Modern Felsefe 9 – Hegel

Kant sonrası Alman idealizminin doruk noktası ve en büyük ismi olan Hegel, Almanya’nın Stuttgart kentinde doğdu. Hegel 1807’de en büyük ve etkili yapıtı Tinin Fenomenolojisi’ni (Phenomenologie des Geistes) yayımladı. Böylece Fichte ve Schelling’in yanında Alman idealizmi sürecindeki bağımsız ve kendine özgü yerini almış oldu.

Yapıtlarını verirken genelde evren ve insanlık tarihinin akışına ve anlamına yönelik derin bir öngörüden esinlendiği söylenebilir. Ona göre felsefe söz konusu olduğunda, gizemli-mistik sezgilere ve duygulara başvurmak kesinlikle onaylanacak bir yol değildir. Gerçeklik, ancak ussal olanın yeniden kuruluşu içinde anlaşılabilirdi. Ona göre, bir kısım felsefecinin yaptığı gibi kestirme yoldan giderek gizemli iç görülerle gerçekliğin yakalandığını ilan etmek içi boş bir imgeden başka bir şey değildir.

HEGEL’İN NESNEL İDEALİZMİ

On dokuzuncu yüzyıl Alman idealizminin kökeninde hiç kuşkusuz Kant’ın, deneyim dünyasının ya da fenomen dünyasının arkasında noumenal dünya diye adlandırdığı bir dünyanın bulunduğunu kabul etmesi yatmaktadır. Bu dünya kendinde-nesnenin dünyasıdır. Alman idealistleri Kant’ın eleştirel felsefesini metafizik idealizme dönüştürdüler ve Kant’a karşı şu tezi öne sürdüler: Varolan her ne varsa bilinebilir.

Hegel, Alman idealistlerinin genel bir kabulü olan “Her bilgi objesi zihnin ürünüdür.” yargısını kabul ederek “Her gerçek ussaldır, ussal olan gerçektir.” öne sürümünde bulundu.

Kant, “Anlama yetisi, kategorilerini doğaya dikte eder.” diyordu. Ama Kant’ın öne sürdüğü bilgi koşuluna göre, bir dışsal kendinde-varlığın bizim deneyimimize verilen maddesel içeriği kategoriler tarafından alınarak ancak o şekilde bilgi ortaya konuyordu. İdealistler bu koşulu değiştirdiler. Şu hâlde bilinemeyen hiçbir şey olmayacağına göre, mutlak gerçekliğin en içsel dokularına dek inen bir bilgi sistemi oluşturulabilir. Eğer bizim bilgimizin tüm objeleri zihnin ürünleri iseler bunların, bizim değil ama sınırlı bir bireyden başka bir zekânın ürünü olduklarını kabul etmeliyiz. Bilginin tüm nesneleri ve bundan dolayı tüm nesneler ve böylece tüm evren, mutlak bir öznenin, bir mutlak zihnin ürünüdürler.

Kant’ın kategorileri, salt olanaklı bilginin gerçekleşmesini sağlarlar oysa Hegel için kategoriler varlığın birer tarzıdır ve bu nedenle bireysel herhangi bir zihinden bağımsızdırlar. Bununla Hegel, gerçek dünyanın insan zihinlerinin öznel kavramlarından daha fazla olarak bir gerçekliğe sahip olduklarını söylemek istemiştir. Kant’ın kategorileri Hegel’in elinde nesnel gerçeklik kazanmış oldular ama bu gerçekliği Mutlak Zihinde kazandılar.

Hegel düşünmenin nesnesinin her halde düşünmenin kendisinden ibaret olduğunu söyler. Bu şekilde bilme ve varlık arasında bir özdeşlik vardır. Onun idealizminin özü, bizim bilincimizin objesi, deneyimlediğimiz ve hakkında düşündüğümüz şeyin kendisinin düşünce olduğu fikrinden ibarettir. Bu şekilde Hegel, gerçekliğin mutlak ideada bulunduğu fikrine ulaşmış oldu.

Bu noktada Hegel iki öne sürümde bulunur:

  • Bilinemeyen bir kendinde-varlık kabul edilemez.
  • Gerçekliğin doğası düşüncedir, sonul gerçeklik mutlak ideadır.

