Simone Beauvoir – İkinci Cinsiyet – Yaşanmış Deneyim – Kitap Özeti

Simone de Beauvoir İkinci Cinsiyet kitabının 2. cildi – Yaşanmış Deneyim‘de, kadınların tarihsel ve toplumsal koşullar altında şekillenen deneyimlerini derinlemesine ele alır. Beauvoir, çocukluktan yetişkinliğe, evlilikten anneliğe, cinsellikten mesleki yaşama kadar kadınların karşılaştığı yapısal ve bireysel engelleri ortaya koyar. Aynı zamanda, kadınların özgürleşme sürecinde karşılaştıkları çelişkileri ve potansiyel çıkış yollarını tartışarak, eşitlikçi bir toplum vizyonu sunar.

1. Bölüm – Çocukluk

Beauvoir, ünlü aforizması “Kadın doğulmaz, Kadın olunur” ile başlar ve kadınlığın biyolojik, ruhsal veya ekonomik bir yazgıdan ziyade, uygarlığın bütünü tarafından şekillendirildiğini vurgular.

Çocuklukta cinsiyet farklılaşması henüz bireyin kendi bilincinde belirgin değildir; çocuklar dünyayı cinsel organları değil, gözleri ve elleriyle kavrarlar. Beauvoir, hem kız hem de oğlan çocuklarının erken yaşlarda benzer fiziksel ve duygusal deneyimler yaşadığını belirtir: doğum ve sütten kesilme dramı, emme ve dışkılama gibi bedensel hazlar her iki cins için de ortaktır. Her iki cins de anneye yönelen benzer duygusal bağlar kurar, kıskançlık ve sevgi arayışı gösterir. Ancak, kız çocuklarının “kadınsı” davranışlara yönlendirilmesi, toplumsal müdahalenin erken yaşlarda başladığını gösterir.

Çocuk, özne olarak varoluşunu başkalarının bakışı aracılığıyla keşfeder ve yabancılaşır. Aynada kendi yansımasını görmesi veya ebeveynlerin mimiklerini anlaması, çocuğun kendini nesne olarak kavramasına yol açar. Çocuk, hem annesinin sıcaklığına sığınarak hem de yetişkinlerin onayını kazanarak bu nesnelik hissi ile mücadele eder. Kız ve oğlan çocuklar, ilk yıllarda benzer baştan çıkarma ve onay arayışı davranışları gösterir. Oğlanlara “küçük adam” olmaları telkin edilir; onların bağımsızlığı cesaretlendirilirken, kız çocukları annenin eteğine bağımlı bırakılır.

Oğlan çocukları, erken yaşta kız çocuklarına kıyasla daha az fiziksel temasla büyütülür ve bağımsızlığa zorlanır. Penis, oğlan çocuğuna üstünlük duygusu veren bir simge haline gelir; bu değer, çocuğun kendi organından değil, çevrenin tutumundan kaynaklanır. Bu, biyolojik bir üstünlük değil, kültürel bir anlamlandırmadır. Kız çocuklarının cinsel organları, toplumsal olarak yok sayılır ve bu, onların eksiklik algısına katkıda bulunur. Beauvoir, penis hasetini biyolojik bir tepki olarak gören Freudcu anlayışı reddeder. Bunun yerine, toplumsal normların kız çocuklarını aşağı konuma yerleştirdiğini ve bu konumun penis hasetini tetiklediğini öne sürer.

Oğlan çocukları, penis aracılığıyla kendilerini özne olarak olumlarken, kız çocukları bu olanağa sahip değildir. Onlara verilen oyuncak bebek, bir “öteki ben” işlevi görür; ancak bu, kız çocuğunu edilgen bir nesne olarak görmeye yönlendirir. Kız çocuğunun bebeğini süslemesi ve onun aracılığıyla kendini “güzel” bir nesne olarak hayal etmesi, toplumsal olarak dayatılan narsisizmin bir yansımasıdır. Beauvoir, kız çocuklarının “hoşa gitme” arzusunun, onlara güzellik ve çekicilik üzerinden değer atfedilmesiyle şekillendiğini belirtir. Bu, onların özne oluş süreçlerini baltalar ve nesne konumuna hapseder.

Anne, kız çocuğu için hem bir rol modeli hem de bir baskı kaynağıdır. Kızını “gerçek bir kadın” olarak yetiştirme çabasıyla, toplumsal normları yeniden üretir. Bu, kız çocuğunun annesine hem öykünmesini hem de ondan uzaklaşmasını sağlar. Kız çocuklarının doğum ve annelik merakı, toplumsal normlarla şekillenir. Toplum, kız çocuklarını anneliğe hazırlamak için doğum ve çocuk yetiştirme hikayelerini yüceltir. Bu, kız çocuklarının hayal gücünü besler ve onları bu rollere yönlendirir.

Kız çocukları, aile ve toplum içinde erkek üstünlüğünü gözlemleyerek, kendi konumlarının aşağı olduğunu fark eder. Oğlan çocukları, erkekliklerinden gurur duyarken, kız çocukları kadınlıklarından dolayı kıskançlık ve isyan hisseder. Erkek üstünlüğü, tarih, edebiyat ve mitoloji aracılığıyla yüceltilir. Kadın kahramanlar, genellikle erkeklerin gölgesinde kalır ve edilgen rollerle temsil edilir.

Din de erkek üstünlüğünü pekiştirir ve kız çocuklarını edilgenliğe yönlendirir. Din, erkek otoritesini ilahi bir düzene bağlayarak, kız çocuklarının edilgenliği ve boyun eğmeyi doğal görmelerine neden olur.

Kız çocuklarının cinsel gizlere ilgisi, toplumsal yazgılarının bir yansımasıdır. Beauvoir, bu deneyimin genellikle utanç, korku ve tiksintiyle karşılandığını, çünkü kadınlığın toplumsal olarak aşağı konuma yerleştirildiğini belirtir. Âdet görme, kız çocuğunu geri dönüşü olmayan bir şekilde kadınların safına yerleştirir. Kız çocuklarının cinsel uyanışı, oğlan çocuklarınınkinden farklı olarak, gizli ve utanç verici bir deneyimdir. Bu, kız çocuklarının bedenlerinden ve arzularından yabancılaşmalarına yol açar.

