Ötekiler, sağından mı solundan mı geçeceğimize son anda-çarpışmaktan kaçınma anında karar vereceğimiz, devingen ama anlamsız cisimlerdir. Ancak arada bir, aralarından biri, anlam taşıyan, bizi anlayan, bizim de anlamağa çalıştığımız, bişeyler anlatmayı denediğimiz bir kişi olur, bizim için-‘kendimiz’ gibi bir kişi… -Oysa, tıpatıp aynı bakış açısını o biri de bize uygulamıştır, uygulamaktadır..
Zaman, bize verilmeyen, sahip olamadığımız olanak olarak, düşmanımızdır bizim: bizim olabilseydi en iyi dostumuz olabilecek; ama, bizim olmayan olarak, olanaklarımıza en büyük engeli yaratan, en büyük düşmanımız… Zamandır en büyük düşmanımız- biz istemeden yürüyüp giden; biz istediğimizde de, bir türlü istediğimiz noktada durmayan -zaman, bizi bırakıp gider, terkeder –zaman, bizi, öldürür…
Tek bir anlamlı bütün-bir kişi-olarak, tek bir yerde duramayız bir türlü-çeşitli parçalara bölünmüş, bazen dağınık, bazen toparlanarak, ama hep yeniden dağılarak, birkaç koldan ilerlemeğe çalışırız. Tek bir yön tutturamamış olmanın acısını çekeriz hep, ama, aslında, o ‘tek’ yön, olsaydı-bulunsa, bulunabilseydi-sonumuz olurdu.
Öyle anlar olur ki, boşlukta hissederiz kendimizi -oysa bir yanılgıdır bu: Çünkü, aslında, zaten, sürekli boşluktayızdır da, ancak belirli anlarda -arada bir-hissederiz bunu: olup-biten, boşluğa ‘düşmemiz’ değil, boşluktalığımızı duymamızdır; çünkü, duysak da duymasak da, zaten, boşluktayızdır… Boşluğa düşmeyiz, düşemeyiz hiç -çünkü, boşluktayızdır zaten…
Uygarlık Üzerine Notlar
Uygar kişi, düzenli bir dünya özlemi olan insandır. Ama, dünyanın kendi içinde, kendi başına bir düzeni olmadığını da bilir-bu yüzden, dünyayı düzenlemeğe çalışır. Uygarlık, düzenliliktir.
Uygarlık, en temelde, tembelliktir. Ağustos Böceği ile Karınca arasındaki seçimde, uygar kişinin oyu hep birinciden yanadır. (“Kış” için hazırlık yapmak, o anda yaşanmakta olan “Yaz”ın tadını kaçırmaktır-hem, Karınca da tıpkı Ağustos Böceği gibi tek bir yıl yaşar: öyleyse niye onca çaba?…)
Uygar kişi, kişisel ilişkilerinde sürekli çıkmaza giren insandır. Kendine koyduğu-çoğunlukla enine-boyuna gözden geçirilmiş; aynı zamanda da sürekli yeniden gözden geçirdiği-ilkelere uyan bir davranışıyla, aynı ilkelerin farkında olduğunu sandığı, o ilkelere uyduğunu sandığı bir kişi ile olan ilişkisinde ‘ters’ bir duruma düşüverir. Bu türden yanılgıların kaynağı, genellikle, uygar kişinin kendini içine yerleştirmeğe çalıştığı çerçeve ile, ilişkide bulunduğu kişilerin içinde bulundukları çerçevelerin aykırı olmasıdır. Aykırı düşen, yanılan, tabii ki, uygar kişidir: Öteki kişi(ler) kendi ortam(lar)ındadır(lar), kendi ilkelerine uygunluk içindedir(ler); uygar kişinin ise belirgin, hazır bir ortamı yoktur, ilkelerini de, hep yeniden gözden geçirmek için, sürekli askıda tutar-bu yüzden hep yanılmak zorundadır; ters, aykırı düşmek zorundadır…
Uygar kişi eninde-sonunda felsefeye varır, başvurur-ya da ‘bilinçli’ olarak felsefeyle uğraşmasa bile, yaptıklarının temelinde, belirli bir anlamda ‘felsefe’ durur zaten. Çünkü felsefe, en temelde, hayretten başlar, hayranlığa ulaşır. Uygar kişi ise, en üst anlamda hayret edebilen, en üst anlamda hayran olabilen insandır.