Bu durumda tüm gerçeklik, yani evren, mutlak idea’nın bir açınımından başka bir şey değildir.

Mutlak Varlık’ın Doğası ve Serüveni

Mutlak salt bir bütünlüktür ya da bütün sonsuz yaşamdır. Bir öz-gelişim sürecidir yani “kendi kendisinin oluş süreci”dir. Bu süreç çemberseldir; ulaşmak istediği sonul amacı başlangıçta bir erek olarak koymuştur. Ereği nedeniyle somut ve edimseldir. Bir başka deyişle olgusallık taşır; olgusallık teleolojik (erekbilimsel) bir süreçtir. İdeal son, bütün süreci koşul koşar ve ona göndermede bulunur.

Bu durumda bu sürece bir özün öz-açınımı, sonsuz bir ideanın edimselleşmesi olarak bakabiliriz. Böylece mutlakın gerçekte ne olduğunu öz-açınımı bakımından geçmekte olduğu sürecin sonu ya da ulaşılan erek belirlemiş olacaktır. Ama yine de tüm süreç mutlakın kendisidir.

Mutlak varlığın, olgusallığın bütünü olduğunu bir başka deyişle evren olduğunu söylemiş oluyoruz. Bu durumda, Spinoza’nın mutlakın sonsuz töz olduğunu söylemesinden pek farklı bir şey dile getirilmediği biçiminde bir karşı çıkışta bulunulabilir. Oysa Hegel, bunu kabul etmemektedir. Çünkü ona göre gerçeklik salt bir töz değil aynı zamanda bir özne olarak da kavranılmak zorundadır. O zaman mutlak eğer özne ise nesnesi nedir? Hegel’e göre biricik olanaklı yanıt, nesnesinin onun kendisi olduğudur. Bu durumda o kendini-düşünen düşüncedir. Mutlak, nesnesi kendisi olan düşünmedir, yani kendini düşünen öznedir. Bunu söylemek mutlakın tin (geist) olduğunu söylemektir.

Hegel’e göre doğa insan tini için zorunlu bir önkoşuldur. Doğa nesnellik alanını sağlar çünkü nesnellik alanı olmadan öznellikten de söz edilemez. Ama ikisi de mutlak’ın yaşamındaki birer uğrak yeridir, birer momenttir. Doğada mutlak, bir bakıma nesnelliğe geçer ya da kendini nesnellikte anlatır. Hegel’e göre doğanın özünün öznellik olması olanaklı değildir. Bu anlamda kendini düşünen düşünce evrenin telosu yani ereğidir; ama daha çok içkin bir telos; dıştan konmuş bir erek değildir.

Doğada Logos bir bakıma nesnelliğe, kendisinin anti-tezi olan maddesel dünyaya geçer. Tin dünyasında yani insan tini alanında logos kendini özünde olduğu gibi sergiliyor olması anlamında kendine geri döner. Bu şekilde tez, anti-tez ve sentez (bireşim) gerçekleşmiş olur. Hegel’e göre bu tarzdaki bir akış süreci diyalektik bir süreç olmaktadır. Mutlak’ın yaşamı bu şekilde üç ana evreden oluşur. Mantıksal idea ya da kavram, doğa ve tinsellik.

Mantık ve Diyalektik Süreç

Mutlakın yaşam serüveninin hangi evresinde olursa olsun, olguların tüm akış süreci diyalektik yapı içinde gerçekleşmektedir. Diyalektik süreç üç adımlı bir devinim sergiler; tez, antitez ve sentez.

Buradaki üçlü; varlık, yokluk ve oluş kavramlarından oluşur. Hegel şunu öne sürer: zihin daima daha genel ve soyut olandan, daha somut olana doğru yola çıkar; şeyler üzerine oluşturabileceğimiz en genel kavram onların var olduğudur. Böylece mantık (ve gerçeklik) belirlenmemiş olanla başlar; tüm belirli karakteri önceleyen temeldeki özelliksizlikle ve tümünün en başında gelenle başlar. İşte biz buna varlık diyoruz. Bundan dolayı Hegel’in sistemi varlık kavramıyla başlar ve bu tezdir.

