Alman idealizmi düşünürlerinin ilk ve temel düşüncesi felsefede bir sistem bütünlüğü yakalamaktı. Felsefelerinde Kant, Spinoza ve Leibniz`in düşüncelerinden parçaları görebiliriz.
FICHTE
Fichte’nin felsefesi bir etik idealizm olma niteliğini taşır. Fichte’ye göre felsefenin temel ilkesi bilinçli varlık, düşünen ben olmalıdır.
Fichte öncelikle “deneyim” kavramından yola çıkar: Deneyim, deneyleyen birisinin daima bir şeyi deneyimlemesidir. Bilinç her zaman bir nesnenin bir özne tarafından biliniyor olmasıdır. Bu nedenle bilincin edimsel (actual) içeriğine baktığımızda, orada soyutlama yoluyla oluşturulmuş iki temel kavram buluruz. Bunlar kendinde-anlık ve kendinde-şey kavramlarıdır. Bu durumda deneyim ya kendinde-anlığın ürünüdür ya da kendinde şeyin etkisi olarak açıklanabilir. Birinci yol idealizmin yoludur, ikinci yol ise dogmatizmin yani maddecilik ve determinizmin yoludur.
Ona göre sistemin temel ilkesi kendinde-anlıktan (zihinden) başka bir şey olamaz. Fichte genelde kendinde-anlama yetisi terimi yerine kısaca ‘ben’ terimini kullanmayı yeğlemektedir.
İdealizm yolu seçildiğine göre sistemin ilk ilkesi olarak “ben” nedir? “Ben”i (kendi’yi) ne denli bilinç nesnesi yapmaya çalışırsak çalışalım, her zaman nesneleştirmeyi aşan bir “ben” kalır. Bu “ben” tüm nesneleştirmenin ön koşuludur. “salt ben”in zihinsel bir sezgisini insan olarak taşımaktayız. Yani benlik etkinlik olarak kendinin bir sezgisini taşır. “Kant, eğer sorunu sonuna dek irdeleseydi ahlaksal yasa bilincimizin salt ben’in ussal sezgisini içerdiğini görecekti.” demektedir.
Sistemin Üç Temel Önermesi
Fichte’nin sisteminin temel çıkış noktasının “aşkınsal-ben” bilinci olduğunu anlamış oluyoruz. Temel önermeleri:
- Ben sadece kökensel bir yolda kendi varlığını ortaya koyar.
- Ben’in karşısında genel olarak bir ben-olmayan vardır. Bu sınırsız ben-olmayan, ben’in içerisinde ben’e karşıt olarak konulur. Böylece bilinç hem ben’i hem de ben-olmayanı kapsayan bir birliktir. Böylece ben ve ben-olmayan bilinçte birbirlerini sınırlayarak ortaya çıkarlar.
- Ben’de bölünebilir bir Ben’e karşıt olarak bölünebilir bir ben-olmayan koyuyorum. Fichte’nin burada anlatmak istediği şudur: sonsuz etkinlik olarak düşünülen mutlak ben, kendi içersinde sonlu ben’i ve sonlu-ben-olmayanı üretmedikçe hiçbir bilinç söz konusu olamaz.
Fichte’nin üç temel önermesi tez, antitez, sentez şeklindeki Hegelci diyalektik yöntemin bir açımlanışı gibidir.
Görüldüğü gibi Fichte’nin idealist sisteminde ben-olmayan da salt bilinç için varolmalıdır. Çünkü bilinçten bütünüyle bağımsız olarak varolan ve beni etkileyen bir ben-olmayan düşüncesini kabul etmek kendinde şey düşüncesini yeniden kabul ederek idealizmden ayrılmak olacaktır. Empirik bilinç böylece doğayı kendisine verili bir şey olarak bulur. Düşünülerek varolan bir şey olarak ben-olmayanı kuşkusuz felsefecinin zihinsel sezgisi ortaya koyabilir.
İmgelem gücü bireysel ben’in etkinliği olarak kendisini, kendiliğinden sınırlar ve böylece kendini edilgin olarak etkilenen bir şey olarak koyar.