Çünkü, felsefe, gariplikler görmektir. Uygar kişi ise, başka insanlara açık gelen, ‘normal’ gelen şeyleri garipseyen insandır; herkesin dümdüz ovalar gördüğü yerlerde, o, kayalık tepeler görür.-Ve tabii, ‘gerçekte’ bal gibi ovadır oralar ‘işin aslında’; uygar kişinin (felsefenin) gördüğü, üst anlamda yanlıştır. Uygar kişi, olmayanı gören insandır. (Felsefe de, yalnızca olanı görmek olsaydı, felsefe değil, sosyoloji olurdu- ya da topografi!)
Çünkü felsefe, olamayanı gören, olmayanın olmasını buyuran bilgidir. ‘Nesnel’ hiç değildir, ama “ben böyle istiyorum” demekle, yine, hiç ‘öznel’ de değildir: Çünkü burada ‘isteyen’ şu belirli ‘özne’ değil, insanın özüdür. İnsanın özü, olmamışlardan oluşur; olanaklardan-felsefenin ‘istediği’ de, olanakların gerçekleşmesidir. Böylece, felsefenin olmayanı istemesi, temelde, gerçekliği istemesidir. (En üst düzeyine ulaşabilen idealizm, en üst realizm ile çakışır.)
Geçici insandır uygar kişi. Hem yaşadığı, hem de aktardığı (“yazdığı-çizdiği”) şeyler, anlık, uçucu, kendi bağlamı içinde ayrıntıya varan önemsizlikte şeylerdir. Ama daha geniş bir bağlamda yer aldıklarında, özellikle de, içlerinde taşıdıkları anlamı alabilecek birisini bulduklarında, anlamları genişler sanki-yayılırlar, dolarlar, zenginleşirler. Anlam yoğunlaştırıcısıdır öyleyse uygar kişi. Uygarlık, herhalde, yaratmaktır, en temelde. Böylece de kalıcı insandır uygar kişi-çünkü yaratmak, geçip giden anlamı kalıcı kılmaktır.
Yer, Yön, Yol.
Yerini yitiren kişi, yola çıkmak zorundadır. Yola çıkan kişi, yeni bir yer arıyordur -ama yola hep bir (eski) yerden çıkıldığını da unutmaz: her varılan yerin de (yeniden) bir yola çıkış yeri olabileceğini…
Kişi, yoldaş diye, ancak kendi ulaşabildiği yerlere varabilecek, daha ileriye yürüyemeyecek kişiler seçiyorsa, kendisi de duruyor demektir…
Yola çıkacak kişinin aşması gereken ilk ve en önemli engel, kendi yerleşikliğidir: kendi yeri -kendisidir…
Kişi niçin yola çıkar ki? -Yürümek istediği için… Bunun da, yürüdüğü yolla hiçbir ilgisi olmayabilir -çoğunlukla da, yoktur…
Sahici yerini bilmeyen kişi için, yön de yoktur…
GİDİŞ
Yola çıkacak kişi, yanında götüreceklerine çok dikkat etmeli: ‘Bagaj’, yeri gelir, yük olur!
Yola bir kez çıkmış kişi, dursa bile, artık, hep, yolda kalacaktır.
Özgürlük yürümekse, açılmamış, belirsiz yollarda yürümektir.
Yolcuya, yürünmeden, ‘yardım’ edilemez. –Duran, yürüyeni anlayamaz.
VARIŞ
Yolda yürüyenin yüzü, yönüne çevrilidir -yöneldiği yer, yüzünden okunur.
Yol, hep, olanaklılıktan gerçekliğe geçen yerlerin terkedilmesiyse; yer de, hep, olanaklılıktan olanaksızlığa geçen yolların katedilmesidir.