Sonra Hegel işaret eder ki yokluk, varlıktan çıkarımlanabilir. Varlıktan yokluğa doğru zihnin bu devinimi üçüncü bir kategoriyi üretir; Bu da oluş kavramıdır. Hegel’e göre oluş, varlık ile yokluk’un birliğidir; o bir tek idedir.

Hegel’in varlık mantığında Kant’ın bilgi kategorileri birer varlık kategorisine dönüştürülmüştür. Varlık mantığının antitezi olan öz mantığı şu temel diyalektik üçlüden oluşur: öz, kuvvet ve edimsellik. Hegel varlık mantığı ile öz mantığının sentezi olarak gördüğü kavram mantığının şu ana diyalektik üçlüye dayandığını söyler: öznellik, nesnellik ve kavram (idea ya da düşünce). Hegel’in mantığının tüm eğilimi, şu halde başlangıçtaki varlık kavramından devinime geçerek, sonunda idea (kavram-düşünce) fikrine ulaşmaktır.

Hegel’e göre, ruh özgürlüğün dünyası iken doğa zorunluluğun dünyasıdır. Doğa birinin ötekini zorunlulukla izlediği aşamaların bir sistemi olarak görülebilir. Buna karşılık özgürlük ruhun edimidir. O hâlde ruh ile doğa arasında, yani özgürlük ile zorunluluk arasında diyalektik bir karşıtlık vardır.

HEGEL’İN TİN FELSEFESİ

Felsefe Ansiklopedisi’nin üçüncü büyük kitabı, Tin Felsefesi adını taşımaktadır. Bu yapıttaki büyük üçlü “Öznel Tin,” “Nesnel Tin,” “Mutlak Tin” biçiminde karşımıza çıkar. Mutlak, tinselliği öncelikle bireysel insanların zihinselliklerinde yakalamakta, ardından aile, sivil topluluklar ve devlet gibi toplumsal kurum ve kuruluşlarda bu tinselliğini biraz daha geliştirmekte ve böylece nesnel tine dönüşmekte, sonul olarak da din, sanat ve felsefe etkinliklerinde en yüksek düzeye ulaşarak mutlak tin hâline gelmektedir.

1) Öznel Tin

Hegel’in burada kullandığı alt başlık, Antropolojidir. Duyarlı, duygulu bir özne olarak ruh, mutlak’ın, tin hâlinde kendine geldiği ilk adımdır; bir başka deyişle de mutlakın doğadan özgürleşmesinin ilk basamağı olmaktadır. Ama tin (geist) olarak henüz uyuklamaktadır. Antropoloji bölümünde ele alınan ruh, en alt düzeyde henüz ayrımlaşmamış bir birlik olarak düşünülen öznel tindi.

Hegel öznel tinin bundan sonraki aşamasını Tinin Fenomenolojisi başlığı altında inceler. Bu alanda ele aldığı kavramlar duyu deneyimi, algı, anlama yetisi, arzu, öz-bilinç, efendi-köle diyalektiği ve akıl gibi kavramlardır.

Tinin Fenomenolojisi bölümünde ise bilinçlilik kazanmış ruhsal varlık söz konusudur. Bu nedenle burada birinci adım duyu algısıdır. Duyu algısı bilincin ilk temel görünümüdür. Tinin Fenomenolojisi, duyu algısının diyalektik bir tartışması ile başlar. Özellikle özne, ona dışsal ve ondan bağımsız olarak görünen fiziksel nesnelerle bu şekilde tanışıklık kurar. Dışsal nesnelerin bilgisini elde eder. Dışsal nesnelerin bilgisi, fiziksel dünyanın, fizik yasalarına göre etkileşen güçlerden ibaret olduğu görüşünü öngörür. Hegel böyle bir dünyanın bilgisinin, gerçekten ben-bilgisinin bir türü olduğunu iddia eder çünkü ona göre fenomenlerin arkasındaki güçlere nüfuz etmede tasarladığımız ve oraya koyduğumuz şeyin farkındayızdır.

Şu halde, fiziksel dünyanın bilimsel kuramı öz-bilinçli varlıkları koşul olarak gerektirmektedir. Öz-bilinçliliği çözümlediğimizde, insanın gerçek anlamda bir öz-bilinçten başka bir şey olmadığını görürüz. Peki insan öz-bilince nasıl ulaştı?

