Modern Felsefe 12 – Marx ve Diyalektik Materyalizm

Karl Heinrich Marx Hegel’in geniş kapsamlı idealist evren siteminin diyalektik ögesini alıkoyarak maddeci temellerde yepyeni ve kuşatıcı bir evren sistemi geliştirdi. Hegelci sistemin idealist ögesini tümüyle bir tarafa bırakarak diyalektik yöntemi maddeci temeller üzerinde uygulama yoluna gitti. Bu alandaki çalışmaları onu felsefenin kuramsal olmaktan daha çok uygulamalı bir etkinlik olması gerektiği noktasına getirdi.

Marx ve Engels, 1844’te karşılaşmalarından sonra 1845’te Kutsal Aile’yi birlikte yazdılar. Kitap Bruno Bauer ve yandaşlarının idealizmine yöneltilmişti. Düşünce ve bilinç üzerine Bauer ve yandaşları tarafından yapılan idealist vurguyla karşıtlık içinde, Marx ve Engels, Devlet, yasa, din ve ahlak biçimlerinin sınıf savaşının evreleri tarafından belirlenmiş olduğunu savunmaktaydılar.

Bu yapıtın önemi, materyalist tarih anlayışını özetlemesinden ileri gelir. Temel tarihsel olgusallık, doğadaki etkinliği içindeki toplumsal insandır. Bilinci belirleyen insandır, tersi değil. Tarihteki temel etmen maddi ve ekonomik üretim sürecidir. Bütün tarihsel süreç diyalektik olarak proleter devrimine ve komünizmin gelişine doğru ilerlemektedir. Saltık tinin kendinin bilgisine ya da böyle başka bir felsefi yanılsamaya değil.

Marx 1847’de kominist Liga’ya katıldı. Engels ile birlikte hareketin temel ilkelerini ve amaçlarını özetleyen bir bildiri yazmakla görevlendirildiler. Bu şekilde ünlü Komünist Manifesto ortaya çıktı.

20 sene sonra Marx’ın ünlü çalışması Kapital’in ilk cildi 1867’de Hamburg’da çıktı. Bu yapıtta Marx, kapitalist sistemin uzlaşmaz bir sınıf karşıtlığını zorunlu olarak içerdiğini savunmaktadır.

Öte yandan Engels’in başka yapıtları arasında, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni önemli bir yer tutar.

Evrenin Tözü Olarak Madde

Hegel mutlak tinin, özüne yabancılaşmış bir biçimde de olsa kendisini doğa olarak yansıtan, sonra yine kendine tin olarak dönen ve bu şekilde kendi özünü edimselleştiren biricik töz olduğunu savunuyordu. Marx ve Engels’e göre evrendeki birincil olgusallık doğadır. Doğanın tözü ise maddedir. O hâlde evrende hüküm süren biricik töz maddedir. Tinsellik maddi temeller üzerinde anlam kazanır.

Doğa diyalektik yasalara göre işleyen bir evrimleşme süreci içindedir. Kendisinde yalnızca fiziko-kimyasal süreçlerin ortaya çıktığı başlangıçtaki ölü kütle, bu süreçlerin yüksek bir karmaşıklık düzeyine ulaştığı belli bazı parçalarında, aniden fiziko-kimyasal niteliklere indirgenemeyen yepyeni bir nitelik kazanır. Bu yaşam denen şeydir. ilk canlılar bu şekilde ortaya çıkar.

Bu canlı maddenin bazı parçalarının bilinç ya da ruhsallık dediğimiz bir nitelik kazanması ile hayvan ve insanlarda görülen bilinçliliğin/ruhsallığın devreye girmesi söz konusu olur. Yine buradaki bilinçlilik olgusu da bir önceki maddeselliğe indirgenemez. Şu hâlde doğada bir tür tinsellik vardır ama bu düalizmin öne sürdüğü gibi maddeden bağımsız bir töz olarak değil de salt maddenin bir fenomeni ya da bir yansıması olarak vardır. Madde ortadan kalktığında bu fenomen de varlığını yitirir.