Mutlak ben salt bir etkinlik, sonsuz bir çabadır. Bu çaba ben-olmayanı, yani doğayı bir karşı tez olarak gerektirir. Doğa, ben’in ahlaksal özünü olgusallaştıracağı zorunlu bir ortamdır. Ancak ben sonsuz çaba olması nedeniyle tikel doyumlarda durmaz. O özgür etkinliği yoluyla daima ideal bir hedefe doğru yönelir. Sonunda ben’in önünde duran şey eylem uğruna eylemdir. Bilincin pratik yönden temellendirilmesinde şu kesindir ki ben daha baştan ahlaksal olarak etkin ben’dir yani eylemdir. Onun doğası-özü budur.
Fichte’nin Ahlak Kuramı
Fichte’nin öngördüğü bilim sisteminin insanın özü eylemdir, eylemin niteliği ise ahlaksal olmasıdır.
İnsan, dürtüleriyle zorunluluğun hüküm sürdüğü doğanın, anlama yetisi ya da kendini kendisi aracılığıyla belirleme eğilimiyle de özgürlüğün alanına aittir. İnsan doğası böylece ikili bir görünüm sergiler.
Bir bakış açısına göre insan bir dürtüler sistemidir diyebiliriz, bir bütün olarak sistemi temsil eden dürtü Fichte’ye göre öz-sakınım dürtüsüdür. Bu açıdan bakıldığında insan, doğanın bir sistemi olarak görülebilir. Ama insan bir o kadar da anlama yetisidir, akıldır, bir bilinç öznesidir. İnsan özgürlük ve bağımsızlık uğruna bir çaba olarak kendisini ortaya koyar. Buradaki çaba, doğanın belirleyiciliğinden kurtulabilme çabasıdır. Bu ikisi açıkça birbirine karşıttır. Biri zorunluluk alanı iken öteki özgürlük alanıdır.
Daha açık bir deyişle Ben aslında özne-nesnedir ve insanın gerçek varlığı bu ikisinin özdeşlik ve ayrılmazlığında dile gelir. Bizim duruşumuza göre yaşamımızda biri ya da ötekisi egemen olur, ben’in tüm yaşam fenomenleri bu itkinin karşılıklı olmalarına dayanır.
Fichte en temelde bu iki itilim biçiminin bir ve aynı itki/dürtü olması nedeniyle, bunlar arasında bir sentez ortaya koymamız gerektiği yanıtını verir. Yani eylemlerin salt dolaysız bir doyum, haz uğruna yerine getirilmemeleri ama bunların tinsel bir özne olarak insanın önüne koyduğu ideal ereğe doğru yaklaşan bir dizinin üyeleri olmalarıdır. Bu istemi yerine getirdikçe insan ahlaksal doğasını da olgusallaştıracaktır.
Şu hâlde tikel eylemlerin her biri ahlaksal eylem olabilmeleri için belli bir biçimsel etik koşulu yerine getirmelidir. “Her zaman ödevine ilişkin en iyi kanaatine göre davran ya da vicdanına göre davran.” Böyle davranan istenç iyi istençtir. Vicdan belirli ödevimizin dolaysız bilincidir. Yanılmaz ve yanılamaz. Eş deyişle “Vicdan, tikel bir yükümlülüğün dolaysız olarak farkında olmaktır.”
Dünyada Bir Kendiler Topluluğu ve Hak İlkesi
Hiçbir özgür varlık, aynı zamanda başka benzer varlıkların da bilincinde olmaksızın kendinin bilincinde olamaz. Böylece, öz-bilincin doğması için bir “kendiler/benler” topluluğu olması gerekir. Bir eylemler sisteminin olanaklı olabilmesi için değişik ussal varlıkların kendilerini anlatabilecekleri bir ortak duyulur dünya içinde olmaları gerekir. Kendimizi ussal varlıklar topluluğunun bir üyesi olarak görmedikçe özgürlüğümüzün bilincine varamayız.
