Modern Felsefe 7 – Immanuel Kant Felsefesi

Modern çağın en büyük filozofu kabul edilen Immanuel Kant 1724`te Königsberg kentinde doğdu. 1770’den önceki dönemi eleştiri-öncesi dönem, 1770’den sonraki dönemi ise eleştirel dönem olarak ele alacağız.

Kant’ın Eleştiri-Öncesi Dönemi (1770`e kadar)

Zaman ve uzam içindeki dünya tam bir mekanizmdir. Newton gibi o da zaman ve uzamın sonsuzluğunu kabul eder. Bu noktada Kant “Bana maddeyi verin, bundan size bir evren kurayım.” demektedir. Bunun anlamı: “bilimin yıldızlı gökyüzünde bir parçasını keşfettiği, sayılarla ve formüllerle matematik olarak ifade ettiği evren, maddenin ve devinimin temel yasaları ile açıklanabilir.

Ne var ki Kant tüm evreni yöneten mekanik nedenselliğin arkasına tanrı idesini yerleştirmekten geri durmaz, aynı ide yeri ve zamanı geldikçe Newton’da da karşımıza çıkar. Kant, Knutzen tarafından Leibniz felsefesinin Wolff-Baumgarten versiyonu içinde yetiştirilmiştir.

Hume’un Kant üzerindeki etkisi nedensellik konusundaki fikirleri üzerinden olmuştur. Nedensellik konusunu Leibniz’in yeterli neden ilkesini mantığın özdeşlik ve çelişmezlik ilkeleri ile ilişkisi içinde ele alarak tartışma yoluna gitmiştir.

Kant’ın Eleştirel Dönemi (1770 ve sonrası)

Duyulur ve Düşünülür Dünyaların Form ve İlkeleri: Tezin ana temalarından biri uzay kavramı idi. Kant’ın burada öne sürdüğü yenilik, zaman ve uzamın varlığın ilkeleri olmayıp bizim algı yetimizin formları olmalarıdır. Ona göre Empiristlerin duyarlıkta zaman ve uzam formlarının bulunduğunu keşfedememiş olmaları da büyük bir eksiklik olmuştur.

Kant, yapıtında ussalcılık ile deneyimcilik, dogmatizm ile kuşkuculuk arasında bir arabuluculuk yapmaya çalışmış, bu nedenle felsefesi eklektik olarak nitelenmiştir.

SALT AKLIN ELEŞTİRİSİ

Bu kitapta ele alınan başlıca sorular şunlardır: İnsan hangi alanlarda geçerli bilgi ortaya koyabilir?, Bu bilginin sınırı nereye dek uzanır?, Geçerli bilgiden ne anlaşılmalıdır? Kitap bir anlamda bir metafizik eleştirisi olmasının yanı sıra çok yönlü, yoğun bir epistemolojik araştırmadır. Bilgi türlerimizi ve bunlara dair zihinsel yetileri birbirinden ayırarak her birini ayrıntılı bir biçimde araştırmaya girişir. Ele alınan zihinsel yetiler duyarlık (sensation), anlık (understanding) ve salt akıl (pure reason), bunlara bağlı bilgi sistemleri matematik, doğa bilimleri ve metafiziktir.

Salt Aklın Eleştirisi’nin Önsözü ve Metafizik Sorunu

Metafiziğin ele aldığı temel sorunlar tanrı , insanın istenç özgürlüğü ve insan ruhunun ölümsüz olup olmadığıdır. Metafizik duyusallık ile hiçbir ilişki içine girmeden salt aklın kullanımı ile duyusal verileri hiç dikkate almadan salt kavramlar düzleminde kalarak bu konulara ilişkin sonuçlara ulaşmaya çalışır. Fakat Salt aklın kullanımı bize düşünülür dünya (mundus intellegibilis) üzerine bilgi verebilir mi?

Kitabın bu bölümünün detaylı özeti için buraya bakabilirsiniz.

Kant bilgi türlerini önce a priori ve a posteriori olarak, ardından analitik ve sentetik olarak ayırır. Sonra bunlar arasında ilişki kurma yoluna gider.

  • A priori yargılar: Bu yargılar doğruluğu zorunlu olan ve aynı zamanda evrensel olarak geçerlilik taşıyan yargılardır.
  • A posteriori yargılar: Deneyimin sağladığı verilere ilişkin yargılardır.
  • Analitik yargılar: Eğer bir önermenin yüklemini oluşturan kavram önermenin öznesi durumundaki kavram tarafından içeriliyorsa eş deyişle iki kavram anlamca özdeş iseler bu yargı analitik bir yargıdır.
  • Sentetik yargılar: Analitik bir yargıdaki koşulun gerçekleşmediği yargılardır. Burada özne kavramına yüklem kavramı ile yeni bir nitelik eklenmektedir.

Kant’a göre analitik yargıların temel ilkesi çelişmezliktir. ve bu yüzden her analitik yargı a prioridir. Ayrıca bir yargının hem sentetik hem a priori olabileceğini söyleyerek ilk kez sentetik a priori yargı kavramını ortaya koydu. Hemen hemen matematiğin tüm önermelerinin bu kategoride yer aldığını, doğal bilimlerin temel ilkelerinin de sentetik apriori yargı tipinde olduklarını öne sürer. Buna bir örnek verirsek: Maddesel dünyadaki tüm değişmelerde, maddenin miktarı değişmeden kalır.

Kant bu tip ilkelerin daima evrensel ve zorunlu olduğunu, yani a priori bir önermenin niteliğini taşıdığını, ama aynı zamanda doğruluklarının görülebilmesi için deneyime de başvurmak gerektiğini bir başka deyişle, bu yargılarda özne ve yüklem bağlantısının özdeşlik olmadığını öne sürer. Bundan sonra tüm geçerli bilgi sistemini sentetik apriori yargılar üzerine kuracaktır.

TRANSSENDENTAL ESTETİK

Kant ikinci adım olarak sentetik apriori yargıların nasıl olanaklı olduğunu araştırmak ister.

Kitabın bu bölümünün detaylı özeti için buraya bakabilirsiniz.

Bunun için öncelikle duyusal bilgide a priori bir bilgi ögesi olup olmadığına bakması gerekmektedir. Kant bu görevi Transsendental Estetik alt başlığı altında gerçekleştirir. Estetik teriminin burada ‘güzelin duyumlanması’ anlamı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Onun yerine Grekçe ‘aisthesis’ (duyularla, algı yoluyla kavrama) teriminden gelmektedir. Çünkü bu alt başlık altında Kant, zihnin duyu yetisini (duyarlığı) inceleme işine girişir.