2. Bölüm – Genç Kız

Ergen oğlan, etkin bir şekilde erişkinliğe ilerlerken, genç kız, tuzakları önceden kurulmuş bir geleceğin ona ulaşmasını bekler. Erkeklerin üstünlüğü, ekonomik ve toplumsal temellere dayanır; bu, genç kızı onların uyruğu olmaya ikna eder. Ebeveynler, arkadaşlar ve toplum, evliliği genç kız için en onurlu ve en az yorucu kariyer olarak sunar. Genç kız, bağımsız bir özne olma arzusuna rağmen, toplumsal baskılar nedeniyle kendini bir erkeğin ellerine bırakmaya yönlendirilir.

Ergenlik, genç kızın bedenini dönüştürür ve onu kendine yabancılaştırır. Adet sancıları, baş ağrıları ve dolaşım bozuklukları ile beden, onu boğan bir sis bulutuna dönüşür. Bu yabancılaşma, genç kızın evreni ağır bir yük olarak algılamasına ve kendine olan güvenini yitirmesine yol açar.

Bedeni, ruhsal yaşantıyla fizyolojik durum arasında sıkı bir bağ taşır ve bu, onu “histerik” bir bedene dönüştürür. Adet görmenin yol açtığı korku, bedensel rahatsızlıkları artırır; genç kız, bedenini kaygıyla gözlediği için onu hastalıklı gibi algılar. Biyolojik durum, genç kız için engel oluşturmazken; asıl engel, bu durumun toplumsal olarak nasıl kavrandığıdır.

Bu süreçte entelektüel ve sanatsal alanlarda geriler, çünkü çevresi onu kadınlık rollerine yönlendirir. Onun bağımsızlığı, töreler ve toplumsal normlar tarafından kısıtlanır. Genç kız, erkekler gibi özgürce dolaşamaz, eğlencelerini seçemez veya tasasız davranamaz. Sokakta yalnız başına dolaşması, tacize uğramasına neden olur; bu, onun hareket özgürlüğünü sınırlar.

Erkeklerin gözünde değer kazanmak için, insan olarak başarılar elde etmek yerine, onların düşlerindeki kadına öykünür. Bu, onun özerkliğini daha da zayıflatır. Hoşa gitmek için özerkliğinden vazgeçer ve edilgen bir rol benimser.

Erotik duyarlık, hoşa gitme arzusuyla iç içedir; genç kız, bedeninin büyüsüne inanır ve bu büyüyü erkeklerin övgüleriyle doğrulamak ister. Ancak bu narsisizm, genç kızı nesne konumuna indirger. Marie Bashkirtseff’in günlüğü, bu narsisistik tapınmanın örneğidir; o, kendi imgesine âşıktır ve erkeklerin hayranlığını, bu imgenin doğrulanması için arar.

Genç kızlar, narsisistik zevklerini kadın arkadaşlarıyla paylaşır ve bu, lezbiyen eğilimlere yol açabilir. Kadınlar, arzunun mutlak nesnesi olduğu için, bu “özel arkadaşlıklar” yaygındır. Kadınlar arasındaki çekingenlik azdır; bu, genç kızın edilgen nesne rolünü daha az yabancılaşarak deneyimlemesini sağlar. Ancak bu ilişkiler, genellikle bir geçiş dönemidir; genç kız, daha yoğun deneyimler aradığında erkeklere yönelir.

Erkek, onun gözünde hem göz kamaştırıcı bir tanrı hem de ürkütücü bir figürdür. Genç kız, bu çelişkiyi çözmek için, idealize ettiği erkekleri (sinema oyuncuları, erişilmez kahramanlar) gerçek erkeklerden ayırır. Platonik aşklar, cinsellik sorununu ortadan kaldırır ve genç kızı güvende hissettirir. Ancak gerçek bir erkeğe yaklaşmak, korku uyandırır. Onları aştan çıkarmaktan hoşlanır, ancak erkeğin arzusunu uyandırdığında tiksinir. Bu çelişki, onun tutarsız davranışlarına (gülümseyip ardından alay etmesi, öpülmeyi kabul edip dudaklarını silmesi) yol açar.

Genç kız, belirsiz bir varoluş gibi hissederken, büyüleyici bir nesne gibi davranmak zorundadır. Düşleriyle gerçeklikten kaçar ve bu, onun edilgenliğini pekiştirir. Yalnızlığında özgürlüğünü keşfeder, ancak bu özgürlük olumsuz bir biçimdedir, onu bunaltır. Çünkü dünyayı değiştirme gücünden yoksundur.

Ergenlik bunalımından sonra kadınlığını kabul eder ve yazgısına teslim olur. Bu teslimiyet, onun düşlerinin boşluğunu ve toplumsal baskıların gücünü fark etmesiyle gerçekleşir. Olgunlaştıkça gerçekliğe uyum sağlar ve romantizmden uzaklaşır. Bağımsızlığı seçse bile, kadınlık yazgısından yoksun kalmaktan korkar. Bu korku, onun hırslarını sınırlar ve enerjisini böler (çocuk sahibi olamamak vs). Bu çelişki, onun başarılarını ketler.

3. Bölüm – Cinselliğe Giriş

Kadının cinselliğe girişi, çocukluk cinselliğinin basit bir uzantısı değildir; beklenmedik ve hoyrat bir kopuş olarak yaşanır. Erkek cinselliği özerk ve aşkın bir ifadeyken, kadın cinselliği nesneleşme ve türün hizmetiyle karmaşıklaşır. Kadın cinselliğinde vajinal haz, erkeğe bağımlılığı pekiştirir.

Kadın, cinsel edimde nesneleştirilir. Erkeğin tatmini kesin bir orgazmla sonuçlanırken, kadının hazzı belirsizdir ve döllenme, onun için bir başlangıçtır (gebelik, doğum, emzirme). Kadın, türün taleplerine boyun eğerken, erkek kendi zevkiyle tür hizmetini birleştirir.

Patriyarkal toplum, kadını iffetli olmaya zorlar; bu, cinselliğini bir hata veya yenilgi olarak damgalar. Erkek cinselliği fetih ve zaferle, kadın cinselliği ise aşağılanma ve kirlenme ile ilişkilendirilir.

Genç kız, cinsellikte hem özne hem nesne olmayı arzular; bu, onun çelişkili tutumlarını şekillendirir. Kadın cinselliği, edilgen ama etkin bir katılım gerektirir; bu, onun fizyolojik ve psikolojik durumuna bağlıdır. Kadının hazzı, psikolojik rızaya ve sinir sisteminin durumuna bağlıdır.