İstek, isteme edimi bireyin ben demesine yol açar. İnsan bir isteğe sahip olmadığı sürece ben bilincine erişemez ve dış dünyada eriyip gider. Oysa bir şeyi istediğimiz zaman, o şey bizim isteğimiz olur ve bu durum “ben” ya da “benim” dememize yol açar.

İstek, insanın yalnızca kendisine ben demesini sağlamaz, ayrıca seyredilen nesne üzerinde etkide bulunmaya, onu tüketmeye ya da dönüştürmeye yol açar. Bu şekilde özne dışsal, yabancı bir gerçekliği kendi gerçekliğine dönüştürerek onu içselleştirir ve böylece kendi öznel gerçekliğini öne sürer. Öznel ben gerçek öz-bilince ulaşabilmenin yolunun bu öteki-benlere kendini kabul ettirmekten geçtiğinin bilincine varır.

Efendi ve Köle Diyalektiği: Hiçbir birey, öteki insanlar tarafından onaylanmayı sağlamaktaki başarısızlıktan mutlu olmaz. Savaşımda yenilen kişi, yaşamını koruyabilmek için, köleliği kabul eder ve efendiye boyun eğer. Ama efendi de bilir ki, efendiliği kölenin kendisini efendi olarak tanımasına bağlıdır. Buradaki diyalektik bunların birbirine bağımlı olmalarındadır.

İnsanın öz bilincini gerçekleştirmesinin yolu kendisini öteki öz bilinçlere kabul ettirmesinden ve onlarca onaylanmasından geçtiği için benler arasında tanınma ve güç bakımından bir savaş hüküm sürer. Efendi tüketerek imha eder, köle çalışarak yaratır. Efendinin tüketimi kölenin çalışmasına bağımlıdır ve bu şekilde süreklilik olmaz. Dünyayı dönüştürmede kölenin çalışması, onun kendisini öldürebileceğini düşündüğü efendiden korkmasının bir sonucudur. Ölüm çalışmaya yol açarak uygarlık yolunda zafere ulaşır. Efendi çalışmaz ama o olmasaydı kimse çalışmayacaktı.

Hegel Hıristiyanlığın içinde bulunduğu zihin durumuna mutsuz bilinçlilik adını vermiştir. Birey kendi içinde bölünmüştür, iyi olan her şeyi tanrının etkinliğine yükleyerek kendini dış dünyadan soyutlamış olduğunun bilincindedir. Hegel’in burada söylemek istediği şey, Hıristiyan Dininin Olumluluğu adlı pasajda açımlanmıştır. İnsandaki sonsuzluk ve mutlaklık fikrinin insanı nasıl deizme doğru sürükleyen bir güç olduğunu burada betimlemektedir.

Öznel tinin açıklanma alanında Hegel’in belirlediği diğer adım Psikoloji alt başlığı altında ele alınmaktadır. Hegel burada, insan özgürlüğünün düşünce ve itkiler olmak üzere ikili bir temel üzerinde olanaklı olduğunu öne sürer. Düşünme yetisi burada tutkuları ve itkileri ussallaştırmak ve sistematize etmekten başka bir şey değildir. Ona göre özgürlük istenci, artık doyum isteminde bulunan bir itki değildir. İtkisel olmayan bir şeye doğru tinin bilinçliliğinin geliştiğini gösteren bir kişilik özelliği hâline gelir. Bu aşamada, “Kendi için özgür istenç olarak varolan özgür istençtir.

Şu aşamada ise Hegel’e göre, öznel tinin doruk noktasını oluşturan özgürlük sadece bir kavramdır, bir ideadır. Aklın ve yüreğin bu ilkesi, ahlaksal, hukuksal, dinsel ve bilimsel olgusallık olarak gelişen bir nesnel evreye dönüştüğü zaman, nesnel tinin dünyasına da ayak basılmış olur.

2) Nesnel Tin

Bu aşamada insan istenci düşünce ve dürtü (akıl ve yürek), özgürlükte birleşirler. Böylece etkin bir duruma gelirler. Nesnel tini oluşturan diyalektik üçlü, hak ya da yasa, öznel ahlak ve toplumsal ahlaklılığı kapsar.