Her bilgide algı ve kavram olmak üzere iki yan vardır. Bir tarafta duyularımıza verilen ve bizim somut olarak kavradığımız yan, öbür tarafta anlama yetimizin düşünme ile bağlar kuran yanı. Bilgimizin oluşabilmesi için bu iki yanın birlikte çalışabilmesi gerekir. Ona göre Duyusuz kavramlar boş, kavramsız duyular kördür.

Duyu Yetisinin A Priori Formları: Uzay ve zaman idelerimizin bir araştırması gösterir ki bu ideler maddenin değil ama bizim deneyimimizin formudur. Buna göre uzamsal yüklemler beş duyu aracılığıyla bildiğimiz her ne varsa uygulanır, zamansal yüklemler de bunlara aynı şekilde uygulanır. O hâlde birer kavram olmayan zaman ve uzay, duyulara dayalı algının a priori formlarıdır.

Salt görü ya da salt uzam formu üzerinde matematiksel ve geometrik işlemleri yapabildiğimize göre salt matematiğin ve geometrinin tüm yargıları sentetik a priori yargılardır. “Yedi artı beşin on iki olduğunu” söylemek, başlangıçta insanlara sentetik a priori bir yargı değilmiş gibi gelebilir. “Ne var ki dikkatle bakıldığında görülür ki 7 ve 5’in toplamı kavramı, her iki sayının bir tek sayıya birleştirilmesinden başka bir şey içermemektedir. On iki kavramı, benim sadece yedi ile beşin birleştirilmesini düşünmemle hiçbir şekilde düşünülmüş olmaz. Bunların ikisinden birini karşılayan görünün yardımıyla beş noktayla böylece de görüde verilen beşin birimlerinin teker teker yedi kavramına eklenmesiyle bu kavramın ötesine gitmek gerekir. 7+5=12 önermesiyle insan kendi kavramını genişletir.

Kant’a göre Transsendental Estetiğin en önemli sonuçlarından biri, zaman ve uzayın “transsendental idealite”sidir. Buna göre içsel duyu da dahil, duyular aracılığıyla bildiğimiz her ne varsa fenomenaldir, yani salt bir görünüşdür, bir görüngüdür. Buna göre zaman ve uzay mutlak bir gerçekliğe sahip değildirler. Bunlar ideal varlıklardır.

Görüngü kavramının karşıtı “kendi başına varolan, kendinde-varlık” kavramıdır. Bizim sadece zaman ve uzay içinde verilenleri kavrayabilir olmamız, varolan her şeyin zaman ve uzay içinde olmasını gerektirmez, ama bizim “kendi başına varolan” şeyleri algıladığımızı da göstermez. Kant bu görüşüne transsendental idealizm adını verir.

İçinde devindiğimiz ve bilimlerle yasalarını kavramaya çalıştığımız dünya ise salt bir görünüş dünyasıdır ve bu nedenle insana bağlı bir dünyadır.

Transsendentalin anlamı, bilen özne olarak zihnimizin içindekileri olduğu gibi, zihnimizin dışında yer alanları da bilebileceğimizdir. İdealizmin anlamı ise zihnimizin dışında yer alanları kendi zihinsel yapımıza göre bilmekte olduğumuzdur.

TRANSSENDENTAL ANALİTİK

Kant Transsendental Analitik başlığı altında anlama yetisini inceler. Bu yetinin temel işlevi düşünmedir. Ancak bu yeti, duyarlığımızın sağladığı veriler olmaksızın bilgiyi oluşturamayacaktır. Şu hâlde dış dünyaya, fenomenal dünyaya ilişkin bilgilerimiz bu iki kaynağın birlikte çalışması sonucunda oluşurlar.

Kitabın bu bölümünün detaylı özeti için buraya bakabilirsiniz.

Şimdi de anlama yetimizin yasaları var mı, yok mu buna bakmamız gerekmektedir. Kant’a göre anlama yetimizin (Verstand) yasaları ya da Kant’ın yeğlediği terimlerle a priori kavramları elbette vardır. Kant, bunlardan kategoriler terimiyle söz etmektedir. Burada sorunu şu şekilde koyabiliriz: Anlama yetisinin görevi hiç kuşkusuz görü değildir. Onun işi yargıda bulunmaktır.

Kant’ın belirlediği kategoriler, Aristoteles’inkinden farklı olarak sayıca 12’dir ve üçer üçer dört farklı grup oluştururlar:

  1. Nicelik kategorileri: birlik (ölçü), çokluk (büyüklük) tümlük (bütünlük).
  2. Nitelik kategorileri: olgusallık, değilleme, sınırlama.
  3. İlişki kategorileri: töz-ilinek, neden-etki (nedensellik), etki-edilgi (karşılıklı etkileşim; birliktelik). (Bu kategorinin kavram çiftleri ile ifade edilmesi doğru olur. Çünkü ilişki daima en az iki şey arasında kurulur).
  4. Tarz (Kip) kategorileri: olanak-olanaksızlık, varlık-yokluk, zorunlu-olumsal. (Bu kategoride ise varolan bir tarzın zıttı da söz konusudur).

Ayrıca şunu belirtmekte yarar var ki her bir gruptaki üçüncü kategori ikincinin birinci ile birleşmesinden doğmaktadır. “Böylece tümlük, birlik olarak düşünülen çokluktur. Sınırlama olumsuzlama ile birleşmiş olgusallıktır. Ortaklık, bir tözün karşılıklı olarak bir başka tözü belirleyen ve onun tarafından belirlenen nedenselliğidir. Zorunluluk varoluş olanağı yoluyla verili varoluştur.”

Bunlara karşılık gelen yargı tipleri ise sırasıyla şunlardır:

  1. Nicelik açısından yargılar: Tümel, tikel, tekil.
  2. Nitelik açısından yargılar: Olumlu, olumsuz, sonsuz.
  3. İlişki açısından yargılar: Kesin, koşullu, ayrık.
  4. Kiplik (modalite) açısından yargılar: Olasılı, önesürümlü, zorunlu.

Kant’ın listesindeki bu üçlü sıralanış, daha sonra Hegel felsefesinde tez,anti-tez ve sentez biçiminde karşımıza çıkacaktır.

Transsendental Tümdengelim

Burada yapılmak istenense kategorilerin, nesnelerin düşünülmeleri için zorunlu olarak istenen koşullar olduklarını göstermektir. Bunun anlamı nesnelerin bu kategoriler olmaksızın düşünülemeyeceğini, düşünülemeyince bilgilerinin ortaya konamayacağıdır. Kant’a göre nesnelerin bilinmek için ya da tam anlamıyla nesne olabilmek için aklımızın kategorileri altına alınmaları gerekir. Bu açıdan Kant, “Salt anlama yetisi, yasalarını fenomenlere dikte eder.” demiştir. Biz dış dünyayı kendi zihinsel yapımıza göre yapılaştırırız. Kant bu durumu Copernicus Devrimi olarak betimlemiştir.