Hak kavramını Fichte şu şekilde belirlemektedir: “Özgürlüğünü ilişkiye girdiğin tüm başka kişilerin özgürlüğü kavramı yoluyla sınırla.” Bu karşılıklı tanıma, belli nesnelerin başka şeyleri dışlayıcı sahipliğine hak olarak düşünülen özel mülkiyet hakkını yaratır. Dışlayıcı sahiplik hakkı karşılıklı tanınma yoluyla ortaya çıkar ve varlığını sürdürmesi bu koşula bağlıdır.
Devletin Temeli ve Doğası
Bu haklara saygı gösterilmesini sağlayacak bir güç olmalıdır ayrıca bu güç kişilerin özgürlüğünün de anlatımı olmalıdır. Böylece aralarında bir sözleşmeye giden gruplar, bir başkasının haklarını çiğneyen herhangi bir kimseye karşı zorlayıcı yasa gereğince davranılması konusunda anlaşırlar. Devlet bu şekilde özgürlüğün bir anlatımı olarak görülmelidir. Bir başka deyişle insanın ahlaksal gelişiminin, henüz toplumun bireylerinin birbirlerinin hak ve özgürlüklerine salt ahlaksal güdülerden saygı duyacağı noktaya henüz ulaşmamış olduğu varsayımı üzerine temellenir.
Fichte’ye göre bireylerin istençleri tek bir istenç halinde birleşerek genel istenci temsil eden devleti oluştururlar. O en azından ideal bir koşul olarak devletin yok oluşunu bekler şu hâlde devleti kendinde bir erek olarak gördüğü söylenemez.
Fichte’nin düşüncesine göre “Ussal devlette yabancı uyruklu biri ile doğrudan ticaret bireysel yurttaşa bırakılamaz.” Kendine yeterli ekonomik bir toplum için en iyisi kapalı ekonomi modelidir. Şu hâlde Fichte’nin öngördüğü şey bir tür ulusal sosyalizm olmaktadır. Ekonomiye ilişkin görüşleri açısından Fichte Almanya’nın ilk toplumcu yazarlarından biri olarak kabul edilmiştir.
SCHELLING
Goethe ile yakın arkadaşlardı. Ona bir bakıma romantizmin filozofu diyebiliriz.
Öznel İdealizm
Ben (ego) kavramını insan bilgisinin en yüksek ve koşulsuz ögesi olarak postülatlaştırmıştır. Spinoza nesneyi mutlaklaştırken, Fichte ise özneyi mutlaklaştırır.
Ona göre “Doğa görülür tindir ve tin görülmez doğadır”. Tin ve doğanın bu özdeşliği bizi mutlak kavramına götürür. Mutlak, öznellik ve nesnelliğin salt özdeşliğidir. Ona göre doğa ile tin, nesnel ile öznel arasında yaratılan ayrımlaştırmadan soyut düşünme yetimiz sorumludur.
Schelling’e göre Fichte, doğayı ben-olmayan olarak belirleyerek doğa ile tin, nesnel ile öznel arasında yapay bir ikilik yaratmıştır. Kendi doğa metafiziği işte bu ikiliği aşmaya yönelir. Kendini doğada nesnelleştiren, tasarım dünyasında öznellik olarak kendine geri dönen ve sonra kendini felsefi düşünmede ve onun yoluyla reel ve idealin, doğa ve tinin özdeşliği olarak bilen bir mutlak ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.
Doğa Felsefesi
Doğanın temelinde yatan ve kendini fenomenal dünyaya dönüştüren etkinlik sonsuz ya da sınırsızdır. Doğadaki her şey karşıt güçler arasındaki gerginlikten, bu güçlerin birbirlerine karşılıklı etkide bulunarak sonunda bir dengeye ulaşmalarından oluşur. Söz gelimi süje ile özne arasında asitler ile alkaliler arasında böyle bir kutuplaşma vardır. Bu kutuplaşma (polarite) doğadaki işleyişin genel ilkesi durumundadır.
Cansız doğadan canlı doğaya geçişi çözümleyebilmek için Schelling tüm doğanın canlılık ögesi taşıdığını öne sürer, cansız nesnelerde bu öge bilinçsiz bir oluşum süreci içindedir.
