Machiavelli’nin izlerini takiben, egemenlik kavramını siyaset bilimine kazandıran Jean Bodin, siyasal düzen konusunda yalnızca iki seçenek sunar: ya mutlak egemenlik ya anarşi. Bodin’e göre bir ülkede tek bir egemen bulunur ve egemenin buyurma gücü hiçbir koşulda sınırlanamaz.

Ancak mutlak monarşinin bir diğer sözcüsü Thomas Hobbes ile egemenlik, monarkta cisimleşen şahsilik özelliğini yitirerek, yerini sınırlandırılmamış devlet anlayışının ifadesi olarak Leviathan’a bırakır. Hobbes’a göre devletin varoluş nedeni güvenliktir. Uzun vadede bireylerin güvenliklerini sağlamak için aralarında imzaladıkları bir sözleşmeyle kurulan Leviathan, rasyonel çıkarların bir sonucu olarak doğar. Böylece Hobbes egemenliğin kaynağına bireylerin iradelerini yerleştirerek iktidarın Ortaçağ boyunca yaslandığı tüm kutsal dayanaklarını yok eder.

Hem Machiavelli, hem Bodin hem de Hobbes’ta devletin egemenliği, kendisini oluşturan halkın egemenliğinden ayrı ve onlara üstün bir biçim kazanmıştır.

Hegel, devleti mutlak hakikat olarak tanımlarken, etik bir yaşama da ancak devlet aracılığıyla kavuşulabileceğini ileri sürer. Bu açıdan Hegel, bireylerin devlet dışında etik bir yaşam şansını bütünüyle yok etmekle kalmamış, devleti yurttaşlardan bağımsız kendinde bir iyi yaşam olarak değerlendirmiştir. Bu açıdan devlet-birey ilişkisinde Hegel, kuşkusuz devlete öncelik tanır. Başka bir deyişle devlet, kendinde bir amaçtır.

Anayasal Devlet

İktidar, yönetme gücünü gösterirken; “yönetme hakkının yönetilenlerce tanınması ve kabul edilmesi” ise otoritedir. Başka bir deyişle, otorite iktidarı meşru kılan, iktidar ve zorbalık arasındaki çizgiyi belirleyen toplumsal rızadır.

Jean Jacques Rousseau Cenevre’de doğmuştur. Püriten ahlak görüşü onun düşüncelerini iki yönlü etkiler. Rousseau, bir yandan tıpkı Püritenliğin önerdiği gibi ilkellikten, eşitlikten yana düşünceler geliştirirken, diğer yandan Püritenliğin katı ve baskıcı tutumu karşısında özgürlüğü savunmuştur.

Mutlak devlet, az evvel de belirtildiği üzere, kendisini oluşturan bireylerden bağımsız, kendinde bir amaçtır. Oysa anayasal devlet, yurttaşlarına hizmet ettiği ve yurttaşlarının bireysel özgürlüklerini koruduğu ölçüde meşruluğunu koruyabilir. Devlet gücünün sınırını çizen bu anayasallığın kaynağı ise, artık egemenliğin monarkın şahsı ya da devletin yüce gücü değil, halkın kendisinde olmasıdır.

liberalizmin babası sayılan John Locke, doğal haklar kuramıyla iktidarın sınırlarını çizerek, anayasallılık düşüncesinin gelişimine katkı yapan düşünürlerin başında gelir. Locke’a göre devletin varlık nedeni doğal hakları korumaktır. Bu açıdan Locke’a göre doğal haklar, devletin etkinlik alanının da sınırını oluşturur. Locke’a göre hiçbir kişi, sivil toplumda sivil toplumun yasalarından muaf tutulamaz.

Modern devlete karakterini veren dayanaklarından biri olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesi, Locke’un siyaset felsefesinin de temelinde yer alır. Locke bir sivil toplum yönetiminde üç farklı erkten söz eder: yürütme, yasama ve federatif erk.

Aslında kuvvetler ayrılığı ilkesi, iktidarın tek elde toplanmasını yozlaşmanın en büyük belirtisi olarak gören cumhuriyetçi geleneğin bir ürünüdür. Antik Yunanda “karma anayasa”nın, Roma’da ise farklı konsüllerin birbirlerini “denge ve denetleme mekanizması”nın modern dünyadaki biçimi olarak değerlendirilebilecek “kuvvetler ayrılığı” ilkesi, Montesquieu’nun Kanunların Ruhu eserinde modern ifadesini bulur.