Transsendental Tamalgının (apperception) Birliği

Kant’a göre bir bilgi nesnesi “kavramında içerilen duyu verileri birleştirilmiş olan” olarak tanımlanır. Şu hâlde sentez-bireşim olmaksızın nesnelerin hiçbir bilgisi olamaz. Sentez, anlama yetisinin spontanitesinin bir edimidir. Burada sözü edilen algılayan ve düşünen bir özne ile ilişkiyi içeren bir birliktir. Kant buna “transsendetal tamalgının birliği” der.

Duyu verilerinin sunduğu karmaşa, tek bir öz bilinç tarafından bağlanmadıkça -ki bu sentez işi kategorilerin uygulanmasıyla gerçekleşir- nesnel deneyim ya da nesnelerin bilgisi elde edilemez. O hâlde ‘Düşünüyorum.’ tüm tasarımlarımıza eşlik ediyor olmalıdır.” Özne ile duyu verileri çokluğu arasındaki bu ilişki Kant tarafından “salt tamalgı” olarak adlandırılır.

Bize bir nesne olarak verilmiş değildir, ama bizim için herhangi bir nesnenin olması için temel zorunlu koşuldur. O hâlde tamalgının birliği (düşünüyorum tüm tasarımlarıma eşlik edebiliyor olmalıdır anlamında) ve bilincin transsendental birliği deneyimin a priori koşullarıdır.

Deneyim dünyamız duyarlığın a priori formlarının ve anlama yetisinin a priori kategorilerinin uygulanmalarında algı ve düşünmenin eş-güdümü yoluyla oluşturulur. Ama buradaki asıl sorun bu eş güdümün nasıl sağlandığıdır. Bu sorunu Kant “kategori şemaları” kavramıyla aşmaya çalışmaktadır.

Kategori Şemaları

Önümüzdeki duyu verileri karmaşasına hangi kategorinin ya da kategorilerin uygulanacağını belirleyen nedir? Bağlayıcı halkayı oluşturan bir şey bulmak gerekiyor. Çünkü bu ikisi birbirinden çok farklı şeyler. Kant, duyarlık ile anlama yetisi arasında aracılık yapma yetisi olarak imgelemi öne sürer. İmgelemin, kategori şemalarını ve bunların taşıyıcılığını üstlendiğini öne sürer.

Kitabın bu bölümünün detaylı özeti için buraya bakabilirsiniz.

Burada Kant’ın belirlemeye çalıştığı, anlama yetimizin kategorilerinin uygulanmalarının koşullarını a priori belirleyen transsendental şemalar ya da ilkelerdir. Doğa bize yabancı olan kendinde-varlık değildir. Görüngülerin bütünüdür. Doğada olup bitenler, zaman ve uzay koşulları içinde gerçekleşir; zaman ve uzay ise, bildiğimiz gibi duyarlığımızın a priori formlarıdır ki fenomenler bize zaman ve uzay formları içinde verilirler.

Kant, anlama yetisinin kategori şemalarını dört başlıkta toplar: 

  • Zaman ve uzaya bağlı algının aksiyomları, 
  • Algının beklentileri
  • Deneyimin analojileri
  • Empirik düşünmenin postülatları.

Deneyimin Analojileri: Şemalaştırılmış ilişki kategorilerine karşılık düşen sentetik apriori ilkelere Kant üç ilke olarak yaklaşır. Bu ilkeler zamanın üç modusunu karşılarlar. Bunlar, süreklilik, ardışıklık ve eş zamanlılıktır.

  • Tözün kalıcılığı ilkesi: “Görüngülerin tüm değişiminde töz kalıcıdır ve tözün niceliği doğada ne artar ne azalır.”
  • Tüm değişimler neden ve etki bağıntısı yasasına göre yer alırlar.
  • Tüm tözler uzayda aynı zamanda algılanabilir oldukları sürece, baştan sona etkileşim içindedirler.

Kant bunları deneyimi düzenleyici ilkeler olarak dile getirir.

Empirik Düşünmenin Postülatları: Bu bölüm olasılık, olgusallık ve zorunluluk kavramlarının eleştirel bir bakışla bir açıklamasını vermektedir. Kategorilerin şemasına uygun olarak burada da 3 ilke belirlenmiştir:

  1. Deneyimin form koşulları ile yani görü ile ve kavramların koşulları ile bağdaşan olanaklıdır.
  2. Deneyimin maddi koşulları yani duyum koşulları ile bağdaşık olan edimseldir. Bu ilke bize terimin empirik kullanımı içinde olgusallığın bir tanımını ya da açıklamasını verir.
  3. Edimsel (actual) olanla bağlantısı deneyimin evrensel koşullarına göre belirlenen zorunludur (zorunlu olarak varolur).

Sözü edilen bu sentetik a priori ilkelerin varlığı Kant’a göre, salt doğa bilimini olanaklı kılmaktadır.

Fenomenler ve Kendinde Şeyler: Anlama yetisinin kategorileri, bize nesnelerin bilgilerini ancak empirik görüye uygulandıkları ölçüde verebilirler. Başka bir deyişle ancak empirik bilgi olanağına hizmet ederler. Buna deneyim adı verilir. Şu hâlde tüm sentetik a priori önermeler salt deneyim ile ilişkilidirler. Bu yüzden töz ve belirli nedensellik ilkeleri ancak fenomenler için geçerlidir. Böylece nesnelere ilişkin bilgimiz böylece fenomenal olgusallıkla sınırlanır.

Bununla birlikte sınırların ötesine geçemiyor, sınırların ötesinde neyin yattığını bilemiyor olsak da Kant’a göre yalnızca fenomenlerin olduklarını ileri sürmek için hiçbir hakkımız yoktur. Kant sınırın ötesi için numen-noumenon sözcüğünü ileri sürer. Kısacası numen kendinde şeydir.

Yine tanrıdan ara sıra bir kendinde- şey olarak söz eder. Bu konuşma yolu öncülleri bakımından haklıdır. Çünkü tanrı bir fenomen değildir ve fenomenal ya da empirik bir olgusallık taşımaz.

TRANSSENDENTAL DİYALEKTİK

Bu alt başlık altında Kant, nesnel gerçeklik bakımından metafiziğin neyi başarıp başaramayacağı konusuna yönelmektedir. Bir başka deyişle burada salt aklın eleştirisi yapılmaktadır.