Onun ilk cinsel deneyimi, biyolojik ve toplumsal nedenlerle travmatik olabilir. Bekârete verilen aşırı değer, cinselliği bir felaket gibi algılatır. Erkek, cinsellikte öğretici ve otoriter bir rol üstlenir; bu, genç kızda korku ve çaresizlik yaratır. Erkeğin tutumu, genç kızın cinsel deneyimini şekillendirir; hoyratlık, frijitlik ve nevrozlara yol açabilir. Gebelik korkusu, kadın cinselliğini felce uğratır; bu, toplumsal ve ekonomik bir tehdittir. Doğum kontrol yöntemleri, kadını özgürleştirse de, bu yöntemlerin uygulanması bile cinselliğin büyüsünü bozar.

Beauvoir, Kinsey Raporu’na dayanarak, erkeklerin çoğunun iki dakikada orgazma ulaştığını, kadınların ise 10-15 dakikalık uyarılmaya ihtiyaç duyduğunu belirtir. Erkeğin hazzı kesin ve sınırlıyken, kadının hazzı bütün bedene yayılır ve belirsizdir. Ayrıca, kadının hazzının, kendini mutlak bir bırakmaya bağlı olduğunu belirtir. Erkek, çoğu zaman egemenlik peşindedir; bu, kadının büyülenmesini bozar. Kadın, gözlerini kapatarak ayrılığı yok etmek ve erkeğiyle kaynaşmak ister. Erkeğin “Zevk aldın mı?” gibi soruları, bu birliği yıkar ve kadını nesneleştirir. Kadın, hazda özne olarak kalmak için erkeğin hazzıyla bütünleşmeyi arzular.

Beauvoir’a göre Erkek, kadının özgürlüğünü tanıyarak onu özne olarak görmelidir; kadın, nesneleşirken özne kalmayı arzular.

Kadın cinselliği, toplumsal koşullara bağlıdır; özgürlük, onun serpilmesini sağlar. Kadın, nesne olmaktan kurtulduğunda arzularını sahiplenir; bu, ancak özgürlükçü törelerle kolaylaşır.

4. Bölüm – Lezbiyen Kadın

Lezbiyenlik, erkeksilik veya hormon dengesizliği ile eş tutulamaz; çoğu lezbiyen, fizyolojik olarak diğer kadınlardan farksızdır. Lezbiyenlik, organik değil psikolojik bir görüngüdür, ancak psikanaliz onu tamamlanmamışlık olarak yanlış değerlendirir.

Lezbiyenlik, kadınlığın doğal bir uzantısıdır; kadınlar, erkek bedeninden tiksinip kadın tenine yönelir. Çünkü ergen kızlar erkeğin egemenliğinden korkar, onun bedeninden tiksinir ve kadın tenini arzular. Bu kadınsılığın dayattığı sınırlara isyandır; kadın, özgürlüğünü talep eder.

Erkeksi kadın, genellikle heteroseksüeldir; lezbiyenlik, kadın rolünden kaçış değil, bir seçimdir. Lezbiyenlik, narsisistik bir suç ortaklığıdır; kadınlar, birbirinde kendini yeniden yaratır. Lezbiyen ilişkiler, heteroseksüel çiftleri taklit etmez; esnek ve içtendir, ancak fırtınalıdır. Onları erkeksi kılan, cinsellikleri değil, üstlendikleri sorumluluklardır.

Lezbiyenlik, ne sapıklık ne lanettir; özgür bir tutum olarak sahicilikle değerlendirilmelidir.

5. Bölüm – Evli Kadın

Evlilik, özellikle kadınlar için, geleneksel olarak bir yazgı olarak sunulurken, erkekler için daha çok bir seçim ya da yaşam tarzı olarak ele alınır. Kadınlar, toplumsal olarak evliliğe bağımlı kılınmış, ekonomik ve sosyal varlıklarını bu kurum üzerinden tanımlamaya zorlanmıştır. Kadınların evlilikteki rolleri, yeniden üretim ve ev içi emekle sınırlı kalırken, erkekler üretici ve özerk bireyler olarak topluma katkıda bulunur.

Modern dönemde evlilik, daha eşitlikçi bir sözleşme gibi görünse de, bu sadece bir geçiş dönemidir. Kadınların üretime katılımı artsa da, eski yapıların ve değerlerin etkisi devam eder. Evlilik, kadınlar için hâlâ bir kurtuluş ya da toplumsal saygınlık aracı olarak görülürken, erkekler için daha çok bir tamamlayıcı unsur ya da yükümlülüktür.

Beauvoir, evliliğin kadınların erotik ve bireysel özgürlüklerini bastırdığını, cinselliğin kadınlar için bir görev haline getirildiğini ve hazlarının erkekler tarafından yok sayıldığını belirtir. Erkekler, evlilik dışında cinsel özgürlüklerini yaşayabilirken, kadınlar için bu alan tamamen kısıtlanmıştır. Bu kadınları bireysellikten uzaklaştırarak onları “genel” bir kadınlık işlevine indirger. Özellikle Zola, Balzac ve Colette gibi yazarların eserlerinden yapılan alıntılar, dönemin evlilik anlayışını yansıtır.

Kadınlar, genellikle cinselliğe dair bilgisizlik ve toplumsal baskılar nedeniyle Gerdek gecesine deneyime korku ve utançla yaklaşır. Stekel’in aktardığı Madam H.N.’nin vakası, bu durumu dramatik bir şekilde örneklendirir: utangaç bir kadın, kocasının hoyratça davranışları karşısında dehşete kapılır ve ömür boyu frijit kalır. Beauvoir, cinselliğin bir gecede “halledilmesi” beklentisinin saçma ve barbarca olduğunu belirtir. Kadınların cinselliğe uyum sağlaması uzun bir süreç gerektirirken, evlilik bu süreci bir görev ve sınav haline getirir. Toplumun, dinin ve ailenin kadını kocasının ellerine teslim eden törenleri, kadının korkusunu artırır ve cinsel birleşmeyi tüm geleceğini belirleyen bir yazgı gibi hissettirir.

Kadınlar, hem haz arzulayıp hem de toplumsal normlar nedeniyle bunu reddetmek arasında bir ikilem yaşar. Kocalar, karılarını fazla şehvetle okşarsa utanacaklarından korkar, ancak “saygılı” davranırlarsa onların duyumsallığını uyandıramazlar. Özellikle eğitimli Amerikalı çiftlerde bu korku erkekleri felce uğratır. Kadınların cinsel hazza ulaşması, toplumsal ketlenmeler ve kocalarının beceriksizliği nedeniyle çoğu zaman imkânsızdır. Beauvoir, bu çelişkinin, evliliğin kadın cinselliğini düzenlemek yerine onu yok ettiğini gösterdiğini savunur.

