Modern Sosyoloji Tarihi 7 – Feminist Teori

Kronolojik olarak tarihteki ilk Feminist düşünürler olarak Sappho (M.Ö.630-570), Christine de Pizan (1364-1430), Mary Astell (1666-1731), Abigail Adams (1744-1818) gibi isimler kabul edilir.

Bununla beraber Feminist Teorinin kökleri genellikle örgütlü bir kadın hareketinin ortaya çıktığı 19. Yüzyılla, özellikle de Mary Wollstonecraft’ın (1759-1797) 1792 yılında yayınladığı “Kadın Hakları Savunması” (Vinication of the Rights of Women) ile başlatılır.

Birinci Dalga Feminizm başlığı altında da görüleceği gibi, kadınlar 1700’lerin sonlarından itibaren kamusal alanda çeşitli haklar talep etmeye başlamışlardır. Ancak söz konusu yıllarda bu kadınlar erkeklere ait bir alana, yani kendilerine yasak bir alana giren, Tanrının kendileri için biçtiği rolü reddeden, doğal olmayan isteklere sahip kişiler olarak görülmüş, alaylara maruz kalmış, küçük düşürülmeye çalışılmışlardır

Sosyal bilimler üzerinde etkili olan pek çok düşünürün ifadelerinde bu durum görülür. Örneğin F. Nietzche’nin “bir kadın eğitim almak istediğinde cinsel araçlarında bir sorun var demektir”, E. Burke’ün “kadınların beyinleri muhakkak ki rahimlerindedir” , M. Luther’in “kadınlar doğum yaparken yorulurlarsa bunda bir zarar yoktur, doğurabildikleri sürece bırakın ölsünler, zaten bunun için yaratılmışlardır” gibi ifadeleri kadınlığın modern bilim içinde nasıl inşa edileceğinin ipuçlarını vermektedir.

Modern bilim doğuşu itibariyle amacını doğayı egemenlik altına almak olarak tanımlar ve doğayla kadın özdeşleştirilirken akılla erkek özdeşleştirilir. Tarih boyunca hem bilim alanında hem de genel olarak kamusal alanda kadınlar kendileri tarafından değil, erkekler tarafından tanımlandıkları için “duygusal, ama rasyonel veya nesnel olamayan, sömürülmesi kolay, pasif, kırılgan, bağımlı, zayıf, güçsüz” gibi niteliklere özdeşleştirilmişlerdir

Erkek egemen bilim anlayışının egemen olduğu Pozitivizmin mutlak ve nesnel bilgi anlayışı, Einstein’ın çalışmasını ilerleterek kuantum teorisini geliştiren Niels Bohr (1885–1952) ve Verner Heisenberg (1901–76) ile birlikte zayıflamaya başlamıştır. Kuantum teorisiyle beraber mikro ve makro evrenin durağan, istikrarlı, tek düze olmadığı, sürekli genişlediği ve karmaşık ve belirsizlik içerdiği kabul edilmiştir. Buna bağlı olarak standart, mekanik etkileşimin merkezde olduğu bilim anlayışından süreksizlik, belirsizlik, olasılık, dinamiklik, kaotiklik, çok yönlülük gibi kavramların merkezde olduğu yeni bir bilim anlayışına geçilmiş, mutlak objektif gerçekliğin yerini etkileşim sisteminin oluşturduğu yapılanma almıştır.

Bunun yanı sıra bilim ve teknolojinin her zaman olumlu bir ilerleme sağlamadığı, İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi insanların zararına olabildiği de görülmüştür.

Böylece 1970’lere kadar sosyolojide hem konu, hem özne hem de araştırmacı ve teorisyen olarak geri planda kalan ve büyük ölçüde görmezden gelinen kadınlar feminist teorilerin gelişmesi ve çeşitlenmesiyle birlikte daha görünür bir hale gelmeye başlamışlardır.

FEMİNİST TEORİNİN GELİŞİMİ

Bütün feministler ortak olarak kadınların ezilmesini ortadan kaldırma amacını taşısa da bu soruna yönelik felsefi ve politik tercihleri ve geliştirdikleri teoriler birbirinden çok farklıdır, bu nedenle feminizmden değil “feminizmler”den bahsetmek daha doğrudur.