Kitabın bu bölümünün detaylı özeti için buraya bakabilirsiniz.

Bu anlamda akıl, salt anlama yetisinin işlemlerine göre daha ilerilere giden, daha yeni bir etkinlik olarak görülmektedir. Salt akıl da kendisinde a priori birtakım ideler adını verir. İşte bu bölümde idelere ilişkin bilgimizin geçerlilik açısından ne durumda olduğu araştırılmaktadır. Kant’ın salt akla ilişkin olarak sözünü ettiği ideler, tanrı, evren (kosmos) ve ruh ideleridir. Düşünce tarihi boyunca bu üç ideye dayalı olarak üç skolastik metafizik yapılmıştır: ussal teoloji, kozmoloji ve ussal psikoloji.

Kant fenomen, numen ayrımını ele alırken tanrının fenomen değil numen olduğunu, bir kendinde-şey olarak tasarlanması gerektiğini savunur. Numenin ise nesnel bir bilgisi olamaz çünkü insan zihni kendinde-şeyi algılayabilmek için donatılı değildir. İnsan zihni deneyimin sınırlarını aşamaz. Bu alanda sonsuza dek bilinemezci olarak kalmak zorundadır. Kant’ın bu yaklaşımına agnostik realizm denilmektedir.

Duyulur-üstü dünya deneyimin ötesinde kalan numenler dünyası, salt aklın yeniden kurduğu bir şeydir. “İnsan anlığı (algıları ve kavramları yoluyla) ona iletilen herhangi bir şeyi alır, sonra olgusal dünya olduğuna inandığı şeyi yeniden üretir. Böylece olgusal dünya insan anlığında yeniden kurulan ideal bir şeydir, olgusal dünya gibi olduğuna inandığı şeyin bir eşlemidir”.

Ancak bu düşünceler tümüyle yapıntı değildir. Bunlar salt aklın doğasından kaynaklanırlar. Salt aklın ideleri aracılığıyla işlevi, sentezde mutlak bütünlüğe ulaşmaktır. Kendi ideleri aracılığıyla fenomenler dünyasında mutlak bir bütünlüğe ulaşmak ister ama idelerin aşkın varlıklar, kendinde-varlıklar olduğunu unutur. Salt akıl önüne koyduğu bu görevi gerçekleştiremez.

Kitabın bu bölümünün detaylı özeti için buraya bakabilirsiniz.

Kant’a göre haklılıkları aynı şekilde gösterilebilen birbirleriyle çelişik kuramlara antinomi denir ve bu antinomiler anlama yetisinin, kategorilerini aşkın olana uygulama girişiminden doğarlar. Örnek verirsek:

  • Sav: Evrenin zamanda bir başlangıcı vardır ve uzayın sınırları içerisinde yer alır.
  • Karşısav: Evrenin zamanda hiçbir başlangıcı ve uzayda hiçbir sınırı yoktur. Tersine hem uzay hem de zaman açısından sınırsızdır.

Bu iki kuram da eşit derecede haklı görünmektedirler. Bunlardan herhangi birini çürütmek hiç kolay değildir. Aslında Kant’a göre ne biri ne de öteki haklıdır. Çünkü ikisini de doğrulamak olanaklı görünmemektedir.

İlişki kategorisinden hareketle ortaya çıkan tez ve antiteze gelince:

  • Sav: Doğa yasalarıyla uyum içindeki nedensellik kendisinden evrenin tüm fenomenlerinin türetilebileceği biricik nedensellik değildir. Bu fenomenleri açıklamak için ayrıca özgür bir nedenselliğin olduğunu kabul etmek de zorunludur.
  • Karşısav: Evrende hiçbir özgürlük yoktur, tersine dünyada varlığa gelen her şey bütünüyle doğa yasalarına göre yer alır.

Kant bu iki ilişki antinomisi için hem o haklı hem de öteki haklı demektedir. Çünkü doğadaki olaylar gerçekten katı bir determinizme bağlı olarak gerçekleşmektedirler ve bu determinizm sonsuza dek sürüp gidebilir. Böylece anti tez kendini haklı çıkarmış olur. Buna karşılık nedenler dizisinde geriye doğru gidersek sonunda öyle bir ilk nedene varmamız gerekir ki bunun kendisi artık hiçbir nedenin etkisi olmasın ve bu nedenler dizisi onunla başlasın. Bu düşünceye göre, olayların neden-etki dizisinin bir başlangıcı vardır, kendisi için hiçbir neden gerekmeyen, bir şey başlangıç noktası olmuştur. Hiçbir koşula bağlı olmayan bu nedene özgürlük ya da “özgürlüğün nedenselliği” adını verir bu özgür bir etki etmedir.

Kant’a göre Tanrı idesi aklın varlık yapısından, kendi doğasından gelir. Metafizik, salt aklın bir bilimi olarak hiçbir koşula bağlı olmayan mutlak olan birin varlığını ve yapısını göstermek ister. Evrene düzen veren bilge bir varlık tasarımı, “her şeyin ilk nedeni” düşüncesinin diyalektiğinden doğmaktadır. Aslında Kant’a göre insan bilgisi için böyle bir ilk nedeni bilebilmek olanaksızdır. Tanrı idesi insan aklının ürettiği bir idedir ama duyu dünyasını ve deneyim alanını aşan bu ideye ilişkin olarak, duyulara verilen nesneler gibi bilgi sahibi olunamaz.

Kant’ın tanrı idesine ilişkin eleştirel uslamlamalarını gördükten sonra, bu ideler çerçevesinde metafiziğin bilim olarak olanaklı olmadığını anlamış bulunuyoruz.

Yine de Kant’a göre bu üç idenin varoluşunu tanıtlayamasak bile, aynı zamanda bunlara ilişkin inançlarımızın çürütülemeyeceği de eşit ölçüde doğrudur. Bu idelerin temel işlevi bilgilerimizin bütünü açısından düzenleyici bir rol (ahlaki) oynamalarıdır. Kant, bilgi olarak elde edebileceğimizin tümünü yalnızca fenomenler alanına sınırlamış bulunuyordu. Bu yüzden inanca bir yer açabilmek için bilmeyi bir yana atmak zorunda kaldım demiştir.

Böylece salt aklın inanca konu olan bu ideal ögelerine Kant, ahlak felsefesinde gerçek bir işlev yükleme olanağını yaratmış oldu.

PRATİK AKLIN ELEŞTİRİSİ VE KANT’IN ETİK ANLAYIŞI

Kant ahlaka ilişkin görüşlerini Pratik Aklın Eleştirisi, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi ve Salt Aklın Sınırları İçinde Din, Erdem Öğretisi ve Haklar Öğretisi, Ahlak Metafiziği gibi yapıtlarında geliştirmiştir.

