Karmaşıklık Üzerine Notlar – Neil Theise – Kitap Özeti

Kitabın orijinal adı: Notes on Complexity: A Scientific Theory of Connection, Consciousness, and Being. Adından da anlaşılacağı üzerine bir bilim insanının Metafizik sorulara dair Bilim, Felsefe ve Ezoterizmi harmanlayıp vardığı sonuçları özetlediği bir çalışma. (Yine kitabı İngilizce okuyup Türkçe özetliyorum).

I. Karmaşıklık (Complexity)

Evrendeki hiçbir şey yaşamdan daha karmaşık değildir. Karmaşıklık teorisi, karmaşık sistemlerin dünyada nasıl tezahür ettiğinin incelenmesidir. Bu bağlamda karmaşıklık, açık uçlu, gelişen, öngörülemeyen, ancak uyarlanabilir ve kendi kendini sürdürebilen bir etkileşim modeli sınıfını ifade eder.

Yaşamın karmaşıklığının ayırt edici bir özelliği, her bir örnekte bütünün parçalarının toplamından daha büyük olmasıdır. Canlı bir sistemin (bir hücre, bir vücut, bir ekosistem) tüm unsurlarının özellikleri ve davranışları bilinse bile, etkileşimlerinden ortaya çıkan olağanüstü özellikler tahmin edilemez. Karmaşıklık teorisinde bu şaşırtıcı sonuçlara ortaya çıkan özellikler (Emergent Properties) ya da sadece Emergence denir.

Bu öngörülemezlik, karmaşıklık teorisinin hem temel konusu hem de dünyayı anlamamıza sunabileceği şeylerin temel bir özelliğidir. Ne biz ne de evrenimiz makineye benzer. İnsan bedenleri ve insan toplumları da dahil olmak üzere karmaşık sistemler, öngörülemez olan karşısında davranışlarını değiştirebilirler. Bu yaratıcılık karmaşıklığın özüdür.

Karmaşıklık, kuantum mekaniği tarafından tanımlanan en küçük evren ile; görelilik teorisi tarafından tanımlanan en büyük haliyle evren arasındaki kapatılamaz uçurumu kapatma iddiasındadır.

Düzen, Kaos ve Karmaşıklığın Kökeni

Sistemlerin incelenmesine yönelik bu değişimden önce, neredeyse tüm bilimler indirgemeci bir yaklaşım uyguluyor, daha büyük şeyleri parçalara ayırarak bileşenlerini izole ediyordu. Uzun zamandır süregelen ilke, parçaların anlaşılması halinde bütünün de anlaşılabileceğiydi; tıpkı bir saatin dikkatlice parçalara ayrılarak ve parçaları incelenerek anlaşılabileceği gibi.

Karmaşıklık yolculuğumuza başlamak için üç temel sistem sınıfını göz önünde bulundurmalıyız. Su bunun için güzel bir örnektir:

  • Birincisi, bütünün kesin ve tahmin edilebilir bir şekilde parçalarının toplamı olduğu sistemlerden oluşur. Buz gibi suyun katı hallerinde, su moleküllerinin düzenli bir şekilde paketlenmesi, her molekülün komşularıyla olan ilişkisinin basit geometri ile kolayca tanımlanabileceği anlamına gelir. Akışkan hareketinin bazı yönleri bu kadar basittir.
  • Ancak türbülanslı su, basit tanımlamalara elverişli değildir. Bu da bizi kaos teorisi tarafından tanımlanan ikinci sınıf sistemlere götürür. Kaotik sistemlerde bütün, parçalarının toplamına eşit değildir, ancak parçalarının toplamından daha büyüktür. Benoit Mandelbrot 1975 yılında fraktalların doğasını tanıyıp kodlayarak ve böylece bir kaos teorisine kapı açarak bu daha ayrıntılı düzen türlerine ilişkin anlayışımızı radikal bir şekilde genişletmiştir. Bu tür Kaotik sistemler, kendilerini yalnızca zaman içinde ortaya koyan süreçlerdir. Basit bir formülle özetlenemezler, ancak dakikalar, saatler veya günler boyunca oynanan bilgisayar programları veya modellerle ortaya çıkmaları gerekir. Bilgisayarlar icat edilmeseydi hava durumu, girdaplar veya gezegen yörüngeleri gibi kaotik sistemlerin teorilerini hayal etmeye başlayamazdık.
  • Fakat bazı kaotik sistemler bu şekildede açıklanamaz. Üçüncü sınıf sistemlerin alanı olan yaşamın kendisini tanımlamak için karmaşıklık teorisine ihtiyacımız vardır.