Feminizmi genel hatlarıyla kendi içinde birbirinden farklı görüş ve teorilerin yer aldığı dört dalga olarak ele almak mümkündür. Bu dalgaları birbirinden kopuk dönemler ya da belirli fikirlerle sınırlı kümeler olarak değil, tarihsel bağlam değiştikçe feminist aktivistlerin değişim yaratmak için kitlesel olarak yöneldikleri farklı aktivizmleri içeren, o dönemki yaşamı etkileyen toplumsal değişmeye yönelik güçlü bir politik birleşme olarak görmek daha doğru olacaktır.

Birinci Dalga Feminizm

19. yy sonunda başlayan ve 1920’lere dek süren feminist hareketi kapsar. Birinci dalga feminizm bu toplumsal koşullarda şekillenen, genel olarak kadınların anayasal haklar, özellikle oy hakkı, eğitime ve mesleklere erişim, mülkiyet, evlilik ve boşanmayla ilgili konularda erkeklerle eşit haklara sahip olma çabalarını yansıtan bir dalgadır.

Birinci dalga feminizmin kadın hareketinin amaçlarının bir kısmına ulaşmasıyla, Yeni Zelanda’da 1893 ve ABD’de 1920 yıllarında kadınların oy hakkı kazanmasıyla sona erdiği kabul edilir. Aslında 1920’lerle birlikte sona eren şey, kadın hakları hareketinde oy hakkının taşıdığı merkezi yerdir. Bu tarihten itibaren kadın hareketinde aile yardımları, vesayet, doğum kontrolü ve koruyucu kanunlar gibi konular odak noktası olmaya başlamıştır.

Birinci dalga feminizm içinde öne çıkan iki teori liberal feminizm ve kültürel feminizmdir.

Liberal Feminizm: Genel hatlarıyla beyaz orta sınıf kadınların, kadınlarla erkeklerin ontolojik olarak aynı oldukları varsayımına dayanarak kamusal alana dahil olma, hukuk, politika ve eğitim alanlarında erkeklerle eşit haklara sahip olma çabasını kapsar. Liberal feministler ana mücadele alanını eğitime erişim olarak görür.

Wollstonecraft kadınların tek amaçlarının erkekleri memnun etmek için hayatın akılcı olmayan, duygulara ait yanını geliştirmek olduğunu düşünür. Bu rol kadınların itibarlarını zedelemekte, akıllarını ve eleştirel yeteneklerini geliştirmelerine engel olmaktadır.

Francis Wright da Sarah Grimké de kölelik karşıtıdırlar. Bu dönem feministlerinden bazıları tartışmalarında köle ve kadın arasındaki benzerliği kullanmışlardır.

Kültürel Feminizm: Kültürel feministler de liberal feministler gibi eleştirel düşüncenin önemine inanmıştır ancak liberal feministlerden farklı olarak teorilerini kadın ve erkeğin aynılığı değil, farklılığı üzerine kurmuş ve bu farklılıkların değişmez nitelikte olduğunu düşünmüşlerdir. Buradan da anlaşılacağı gibi liberal feministlerden farklı olarak politik bir değişim değil, geniş çaplı bir kültürel değişim gerektiğini savunmuşlardır.

Kültürel feminist geleneğin başlangıcı olarak Margaret Fuller’ın 1845 yılında yayınlanan “On Dokuzuncu Yüzyılda Kadın” adlı eseri kabul edilir. Kültürel feminizm kadınlarla erkeklerin farklılığını ve kadınların kendi aralarındaki benzerliği vurgular.

Birinci dalga içinde ortaya çıkan başka feminist teoriler de vardır. Bunlardan biri anarşizmle feminizmi birleştiren, cinsiyet eşitsizliğinin otorite kaynaklı olduğunu, devletin eril olduğunu, yasaların erkek bakış açısıyla yazıldığını savunan ve kadınlarla erkekler arasındaki güç ilişkisini değiştirmeyi amaçlayan, Emma Goldman’ın da içinde yer aldığı anarko-feminizmdir.

İkinci Dalga Feminizm

Nasıl birinci dalga feminizm için oy hakkı kritik bir sembolse, ikinci dalga feminizm için de kadın bedeni, kadın bedeninin temsili, erkeklerle kadınlar arasındaki biyolojik farklılıklara yüklenen anlamlar, kişisel hayatlar ve ilişkiler kritik kavramlardır.