Önemli olan, bir yerde bulunmak değil, bulunduğu yerin bilincinde olrnakbr; aynı şekilde, yolda olmak değil, yürüdüğü yolun bilincinde olmak… Yer de, yön de, yol da, bilinçtir.
bir yerden bir kez kalkıp, yönü tutturup, yükü sırtlayıp, yola çıkan kişi, artık, dursa, hatta yerleşse bile bir yerde, hep hazırdır artık, yola da, yöne de, yüke de…
kişi (HEP/HİÇ)
Kişi, ilerlemesinin ve değişmesinin her noktasında, kendini hem hep yeniden kurar, hem de hep aynı kendisini yineler.
Kişiler için de mevsimler olmalı- mevsim dönümleri: Güneşin indiği-çıktığı, ışığın azaldığı-çoğaldığı; yağmurların çok ya da az yağdığı; rüzgarların sert ya da yumuşak estiği zaman dilimleri– “inişler, çıkışlar”…
Kişinin, neredeyse doğal sayılması gereken eğilimi, yıkılmaktır. Kişi, hep, eğilimlerini belirlemeğe, yönlendirmeğe çalıştıkça, aslında, hep, gizli gizli, kendi yıkımına yönelir.
Kişinin gerçek gücü, her an hiç olabileceğinin bilincidir -kişinin hiçliğinin olanağı, onun varlığıdır. Her an bir hiç olduğunu, hiçliğe girip çıktığı, geçip gittiğini bilmesi, kişinin bilincinin varlık temelini sağlar -sağlayabilir… Ölümdeki hiçlik, kişinin en öz varlığıdır. Kişi, hiç olabilmesiyle, varolur. Kişinin varoluşu, hiçoluşudur. Kişiyi vareden, hiçliktir. (Hiç’im, demek ki Var’ım: nihil ero, ergo sum…)
Kişi kendini hep yaptıklarıyla anlayandır -ama, kişi, yine, hep, hiç anlamadıklarını yapandır. Kişi, önce yapar, sonra anlar. Kişinin anlaması, yapmasının peşinden gelir hep. Kişinin anlaması, yapmış olmasıdır. Kişi, yapmış olan olarak, anlar. Kişi için anlam, yapmadır. Kişi, yapmadığını, hiç anlayamaz.
Asıl çelişme, sürekli, kesintisiz yaşayan, devinen, dolayısıyla sürekli değişen bir şey olan “kişi”nin, aynı zamanda, boyuna, değişmeyen, kalıcı, dayanıklı bir ”benlik” peşinde olmasıdır. Kişinin derdi, değişen olarak, değişmez olmağa çalışmasıdır. Kişinin amacı hiç değişmemektir; acısı ise, hep değişmek...
Kişinin yaşamı, bitmeyen bir kendini ölçüp-biçme, , sürekli bir kendini belirleme uğraşıdır. Kişinin tek uğraşısı, kendini ölçüp-biçme, sınırlarını belirlemeğe çalışmasıdır. Kişi, hep, sınırlarını arayandır. Kişi, hep, arayandır. Kişi hep arar.
Kişiyi yaşatan bilgidir. En ‘somut’; bedeni üzerinde yapılmış bir işlem konusunda bile, kişiyi en temelde ilgilendiren, ‘gerçek’te olup-bitenin ‘kendi’nin ne olduğu değil, neyin olup-bittiğini kendisinin öğrenmesi, bilmesidir. Kişi, bildikçe yaşar.
Çünkü, önemli olan-yaşamsal olan kişiye ‘gerçekte olanın kendisi’ değil, kişinin kendisine olanı ne bildiğidir.
“Özgürlük”, ”bağımsızlık”-bu, felsefede bunca önem verilen, düşünceyi hep derinlere çekecek ağırlıkta iki kavram-pek birşey de demek değillerdir aslında, kişinin yaşadığı gerçek yaşamla karşılaştırıldıklarında: makarnanın sosu gibi!-Çünkü kişi, bunlara da boşverebilir-bunlara da boşvermekte özgürdür!…
Kişi, kendi birliğini ancak çatışmalar içinde bulabilen varlıktır. Kendi kendisiyle çatışmaya-düşmeyen insan, kişi olamaz.
Kişi geriye dönemez ki hiç… Geçmişleri geri getiremez ki hiç. Anılarla gelip hep çullansalar da tepesine, işte, geçmiştirler ya bir kez -geri gelemezler ki… Kişi geçmişine dönemez ki. Geçmiştir ya, işte…