Diyalektik Maddecilik

Doğanın ve toplumun diyalektik bir süreç olarak gelişimi düşüncesi Marx ve Engels’in maddeciliğinde özsel bir noktadır. Marx, Feuerbach’a katılarak doğanın zihinselliğe öncel olması düşüncesini onaylamış fakat doğayı hep insan ile ilişkisi içinde anlamlandırmıştır.

Bilincin ve özne-nesne ilişkisinin doğmasıyla doğa insan için apayrı bir varlık olarak anlam kazanır. Bu, hayvan için söz konusu bile değildir, hayvan doğanın içinde ve doğanın bir parçası olarak yaşar. İnsan olmak için insan kendini doğadan ayırt etmeli ve nesnelleşmelidir.

Çalışma, insanın gereksinimlerini gidermek için doğal nesneleri çeşitli araçlar kullanarak bilinçli olarak dönüştürmesidir. İnsanın doğayla temel ilişkisi üretici etkinliğidir. İnsan temelde ekonomik bir varlıktır. Bu ekonomik insandan başka bir şey olamayacağını söylemek demek değildir. Bununla birlikte insan ayrıca toplumsal bir varlıktır: kendi hemcinsleriyle ilişki içinde olması varlığına özseldir. Bu yüzden insanın temel üretken etkinliği doğaya karşı olduğu gibi öteki insanlara da karşıdır.

Üretim araçlarının gelişmesinde her aşamaya karşılık düşen toplumsal ilişkiler vardır. Üretim araçları ve bu toplumsal ilişkiler arasındaki dinamik etkileşim, tarihin temelini oluşturur. Şu hâlde tarihin ilk nüvesi, sözü edilen bu ilk tarihsel olgudur yani üretim araçlarının ilk üretilişi olgusudur.

Doğadaki Diyalektik İşleyiş

Engels bu konuyu Doğanın Diyalektiği adlı yapıtında açımlamıştır.

Doğada hiçbir şey değişmez ve durağan değildir, tersine her şey devinim, değişim ve gelişim içindedir. Engels, Doğanın Diyalektiği’nde diyalektik yasaları şu şekilde dile getirir:

  • Nicelik değişimlerinin nitelik değişimlerine yol açması yasası: Bu yasa oldukça iyi bilinir. Örneğin ısıtılan suyun derecesi yükseldikçe suyun sıcaklığı da artar.
  • Karşıtların birliği ve savaşımı yasası: Burada Hegel’in tez, anti-tez ve sentez basamaklanması açıkça görülebilir: Bu yasa doğadaki ve insan topluluklarının dünyasındaki gelişim süreçlerinin dinamizmine işaret eder.
  • Olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası: Örneğin, çimlendiği ve çıkan bitki büyümeye başladığı zaman, bir arpa tohumu olumsuzlanmış olmaktadır; ardından büyüyen bitki bir tohumlar çokluğu ortaya koyar ki bu durumda kendisi olumsuzlanır. Böylece olumsuzlamanın olumsuzlanmasının sonucu olarak, ortada yine aynı arpa tohumu vardır ama bu kez ilkinde olduğu gibi sayıca bir tek değil, belki otuz kat fazlasıyla vardır.

Bundan çıkan sonuca göre, insan bilgisi de değişmez ve mutlak bir gerçeklik sistemi ortaya koymaz. Öğrenilmesi ve kabul edilmesi gereken mutlak bir felsefe sistemi de yoktur.

Diyalektik Tarihsel Maddecilik

Marxist tarih kuramı, özü maddi olan insanın, yine tümüyle maddesel yapılı doğa ile arasındaki bir ilişki olarak betimlenmesi anlamında maddecidir.