İkinci dalga feminizmin en önemli isimlerinden olan Simone de Beauvoir’un “kadın doğulmaz, kadın olunur” şeklindeki ünlü ifadesi toplumsal cinsiyet farklılıklarının algılanışına dair yeni bir bakış açısı sunmuştur.

İkinci dalga içinde radikal feministlerin “herkesin kadın hareketine dahil olabileceği, katılabileceği” iddiası çok önemlidir ve feminist hareket içinde renkli, işçi, eşcinsel kadınlar gibi çeşitli alt grupların oluşmasına olanak vermiştir.

Varoluşçu Feminizm: Varoluşçuluk iradesi ve bilinci olan insanlarla irade ve bilinçten yoksun nesneler arasında kesin bir ayrım yapan, insanların davranışlarından sorumlu olduğunu vurgulayan bir felsefi akımdır.

De Beauvoir’ın 1949’da yayınladığı “İkinci Cins” (The Second Sex) adlı eseri ikinci dalga içindeki en önemli eserlerden biridir. De Beauvoir varoluşçuluk geleneği içinde yer aldığı için önceden verilmiş olan, belirli niteliklere sahip olan bir insan özü olduğu şeklindeki özcü görüşü reddeder.

İkinci Cins adlı eserinde biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında önemli bir ayrım yapmıştır. Yine de De Beauvoir kadın ve erkekler arasındaki biyolojik farklılıkları reddetmez.

Ancak toplumsal olarak inşa edilen kadınsılık davranışları kadınları sosyal ve ekonomik olarak ikincil konuma iter. Kişi insan toplumunda biyolojik olarak dişi doğmuş olabilir, ama kadının kim olduğunu, kadınsı davranışların neler olduğunu, kadınların nasıl davrandıklarını ve nasıl davranmaları gerektiğini tanımlayan toplumdur, dolayısıyla biyolojik olarak dişi olanı kadın haline getiren de toplumun kendisidir. Kadının bu toplumsal olarak inşa ediliş süreci aynı zamanda kadınların sürekli olarak ezilmesi sürecidir.

Kadınların bu konumu değiştirebileceklerini düşünen De Beauvoir’a göre bunun yolu mevcut ataerkil düzenin ona sunduğu avantajlardan faydalanıp erkekler tarafından korunan bir nesne olmak yerine kendini gerçekleştiren bir özne olmayı seçmesidir.

De Beauvoir, kadının kendini gerçekleştirme kapasitesinin bedeni tarafından sınırlandığını da düşünür, çünkü erkek bedeni özgürken kadın bedeni hamilelik, doğum yapma, menstrüasyon gibi nedenlerle kısıtlanır ve kadınların kendilerini birer birey olarak ortaya koyması çok daha meşakkatli bir hal alır

De Beauvoir’a göre kadınların buna izin vermesinin nedeni kişisel hayatlarının sorumluluğunu almak yerine nesne olmanın sağladığı (maddi koruma gibi) avantajlardır, hâlbuki kadının özgürlüğü ancak kendi geleceğini kuran aşkın bir özne olarak var olmayı seçmesiyle başlayabilir.

Psikanalitik Feminizm: Freud cinsel kimliğin oluşmasında babayı ve kadınlardaki “penis kıskançlığı”nı kullanırken Freud’cu feministler kadının cinsel kimliğinin oluşmasında annenin etkisi üzerinde durmuşlardır.

Genel olarak Psikanalitik feministler kadınların ezilmesinin köklerinin çocukluktan itibaren oluşan ilişkisel dinamiklerde olduğunu düşünürler ve amaçları da erken çocukluk döneminde oluşan ve erkeksiliği ve kadınsılığı üretip güçlendiren deneyimleri, aile ilişkilerini ve dil yapılarını değiştirmektir.

Eğer anneler kadar babalar da çocuk yetiştirme sürecine dahil olurlarsa kız ve oğlan çocukları diğer insanlarla ilişki kurmada eşit niteliklere sahip olarak yetişebilirler ve sonunda özel alanın kadınlara, kamusal alanın erkeklere ait algılanması sona erer.