Nesnel tinin ilk evresinde, özgürlüğünün bilincindeki bireysel özne, özgür tin olarak kendisine bir dışsal özgürlük alanı oluşturmak gereksinimini duyar. Bunu ilkin istencini cisimsel şeyler alanında belirterek yapar. Bunları edinip kullanarak bu alandaki özgür istencini anlatmış olur. Böylece mülkiyet ve kişilik haklarını kullanım alanına sokar.

Hegel’in diyalektik sürecinde mülkiyetten vazgeçebilme, bizi sözleşme kavramına götürür. Bir insan anlaşma yoluyla bir şeyleri veriyor, satıyor ya da değiştiriyorsa bu durumda iki istenç bir araya geliyor demektir.

Öznel Ahlak: Hegel ‘ahlak’ terimini günlük kullanımdakinden çok daha dar bir anlamda kullanır, terim günlük dilde pek çok değişik anlamda ele alınmakla birlikte, ahlak deyince genelde olumlu ödevlerin toplumsal bir düzlemde yerine getirilmesi anlaşılır.

Hegel’e göre öznel istenç kendini eylemde dışsallaştırır. Özgür istence dayalı eylem amaçlı eylemdir. Amaç ahlakın ilk evresidir ikincisi de niyet ya da iyiliktir.

Ussal istenç, aslında bir insanın gerçek istencidir, onun ussal, özgür bir varlık olarak istencidir. Bu nedenle bir insanın tikel istencini ussal ya da evrensel istence uyumlu kılma gerekliliği kendini ödev ya da yükümlülük olarak kendini sunar. Şu hâlde tikel istencimizi evrensel istence uyumlu kılmamız gerekir, sadece ödevimiz olduğu için. Aslında bu bize bir insanın neyi yapabileceği konusunda somut bir şeyler söylemez. Bunun bize iç kesinliğimiz yani vicdanımız-duyuncumuz söyleyecektir.

Toplumsal Ahlak: Bu alt başlık altında Hegel, toplumsal tözden söz eder ve özgür istenç sahibi kişilerin toplumsal ödevleri üzerinde açıkça durmaz. Hegel’in ana ilgisi, kendisinin belirttiğine göre, devleti çözümlemektir. Aristoteles gibi, insanın en yüksek toplumsal başarısının devlet olduğunu belirtir. Aile ayrımlaşmamış birlik anlamında tümellik, sivil toplum ise tikellik momentini temsil ederken devlet ayrımlaşmamış birlik yerine, tümelin ve tikelin ayrımlaşmış birliğini temsil eder.

Başka bir anlatımla, devlette bireysel öz-bilinç tümel öz-bilinç düzeyine yükselmiştir. Birey bütünlüğün bir üyesi olarak kendisinin farkındadır. Devlet kendi üyelerinin karşısında duran soyut bir tümel değildir; onlarda ve onlar yoluyla varolur.

Hegel’e göre devlet, nesnel tin olduğu için bir anlamda zorunlulukla tanrısaldır ama o da Aristoteles gibi devlette aşırılıkları ve despotizmi önleyecek güvenlik mekanizmalarının bulunması gerektiğini kabul eder.

Hegel’in devletler bazında savaşa ilişkin söyledikleri oldukça ilginçtir. Devletler zorunlulukla bağımsız varlıklardır. Her devlet bir bireydir ve bireyler kendi varoluşlarını onları tanıyan ve onların da tanıdığı öteki bireylere karşı korumak isterler. Herhangi bir anlaşmazlıktaki en son yargıç savaştır çünkü bireysel devletler üzerinde egemen başka hiçbir güç yoktur.

Hegel bundan sonra savaşı haklı çıkarma gibi bir yönelime girer. Bir başka deyişle savaş ussal bir olgudur. Sonlunun, mülkiyetin ve yaşamın olumsallıklarının da ortaya serilmesi gerekir. Görüldüğü gibi Hegel Kant’ın ebedi barış düşüncesine karşıt bir tutum içindedir.

Hegel’in Tarih Felsefesi

Ona göre tarih yazımcılığı üç şekilde olabilir.