Kadın evliliğin ona sunduğu “kurtuluş” vaadinin bir aldatmaca olduğunu fark eder ve kocasının hazlarına hizmet eden bir “yem teknesi” haline geldiğini düşünür. Beauvoir, evliliğin kadınları aşk değil, “mutluluk” idealiyle kandırdığını savunur. Burjuva toplumunda mutluluk, dingin bir içkinlik ve statükonun korunması olarak tanımlanır. Erkekler, eylemleriyle kendilerini aşkın bir şekilde gerçekleştirirken, kadınlar evin sınırları içinde içkin bir varoluşa mahkûm edilir. Ev işleri, kadını sürekli bir tekrara mahkûm eder. Beauvoir, bu durumu Sisyphos’un azabına benzetir: kadın, her gün aynı işleri tekrarlar, ancak hiçbir şey üretmez, yalnızca statükoyu sürdürür.

Evlilik, kadınları kocalarına tabi kılar, ancak bu tabiiyet çoğu zaman çatışmalara yol açar. Erkekler, toplumsal ve entelektüel üstünlükleriyle kadınları ezmeye çalışır. Kadınlar, kocalarının otoritesine karşı ya sessiz bir inatla ya da açık bir mücadeleyle direnir. Kimi kadınlar, kocalarını cinsel olarak reddederek ya da aldatma fantezileriyle öç almaya çalışır. Frieda Lawrence ve Elise gibi kadınlar, kocalarını aşağılayarak egemenlik kurmaya çalışır, ancak bu direniş bile onların bağımlılıklarını açığa vurur.

Beauvoir, evliliğin kadınları bir “koca avlama” ve “elde tutma” sanatına zorladığını belirtir. Kadınlar, kocalarını kaybetme korkusuyla kurnazlık, şantaj ve ikiyüzlülük gibi yollara başvurur. Ancak bu çaba, onların köleliklerini pekiştirir. Erkekler, kadınların bu davranışlarından yakınsa da, bu durumun sorumlusu evlilik kurumunun kendisidir. Kadınlar, ekonomik ve toplumsal bağımlılıkları nedeniyle kocalarına muhtaçtır ve bu bağımlılık, hem onları hem de erkekleri mutsuz eder.

6. Bölüm – Anne

Kadınların fizyolojik yazgısının annelikle tamamlandığı iddiası, biyolojik determinizmi yüceltirken toplumsal dinamikleri göz ardı eder.

Doğum kontrolü ve kürtaj, kadınların üreme üzerindeki özerkliğini artırsa da, toplumsal tabular ve yasal engeller bu özerkliği kısıtlar. Doğum kontrolünün ilkel olduğu ülkelerde, istenmeyen gebelikler sıkça kürtaja yol açar ve bu kadınlar için bir “kâbus” haline gelir. Birçok toplum, cenin haklarını koruma kisvesi altında çocuklara ilgisiz kalırken, kadınları kürtaj yoluyla suçlu konumuna düşürür.

Kürtaj karşıtlığının temelinde Katolik ahlakının cenin ruhuna atfettiği değer yatar, ancak bu argüman tutarsızdır. Kilise’nin, savaşlarda ve ölüm cezalarında yetişkinlerin öldürülmesine izin verirken cenine uzlaşmaz bir insanilikle yaklaşması çelişkilidir.

Kürtaj, kadınlar için fiziksel bir işlemden çok, toplumsal damgalanma ve suçluluk duygusuyla yüklü bir deneyimdir. Burjuva ve maddi imkânları olan kadınlar, kürtajı daha güvenli koşullarda yaptırabilirken, yoksul ve yalnız kadınlar için bu süreç travmatiktir. Bu süreç kadınların kendi arzuları ve toplumsal beklentiler arasında bölünmesine neden olur. Erkekler, kürtajı kadınların “doğal” bir sorunu olarak hafife alır ve bu süreçte kadınları yalnız bırakır. Doğum kontrolü ve yasal kürtaj, kadınların anneliği özgürce seçmesini sağlayabilir.

Gebelik, kadınlar için hem bir zenginleşme hem de bir yabancılaşma deneyimidir. Kadın, cenini hem kendi bedeninin bir parçası hem de ona yabancı bir varlık olarak deneyimler. Cenin, kadının bedenini hem zenginleştirir hem de sömürür. Bu süreç kadınların toplumsal rollerini ve bireysel özgürlüklerini yeniden sorgulamalarına yol açar. Doğum, kadınların dünya ve annelikle ilgili gizli duygularını açığa vuran bir krizdir.

Annelik, doğal bir içgüdü değil, kadının yaşam koşullarına ve özgür seçimlerine bağlı bir durumdur.
Beauvoir, annelik “içgüdüsü” fikrini reddeder ve anneliğin kadının içinde bulunduğu toplumsal ve bireysel koşullarla şekillendiğini savunur: Annenin çocukla ilişkisi, onun geçmişi, kocasıyla ilişkileri ve kendi arzuları tarafından belirlenir.

Annelik, kadının özgürleşme mücadelesiyle uyumlu hale getirilmelidir. Beauvoir, anneliğin kadını tatmin eden bir rol olabilmesi için, özgürce seçilmesi ve toplumsal destekle güçlendirilmesi gerekir.

7. Bölüm – Toplum Yaşamı

Beauvoir, kadının toplumsal yaşamda “temsil etme” görevini üstlenerek kendini bir nesne olarak sunduğunu, bu süreçte hem kendi narsisizmini tatmin ettiğini hem de toplumsal baskılar altında yabancılaştığını savunur.

Aile, hem içine kapanık bir birim hem de toplumsal statünün dışavurumudur; bu dışavurumu düzenleyen esas olarak kadındır. Kadının görevi, bu toplumsal vitrini düzenlemek ve başkalarının bakışlarına sunmaktır. Kadının toplumsal yaşamda “temsil etme” görevi, kendini teşhir etme zevkiyle iç içe geçer.
Ziyaretler ve konuk ağırlama gibi pratikler, kadının boş vaktini doldururken aynı zamanda toplumsal statüsünü pekiştirir.