Radikal Feminizm: Radikal feminist teori biyolojik cinsiyetle toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiyi vurgulayan, kadın bedenini ve kadın bedeninin erkekler tarafından kontrol edilmesini tartışmaların merkezine yerleştiren, bu nedenle kadınları özgürleştirmek ve politik bilinçlerini dönüştürmek için öncelikle kadın bedenini özgürleştirmek gerektiğini savunan bir feminist teoridir. Radikal feminizm kadınlık deneyimini diğer deneyimlerin üzerinde tutar. Kadın bedenini -hayat verme kapasitesi üzerinden- erkeklerinkinden üstün tutar ve güçlendirmeye çalışır, böylece erkek bedeninin ataerkil avantajını ortadan kaldırmaya çalışır.

Kate Millett 1970’te yayınladığı Cinsel Politika adlı kitabında ataerkil ideolojinin kadınları erkeklere hizmet etmeye ve bu rolü kabul etmeye şartlandıran erkek egemenliğinin ideolojisi olduğunu, ataerkilliğin aile içinde yeniden üretildiğini ve kadınlar üzerindeki baskının ortadan kaldırılması için ataerkilliğin ortadan kaldırılması gerektiğini savunur. Millett’e (1991) göre bir grup diğerini yönetiyorsa aralarındaki ilişki politiktir.

Örneğin Barbara Mehrhof ve Pamela Kearon 1971’de yayınladıkları “Tecavüz: Bir Terör Fiili” adlı makalelerinde tecavüzün keyfi bir şiddet hareketi olmadığını, güçlü bir sınıfın üyeleri tarafından güçsüz bir sınıfın üyelerine karşı uygulanan politik bir baskı altına alma eylemi olduğunu savunurlar.

Radikal feministler bütün baskıların en özgün modelinin politik olarak baskıcı olan eril-dişil roller sistemi olduğunu, evliliğin kadınlara eziyet etmenin temel bir formülü olduğunu düşünür ve “heteroseksüel seks kurumu” olarak gördükleri evliliğin ve ailenin reddedilmesi, ortadan kaldırılması gerektiğini savunurlar.

Örneğin Shulamith Firestone’a (1970) göre cinsler arasındaki üreme farklılıkları hem sınıf bağlamında işbölümüne hem de kadınların ayrı bir kast haline getirilmesine yol açar. Firestone kadınların tüpte döllenme, yapay plasentalar gibi tekniklerle biyolojik kaderlerinden kurtulabileceklerini, böylece çocuk doğurma ve büyütme rollerinin erkeklere de atfedilebileceğini ve bu rollere bağlı cinsel rol ayrımının ortadan kalkabileceğini düşünür. Böylece “biyolojik aile diktatörlüğü” olarak adlandırdığı durumun sona ereceğini düşünen Firestone geleneksel çekirdek ailenin yerini “ev halkının sınırlı sözleşmesi”nin almasını önerir.

Marksist ve Sosyalist Feminizm(ler): Marksist feminizme göre kapitalist üretim biçimi içinde kadınlar kapitalizme özgü bir ezilmişlikle karşılaşırlar çünkü ücretli emek alanından dışlanmış ve eviçi emekle sınırlandırılmışlardır. İşgücü piyasalarına girseler bile bir yandan erkeklerden daha düşük ücret ve statüyle, vasıf gerektirmeyen işlerde çalışmak zorunda kalırlar, diğer yandan eve döndüklerinde de temizlik, yemek, çocuk bakımı ve benzeri ev içi işlerini yapmak zorunda kalırlar, üstelik bu eviçi emeklerine evdeki erkekler tarafından el konur.

Eviçi emek tartışması Margaret Benston’un 1969 yılında yayınladığı “Kadınların Kurtuluşunun Ekonomi Politiği” adlı eserle başlamıştır. Ekonominin analizinde ev işinin ciddiye alınması gerektiğini savunan Benston’a göre evde harcanan emeğin ücretli emek olmadığı için işten sayılmaması kadınların ikincil statülerinin maddi temelidir.