  • İlk olarak dolaysız tarih yazımından söz eder. Ona göre Thucydides’in tarihi bu türü örneklemektedir.
  • İkinci olarak ‘düşünsel tarih’ ten söz eder. Hegel buna öğretici tarih adını verir.
  • Üçüncü olarak felsefi tarih ya da tarih felsefesi gelir. İnsanlık tarihinin genel bir bakışla yorumlanması, anlamlandırılması bu kategoride ele alınır.

Felsefenin kendisiyle birlikte getirdiği biricik düşünce salt akıl düşüncesidir; akıl dünyaya egemendir ve dünya tarihi ussal bir süreçtir. Çünkü dünya tarihi Hegel’in tüm öteki açıklamalarından da anlaşılabileceği gibi, tinin kendini açındırma-açığa koyma sürecidir. Tanrısal kayra tarihte işler ama bunun nasıl işlediğini görmek için tarihsel verilerin incelenmesi gerekir. Öte yandan dünya tarihi, Hegel’e göre, tinin kendisinin özgürlük olarak bilincine erişme sürecidir: Bu yüzden dünya tarihi özgürlük bilincinde bir ilerlemeyi anlatır.

Hegel yansız olduğu söylenen tarihçilerin bile kendi kategorilerini getirdiklerini belirtir. Mutlak yansızlık bir söylencedir.

Uluslar devlet olma düzeyine ulaştıkları zaman, dünya tarihinde kendi parçalarında rol oynayarak bütüne yani dünya tinine katkılarını yapmış olurlar. Bu nedenle bir devlette somutlaşmış her ulusal tin, Weltgeist’ın (dünya-tininin) yaşamında bir uğrak yeridir. Devletler aracılığıyla dünya-tini kendini edimselleştirir.

Hiç kuşkusuz dünya tarihinde birincil önemi olanlar ulusal devletlerdir. Ancak ulus tinini ileriye taşımada öncü görevi gören kişilerin varlığı da bir gerçektir. Büyük İskender, Jül Sezar ve Napoleon gibi insanların tarihte oynadıkları rol üzerinde fazlasıyla durulur. Hegel de bu tür kişileri dünya tarihsel bireyler olarak nitelemektedir. Ulusal tinler ve bunların diyalektiğinden doğan dünya-tini, kuşkusuz tekil insanlarda ve onlar aracılığıyla varolur. Hegel’in tarih anlayışı görüldüğü gibi teleolojik (erekbilimsel) bir anlayıştır.

Mutlak Tin

Hegel’in sistemini tamamlayan temel üçlünün sonuncu aşaması, mutlak tin (absoluter geist) adını alır ve sanat, din ve felsefeden oluşan bir aşamadır. Fenomenolojinin sonunda Hegel, dünya tarihinde, doğadan dine, dinden sanata ve sanattan felsefi bilgiye doğru bir devinim olduğunu belirtir.

Mutlak tin kendisini üç aşamada açımlar: sanat, din ve felsefe. Sanat, sanatçının eliyle mutlak tinin maddesel şeyler içinde cisimleşmesidir; bu nedenle sanatçı bir anlamda “tanrının efendisi” sayılabilir. Tanrı bundan dolayı doğal dünyadan-ki asli olarak ona benzer-daha büyük ve daha güçlü değildir. Ne de dünyanın ötesinde, insan için öncesiz sonrasız ulaşılamaz olarak kalan bir şeydir. Tanrı dünyada kendini gösterir.

HEGEL’İN SANAT, DİN VE FELSEFE ANLAYIŞI

Hegel’in güzel kavramına ilişkin açıklaması Schiller’in görüşünün az çok değiştirilmiş bir biçimi gibidir: Schiller’e göre, güzellik, duyusal ile ussal arasındaki bir arabulucudur. Ussalın bu duyusal cisimleşmesi üç ilkesel yolda gerçekleşir; bunlar sembolik sanat, klasik sanat ve romantik sanat biçimleridir.

Sembolik sanatta duyulur biçim, ussal içeriği onun içine nüfuz etmeksizin ya da onu dönüştürmeksizin tümüyle sembolize etmekte eş deyişle simgelemektedir. Bu sanatın en güzel örnekleri Mısır sanatında karşımıza çıkmaktadır.