Transsendental (Aşkınsal) İdealizm
İstenç söz konusu olunca aşkınsal idealizm sisteminin ikinci evresine de gelinmiş olur. Öz belirlenim somut eylem yoluyla başarılabilir. Bu nedenle Schelling bu aşamada haklar sistemini ve devleti ahlaksal eylemin koşulları olarak öne sürer. Devlet insan eli tarafından, tinin etkinliği tarafından ortaya konmuş bir yapıdır.
Schleiermacher’e göre tarih insan soyunun özgürleşme yolundaki gelişimidir. Tarih zorunluluk aracılığıyla özgürlüğün gerçekleşimidir. Çünkü Schelling’e göre, zorunluluk ile özgürlük arasında da mutlak bir özdeşlik vardır.
Sanat Felsefesi
Schelling ile birlikte, Fichte’ye karşıt olarak, vurgu, ahlaktan estetiğe, ahlaksal yaşamdan, sanatsal yaratmaya, eylem uğruna eylemden, seyredişe doğru kayar. Ben’in temel niteliği eylemdi. Schelling’in felsefesinde ise ben’in ulaşabileceği en yüksek basamak etik değil, estetiktir. Sanatsal yaratma, kendi nesnelleşmesi içinde kavranan ben’e ait bir sezgidir. Ben, zorunlu bir obje biçimine kendi özgür etkinliğinin sezgisini taşır.
Ona göre, “Doğa yaratıcı tinin bilinçsiz bir şiiridir.” bir başka deyişle doğa, salt bir organizma değil bir sanat eseridir. Schelling’e göre estetik sezgi bilinçsizin ve bilinçlinin, reelin ve idealin birliğinin temel gerçekliğidir. En yüksek insan etkinliği ide artık kuramsal bilgi değil, sanatsal etkinliktir. Estetik sezgi mutlak bilmedir.
Sanat iki karşıt etkinliğin özdeşliğini nesnel bir biçimde dile getirmeyi başaran etkinliktir. Sonlu etkinlik bir yandan kendini sınırlamakta, öte yanda bu sınırlılığını olumsuzlamakla kendini yeniden sonsuz olarak ortaya koymaktadır. Sanatsal güzellik sonlu bir şeyde betimlenen sonsuzdur. Sanat sonsuzun sonludaki ifadesidir, nesnel olmayanın nesne aracılığıyla anlatımıdır.
Bir başka deyişle sanat bütün benlerin kendisine yöneldiği en yüksek amaçtır. Bu nedenle sanat felsefesi Schelling’e göre aşkınsal idealizm sisteminin doruğudur bir başka deyişle gerçek felsefe sanat felsefesidir.
Özdeşlik Felsefesi
Schelling’in özdeşlik felsefesi panteizmin bir türüdür ama Spinoza’nın ölü, maddesel ve determinist panteizmine karşıt olarak, doğanın canlılığını vurgulamaktadır. Schelling inorganik dünyanın temelinde yaşam bulunduğuna inanıyor, bunun tersinin olanaklı olmadığını düşünüyordu.
Olumlu Pozitif Felsefe
Ona göre “Tüm felsefelerin temel işlevi dünyanın varoluşu sorununa bir çözüm bulmaktır.” Negatif felsefe deyince evreni açıklama amacında olan sistemin tümüyle kavramlara ya da özlere sınırlı olduğunu ve bu sistemlerin mantıksal çıkarım düzeyinde kaldığını öne sürer.
Bu felsefe varoluşsal anlamda bir salt edim ya da varlık olarak tanrı ile başlar ve bu en yüksek edimden başlayarak tanrının kavramına ya da doğasına geçer. Ona göre bu salt düşünme yoluyla olamaz çünkü düşünme kavramlar ve mantıksal çıkarsamalar içinde işleyiş gösterir. Bu yüzden başka bir kaynak, başka bir yeti gerekmektedir. Bu yeti istençtir.