Ekofeminizm: Terim ilk kez 1974 yılında kadınları, gezegeni kurtarmak üzere ekolojik bir devrim yapmaya çağıran Fransız yazar Françoise d’Eaubonne tarafından kullanılmıştır. Ekofeminizm de kendi içinde liberal ekofeminizm, kültürel ekofeminizm, sosyal ekofeminizm, sosyalist ekofeminizm gibi çeşitli alt kollara ayrılır.

Liberal ekofeministlere göre çevre problemleri doğal kaynakların aşırı hızlı geliştirilmesinden ve çevre kirliliği kaynakları konusundaki yetersiz düzenlemelerden kaynaklanır. Kadınlara da erkekler gibi bilim insanı, doğal kaynak yöneticisi, düzenleyici, yönetici, avukat olma gibi fırsatlar sunulursa kadınlar da erkekler gibi çevrenin korunması konusunda erkeklerle birlikte çalışabilir ve biyolojilerine yönelik sosyal damgayı aşabilirler.

Kültürel ekofeminizm kadın ve doğanın karşılıklı olarak ilişkilendirilip birlikte değersizleştirilmesine yönelik verilen bir cevap olarak gelişmiştir. Kültürel ekofeministler hem kadınların hem de doğanın doğrudan politik eylemlerle yüceltilmesi gerektiğini savunurlar.

Sosyal ekofeminizm, Murray Bookchin’in sosyal ekolojisi üzerine kurulan, toplumu merkezsiz, insancıl komünler olarak yeniden kurmayı savunan bir feminizmdir. Kadınların da doğanın da özgürleşmesinin yolu yaşamın tüm yönlerini bir piyasa toplumuna dönüştüren ekonomik ve toplumsal hiyerarşilerden kurtulmaktan geçer.

Siyah Feminizm: Pek çok siyah feminist, siyah ve beyaz kadınlar arasındaki deneyim farklılıklarını vurgularlar. Siyah erkeklerle ırk ayrımı sorununu paylaştıkları için pek çok siyah feminist beyaz feministlerin bir kısmının benimsediği (erkeklerden) ayrılıkçı konumu reddederler, çünkü bir yandan cinsiyetçiliğe karşı siyah erkeklere karşı savaşmakta, diğer yandan ırkçılığa karşı siyah erkeklerle birlikte savaşmaktadırlar.

Üçüncü Dalga Feminizm

İkinci dalga için nasıl ana mücadele kişisel hayatlar ve ilişkilerse üçüncü dalga için de kitle iletişim araçlarının atmosferi, olasılıkları ve çelişkileridir. Üçüncü dalga önceki dalganın farkında olan ama sınırlılıklarını da fark eden bir yeni nesil feminizm olarak görülebilir. Bu sınırlılıklardan ilki ikinci dalganın ağırlıkla beyaz ve orta sınıf olmasıdır. Bunun yanında üçüncü dalga ikinci dalgayı buyurgan, kuralcı bir hareket olmakla ve sıradan kadınların kozmetik, moda ve heteroseksüel cinsellik gibi kişisel dışa vurum yollarından aldıkları keyiften suçluluk duymalarına neden olmakla eleştirmiştir. Kadınlık ortak deneyiminden doğan “kızkardeşlik” gibi feminist kavramlara şüpheyle yaklaşmışlardır

Üçüncü dalganın içinde feminist bir örgüte bağlı olmasalar da medyada ve ana akımda sunulan “kadınsılık” tiplerine uyum sağlamayı reddeden ve bu tipleştirmelere direnen bazı popüler kültür yıldızları da önemlidir ve bu kişiler “üçüncü dalga ikonları” olarak görülürler.

Courtney Love veya 1991’de başlayan Riot Grrl bu ikonların örneklerindendir. Bu örnekler popüler kültürün de bir eylem alanı olabileceği, medyanın politik mesajlar iletmek için kullanılabileceği ve müzik yapmanın bir eylem biçimi olduğu iddialarını yansıtırlar.

Örneğin Naomi Wolf “Ateşe Ateş” (Fire with Fire) (1993) adlı eserinde ataerkil baskılar nedeniyle kadınların kendilerini pasif konumda görmelerine neden olan “kurban feminizmi”nden kurtulmak gerektiğini savunur.