Kant konuya girerken şu önemli tümceyi öne sürer. “Dünyada, dünyanın dışında bile, iyi bir istemeden başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek hiçbir şey düşünülemez”. İyi isteme başardıklarından, konulan bir amaca ulaşmaya uygunluğundan değil, salt isteme olarak kendi başına iyidir. Acaba iyiyi isteme, etik sistemlerde şimdiye dek, çok önemli olmasına karşın tümüyle görmezden mi gelinmişti?

Bir başka deyişle şimdiye dek ahlak öğretileri erdemliliğin temeli olarak mutluluğu (eudaimonia) ve yararı (utile) göstermişlerdir. Buna göre bir insana mutluluk getiren ya da ona yarar sağlayan eylem iyidir. Böylelikle, bu öğretilerde iyinin ölçütü mutluluk ya da yarar kavramı olmuş oluyordu. Bu kavramlar ise insanın maddi koşulları tarafından doyurulabilen şeylerdir ve duyusal yapımızla yakından ilişkilidirler.

Mutlulukçuluk (eudaimonism) ve faydacılık (utilitarianism) gibi kuramlar, pratik aklı gerçek özünden saptırarak, yarar ve mutluluk amacına yönelik araçları sağlamaya koşullandırır. Burada pratik akıl teknik bir nitelik kazanmış, yani amaç uğruna bir araç durumuna düşmüş olur.

Gerçek ahlaklılığın temeli salt pratik akıldır. Salt pratik akılda istemeyi yöneten eğilimler, duygu ve istekler değil, salt pratik aklın kendisidir. Bir insanın mutluluğa bir amaç olarak erişip erişmemesinin onun ahlaki varlığı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bu yüzden Kant, mutluluk ve yararcılık kuramlarının karşısına yaşam anlayışındaki ahlaklılığı koyar. Her insanı mutlu kılacak şeyler başka başkadır. Bu noktada tam bir birlik ya da yasa bulamayız. Oysa salt pratik akıl sadece iyi-istemeyi buyurur.

İyinin ve kötünün özünün eylemin niyetinde (intention) aranması gerektiği ilk kez Kant tarafından gündeme getirilmiştir. Bu yüzden Kant etiği salt bir iyi niyet etiğidir. Kant’ın ifade ettiği şekliyle, bir eylemin etik değeri, onunla ulaşılacak amaçta değil, onun yapılmasına karar vermeye yol açan güdü dedir ( maksim ).

Bunu yapabilmek için eylemimin güdüsünün sadece benim söz konusu özel eylemimi yönetmeyip benzer koşullardaki tüm kişilerin eylemlerini de yöneten evrensel bir ilke olup olamayacağını sormak yeterli olacaktır. Bu ilkeler “ yapmalısın ” buyruğuyla yapma gerekliliğ i ile ortaya çıkarlar. Kant bunu şu noktaya dayandırıyor: “Yapmalısın.” çünkü “Yapabilirsin”. Kant’ın ahlak anlayışında bu gereklilik kendini, koşulsuz buyruk (kategorik imperatif) biçiminde yansıtır: Öyle eylemde bulun ki senin eyleminin maksimi tüm insanlar için genel geçer bir yasa olsun.

Örneğin “büyüklerine saygılı ol” buyruğu, aslında anlamı bakımından koşullu bir buyruktur. Çünkü buyruğa dikkat edilirse “Eğer büyüklerine saygılı olursan bu işten sen kazançlı çıkarsın, seni severler, gözetirler, isteklerini onlara daha kolay kabul ettirebilirsin.” tarzında bir içerik taşıdığı görülecektir. Kant’a göre gerçek ahlak buyruğu bu şekilde koşullu olamaz.

Kategorik yasa koşulsuz buyurduğu, bu yasaya uymak insanlık ödevimiz olduğu için Kant’ın ahlak öğretisine ödev ahlakı denir.

Kant bu yasayı bir de şu şekilde dile getirmektedir: “İnsan kendi eylemlerinin maksiminin genel bir yasa olmasını isteyebilmelidir.”

Ahlak yasasının ikinci ifade biçimi şöyledir: “Öyle eylemde bulun ki bu eyleminde insanlığı her zaman bir amaç olarak alasın, asla sadece bir araç olarak kullanmayasın.” Bu söylem insandan iş yaşamında yararlanılmayacağını içermez. Çünkü sosyal yaşam ancak bu şekilde yürümektedir. Kant burada insanın hiçbir koşulda araç olarak görülmemesi gerektiğini vurgulamaya çalışmaktadır. Her insan sonul anlamda tüm insanlığın taşıyıcısıdır. O kendi başına bir erektir ve eylemde bulunurken insandaki bu insanlığı hesaba katmalıyız.

Kant, ahlak yasasını istememizin nedeni yapan şeyin ne olduğunu sorar ve bunun ancak saygı duygusu olabileceği sonucuna varır. Çünkü saygı duyma özel bir duygudur, temelini a priori olarak kendi insanlığımıza ilişkin bilgide bulur. Saygı birinci derecede ahlak yasasının uyandırdığı bir duygudur,

Yasanın üçüncü ifadesi Özerklik (otonomi) ilkesidir. Ona göre ussal bir varlık olarak düşünülen insanın istenci evrensel yasanın kaynağı olarak görülmelidir. Bu, istencin özerkliğinin ilkesidir. “Bir ahlaksal istencin özerk olduğunu söylemek, onun boyun eğdiği yasanın kendisinin yapıtı olduğunu söylemektir”.

Kant ahlak yasasından adeta dindarca bir saygı ile söz eder. Ona göre insanın bu koşulsuz yasaya uyma gerekliliğini duyması açıklanması kolay olmayan, ancak insanın us sahibi olması ile açıklanabilecek olan bir olgudur. İçimizdeki ahlak yasasına baktığımız an duyu dünyasından bütünüyle sıyrılıp ahlakın otonom dünyasına açılır, zaman ve uzay koşullarının üstüne yükseliriz.

Kant’a göre özgürlük tanıtlanamaz ama salt bir kurgu olarak da düşünülemez. Kendimizi evrensel yasalar yapan, ahlaksal düzlemde özerk varlıklar olarak görmemiz özgür olabilmemize bağlıdır. O halde özgürlük ahlaksal eylemler için pratik bir zorunluluktur, pratik aklın alanında zorunlu olduğu kabul edilmelidir.