BİREYE ÖNCELİK VEREN SİYASAL KURAMLAR

20. yüzyılın başından bu yana siyaset felsefesine damgasını vuran kavram, “birey” kavramıdır. Liberal kuramcılar açısından devlet kadar toplum da nominal bir değerdir. Başka bir deyişle, devlet de toplum da ancak tek tek bireylerin özgür iradeleriyle bir arada bulunuşlarıyla açıklanabilir.

Liberaller açısından devlet, kendisine ait amaçları olmadığı gibi, birey ve grupların amaçlarını yerine getiren bir araçtan öte anlama sahip değildir. Onların gözünde devlet, Locke’un deyişiyle “zorunlu kötülük”tür. Devletin kötülüğü bireysel özgürlükleri sınırlamasından, zorunluluğuysa sınırlanmış olan özgürlüğü doğada bulunan halinden daha güvenli kılmasından ileri gelir. Bu açıdan liberal kuramcılar için temel sorun devleti yok etmek değil, sınırlamaktır.

Isaiah Berlin’in 20. yüzyılın ikinci yarısında yazdığı ünlü “İki Özgürlük Kavramı” başlıklı makalesinde “negatif özgürlük” kavramıyla tanımlanır. Negatif özgürlük tanımı çerçevesinden bakıldığında özgürlük, dışarıdan müdahalenin olmayışıyla ilişkilidir.

Klasik Liberalizmde Devlet-Birey-Toplum İlişkileri

James Mill ve Jeremy Bentham tarafından insan doğasına ilişkin etkili bir alternatif kuram olarak ortaya koyulan faydacılık, özellikle John Stuart Mill’in eserlerinde siyasal bir içerik kazanır. Faydacılara göre doğru eylem, insanın refahını artıran eylemdir. Faydayı genel olarak artıran bir eylem, bazı insanların tercihleriyle çatışabilir. Bu durumda bazı insanlar tercihlerini yaşarken, bazı insanların tercihleri tatmin edilemeyecektir; ancak bu bir tesadüfün yarattığı talihsizliktir.

Öte yandan bireyin kendi bireysel çıkarlarının peşinden koşan bir varlık olduğuna ilişkin saptama, klasik liberal kuramın iktisat anlayışını da biçimlendirir. Klasik liberalizmin iktisat anlayışı üzerindeki en etkili isim hiç kuşkusuz Adam Smith’tir.

1759’da yazdığı Ahlaki Duygular Kuramı adlı eserinde insanın bencil doğası ile herhangi bir müdahaleden uzak olarak kurulan sosyal düzen arasındaki bağları kuran bir güdüleme kuramı ortaya koyar. Smith’e iktisadın kurucusu unvanını kazandıran en önemli eseriyse 1776’da yazdığı Ulusların Zenginliği’dir. Eserin önemi ilk kez sistemli bir şekilde ekonominin işleyişini piyasa terimleriyle açıklama girişimi olmasından kaynaklanır. Bu kuramda, devlete biçilen rol, Locke’un kullandığı mecazi ifadeyle “gece bekçiliği”dir. Başka bir deyişle, devletten tek beklenilen güvenliği sağlamasıdır.

Görünmez El Kuramı: Adam Smith’in 1776’da yazmış olduğu Ulusların Zenginliği eserinde ortaya koyduğu “görünmez el kuramı”, herkesin bencil olduğu bir toplumda, bilinçli bir dış müdahaleye maruz kalmayan piyasa ilişkilerinin kendiliğinden oluşacağına dair inancın ifadesidir. Kurama göre bireylerin çatışan çıkarları, bütünüyle serbest piyasada kendilerini ifade olanağı bulduğunda, piyasadaki fiyatlar ve kaynakların verimli kullanımı azami düzeyde gerçekleşme olanağı bulur.

Klasik liberal kuramın iktisadi sonuçları, özellikle dönemin etkili kuramlarından Sosyal Darwinizm’le bütünleşerek bireylerin, kişisel kendi yetenek ve çalışkanlıklarına göre konumlandıkları bir toplumsal örgütlenme biçimine neden olur.

Dikkat edilirse devletin müdahalesini bütünüyle reddetme eğiliminde bulunan klasik liberal görüşün savunucuları, özgürlük adına eşitliği ve adaleti göz ardı etmiş olurlar.