Postmodern Feminizm: Postmodern toplum teorisyenleri pek çok şeyi birden açıklamaya çalışan büyük anlatılara, toplum için üretilen kurtuluş teorilerine karşı çıkmış, parçalılığı, süreksizliği ve farklılıkları vurgulamışlardır. Bilgi hiyerarşileri çökmüş, bunun sonucunda ‘uzman’ statüsünün içi boşalmış, uzman olmayanların düşünceleri uzmanlarınkilerle eşit geçerliliğe sahip kabul edilmiş, uzmanlarla sıradan insanlar arasındaki farklılıklar daha az belirgin hale gelmiştir.

Postmodern feministler cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında daha önceki feministlerin yaptığı ayrımı reddetmiş, cinsiyetin de toplumsal cinsiyetin de kategorik olarak toplum tarafından üretildiğini savunmuşlardır.

Postmodern feminizm bunun yerine etnik durum, sınıf ve cinsel yönelim gibi açılardan kadınlarla erkekler arasındaki benzerliklerin ve kadınların kendi aralarındaki farklılıkların kabul edilmesi gerektiğini savunur. Böylece kadınların birbirleri üzerinde kurduğu baskı da görünür olacaktır.

Hélène Cixous erkek egemenliğine ataerkil dili reddederek karşı çıkmış, zıt ikiliklere dayalı eril düşünme ve yazma biçimini değiştirmek gerektiğini vurgulamıştır.

Haraway, feminizmin kimlik politikalarını eleştirir ve geleneksel toplumsal cinsiyet tartışmalarının ötesine geçebilmek için Cyborg metaforunu kullanır. Cyborg kavramı hayvanı insandan, insanı makineden ayıran sınırların muğlaklaştığı cinsiyetsiz bir dünyaya gönderme yapar.

Queer Feminizm: Queer kelimesi Türkçeye “tuhaf” ya da “normdan sapmış olan” şeklinde çevrilebilir. Bu terim tarih boyunca sosyal sınırlar dışında olduğu düşünülen bir takım kimlikleri, değerleri ve davranışları susturmak, baskı altına almak, utandırmak için kullanılmış, birinin “queer” olduğunu söylemek bu kişinin sapıklık, hastalık ve absürtlük sembolü olduğu anlamına gelmiştir

Queer kavramı heteroseksüel perspektifin kadın ve erkek şeklinde ikili kimlik rejiminde öteki olarak görülen eşcinsel, biseksüel ve transseksüelleri ifade eder. Queer teorinin önde gelen ismi Judith Butler toplumsal cinsiyetle ilişkilendirilen dışavurumların ve ifadelerin toplumsal cinsiyetimizin sonucu değil, kurucusu olduğunu belirtmiştir.

Heteroseksüelliğin kendini doğal, asli ve norm olarak gösterdiğini belirten Butler “performatif toplumsal cinsiyet” kavramını geliştirmiş, heteronormativiteyi reddetmiş ve normları sürekli olarak saptırmayı savunmuştur. Butler’a göre kadınlık ve erkeklik şeklinde sadece iki farklı toplumsal cinsiyet kategorisi yoktur, belli kalıplara sığdırılamayacak birçok toplumsal cinsiyet söz konusudur.

Butler’a göre feminist teoriler toplumsal cinsiyetin anlamını kendi pratikleriyle sınırlandırdıklarında belirli toplumsal cinsiyet normları oluşturmakta, bu normların dışında kalanları dışlamakta ve homofobik sonuçlara yol açmaktadırlar. Bu normatifliğin feminist teori içinde üretilmesi feminizmin kimi temsil ettiği konusunda sorular doğurur. Queer teori ise bu tip sabit kimlikleri reddederek, her tür kimliğin normlarını bozarak kimliklerin ve cinselliğin yarattığı baskıcı ve dışlayıcı iktidarı zayıflatma potansiyeline sahiptir.

Dördüncü Dalga Feminizm

Dördüncü dalgada sınırlar ve merkezler önceki dalgalara oranla daha az belirgindir, çok farklı ve çok sayıda anlatı aynı anda var olabilmektedir. Dördüncü dalga ne dışlayan ne de men eden bir harekettir, sadece feminizmin hem içinden hem dışından gelen belirli etkilerle oluşan bir aktivizm akınıdır. Bununla birlikte dördüncü dalga feminizm henüz teorik yönden önceki dalgalar kadar güçlü değildir, şimdilik yeni bir feminist anlayış geliştirme potansiyeline sahip olan bir dizi yeni eylemlilik ve ilişkililik türü olarak düşünülebilir.