Salt Pratik Aklın Postülatları

Kant pratik aklın postülatlarını, özgürlük, ölümsüzlük ve tanrı olarak belirlemiştir.

Kant’a göre, insan özgür olduğunu deneyimleri aracılığıyla bilemez çünkü bütün deneyimler salt anlayış yetisinin ilkeleri, deneyimin analojileri ile nedensellik yasasına bağlıdırlar. Eğer insan özgür olduğunu biliyorsa bu bilgi ona bambaşka bir yerden gelmektedir. Bu bilginin kaynağı insanın içinde duyduğu koşulsuz buyruktur. Kant böylece doğa dünyasında ikircimli bıraktığı özgürlüğü ahlak dünyasında kurtarmıştır. Ancak insanın istemesinde özgür olması demek, uyması gereken hiçbir yasanın bulunmaması demek değildir. Tersine değiştirilemez özel bir yasanın nedenselliğine özerk (otonom) olarak uymak demektir.

Kant, pratik aklın gerçek saydığı bu gibi şeylere postülat demektedir. Bunlar kuramsal bakımdan tanıtlanamayacak idelere, pratik alanda bir ön koşul olmaları bakımından kuşkuya yer bırakmayan bir kesinlik vermektedir.

Stoalılar erdemin en yüksek iyi olduğunu söylerler ve erdemin mutluluğu da içine aldığını göstermeye çalışırlar. Oysa Kant tüm bu yararlı deneyim ve görgülere arkasını dönüyor.

Dünyada bu “en yüksek iyinin var olması, ancak doğada “ahlaka uygun bir gücün” en yüksek neden olarak varolduğunun kabul edilmesi ile olanaklı olabilir. İşte böyle bir varlığa biz tanrı diyoruz. Tanrı bir anlama yetisi ve isteme olarak evrenin bütününü yönetmesi, mutluluğa layık olma ve mutluluğu birleştirmesi bakımından vardır, yani salt pratik aklın bir postülatı olarak vardır.

Özetle Felsefenin 3 temel sorusuna Kant şöyle cevap verir:

  • Ne bilebiliriz? Kant’a göre Deneyimin geçerli olduğu alanda doğru ve sonsuz derecede ilerleyebilecek bir bilgiye sahip olabiliriz. Ama deneyimin ve bilimsel bilginin dışında, yani metafizik alanında gerçek ve tanıtlanabilir bir bilgi elde edemeyiz.
  • Ne yapmalıyız? Bunun yanıtını Kant’ın ahlak felsefesi, en yüksek noktasında erekler ülkesine varılan ahlak metafiziği verir.
  • Ne ümit edebiliriz?” Bu soruya ahlakın duyulur üstü dünyası ile mutluluğa ilişkin postülat yanıt verir. Biz bu en yüksek uyumu tanıtlayamayız. Bu alanda beklemelerimiz ve umutlarımız bilgiden değil ahlaklı eylemin kendisinden doğabilir, doğmalıdır da. Çünkü insan aklının son ereği bilgide değil, insanın eylemlerinde istemesinde gerçekleşir

Pratik aklın üçüncü postülatı ruh idesidir. Kant’a göre, ruhun ölmezliği kuramsal olarak tanıtlanamaz. Ölmezlik kesin bir bilginin nesnesi olamaz ama salt pratik aklın bir postülatıdır. “En yüksek iyi”nin bizden beklediği, bütün niyetlerimiz bakımından ahlak yasasına tam olarak uymaktır. Ama sınırlı ve sonlu bir yaşam içinde bunu tam anlamıyla gerçekleştirmek olanaksızdır. Buna göre, yaşamın devamı, ölümsüzlük Kant için düşüncenin özü bakımından, kuramsal bir tahmin değil, ahlaklı istemenin, aklın vardığı bir sonuç olarak insanın en yüksek niyetleri ve çabalarının bir beklentisi, bir inancıdır.

YARGI GÜCÜNÜN ELEŞTİRİSİ VE KANT’IN ESTETİK ANLAYIŞI

Kant bu yapıtında doğa felsefesi dediği kuramsal felsefe ile özgürlük postülası üzerine temellendirilmiş pratik ya da ahlaksal felsefe arasında bağlayıcı bir etken aramaktadır. Bu bağlayıcı etkeni yargı yetisi dediği edimde bulur: Yargı yetisi anlama yetisi ile salt akıl arasında birleştirici halkayı oluşturmaktadır.

Yargı gücünün kendi a priori ilkeleri bulunup bulunmadığına bakmıştır. Yani yargılara neden olan duyguya ya da haz ve hazsızlık duyma gücüne a priori ilkeler verilebilir mi? Kant’a göre duygu, bilgi ile istek arasında bir orta terimdir.

Genel olarak yargı yetisi tikeli tümelde (universal) kapsanmış olarak düşünme gücüdür. Eğer tümel verilmişse (kural, ilke, yasa) o zaman ilgili tikeli onun altına koyan yargı yetisi belirleyicidir. Ama eğer sadece tikel verilmişse o zaman yargı yetisi onun tümelini bulmak zorundadır, bu durumda yargı yetisi düşünseldir (refleksiyonlu). Söz gelimi gazlara ilişkin yasaları a priori bilemeyiz. Şu hâlde altlarına tikelleri getireceğimiz bu empirik yasaları bulmamız gerekir. İşte burada yargı gücü düşünsel (refleksiyonlu) çalışmak zorundadır. Refleksiyonlu yargı gücü empirik yasaları bulmaya çalışır ve bu şekilde bulgulayıcı (heuristik) bir özelliği de vardır.

Burada vurgulanan nokta, tüm bilimsel araştırma açısından doğanın bilgi yetilerimiz tarafından anlaşılır bir birlik olduğu ilkesinin kabul edilmesidir. Buna göre doğa öyle bir tasarlanır ki sanki bir anlık doğanın empirik yasalarının topluluğunun birliğini kapsar. Doğanın erekselliği (teleolojisi), böylece kaynağını düşünsel (refleksiyonlu) yargı yetisinde bulan özel a priori bir kavramdır, doğanın erekselliği yargı gücünün transsendental bir ilkesidir. Transsendentaldır (aşkınsal) çünkü empirik bilgi nesnelerini ilgilendirir ama kendisi empirik gözleme dayanmaz.

Canlı Doğa ve Teleoloji Sorunu

Kant’a göre mekanik açıklamalar organizmalar dünyasını anlamak için yeterli değildir. Bu alanda mutlaka erek-amaç kavramına başvurulmalıdır. Biz insanlar, eylemlerimizin amacını, teknik bir yapının ne için yapıldığını, toplumsal bir düzenlemenin ne için yapıldığını bilebiliriz fakat benzer bir biçimde doğanın amacını bilemeyiz.