Eşitlikçi Liberalizmde Devlet-Birey-Toplum İlişkileri

Devlet ya da toplumun bireyler üzerinde herhangi bir ahlaki ya da siyasi müdahale gücünün bulunmadığı klasik liberal kuramın eşitlik anlayışı, sıklıkla “fırsat eşitliği” ile ifade edilir.

Liberalizmin özgürlük adına devletin her türden yeniden dağıtımını müdahale olarak değerlendiren bakış açısının adalet adına yarattığı sorunlar, 1970’te yazdığı A Theory of Justice adlı eserinde John Rawls tarafından giderilmeye çalışılır. Rawls, liberal bireycilikle sosyal adalet ilkelerini “hakkaniyet olarak adalet” kuramı çerçevesinde bir araya getirir.

Faydacılığın en büyük sorunu, toplumsal alanda, adaletsiz olan eylemlerin, çoğunluğun faydası adına kabul edilebilir hale getirmesidir. Rawls faydacılığı eleştirerek, adaleti toplumsal yapının temeline yerleştirmeye çalışırken, aynı zamanda siyasete ahlaki bir içerik de yükler. Rawls’a göre liberal kuramın adaletli bir uygulaması, kuramın ancak haklar temelinde değerlendirilmesiyle olanaklı bir hal alır. Hakların uygulamada kullanılabilirliği ise, devletin yeniden dağıtımcı rolü üstlenmesini gerektirir.

Rawls, kuramını temellendirmek üzere, toplumsal konum ve koşullarının farkında olmayan insanların, toplumsal düzen üzerine görüşmelerinden çıkabilecek olası ilkeleri değerlendirdikleri bir sözleşme yaptıklarını varsayar. Rawls, “bilgisizlik peçesi” (veli of ignorance) adını verdiği bu belirsizlik durumundaki görüşmecilerin, tüm toplumsal koşullardan önce iki adalet ilkesini benimseyeceklerini ileri sürer. Bunlardan ilki, özgürlüğe ilişkindir. Her görüşmeci gerçek dünyada en geniş hak ve özgürlüklere sahip olmayı isteyeceğinden, temel özgürlüklerin her bir birey için korunuyor oluşunu garanti altına almak isteyecektir.

Rawls’un öne sürdüğü ikinci adalet ilkesi ise birincil metaların paylaşımına ilişkindir. Rawls, kıt kaynakların bölüşümü için Toplumda en az ayrıcalıklı olanlara en çok faydanın sağlanmasını önerir. Böylece Rawls, bireyleri bütünüyle kişisel kaderlerine terk etmek yerine, devletin yeniden dağıtımcı olduğu bir yapıyı onaylar. Bu açıdan Rawls, yeniden dağıtımla bir eşitsizlik yaratır, ancak bu eşitsizliğin haklılığı adaleti sağlamasından ileri gelir.

Nitekim Rawls’un bireyin toplumsal sorunlarının devlet eliyle çözümüne ilişkin yaklaşımı, pek çok liberal düşünüre göre liberal görüşlerden bir sapma olarak değerlendirilir. Rawls tarafından liberalizmin deforme edilmesine en büyük tepki, Robert Nozick’ten gelir.

Devletsiz Birey: Liberterlik

Robert Nozick Anarşi, Devlet ve Ütopya adlı eserinde 19. yüzyılın liberal ilkelerine geri dönmeyi önererek, devletin minimal kapsama küçülmesi gerektiğini savunur. Nozick kaynakların devlet eliyle dağıtılmasının, bireyler aleyhine özgürlük yitimine yol açtığı iddiasıyla negatif özgürlük anlayışının en hararetli savunucularından biridir. Ona göre yeniden dağıtımcı bir devlet, bundan faydalananları tembelliğe sürükler.

Liberterlik: Liberterlik ya da liberteryanizm, en genel anlamda, Adam Smith’in iktisadi liberalizme ilişkin saptamalarını en uç noktasına ulaştıran özgürlükçü görüş olarak tanımlanabilir. Liberterlik bir tür piyasa fundamentalizmi olarak da değerlendirilebilir.