Süslenme, kadının toplumsal saygınlığını açığa vururken aynı zamanda onun narsisizmini somutlaştırır. Moda, kadını özerk bir birey olarak yüceltmek yerine onu cinsel nesne haline getirir. Örneğin, yüksek ökçeli ayakkabılar ve dar etekler, hareket özgürlüğünü kısıtlayarak kadını işlevsiz bir nesneye dönüştürür. Gece elbisesi, kadının cinsel nesne olarak teşhirini en üst düzeye çıkarır. Mücevherler, farbalalar, pullu işlemeler, tüyler, peruklar altında kadın etten bir taşbebeğe döner. Kadın, bu süreçte tüm erkeklerin zevk alması ve kocasının gurur duyması için bir nesneye indirgenir..

Süslenme, kadının toplumsal saygınlığını korumasının bir aracıdır, ancak bu bir köleliktir. Kadın, iyi temsil ettiği ölçüde saygı görür, ancak bu temsil pahalıdır: Amerika’da, çalışan kadının gelirinin devasa bir bölümü kişisel bakıma ve giysilere ayrılır.

Sosyete yaşamı, kadınların bir araya geldiği ancak gerçek bir iletişim kuramadığı bir alandır. Konuk ağırlama, kadının evini büyülü bir alana dönüştürme çabasıdır, ancak bu çaba çoğu zaman bir yük haline gelir. Kadınlar, ortak yazgılarının içkin suç ortaklığıyla birleşir, ancak bu dayanışma yüzeyseldir. Fikir tartışmaları yerine sırlar, yemek tarifleri ve ev işleri üzerinden bağ kurar. Bu erkek dünyasının sertliğine karşı bir sığınak oluşturur. Bu bağlamda kadın, gerçek arkadaşlıktan yoksundur.

Kadınlar, ortak yazgılarının bir sonucu olarak birbirini kıskanır ve düşman görür. Kadın, başka bir kadının başarısını kendi kaybı olarak algılar: Örneğin, ev hanımı, hizmetçisinin iyi iş çıkarmasından rahatsız olur, çünkü bu onun vazgeçilmezliğini tehdit eder. Bu anlamda kadınlar; aşk ve süslenme söz konusu olduğunda en yoğun rekabeti yaşar.

Kadın, kocasının gündelik bakışından yoksun kaldığında hayali tutkulara kapılır. Başka erkeklerin onayını arayarak gururunu tatmin eder. Ancak bu arayış, çoğu zaman kocasını aldatmaya dönüşür: Çoğunlukla kocasını aldatma nedeni, ona duyduğu hınçtır. Zina, kadının kocasına meydan okuma ve düşkırıklığını telafi etme arzusundan kaynaklanır. Yeni sevgili, kadına özgürlük ve yenilik hissi sunar, ancak bu his geçicidir. Bir ilişki istikrarlı hale geldiğinde… evliliğin bütün kötülükleri orada da boy gösterir.

Kadının zinası, erkeğinkinden daha ağır bir suç olarak görülür. Kadın, bu baskılar altında hilelere başvurur. Zina, özgürlük arayışına rağmen kadını nesneleştirmeye devam eder. Kadın, sevgilisine teslim olurken erkeğin egemenliği altına tekrar girer.

8. Bölüm – Fahişeler ve Kibar Fahişeler

Fahişeler, toplumun ahlaki ikiyüzlülüğünün günah keçileri olarak görülürken, kibar fahişeler bireyselliklerini kullanarak toplumsal hiyerarşide yükselirler, ancak bağımsızlıkları yalnızca görünüşte özgürleştiricidir.

Fuhuş, evliliğin gölgesi olarak uygar toplumda varlığını sürdürür. Erkek, karısını iffetliliğe zorlayarak kendi arzularını başka kadınlar üzerinden doyurur. Montaigne’in Pers krallarından örneği, erkeklerin toplumsal normları kadınları ikiye ayırarak koruduğunu gösterir: “Şarap içip ateşlendiklerinde… onları kendi odalarına gönderirler ve… hiçbir şekilde saygı duymak zorunda olmadıkları kadınları getirtirlerdi”.

Fuhuş, namuslu kadının saygınlığını korumak için bir toplumsal araçtır. Kilise Babaları ve Mandeville gibi düşünürler, fuhuşun toplumsal düzeni sürdürmek için gerekli olduğunu savunur: “Kadınların bir bölümünü korumak ve daha iğrenç bir pisliği önlemek için, diğer kadınları feda etme zorunluluğu olduğu aşikârdır”. Fahişe, erkeklerin kendi ahlaksızlıklarını yüklediği bir günah keçisidir.

Evlilik ve fuhuş, kadını ekonomik bir hizmet nesnesine indirger. Kendilerini fuhuş yoluyla satan kadınlarla evlilik yoluyla satanlar arasındaki tek fark, sözleşmenin süresi ve saptanan bedeldir. Evli kadın tek bir erkeğe ömür boyu bağlıyken, fahişe çok sayıda müşteriye hizmet eder.

Bu, yoksulluk ve işsizliğin kaçınılmaz bir sonucudur. Diğer mesleklerden daha fazla kazanç sağladığı için caziptir. Hizmetçilik gibi sömürülen meslek gruplarından beslenir. Bu gruplar köleleştirilmiş koşullarda çalışır ve gelecek umudu taşımaz. Beauvoir, fahişelerin çoğunun sağlık sorunlarıyla boğuştuğunu belirtir. Sokak fahişeliği, fiziksel ve ekonomik olarak yıpratıcıdır.

Kibar fahişeler ise bireyselliklerini kullanarak toplumsal statü kazanır. Güzellik ve cazibe, bu yükselişte önemlidir, ancak toplumsal tanınma için bir erkeğin aracılığı gereklidir. Film yıldızları, modern kibar fahişelerin bir biçimidir: “Kibar fahişenin vücut bulduğu son biçim, film yıldızıdır”. Kibar fuhuş, sanatla iç içe geçer. Dansçılar, şarkıcılar ve oyuncular, cazibelerini ticari bir meta olarak kullanabilir. Kibar fahişeler, özgürlük yanılsamasına rağmen erkeklere bağımlıdır. Erkek desteği olmadan ünleri söner: Güzellik, kırılgan bir sermayedir.

Kibar fahişeler, muhafazakar değerleri benimser. Beauvoir, kibar fahişelerin toplumun üst basamaklarına tutunmak için burjuva değerlerine sarıldığını belirtir. Bu tutum, onların statükoyu koruma arzusunu yansıtır: “Bu dünyada kendine bir yer edinmeyi başarmış olmaktan o kadar gurur duyar ki dünyanın değişmesini istemez”.