Buna göre Marx, ilk tarihsel olgunun, insanın gereksinimlerini giderebilmek için gerekli araçları üretmesi durumu olduğunu söyler. Yukarıda da belirtildiği gibi bu durum yeni gereksinimlere, bunlar üretim araçlarında bir gelişmeye, bu gelişme de yeni toplumsal ilişki biçimlerine yol açar. Bir toplumdaki üretim ilişkilerinin toplamı, o toplumun ekonomik yapısını oluşturur. Ekonomik yaşam da toplumsal alt yapıyı oluşturur.

Ekonomik alt yapı üzerinde toplumsal üst yapı olarak, insan topluluklarının politik yaşamı, devlet ve hukuk düzeni, ahlak, din, sanat, felsefe gibi kültür etkinlikleri yer alır. Ve ekonomik alt yapı toplumsal üst yapıyı koşullandırmış olur.

Marx, devrime götüren koşullarının sınıf savaşımları aracılığıyla oluştuğunu ve bu yolla sonunda devrimin gerçekleştiğini öne sürer.

Tarihsel Dönemler

Marx ve Engels, tarihin başlangıçlarında insanlığın ilkel komünal bir evresinin yaşandığını öne sürerler. Bu dönemde henüz özel mülkiyetin ortaya çıkmadığını, hiçbir sınıf ayrımının bulunmadığını, toprağın bireylere değil kabileye ait olduğunu ve ortaklaşa işlendiğini dile getirmişlerdir. Ancak zaman içinde özel mülkiyet belirdikten sonra çok geçmeden bunu toplumun ekonomik sınıflara bölünmesi izlemiştir.

Tarih boyunca sınıf ayrılıklarını sömürenler ve sömürülenler biçiminde sunarak durumu yalınlaştırmaktadırlar.

İlkel komünal toplum biçiminden sonra tarih sahnesinde yerini alan toplum biçimi köleci toplum olarak nitelenen ilkçağ Grek ve Roma toplum biçimlerini anlatır. Köleler ile özgür insanlar ya da efendiler arasındaki sınıf karşıtlığı ile nitelenen bu toplum biçiminde ekonomik sistem kölelerin emeği üzerinde şekillenmektedir. Bu toplum biçiminde uzlaşmaz çelişki kendisini köle isyanları ile belirginleştirir. Zaman içindeki gelişim ve değişim süreci sonunda bu toplum biçimi yerini feodal topluma bırakır. Buhar ve makineleşme ekonomide devrimlere yol açmasıyla birlikte feodal sistemin de sonu gelmiş olur.

Özetle İnsanlık tarihsel süreçte şu aşamalardan geçmiştir: ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal ve günümüzde kapitalist toplum.

Kapitalizm Eleştirisi

Üretim ilişkisi açısından bakıldığında sömürenler ve sömürülenler birbirleriyle kıyasıya bir sınıfsal çatışma içinde iki sınıf birbirlerinin karşısında yer alır. Bu anlaşmazlığın nedeni genelde emeğe ödenen ücretin çok düşük olmasıdır. Marx, bu aşamada emek-değer çözümlemesine girişmiştir. Emeğin ürünü, emeğin fiyatından daha fazlaya satılabildiğine göre, buradaki farkı kapitalist cebe indirmektedir. Marx bu farka artı-değer adını verir.

Marx kapitalist patronu lanetlemek yerine, işçilerin bilinçli ve güçlü bir grup olarak örgütlenmeleri gerektiğini öne sürer.

Marx`a göre kapitalizmde işçilerinin durumu giderek daha da kötüleşecek, fakirler daha da fakirleşecek, sayıları daha da artacak, buna karşılık zengin daha da zenginleşecek, bu durum kitleler üretim araçlarını ele geçirinceye dek sürecektir. Tarihsel bir olgu ki Marx bundan daha yanılgılı bir duruma düşemezdi. Çünkü yüksek derecede gelişmiş kapitalist ekonomilerde işçilerin koşullarının dramatik bir biçimde gelişmiş olduğu açık bir gerçektir. Yine üretim araçları bir avuç kişinin elinde kaldığı sürece, Marx’a göre, çelişki çözülünceye kadar sınıf mücadelesi amansız bir biçimde devam edecek, bu arada, işçilerin yaşamı, Marx’ın “emeğin yabancılaşması” biçiminde adlandırdığı şey tarafından korkunç biçimde robotlaştırılacak.