TOPLUMA ÖNCELİK VEREN SİYASAL KURAMLAR

Sosyalizm Ekseninde Devlet-Birey-Toplum İlişkileri

Liberalizmin birey, bencillik, özgürlük, kişisel mülkiyet gibi dayanaklarına karşın, sosyalizmin eksen kavramları toplum, eşitlik, işbirliği ve ortak mülkiyet olarak belirir. Sosyalizm her şeyden önce toplumcu bir ideolojidir ve birey ile devlet kavramlarını toplum ekseninde çözümler. Sosyalizme göre toplum, birey karşısında bir önceliğe sahiptir. İnsan; toplum tarafından biçimlendirilen, kişi oluşu toplumsallığı içinde olanaklı hale gelen bir varlıktır.

Sosyalistlere göre, liberallerin insan doğasının bencil olduğuna dair yapmış oldukları saptama, kapitalist toplumun tarihselliğinin bir sonucudur. Başka bir deyişle bencillik, insan doğasına değil, kapitalizmin özüne aittir.

Sosyalizmin eşitlik anlayışı, liberal kuramın fırsat eşitliği düşüncesinden bütünüyle farklı bir yapı gösterir. Eşit maddi ve toplumsal koşullara sahip olmayan insanların, önlerinde siyasi ya da yasal engeller bulunmasa dahi, seçimlerini özgürce yapmaları ve isteklerini gerçekleştirmeleri beklenemez. Bu açıdan sosyalistler, maddi ve toplumsal koşullarda bir denklik yaratılmadığı durumlarda eşitliğin yalnızca bir mitten ibaret olduğu düşüncesini paylaşır.

Marx ve Engels’e göre devlet, egemen sınıfların çıkarlarının temsilidir. Tarih boyunca egemen sınıflar değiştikçe, devlet de egemen sınıfın çıkarlarına göre yeniden düzenlenir. Bu egemen sınıflar Eskiçağda köle sahipleri, Ortaçağda feodal lordlardır. Modern çağın devleti ise egemen sınıf olan burjuvazinin çıkarlarını savunmak üzere yapılandırılan bir kurumdur.

Devletsiz Toplum: Komünizm-Anarşizm

Marksist devlet kuramını ve proletaryanın devrimdeki görevlerini ortaya koyduğu Devlet ve Devrim eserinde Lenin, komünist topluma ulaşmanın yolunun, geçiş sürecinde topluma kanaat önderliği yapacak olan proletarya diktatörlüğünden geçtiğini ileri sürerek, Öncü Parti kuramını ortaya koyar. Öncü Parti kuramı, Lenin’in işçi sınıfının burjuvazinin fikir ve inançlarının aldatmasından korunması ve devrimci potansiyellerini keşfedebilmesi için oluşturulan “profesyonel devrimci” sınıfın liderliğini göstermektedir.

Bo noktada komünizmin inşası sırasında devlete ihtiyaç hala devam eder. Lenin kadar önem taşıyan bir başka isim ise Joseph Stalin’dir. Stalin geliştirdiği “tek ülke sosyalizmi” kuramında, uluslararası bir devrime ihtiyaç duyulmaksızın, her ülkenin kendi içinde komünizme geçebileceğini ileri sürer.

Bu yolda Sovyetler Birliği’nde ilk olarak 1928 yılında özel mülkiyet bütünüyle kaldırılır ve tüm üretim kaynakları devletin eline geçer. Tüm bu değişimlere yönelik muhalefetin şiddet yoluyla bastırılması, ülkeyi baskı ve terör dönemine iterken, sınıfsız toplum idealinden de giderek uzaklaşmayı ifade eder. Kuramsal hedeflerden giderek uzaklaşan komünist toplum ideali, giderek bireyin yok olduğu ve eşitliğin yerini hiyerarşilerin aldığı bir yapılanmaya yol açar.

Devletsiz toplum idealini kuramsal açıdan komünizmle paylaşan bir diğer ideoloji ise anarşizmdir.

Anarşizmin görüşleri iki temel argümana dayanır.

  • kapitalist sistemin yönetim ve kamu görevinde yer alan kesimi, aslında devletin şiddet araçlarının sağladığı imkânlarla halkı sömüren ve bu nedenle de sistemin devamlılığını sağlayan kesimidir. Bu nedenle anarşistler devletle ilişkili her türden yapıyı reddederler.
  • toplumun aşağıdan yukarı doğru özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanacak biçimde örgütlenmesi, ideal bir toplum düzeni yaratır.