9. Bölüm – Olgunluktan Yaşlılığa

Kadın, erkeğe kıyasla daha fazla biyolojik yazgısına bağlıdır ve bu yazgı, özellikle menopoz gibi keskin geçişlerle belirginleşir. Menopoz, fizyolojik olmaktan çok sembolik bir krizdir. Ruhsal dram, genellikle fizyolojik görüngüler kendilerini belli etmeden başlar.

Kadın, yaşlanma korkusunu gençlikten itibaren hisseder. Erkek, yaşlandıkça erotik nesne olmaktan çıkmaz. Kadın ise bedeninin bozuluşuna tanık olurken çaresiz kalır. Menopozda geçmişini yeniden değerlendirir. Kocasının ve çevresinin kendisine layık olmadığını düşünür. Yeni bir başlangıç yanılsamasına kapılır. Gençliğini yeniden yaşamaya çalışır.

Kadın, oğlunda ideal erkeği arar. Oğlu, bir zamanlar olağanüstü bir varlık olarak ufukta belirmesini beklediği erkektir. Oğlunun başarılarını kendine mal eder. Bu doğrultuda Anne, gelinine karşı düşmanlık besler. Öte yandan Anne, kız çocuğuyla ise özdeşleşir veya ona düşman olur. Bazı anneler, kızlarının bağımsızlığını reddeder. Diğerleri, kızları aracılığıyla gençliklerini yeniden yaşar.

Yaşlı kadın, varoluşsal bir boşluğa düşer. Çocuklar büyüdüğünde ve koca kendi dünyasına çekildiğinde, kadın can sıkıntısına gömülür. Sosyal etkinliklerle boşluğu doldurmaya çalışır. Hayır kurumları, kadının kendini meşgul etme aracıdır. Kadın dernekleri, yapıcı olmaktan çok yıkıcıdır. Kadınlar, olumsuz tepkilerle hareket eder: “Her zaman bir şeye karşı… birleşmelerinin nedeni budur”.

Kadın, yaşlılıkta özgürlüğünü keşfeder, ancak bu geç kalmış bir özgürlüktür. Kocasının zayıflaması, ona bağımsızlık sağlar. Kadın özgürlüğünü tam da onu kullanacağı bir fırsat kalmadığı zaman keşfeder. Bu noktada Yaşlı kadının bilgeliği, olumsuz bir nitelik taşır. Baştan aşağı itiraz, suçlama ve reddetmedir bu bilgelik.

10. Bölüm – Kadının Durumu ve Kişiliği

Kadının “kişiliği”ne atfedilen bu kusurlar, içinde bulunduğu durumundan kaynaklanır. Kadın, erkek egemen toplumun bir nesnesi olarak şekillenir ve bu durum, onun davranışlarını içten içe yönlendirir. Bu haliyle Kadın, dünyayı şekillendiren bir özne olamaz. Erkeklerin egemen olduğu bir evreni kabul eder ve kendini sorumlu görmez:

Tarihsel olarak teknolojik hâkimiyet araçlarından mahrum bırakılmıştır. Dünya, onun için gizemli ve inatçı bir dirençtir. Hayat, matematiksel denklemlerle değil, gizli yasalarla işler. Bu bağlamda kadın dünyayı büyüyle algılar. Kadın, telepatiye, astrolojiye ve falcılara inanır: “Dalgalarla, ışımalarla, sıvılarla çevrelenmiş gibi hisseder kendini”. Hayata karşı tutumu büyü ve duayla belirlenir.

Kadın, erkek mantığını kullanmaz çünkü bu mantık, onun gerçekliğine uymaz. Erkeklerin akıl yürütmeleri kadının deneyimlediği gerçeklik için uygun değildir. Bu nedenle, kadın çelişkili savları kolayca kabul eder. O, var olanı kabul eder. Kadın, tevekkül ile karakterizedir. Pompei’de erkekler isyan ederken, kadınlar çömelmiş bulunmuştur. Bu tevekkül, sabır üretir: Fiziksel acıya erkekten çok daha fazla dayanırlar.

Kaygı içinde yaşar. Etkisizliği nedeniyle kaygılıdır. Olası felaketler, onun hayalgücünde gerçekle eşdeğerdir. Sürekli yakınır, şikayet yoluyla isyan eder. Kadın, ağlayarak yenilgisini ifade eder: Gözyaşları, hem şikâyet hem avunmadır. Erkek, bunu hile olarak görür, ancak kadın mücadelede silahsızdır. Kadın, sinir krizleriyle itirazını bedenselleştirir: Kasılma, dünyaya doğru atılmış, ama oradaki hiçbir nesneyi kavrayamayan enerjinin içselleştirilmesidir.

Zıtlaşma eğilimi ile erkek otoritesine meydan okur. Aldatarak erkekten intikam alır. Savurganlık veya gecikmeler, isyan biçimleridir. O, erkek ahlakının sahteliğini bilir ve yalan söyleyerek varlığını sürdürür. Erkek, kadını nesne olarak ister, ancak özgürce itaat etmesini bekler. Kadın da gizlice intikam alır: “Onu aldatırken hem özel arzularını doyurmakta hem de onu gülünç düşürmenin zevkine varmaktadır”.

Kadının bu kusurları, içinde bulunduğu durumunun yansımasıdır. İçtenlikte ise erkeği aşar. Kadın, kendine ve dünyaya karşı kocasından daha duyarlıdır.

Kadının özgürlüğü ancak isyanla mümkündür. Bu özgürleşme ancak kolektif olabilir. Bireysel kurtuluş çabaları trajiktir.

11. Bölüm – Narsisist Kadın

Beauvoir, narsisizmi benin mutlak erek olarak koyulması ve öznenin buna eğilimi olarak tanımlar. Koşulları nedeniyle kendine dönmeye teşvik edilir. Kadın, özne olarak engellenir ve nesne olarak değerli bulunur. Erkek, eylemleriyle hakikatini inşa ederken, kadın etkisizdir. Bu, kadını benine yöneltir: “Hiçbir şey olmadığı için ilgisini ateşli biçimde yalnızca kendi beniyle sınırlar”.

Ayna, narsisizmin temel aracıdır. Kadın, aynada mutlak bir egemenlik kurar. Aynadaki yansıma, kadını zamana ve mekâna hükmeden bir ilahe yapar.