Biz doğanın bu varlıklarını bir ‘amaç’ açısından yargılamak zorundayız ama bu amaç bizim yaşamımızdaki amaçlar gibi değildir. Bu bizdeki teleolojik devinimleri ancak anımsatan bir amaçtır. Ne parçalar bütünsüz ne de bütün parçalar olmadan anlaşılabilir.

Kant’ın teleolojik yargı gücünün eleştirisinde organik doğa bilimlerine ilişkin vardığı sonuç şudur. Bu alanda her gerçek açıklama fiziğin ve kimyanın yasalarına dayanmak zorundadır. Teleolojik kavramlara araştırmalarda heuristik (buldurucu) bir maksim olarak yani araştırmayı yöneten bir ilke olarak yer verilebilir. Organizmalarda teleolojik tasarımların ortaya çıktığı bir doğa varlığı ile karşı karşıya bulunduğumuz açıktır. Buna göre, teleolojik yargı gücümüz anlayış yetimizin ve pratik aklımızın birbirinden kesin bir biçimde ayrılan alanlarının duyulur üstü birliğini göstermektedir.

Estetik Beğeni Yargıları ve Güzelin Çözümlenmesi

Kant’ın buradaki birincil ilgisi, sanat yapıtının varlık koşulları ya da sanat yapıtında yansıyan güzellik niteliğinin ne olduğu değil, tersine insanın güzellik ve yücelik duygusunun, güzel olanı ve yüce olanı yaşamasının düşünce bakımından olan yapısını aydınlatmaktır. Kant, güzellik ya da yücelik duygusunu bir yargı ile dile getirdiğimiz düşüncesinden hareketle estetik beğeni (zevk) yargısı konusuna yönelmiştir.

Bir şeyin güzel ya da çirkin olduğu biçimindeki yargımızın temeli duygu gücümüzün nesnenin tasarımı tarafından etkileniş biçimidir. Şu hâlde Kant için beğeni yargısı duygusal bir önermedir. Kavramsal bilgiyle ilişkisi yoktur. Kant, estetik beğeni yargısında evrensel olan yanı bulup çıkaracak ve ortaya koyacaktır.

İnsanların bir şeye “Bu şey güzeldir.” dediği estetik beğeni yargısını dört ayrı tarzda dile getirmiştir: Bunlar, anlama yetimizin temel kategorileri olan nitelik, nicelik, ilişki, ve kiplik kategorilerine paralel bir biçimde ele alınmışlardır.

  1. Nitelik kategorisi açısından: “Beğeni bir nesneyi hiçbir çıkar olmaksızın bir hoşlanma ya da hoşlanmama yoluyla yargılama yetisidir; böyle bir hoşlanmanın nesnesine güzel denir.” Hiçbir çıkar olmaması onun sıkıcı olduğunu imlemez, sadece bir seyretme edimi olduğunu gösterir. Kant bu aşamada hoş, güzel ve iyi arasında bir ayrım yapar. ‘Hoş’ ona göre, “Genel anlamda eğilimi ya da isteği doyurandır ve insanlar tarafından olduğu gibi hayvanlar tarafından da yaşanır. ‘İyi’ etik değerlendirme ölçütüdür. ‘Güzel’ kavramına gelince katışıksız, çıkarsız salt bir hoşlanmayı ya da beğenmeyi, zevk almayı anlatır.
  2. Nicelik kategorisi açısından: Nesneye ilişkin bir kavram olmaksızın evrensel olarak hoşa giden şey güzeldir. Estetik yargımız duyguya dayalı bir yargı olduğu için evrensel geçerlilik istemimizi herhangi bir mantıksal uslamlama süreci ile tanıtlayamayız ama yargıda bulunduğumuz zaman bir bakıma evrensel bir sesle konuştuğumuza ve başkalarının onayını istediğimize inanırız ama onlar da bu onayı ancak kendi duyguları temelinde vereceklerdir.
  3. İlişki kategorisi açısından: Güzel, bir nesnede ereksiz bir erekliliğin formudur. Bu nedenle özgür ve bağımlı güzellik dediği şeyler arasında ayrım yapar. Eğer bir çiçek güzeldir yargısında bulunuyorsak önümüzde büyük bir olasılıkla çiçekte yerine getirilmiş bir amaca ilişkin hiçbir kavram yoktur.
  4. Kiplik kategorisi açısından tanımı: Güzel herhangi bir kavram olmaksızın zorunlu bir hoşlanmanın nesnesi olarak kabul edilen şeydir. Buradaki zorunluluk ‘örneksel’ terimine eşdeğerdir. Yani bildirilmeyen bir evrensel kuralın bir örneği olarak görülen bir yargıya herkesin onay vermesinin zorunluluğu anlatılmak istenmektedir. Biri bir şey güzeldir dediğinde herkesin onu onaylaması gerektiğini öne sürmektedir. Bu öne sürüm ya da istem evrensel bir ilkeyi varsayar ki yargı bunun bir örneğidir.

Bir estetik yargıda bulunurken söz konusu nesneyi algılayan herkeste, bunların karşılıklı oyunlarından belli bir benzer doyumun doğacağını ya da doğması gerektiğini varsayarız. Bu sağduyuyu varsaymak için herhangi bir hakkımız var mıdır? Kant “Varoluşunu tanıtlayamayız ama yargılarımızın zorunlu koşulu olarak varsayılmaları kaçınılmazdır.” demektedir.

Yukarıda gördüğümüz gibi estetik yargının çıkarsızlığı, ereksiz bir ereksellik taşıyor olması, a priori özelliklerine örnek oluşturmaktadırlar.

Yüce Kategorisinin Çözümlenmesi

Ufukta sıralanan dağların ya da köpüren çılgın dalgalarıyla denizin yüceliğinde bizi sarsan, kavrayan nedir? Burada bize verilmiş olan şey bizim anlama yetimizi aşar ve normalde bir güvensizlik duygusu duymamız gerekirken tam tersi olur, bir duygu coşkusu içinde yükseldiğimizi hissederiz. Doğanın bu yüceliği, insanın iç varlığındaki uyum ve tinsel yetiler bakımından yüksek bir ereklilik, belli bir ereği olmayan bir ereklilik taşır.

Güzelin ve yücenin her ikisi de izleyene estetik haz verir ama güzel nitelikle, yüce nicelikle ilişkilidir. Ayrıca güzel biçim ve sınırla yüce ise sınırsızlık ve belli bir biçim taşımama ile ön plana çıkar.