Emeğin Yabancılaşması

Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları adlı yapıtında yabancılaşma kavramı üzerinde durmaktadır. Eğer insanlar yabancılaşmış ise yani onlar uzaklaşmış ve ayrılmış iseler, bir şeyden yabancılaşmış olmalılar. Marx bu nedenle yabancılaşmanın dört görünümüne dikkat çeker. Onlar; doğadan, kendilerinden, türsel varlıklarından, öteki insanlardan yabancılaşmış olabilirler.

Marx’a göre, çağdaş ekonomik etkinlikte, emeğin ürünü olan nesneler, şimdi işçiye “yabancı bir varlık” olarak dururlar. İnsan emeği bir objede cisimleşir ve fiziksel bir nesneye dönüşür. Bu ürün emeğin bir nesnelleşmesidir. Emeğin nesnelleşmesi objeye köleliği yarattığı gibi, işçinin bir kaybını da temsil eder. Kısaca bu, imal ettiği şeyden işçinin yabancılaşmasıdır. Üründe cisimleşen, nesnelleşen onların bir parçasıdır; onların emeği artık onların değildir.

İnsanlar sadece emeklerinin ürününden değil ama aynı zamanda üretim süreci aracılığıyla kendilerinden de yabancılaşırlar. Buradaki çalışma istençli olarak değil ama onların üstüne yüklenerek gerçekleşir. Bu durumda kendileriyle barışık olmak yerine bir zavallılık duygusu taşırlar. Fiziksel ve zihinsel kapasitelerini özgürce geliştiremezler, tersine fiziksel olarak tükenmiş ve zihinsel olarak geriye gitmiş hissederler.

Hepsinden önemlisi, işçilerin kendilerini işlerinden yabancılaşmış hissetmelerinin nedeni, yaptıkları işin onların kendi işi değil de bir başkasının işi olmasıdır.

Sonuç olarak işçi kendisini salt canlılık işlevlerini-yemek, içmek, çocuk yapmak gibi-yerine getirirken özgürce eylemde bulunuyormuş gibi hisseder. Oysa bu tür eylemler sırasında hayvansal varlığına indirgenmiş durumdadır.

İnsanların kendi emeklerinin ürününden, üretimsel ya da yaşam etkinliklerinden ve türsel yaşamlarından yabancılaşması, onları tüm öteki insanlardan yabancılaşmaya götürür.

Yabancılaşmış emeğin sonul ürünü özel mülkiyettir. Özel mülkiyet hem yabancılaşmış emeğin bir ürünüdür hem de onun aracılığıyla emek yabancılaşır.

İdelerin Rolü ve Kökeni: Marx’a göre her tarihsel dönem kendi başat idelerine sahiptir. İnsanlar ideleri din, ahlak ve yasa alanlarında oluştururlar. Bundan dolayı düşünme, insanların zihnini etkileyen maddi düzenin arkasından gelir.

Marx’a göre iyilik, adalet ve hatta dinsel kurtuluş gibi ideler, varolan düzeni rasyonalize etmenin çeşitli yollarından başka bir şey değildir. Örneğin adalet, ekonomik açıdan başat sınıfın istencini ve üretim ilişkilerini her nasılsa o şekilde dondurmak isteğini temsil eder.

Bu nedenle adalet, iyilik ve doğruluk gibi “öncesiz sonrasız ilkelerin” nesnel gerçekliğini iddia edenler, böyle kavramların hiçbir gerçekliğe işaret etmediğini anlamazlar çünkü biricik gerçeklik olan maddi düzen sürekli olarak değişim içindedir.