Klasik sanatta, duyulur cisimleşmenin ikinci formu karşımıza çıkar. Burada duyulur anlatım, verilmek istenen fikre uygundur. Örneğin insan bedeninin heykellerinde taşta gerçekleştirilen kutsal ideal, taşta gizlenme yoluna gidilmiyor, tersine ideal bir insan bedeni olarak cisimselleşiyor. Bir tapınak tanrı değildir ama tanrıyı düşündürür.

Romantik Sanat: Hıristiyanlık, bireyin sonsuz değerine ve öznel özgürlüğe yaptığı vurgu ile klasik sanatı bir şekilde doyurucu olmaktan çıkarır.

Hegel sanat ürünlerini mimari, heykel, resim, müzik ve şiir olarak sınıflar. Bunlardan mimari sembolik sanata, heykel klasik sanata, resim, müzik ve şiir ise romantik sanata uygundurlar.

Doğal Güzel

Hegel doğal güzelliği “dünyanın düzyazısı” olarak niteleme yoluna gider. Doğa güzelliğini tümüyle yadsımamakla birlikte, düşük düzeyde bulunduğunu belirtmekte diretir. Aslında sistemin yapısı bunu gerektirmektedir çünkü insanın ben-bilinçli başarıları onun en üst noktasını oluşturmaktadır.

Din Felsefesi

Mutlak tin kendisini sanat, din ve felsefe olarak açımladığına göre, Hegel’in felsefi sisteminde dinin en azından felsefi bir bakışla ele alınması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Bu konuda birkaç yorumcu aslında Hegel felsefesinin ateistik (tanrıtanımazcı) nitelikli olduğunu öne sürmüştür, ama pek çoğu ya teistik ya da panteistik olduğunu öne sürmektedirler. Bunun yanı sıra Tinin Fenomenolojisi, başlıklı başyapıtı belli bir haklılık derecesinde ateistik terimlerle yorumlanabilmektedir.

Hegel’e göre din mutlak’ı betimler ya da resmeder, buna karşılık felsefe onu kavrar ya da düşünür. Aynı doğruluk, birinde yarı-imgesel bir form içinde ötekisinde ise kavramsal form içinde anlatılır.

Dinsel bilinç üç ana evreden geçmiştir: Birincisi tümellik, ikincisi tikellik, üçüncüsü bireysellik evresidir.

Hegel’e göre biraz yukarıda da gördüğümüz gibi din ve felsefe aynı sonsuz gerçekliğin, yani tanrının kendini açmasının farklı yollarıdır. Buradaki durum Vorstellungtan, yani imgesel düşünmeden kavramsal düşünmeye dönüşüm sorunudur. Kavramsal düşünme olumsallık içeren imgesel düşünmeden, mantıksal ardışıklık içinde düşünme biçimine geçişi anlatır. Böylece olabilirdi, olmayabilirdi anlamında olumsal bir olay olarak yaratış kavramı, bu tanrıbilimsel kavram felsefede Logosun zorunlu olarak doğada nesnelleşmesi öğretisi olur.

Böylece felsefe dinsel düşüncenin imgesel ya da resimsel ögesini kesip atar ve aynı gerçeği salt kavramsal olarak anlatır. Bu bağlamda Hristiyanlık mutlak dindir ve mutlak idealizm mutlak felsefedir.

Hegel’in Felsefe Tarihi Yorumu

Hegel, Diyalektik yöntemin bir uygulanışını felsefe tarihi alanında da örnekleme yoluna gider. Buna göre felsefe tarihi düşüncenin, kendine ilişkin yetersiz bir anlayışından bir başkasına doğru geçerek ve daha sonra da bunları daha yüksek bir düzeyde birleştirerek kendini daha açık ve yeterli ifade etme tarzına taşıma sürecidir.

Buna göre, felsefe tarihinin değişik evrelerinde ortaya çıkan ve tek-yanlı gerçeklik kavramları sonraki daha yüksek evrelere taşınır ve orada korunurlar ve son felsefe tüm bunların sonucu olarak ortaya çıkar.

Son felsefe şu hâlde daha öncekileri içerir, kendi içinde onların tüm basamaklarını kapsar çünkü tüm bu felsefelerin sonucu ve ürünüdür.