DEVLETE ÖNCELİK VEREN SİYASAL KURAMLAR

Aristoteles insanı “toplumsal/siyasal hayvan” olarak tanımlarken siyaseti de insanın varoluşsal koşulu olarak belirler. Dikkat edilirse toplum/siyasal düzen-ya da amacımıza uygun olarak devlet-Aristotelesçi gelenek dâhilinde, kendisini oluşturan bireylerin toplamından fazlasını işaret eder.

Organik devletin savunucuları için devlet, liberal kuramların aksine, bireylerden bağımsız bir gerçekliktir. Başka bir deyişle, organik devlet savunucuları için devlet kavramı ontolojik bir gerçekliktir.

Muhafazakârlık-Milliyetçilik Ekseninde Devlet-Birey-Toplum İlişkileri

Muhafazakârlık, tam da Aydınlanma döneminde, ancak Aydınlanma değerlerine bir tepki olarak doğar. Aydınlanmanın yarattığı değişim rüzgârına karşı, eskinin değerlerine tutunan muhafazakârlar, özellikle romantizmden etkilenerek, akılcılık karşısında geleneksel değerlerin savunusunu yaparlar. Muhafazakârlığın genel eğilimi güçlü devletten yana olmakla birlikte, asıl ilgileri devlet ve birey arasındaki aile ya da din gibi geleneksel kurumları korumakla ilişkilidir.

Yeni-muhafazakârların ekonomik amaçlarla iç içe geçen gelenek vurgusuna karşın, klasik muhafazakârlık kendisini milliyetçi ideolojide cisimleştirir.

2 türden milliyetçiliği birbirlerinden ayırt etmek gerekir.

  • Renan etnik kökenli devlet tanımları yerine, devleti öncelikli olarak coğrafi bir alan olarak tanımlar.
  • Bir diğer milliyetçilik türü ise etnik kökenli bir devlet arayışının sonucu olarak beliren kültür ve cemaate dayalı millet tanımlarını içerir.

Devlet-Toplum-Birey Denkliği: Faşizm

Faşizm, etnik milliyetçiliğin dışlayıcı tutumunun en uç ifadesidir. Siyaset olgusunun temeline birey yerine organik bağların oluşturduğu milli birlik duygusunu koyan faşizm, milli birliğin nesnesini, devletin temsil ettiği bütünlükte bulur. Faşizme göre devlet başlı başına bir amaçtır.

Sonuç olarak Devlet, birey ve toplum kavramları arasında sabit bir ilişki durumundan söz edilemeyeceği açıktır. Devlet, birey, toplum gibi kavramları, tarihselliklerini dışlayarak tanımlama çabası, sonuçta bizi ancak bir ütopyaya götürecektir

ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK, ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK VE IRKÇILIK

Dünya çapında bir ekonomik ve siyasi üstünlük kuran “Batı”, “modern” ve hatta “postmodern” diye adlandırılan düşünme biçimlerinin ve değer anlayışlarının mimarı olmuştur. Özellikle 1945’ten sonra, Batı’nın gelişim ve dönüşüm süreçlerinden geçmemiş farklı kültür ve ulusal kimliklerden insanlar, daha insanca bir yaşam umuduyla Batı ülkelerine artan bir yoğunlukla göç etme eğilimi göstermiştir. Bu göçler, önemli sorunları da beraberinde getirmiş ve 20. yüzyılda özellikle yoğun göç alan ABD, Kanada, Avustralya, Fransa gibi ülkelerde siyaset felsefesi açısından da önem taşıyan çokkültürlülük, çokkültürcülük, ötekileştirme, yabancı düşmanlığı gibi pek çok yeni konu tartışmaya açılmıştır.

Çokkültürlülük

Çokkültürlülüğün de, çokkültürcülüğün de kaynağı, temelde felsefî bir görüş olan çokçuluğa ya da çoğulculuğa (pluralism) dayandırılabilir. En genel anlamıyla çoğulculuk, tek cinsten olma yerine çeşitliliğin, aynılık yerine farklılığın ve tek bir şey yerine çok sayıda şeyin önemini vurgulayan bir görüştür.

İmparatorluk ve sömürge döneminden geriye kalan farklı etnik, dinsel ve kültürel grubun bir uyum içinde beraber yaşamasını sağlamak önemli bir sosyal ve siyasal sorun olarak ortaya çıkmıştır. Tam bu noktada çokkültürlülük en fazla ön plana çıkan söylem veya yaklaşımdır. Bir olgu olan çokkültürlülük kendi “ideolojisi” çokkültürcülüğü doğurmuştur.

Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya gibi yoğun ve artan göçmen nüfusuna sahip ülkelerde bir siyaset modeli olarak başlayıp sonra Batı Avrupa ülkelerine yayılan çokkültürcülüğün söylemlerindeki temel hedef farklılıkların tanınıp hoşgörülmesi sayesinde daha uyumlu bir toplumun oluşturulmasıdır.

Asimilasyon, bir topluluğun zaman içinde kendi kültürel değerlerini unutarak çoğunluğu oluşturan grubun dilini ve kültürel değerlerini benimseyerek dönüşmesi durumunun adıdır. Asimilasyon genellikle egemen toplumun birlikte yaşadıkları diğer topluluklara devlet eliyle bir dayatması ve zorlaması olurken, bazı durumlarda topluluklar herhangi bir dış baskı olmadan da asimile olabilmektedir.

Goldberg’e göre, çokkültürcülüğün ortaya çıkışına zemin hazırlayan, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki tekkültürcülük politikalarıdır. Amerika Birleşik Devletleri’nde kullanılan eritme potası (melting pot), farklı ülkelerden göçen etnik azınlıkların yeni devletlerine uyum sağlamak üzere dillerini, kültürel değerlerini, yaşam tarzlarını terk etmelerine ve bunun karşılığında yeni bir ulusal kimlik kazanmalarına işaret eden, tekkültürcü siyaset anlayışından kaynaklanan bir terimdir.

Çokkültürcülüğün günümüzde en çok rastlanan iki uygulama biçimi, liberal çokkültürcülük ve radikal çokkültürcülüktür.

  • Liberal çokkültürcülükte hukuksal, toplumsal ve siyasi ayrımcılığa yer yoktur.
  • Radikal çokkültürcülükteyse, devletin kendisine bağlı topluluklar üzerinde ortak bir kültür politikasından söz etmek olanaksızdır.

Çokkültürlü bir toplumun her zaman çokkültürcü bir siyaset anlayışını benimsemesi bir zorunluluk değildir, fakat felsefî düşünce açısından, çokkültürlü toplumlar için çokkültürcülüğü ideal bir düşünce olarak ileri sürmekte bir sakınca yoktur.

IRKÇILIK

Toplumsal yaşamı biçimlendirmek için ırk kavramını temel alan ırkçılık, bir grup insanın diğer insanlardan biyolojik, zihinsel ve/veya ahlâkî bakımlardan yalnızca farklı değil, daha iyi, daha üstün, daha yaratıcı olduğunu savunan ve bu savunmayı genetik köklere dayandıran bir siyasi anlayıştır.

Sosyal Darwinizm’den de yararlanan ırkçı yaklaşım, daha yüksek ırkların/halkların daha aşağı olanları egemenliği altına almasını, hatta köleleştirmesini normal karşılar.

Irkçılıkla bağlantılı olarak görülen ve biyolojik-genetik temellerin ötesine geçerek halkları dil, din, kültür alanlarında da üstün-aşağı ayrımı eksenine oturtmaya çalışan etnosentrizm, bir grup insanın ya da halkın kendi ırk, din, dil, değer dizileri ve kültürlerinin diğer halklarınkinden üstün olmasının doğal olduğunu ve değerlendirme ölçütlerini koyması gerekenin üstün olan halk olması gerektiğini savunan yaklaşımdır.

Demokrasiyle yönetilen günümüz çokkültürlü toplumlarında, çokkültürcülük de sine qua non (olmazsa olmaz koşul) bir siyaset anlayışı olarak demokrasiye eşlik eder.

ULUS-DEVLET VE KÜRESELLEŞME

Günümüz siyaset terminolojisinde ulus ile devlet aynı kapsamda ve aynı şeye işaret eden kavramlar olarak anlaşılır. Giambattista Vico’dan bu yana, bir halkın diline, kültürüne ve toplu yaşam deneyimine özgün kimlik kazandıran unsurların toplamına işaret eden “ulusal karakter” terimi, ulus olmanın vazgeçilmez koşullarından biri olarak görülmüştür.