Çocukluğuna özlem duyar. Çocukluk, bağımsızlık ve korunma dönemidir. Yetişkinlikte kadın, genelliğe gömülür. Bu genellikte kadın, özgünlük arar. Çocukluktaki biricikliği yeniden canlandırmak ister. Bu süreçte kadın, hayatını bir romana dönüştürür. Kadın, yaşamını estetik bir hikâyeye çevirir. Kurban veya kahraman kimliği seçer.

Narsisist kadın, arzu edildiğine inanır: “Kendini kadın hissetmek, arzu edilir nesne gibi hissetmek, arzu edildiğine ve sevildiğine inanmaktır”. Kadın, tapılmadığını kabul edemez: “Başkalarının kendisiyle tutkulu bir biçimde ilgilenmediğini kabul edemez”.

Zamanla narsisistik Kadın, gerçek dünyadan kopar. Duyguları yapaydır: “Kendini hiçbir zaman veremediği için, duyguları ve coşkuları yapaydır”. Narsisizm, kadını özgürleştirmez: onu başkalarının onayına muhtaç bırakır.

12. Bölüm – Aşık Kadın

Beauvoir, aşkın kadın ve erkek için farklı olduğunu belirtir: “Aşk kadının yaşamının kendisi olduğu halde, erkeğin yaşamında yalnızca bir uğraştan ibarettir”. Bu, aşkı kadının tek inancı yapar. Erkek, aşkta her şeyden vazgeçmez. Sevgiliyi ilhak etmek ister. Kadın için aşk bir efendi uğruna tamamen bir vazgeçiştir. Cecile Sauvage’ın sözü bu teslimiyeti yansıtır: “Sevdiği zaman kadının kendi kişiliğini unutması gerekir”.

Bağımlılığa mahkum olduğu için aşkı bir özgürlük gibi yaşar. Sevgiliyi yüceltir. Aşk, onun için bir din olur. Fakat bu hayal kırıklığına yol açar. Hayal kırıklığı doğuran yaşamlarını seçkin bir varlığa adayarak onu kurtarma olasılığını sezinlediklerinde… kendilerini çılgınca bu umuda kaptırırlar. Kadın, sevgilide erimek ister. Kadın, sevgilinin gözlerinde kendini bulur. Aşk, kadını değerli kılar.

Kadın, sevgilinin talepleriyle var olur: “Kendini, sevgilinin taleplerini yerine getirerek zorunlu hissedecektir”. Kadın, sevgiliyi yüceltir: Her şeye yalnızca onda sahip olmak ister. Fakat bu adanmışlık, talebe dönüşür: Kadın her anını ona adar. Onun da her an orada olması gerekir. Bu, zorbaca bir bağ yaratır. Sevgilinin yokluğu, kadın için işkencedir. Erkeğin uykusu bile ihanettir. Kıskançlık, aşkın ayrılmaz parçasıdır. Kuşku içindeyken her kadın bir rakip, bir tehlikedir.

O, sevgilisini ilahlaştırır, ancak erkek insandır. Sevgiliyi insanca görmez. Erkeğin eksiklikleri hayal kırıklığı yaratır: “İlahının eksikliklerini, vasatlığını keşfetmek kadın için yürek parçalayıcı bir düşkırıklığıdır”.

Kadın, sevgiliye hem sahip olmak hem de onu özgür bırakmak ister. Bu, umutsuz bir aşktır. Gerçek aşk, eşitlik gerektirir. Sahici aşk, iki özgürlüğün tanınmasına dayanır.

Erkekler, aşkı kadının en yüce gerçekleşmesi sayar: “Kadın olarak seven bir kadın bu yüzden ancak daha da derinden kadın olur”. Ancak bu, aldatmacadır: çünkü erkekler… kadının sunduğunu kabul etme kaygısı taşımazlar.

13. Bölüm – Mistik Kadın

Beauvoir, kadınlara aşkın en yüce misyon olarak sunulduğunu belirtir ve bu aşkın yöneldiği nesnenin (erkek ya da Tanrı) kadının varoluşsal arayışını şekillendirdiğini savunur. Kadın, toplumsal olarak diz çökmeye alıştırılmıştır; bu nedenle kurtuluşunu gökyüzünden, yani erkeklerin egemen olduğu bir alandan bekler. Ancak bu beklenti, Tanrı’ya yönelen mistik bir aşkla birleştiğinde, kadın ilahi varlıkla birleşme yoluyla kendi olumsal varlığını aşmayı amaçlar. Beauvoir’ya göre, kadınların Tanrı’yı seçmesi, insani aşkta yaşadıkları düş kırıklıklarından ya da aşırı taleplerinden kaynaklanabilir. Bu seçim, kadınların “yüce bir Kişi”de cisimleşmiş “Bütün” ile birleşme arzusunu yansıtır. Örneğin, kadınların sevgiliyi görme ya da ona dokunma ihtiyacı duymadan, yalnızca inanç yoluyla onun varlığını hissetmeleri, bu aşkın ilahi boyutlarını gösterir. Bu argüman, kadınların mistik deneyimlerinin, toplumsal cinsiyet rollerinin dayattığı edilgenlik ve özne olma arzusu arasındaki gerilimden doğduğunu ima eder.

Kadınların mistik deneyimi, Tanrı ile erkek arasındaki çiftanlamlılığı ortaya koyar; bu deneyim, patolojik ya da normal formlarda, kadınların özdeğer arayışını yansıtır. Mistik kadınlar, bedenlerini yok ederek veya ona işkence ederek kurtuluşlarını ararlar; bu, kadınların bedenleriyle karmaşık ilişkisini yansıtır.

Onların deneyimleri, bireysel kurtuluş çabalarının sınırlarını ortaya koyar; gerçek özgürlük, ancak topluma yönelik olumlu bir eylemle mümkündür. Beauvoir, mistik kadınların deneyimlerini iki kategoride ele alır: Azize Teresa gibi bilinçli hedefleri olan eylem kadınları ve Madam Guyon gibi narsisist tutkularını misyon sanan kadınlar. Birinci grup, inançlarını topluma yansıtır ve özgürlüklerini eylemleriyle gerçekleştirir. İkinci grup ise belirsiz öğretiler vaaz eder ve kişisel yüceltme peşinde koşar.

Beauvoir’ya göre, gerçek özgürlük, ancak topluma yönelik olumlu bir eylemle mümkündür. Bu argüman, Beauvoir’nın feminist felsefesinin temel bir ilkesini yansıtır: Özgürlük, bireysel değil, toplumsal bir bağlamda gerçekleşir.