Pozitif felsefenin temelinde yatan inanç yaratıcı ve kefaret ettirici, kişisel bir tanrıya duyulan inançtır. Pozitif felsefe adı altında salt bir Hıristiyan felsefesi yapmaktadır. Olumsuz felsefenin sonunda sadece olanaklı dini bulabiliriz, olgusal dini değil. Ancak salt akıl sınırları içindeki dinsel koşuldan pozitif felsefeye geçişledir ki ilk olarak din alanına girmiş oluruz.
SCHLEIERMACHER
Kendisi Modern hermeneutiğin de kurucularından biridir.
Schleiermacher’e göre düşünce ve varlık birbirleriyle bağlantı içindedirler. Ona göre düşüncenin varlığa bağlanabilmesi için iki yol vardır:
- Birincisi bilimsel ya da kuramsal bilgide olduğu gibi düşünce kendisini varlığa uydurabilir. Burada bilimsel kavram ve yargılarımızın bütününe karşılık gelen varlık doğa olarak adlandırılır.
- İkinci yol olarak düşünce varlığı kendisine uydurmaya çalışır. Bu yol ahlaksal etkinliğimizin yoludur. Ahlaksal eylem yoluyla etik ideallerimizi gerçekleştirmeye çalışırız.
Bu iki yol insanlar başlar ve tanrıda birleşir. Tin ve doğanın evrende ya da tanrıda özdeşliği en son varılacak olgudur. Kavramsal düşünce bu özdeşliği anlayamaz. Ama özdeşlik duyumsanabilir.
Duygu temelindeki bu kendilik-bilinci tanrısal bütünlüğün doğrudan ve biricik varlık olarak herhangi bir zihinsel sezgisini taşıyamaz, ama kendisini tüm karşıtlıkları aşan bütünlük üzerine bağımlı olarak duyumsar. İşte bu bağımlılık duygusu, öz-bilincin dinsel yanıdır. Aslında bu dinsel duygudur. Bu yüzden din özsel olarak sonsuza bağımlılık duygusudur.
Bu yapısıyla din, ahlak ve metafizikten ayrılır. Aslında üçünün de nesneleri aynıdır, evren ve insanın onunla ilişkisi. Ama yaklaşımları tümüyle farklıdır.
- Metafizik kendi içinde dünyanın olgusallığını ve yasalarını oluşturur.
- Etik insanın doğasından ve evren ile ilişkisinden bir ödevler sistemi geliştirir. Eylemler buyurur ve yasaklar koyar.
- Buna karşılık din ne bir bilgidir ne de ahlaktır, tersine o yalnızca duygudur.
Bu açıklamasıyla Schleiermacher, Kant ve Fichte’nin dini ahlaka indirgeme projelerine itibar etmemiş olmaktadır.
Sonsuz bütünlüğün temel dinsel sezgisi olmaksızın metafiziğin kavramsal yapısı boşlukta asılı kalacaktır ve yine din olmaksızın ahlak felsefesi insanın oldukça yetersiz bir kavramını verecektir. Ne dünyasız bir tanrı olabilir ne de tanrısız bir dünya.
Schleiermacher, görüldüğü gibi din felsefesini dinsel deneyimin yorumlanışı olarak görmüş, bu konuda Spinoza’dan büyük ölçüde yararlanmıştır. Spinoza’ya göre tanrı insana ilişkin tüm kategorileri aşar. Tanrı ayrımlaşma ve karşıtlık içermeyen bir birliktir. Bu nedenle insan düşüncesinin kategorilerinden hiçbiri ona uygulanamaz. Örneğin tanrıya kişilik yüklenemez. Çünkü tüm bu kategoriler sonludur ve birbirine bağımlıdırlar.
İnsanın Ahlaksal Yaşamı
Schleiermacher, bu öz-bilinç formu için duygu sözcüğünü uygun bulur. Duymak-duygulanmak, düşünmek ve yapmak bilincin üç formu olarak kişileri birbirinden ayıran öz-bilinçliliği oluştururlar.
Schleiermacher’e göre birey ve toplum karşıt kavramlar değildirler. Çünkü bireysellik ancak başkaları ile ilişki içinde gerçeklik kazanır. Bu nedenle bireyin ahlaksallığından söz ederken toplum bileşeni daima bu kavram tarafından içerilmektedir.