Ulus-devlet, Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi’nin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve dünyada bugün 222 bağımsız ulus-devlet vardır. Bunların 171’i de Birleşmiş Milletler üyesidir.

Avrupa toplumlarında yaygınlaşarak benimsenen laik, demokratik ve nisbeten eşitlikçi bir anlayış temeli üzerinde yükselen ulus-devlet, Ortaçağ’daki derebeyliklerden ve Yeniçağ’da tekrar güçlenmeye başlayarak merkezî otoriteler kurmayı başaran krallıklardan farklı olarak, aynı dinden, aynı kavimden ya da aynı krallığın tebâsı olmaktan farklı bir bilincin, yurttaşlık bilincinin ortaya çıkmasına hizmet etmiştir.

Habermas’a göre ulus-devlet kavramının içinde barındırdığı ikilemle açıklanabilir. İkilemin bir yanında eşitlikçi bir hukuk toplumunun evrenselciliği, diğer yanındaysa tarihteki yazgıları ortak olan bir toplumun yerelliği ve biricikliği bulunmaktadır.

Küreselleşme, ulus-devletler için bir tehdit midir; neden ve nasıl?

Küreselleşme ya da Avrupa dillerindeki karşılığıyla “globalizasyon” ulus-devlete ve milliyetçiliğe karşı adeta bayrak açmış bir ideolojidir. Küreselleşmenin tek başına ekonomik ya da sosyolojik özelliğe sahip olmadığını, bu olgunun ardında gerçekleştirici bir özne ya da özneler bulunduğunu ve bu öznenin tarihsel, ekonomik ve düşünsel açılardan bakıldığında Batı’dan başkası olmadığı düşünülebilir.

Özü bakımından, küreselleşmenin, gelişmiş ülkelerce başlatılan ve kendisini ekonomik, toplumsal ve düşünsel olarak “azgelişmiş” diye nitelediği ülkelere dayatan olaylar zincirinden örülü bir bütün olduğu söylenebilir.

Küreselciler ya da küreselleşmeciler, küreselleşmenin getirdikleri hakkında deyim yerindeyse bir “toz pembe tablo” çizerler. Bu yaklaşıma göre, küreselleşme, dünya insanlığının belki de tek kurtuluş aracıdır ve insanlık için gelecek güzel günlerin habercisidir.

Marksist eğilimli sol-sosyalist akademik ve siyasî çevrelere göre, küreselleşme şüpheyle yaklaşılması gereken bir tür sömürgeleştirme aracıdır. Bu yaklaşıma göre küreselleşmenin amacı, önce ekonomik sonra da toplumsal ve siyasi alanda küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda dünyayı tektipleştirmektir.

Dönüşümcü söylemin karşıt görüşler arasında uzlaşma arayışı kılıfı altında açıkça dillendirmediği fakat insanlardan kabul etmesini beklediği yaklaşım: Dünyayı değiştirecek gücün yoksa, değişime ayak uydurmaktan başka çaren de yok demektir biçiminde dile getirilebilir.

Özetle Ulus-devletler günümüzde çokkültürcülük talepleri ve küreselleşmenin getirdiği sorunlara bağlı bir meydan okumayla yüzleşmek durumundadır.

SİYASET FELSEFESİ AÇISINDAN ULUS-DEVLET VE KÜRESELLEŞME

Ulus-devletler varlıklarını sürdürebilmek için küreselleşen dünya koşullarına göre yeniden yapılanmak zorundaysa, küreselleşmenin varlığını sürdürebilmek için yapması gereken bir şey var mıdır, varsa nedir?

Ulus-devletin günümüzdeki konumu ve yapması gereken hakkında Habermas çokkültürcü bir siyaset anlayışına işaret etmektedir. İnsanın sıfırlanan değerinin yeniden hatırlanması için belki de her bireyin tüm dünya insanlığına karşı ödev ve sorumluluğunu temel alan yeni bir etik anlayış gerekmektedir.

Küresel etiğin temelinde, Kant’ın “Her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun.” biçiminde dile getirdiği Pratik Buyruk’un (der Praktische Imperativ) etkisi olduğu söylenebilir.

Ulus-devleti ve küreselleşmeyi günümüzde felsefî açıdan değerlendirmenin en makul yolu, insan haklarını ve insanın değerini temel almaktan geçmektedir.

Kaynak: Anadolu Üniversitesi Yayınları – Siyaset Felsefesi II