14. Bölüm – Bağımsız Kadın

Bağımsız kadın, ekonomik özerklik kazansa da erkekle eşit bir ahlaki, toplumsal ve psikolojik konuma ulaşamaz; kadınlık ve bireysellik arasındaki çatışma, onun özgürleşme sürecini karmaşıklaştırır. Beauvoir, ekonomik özerkliğe sahip kadınların hâlâ azınlık olduğunu, ancak bu kadınların durumunun kadınların geleceği açısından belirleyici olduğunu belirtir.

Kadınların özgürleşme süreci, kadınlık ile bireysellik arasındaki çatışmadan kaynaklanan bir ikilemle şekillenir; kadın, hem kadınlığını olumlamak hem de özne olmak zorundadır. Bağımsız kadın, bu ikilemi reddederek özne olmayı seçer, ancak kadınlığını tamamen inkâr etmek de bir sakatlanmadır.

Cinsellik alanında erkekle eşit bir özgürlüğe sahip olamaz; toplumsal normlar ve kadın erotizminin doğası, onun cinsel özerkliğini sınırlandırır. Kadınlar, zührevi hastalıklar, gebelik ve fiziksel güvenlik gibi risklerle karşı karşıyadır. Öte yandan cinsel ilişkilerde özne olma arzusu, erkeklerin fetihçi rolleri ve toplumsal normlar tarafından engellenir; bu, kadınları edilgen bir konuma iter. Kadınların cinsel yaşamlarındaki düş kırıklıkları, erotizmlerinin doğası ve toplumsal engellerden kaynaklanır; bu, onları tekeşliliğe yöneltir. Kadın, zevk aldığında bağlanır ve ayrılık onu incitir.

Kadınlar, erkek üstünlüğüne olan inançları ve geleneksel roller nedeniyle evlilikte bölünür; bu, onların özgürleşme sürecini karmaşıklaştırır. Beauvoir, bu inancın, onların kendi başarılarını ikinci plana atmalarına neden olduğunu savunur. Öte yandan, kadınlar, aşağı konumlarını lehlerine kullanarak erkekleri “idare edebilir”; ancak bu, özgür bir ilişki değildir. Annelik rolü de , bağımsızlıklarını tehdit eder; özgür annelik, ancak toplumsal destekle mümkündür.

Onların mesleki başarıları, erkek egemen bir dünyada engellerle karşılaşır; bu özgürleşme sürecini yavaşlatır. Kadınların mesleki başarıları, eğitimdeki eşitsizlikler ve aşağılık karmaşasından etkilenir; bu, onların yaratıcılıklarını ve hırslarını sınırlandırır.

Kadın yazarlar, erkek egemen kültürün baskısı altında özgünlüklerini yitirir; bu, onların metafizik sorgulamalardan uzak durmasına neden olur. Beğenilme kaygısıyla özgünlükten vazgeçer ve erkek yöntemlerine öykünür. Beauvoir, George Eliot, Jane Austen ve Brontë kardeşler gibi kadın yazarların, toplumsal adaletsizliklere isyan ettiğini belirtir. Ancak bu isyan, onların enerjisini tüketir ve büyük erkek yazarların başlangıç noktasına yorgun ulaşmalarına neden olur.

Kadınların yaratıcı potansiyeli, özgürlük eksikliğinden kaynaklanan sınırlamalarla engellenir; gerçek yaratıcılık, ancak mutlak bir özgürlükle mümkündür. Kadınların büyük eserler üretememesi, bir yazgı değil, toplumsal koşulların bir sonucudur; özgürleştiklerinde, insanlık için yeni ufuklar açabilirler.

Sonuç

Kadın ve erkek arasındaki çatışma, biyolojik ya da kökensel bir yazgıdan değil, toplumsal olarak dayatılan eşitsizliklerden kaynaklanır; bu çatışma, tarihseldir. Kadın, içkinliğe hapsedilmiş bir varlık olarak erkeği de bu konuma çekmeye çalışır; ancak bu, onun özsel bir özelliği değil, ezilen konumunun bir sonucudur.

Günümüzde kadın, içkinlikten kaçarak aşkınlığa ulaşmayı hedefler; ancak erkeklerin direnci, yeni bir çatışma yaratır. Erkekler, kadınlara “hakkını geri vermek” konusunda isteksizdir ve egemen özne konumlarını korumaya çalışır. Kadınların özgürleşme çabasında erkeklerin ikiyüzlülüğü ve kadınların çelişkili tutumları, çatışmayı sürdürür. Kadın ve erkek, birbirlerini benzer olarak tanıyana kadar çatışma sürecektir; bu, kadınlığın mevcut biçiminin değişmesini gerektirir.

Erkeklerin kadınları köleleştirmesi, insanlığın evriminin bir evresidir; ancak bu, kadınların suç ortaklığıyla sürdürülür. Erkek, kadında kendi egemenliğinin bir efsanesini arar; kadın ise bu rolü oynayarak erkeğin kölesi olur. Kadınların erken yaştan eğitimi, onları başkaldırıdan uzaklaştırır; bu, erkeğin suçu kadar kadının da hatasıdır.

Kadın ve erkek eşitliği, ekonomik ve toplumsal dönüşümle mümkündür; bu, kadınların özerk organizmalar olarak var olmalarını sağlar. Kadın, doğanın değil, uygarlığın bir ürünüdür; eşitlik, yalnızca ekonomik değil, ahlaki ve kültürel bir dönüşüm gerektirir. Eşitlik temelinde yetiştirilen bir kız çocuğu, narsisizm ve edilgenlikten kurtulur; bu, kadın-erkek ilişkilerini yeniden tanımlar. Karma eğitim, erkek gizemini ortadan kaldırır ve aşk, vazgeçiş değil, eşitler arası bir ilişki olur.

Kadınların özgürleşmesi, tarihsel bir döngüyü kıracaktır; bu, erkeklerin cömertliği değil, kadınların mücadelesiyle mümkündür. Kadınların özgürleşmesi, hayatın “tadını tuzunu” yok etmez; bu, eski ayrıcalıkların feda edilmesini gerektirir. Kadınların özgürleşmesi, cinsiyet farklılıklarını da yok etmez; eşitlik içinde farklılıklar, yeni bir zenginlik yaratır. Kadınların erotizmi ve duyumsallığı, erkeklerinkinden farklıdır; bu, özel bir dünya yaratır. Özgür kadın, tekilliğiyle aşkı zenginleştirir.

Erkek ve kadının ilişkisi, insanlığın en doğal ilişkisidir; eşitlik, bu ilişkinin insanileşmesini sağlar.