Kant güzeli anlama yetisi ile yüceyi ise akıl ile ilişkilendirir. Güzelde anlama yetisi ile imgelem uyum içindedir. Yücede ise imgelem akıl tarafından baskı altına alınır. Yüce sınırların yokluğunu imlediği oranda, imgesel tasarım gücümüz için elverişsizdir, onu aşar ve ezer. Yüce Kant’ın deyimiyle aklın belirsiz bir düşüncesinin sergilenişi olarak görülebilir.

Deha ve Güzel Sanat Yapıtı

Güzel sanat yapıtlarının üretimi dehanın (genie) işidir. Dahi sanatçıda bulunan deha öyle bir yaratma gücüdür ki ürününü varolan dışsal birtakım kurallara göre yaratmaz, tersine kendi kurallarını kendisinde taşıyan sanat yapıtları ortaya koyar. Sanat bir ürünün olanaklı olarak tasarımlanmasını sağlayan kuralları gerektirir. O hâlde dehanın ürünü olan sanat yapıtı kendine özgü bir defalık kurallarını birlikte getirdiği için böyle bir sanat ürünü kesinlikle taklit edilemez.

Deha yani estetik yaratma yetisi, belli bir öğrenme sürecinin ürünü değildir. Tinin doğuştan gelen bir yeteneğidir. Bu nedenle sanat yapıtı bireyseldir hem de yüksek derecede. Sanat yapıtında bulunan düzen belli bir dış amaca yönelmemiştir, sanat yapıtı kendi iç uyumu bakımından yüksek bir ereklilik taşır, yani ereksiz bir ereklilik taşır.

Kant estetik ide deyince duyulara dayalı imgelemin tasarımlarını anlamaktadır. Bu nedenle bunlar dil ile kesin bir biçimde ifade edilemezler. Bu ideler algıya dayanan somut tasarımlardır. Seyrettiğimiz bir sanat yapıtı bize pek çok şey söyler. Ama biz bunları kesin yargılar biçiminde ifade etmekte zorlanırız. Bu idelerle salt aklın ideleri arasındaki benzerlik ikisinde de hiçbir zaman sonuna kadar gerçekleştiremeyeceğimiz bir beklemenin bulunmasıdır.

Ona göre güzellik ve yücelik alanında şekil verilmiş şeyler, yani sanat yapıtları duyulara verilmiş şeyleri aşarlar. Sanat duyulara verilmiş şeylere tekrar şekil vererek onları ideal bir yapıya yükseltir.

Kant’ın Din Felsefesi

Din felsefesi Kant için aklın artık ulaşamadığı, dinsel inanmanın başladığı yere kadar uzanabilir. Kant’a göre dinin odak noktası, insan yaşamında ahlakın gerekliliğine duyulan inançtır. Din, ahlakın gösterdiği ödevlerin tanrısal bir buyruk olarak görülmesine ve etkisinin güçlendirilmesine yarar. Felsefe bakımından dinin özünü ahlak fenomenleri oluşturur.

Kant’a göre insanlarda duyulardan gelen isteklerin ahlak buyrukları karşısında ağır basması eğilimi vardır. İnsan doğasına kökten bağlı görünen bu eğilimin kaynağı insan için kavranamaz bir şey olarak kalmaktadır. Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi adlı yazısında insanda ussal bir özgürlükle birlikte kötüye doğru bir eğilimin de bulunduğunu söylüyordu. O, bununla insanın özünden kötü olduğunu düşünmez, sadece akıl tarafından yönetilen insanın varlık yapısında olması gerekene karşı bir çabanın bulunduğunu dile getirir.

Kant’ın Tarih Felsefesi

Tıpkı din konusuna ilişkin yazısında olduğu gibi, tarih sorunu iyi ve kötü güçlerin yeryüzündeki çatışması sorunudur. Kant’a göre deneyim, tarih alanında çıkarımda bulunmaya yardımcı olamaz. Bu alanda doğa bilimlerinde olduğu gibi a priori bir tarih bilgisi olanaksızdır. Bu durumda insanlığın ilerlemekte olduğu düşüncesi insan aklının bir idesinden ibarettir.

Kant burada da bilgimizin sınırlarına işaret etmektedir. Gelişme düşüncesi bizim için düzenleyici bir ilke olmalıdır. İnsanın doğal varlık durumundan çıkıp kendi kendisini yöneten özgür bir varlık olma düzeyine ulaşması bir defada insanlığın başlangıç dönemlerinde olup bitmiş bir olgu değildir ve hâlen sürüp gitmektedir. İnsanların işlerinin anlamsız görünen gidişinde sanki gizli bir plan saklıdır. Sonuç olarak çatışma ve acılarla dolu olan tarihsel varlık alanı, bütününde pozitif bir anlam taşır.

Kant bu görüşleriyle insan aklının ve ahlakının insana gösterdiği ve ondan beklediği idelere dayanan idealist bir tarih felsefesi ortaya koymuştur.

Kant’ın Hukuk ve Politika Felsefesi

Kant’ın hukuk ve politikaya ilişkin görüşleri, tarih felsefesinde olduğu gibi, açıkça ahlak görüşlerine bağlıdır. Kant hukuksal yükümlülükleri, ahlaksal yükümlülüğün bir alt türü olarak görür. Bu nedenle yasanın temeli ussal istençtir. Bu haliyle hukuk felsefesindeki bakış açısı büyük ölçüde özgürlükçüdür.

Bir dünya devletinin federatif, özgür devletler cumhuriyetinin kurulmasını savunmuştur. Bu model bugünkü Birleşmiş Milletlerin bir benzeri olarak görünmektedir.

Devletlerarası ilişkileri düzenlemek için uluslar arası bir hukuk sistemi başlıca şu ilkelere dayanmak zorunda idi:

  • Dünya barışını korumaya yönelik tüm antlaşmalar hiçbir gizli terim ya da sınırlama kapsamamalıdır.
  • Hiçbir devlet başka herhangi bir devleti boyunduruk altına almayacak ya da denetlemeyecek, her devlet özgür ve bağımsız kalacaktır.
  • Sürekli ordular kaldırılacaktır.
  • Her ulus dış politikasının bir aracı olarak ödünç para kullanmaktan kaçınacaktır.
  • Hiçbir devlet başka devletlerin kendi anayasa ve yasalarını uygulamalarını önlemeyecektir.
  • Birbirleriyle savaşan devletlerin barış görüşmelerini olanaksızlaştıracak savaş yöntem ve araçlarını kullanmaları yasaklanacaktır.

Machiavelli’nin politik görüşlerini bir tür politik sofistlik olarak görmüş, bunun yerine devlet yöneticilerine kendi kategorik imperatifini önermiştir.