Dördüncü dalga feminizm 2000’lerin sonlarında gelişen, merkezinde yeni iletişim teknolojilerinin, çevrimiçi ve dijital eylemlerin yer aldığı internet temelli bir feminizmdir.

Çevrimiçi feminizm çerçevesinde yapılan dijital eylemlilik tipleri arasında feminist arşivler, çevrimiçi protestolar, sesini duyurma, topluluk kurma ve bilgi sağlama/edinme sayılabilir. Kadınlar deneyimlerini, karşılaştıkları ayrımcılıkları ve cinsiyetçi davranışları internette paylaşmakta ve bu paylaşımlar zaman zaman büyük protestolar halini alabilmektedir. Twitter başta olmak üzere sosyal medyada oluşan bu protestoların içinde belirli taciz, tecavüz veya cinayet vakaları, kız çocuklarının kaçırılmasına ya da eğitimlerinin engellenmesine yönelik tepkiler ya da kullanıcıların kendi deneyimlerinin paylaşılması söz konusu olmaktadır.

FEMİNİST METODOLOJİ VE EPİSTEMOLOJİ

Feministlerin ana problemlerinden biri araştırma bulgularının ciddiye alınmasını sağlamaktır. Herhangi bir araştırmanın bulgularına inanmak, bu bulguları güvenilir bulmak doğruluk iddiasıyla, neyin doğru olarak kabul edileceğiyle ilgilidir ki doğruluk iddiaları da genellikle belirli bir epistemolojik perspektife dayanırlar.

Feminizm içinde birden fazla epistemoloji vardır ama bunlardan biri diğerlerinden daha doğru kabul edilmez ve feministler araştırmalarında genellikle farklı feminist epistemolojileri birlikte kullanırlar.

Feminist ampirizm: Pek çok liberal feminist tarafından benimsenen feminist ampirizm erkek merkezli ana akıma karşı çıkar ve feministlerin kadınları ve kadın deneyimini marjinal ya da sapkın göstermeden merkeze koyduğu için daha iyi bilgi sağladığını düşünürler. Feminist ampiristler erkeklerin ve kadınların dünyası hakkındaki bilgimizdeki yanlılığı düzeltmeye çalışırlar.

Feminist duruş (standpoint) epistemolojisi: Feminist duruşu benimseyen feministler kendi araştırma bulgularının diğer feminist araştırmacıların ve ana akımın araştırma bulgularından daha iyi ve daha yeterli olduğunu savunurlar.

Feminist inşacılık: Feminist inşacılık hem pozitivist hem de feminist duruş epistemolojilerini eleştirir ve bilgiye yönelik toplumsal inşacı bir yaklaşımı benimser. Bu yaklaşımı benimseyenler toplumsal gerçekliğin insan bilinci dışında, dışarıda var olduğunu kabul etmez, toplumun üyeleri tarafından inşa edilip şekillendirildiğini, bu nedenle bazı feministlerin iddia ettiği gibi diğerlerinden daha doğru ya da daha üstün bir “gerçek bilgi” olamayacağını savunurlar.

Postmodern feminist epistemoloji hem feminist ampirizmi hem de feminist duruş epistemolojisni eleştirir ve çoğulluğu, bilginin bağlamsal temelini ve gerçekliğin olumsallığını vurgular.

Erkeklerin kendi perspektiflerini ve ilgilerini evrensel ve tarafsız gibi gösterdiklerini belirten Irigaray’a göre postmodern feminist epistemolojinin rolü erkeklerin toplumsal dünyayı kendi gördükleri ve deneyimledikleri şekliyle, sanki mutlak gerçekmiş gibi nasıl tanımlayıp betimlediklerini ortaya koymaktır.

Sonuç olarak: Feminist teori, kadınların karşılaştığı baskı ve ayrımcılığı ortadan kaldırmayı amaçlayan çok geniş ve köklü bir teoridir. Bu güne kadar feminist teori ve kadın hareketi; kadınların örgütlenmelerini ve konumlarını iyileştirmek için harekete geçmelerini sağlamıştır ve gelişmeye devam etmektedir.