İngiliz bir matematikçi olan Conway, Yaşam Oyunu’nu, etraflarındaki canlı ya da ölü karelerin sayısına bağlı olarak “canlı” (açık, siyahla dolu) ya da “ölü” (kapalı, boş) olan karelerden oluşan açık uçlu, iki boyutlu bir oyun olarak tasarladı (Yapay yaşam). Bu oyun uzun süre ilerletildiğinde çok ilginç kendini tekrar eden ve öngörülemeyen desenler üretiyordu. Bu desenler istikrarlı düzen ile kaos arasındaki geçişte ortaya çıktığını keşfettiler. Açık uçlu, evrim geçiren ama kendi kendini idame ettiren, canlıları andıran şekil ve hareketlere sahipti. Bu desenler resmi olarak karmaşıklık olarak bilinecek olan şeyin erken bir göstergesiydi.

Packard, 1988’deki yayınında bu karmaşık aleme “kaosun sınırı” adını verdi. Ona göre biyolojik karmaşıklık, organizmaların dünyadan nasıl bilgi aldıklarını, bu bilgiyi nasıl işlediklerini ve davranışsal tepkilerini nasıl ürettiklerini yansıtıyordu. Bu tür bir hesaplama yeteneği, canlı sistemlerin tanımlayıcı bir özelliği idi. Değişen ortamlara yanıt olarak yapılan uyarlamalar, evrimi artan hesaplama karmaşıklığına doğru yönlendiriyordu..

Ardından Kauffman, Boolean ağları adı verilen farklı matematiksel yapılar kullanarak, hücre farklılaşması davranışlarını (farklı hücre türlerinin birbirlerinden nasıl ortaya çıktığını) karmaşık bir sistem olarak modelleyebildi. Kauffman bu çalışması ile evrimin karmaşıklığa yol açtığını gösterdi.

Kaotik sistemlerdeki ortaya çıkış ile karmaşık sistemlerdeki ortaya çıkış arasındaki fark, öngörülebilir olmasında yatmaktadır. Kaotik bir sistemde, bir bilgisayar modeli aynı başlangıç koşullarının her zaman aynı ortaya çıkan özellikleri üreteceğini gösterir. Bütün, tahmin edilebileceği üzere parçalarının toplamından daha büyüktür. Ancak karmaşıklıkta, ortaya çıkışın gerçekleşeceğini tahmin edebilsek de, aynı başlangıç koşullarıyla başlasak bile kesin doğası asla tahmin edilemez. Karmaşıklıkta bütün, parçalarının toplamından tahmin edilemeyecek kadar büyüktür. Tıpkı hayatlarımız gibi.

Karmaşıklıklığın Kriterleri

Baktığımız her yerde karmaşıklık görüyoruz. Yaptığımız her şeyde karmaşıklığa katılırız. Onu tam anlamasak da onunla karşılaştığımızı anlamanın bazı kriterleri vardır.

  1. Sayılar Önemlidir: Sistemde ne kadar çok birey varsa, karmaşıklık düzeyi de o kadar artar.
  2. Etkileşimler Yereldir: Karınca kolonilerinin ortaya çıkan fenomenleri, kolonideki bir liderin bir şeyler planlamasıyla ortaya çıkmaz. Organizasyon yalnızca her bir karınca ile karşılaştığı diğer karıncalar arasındaki yerel etkileşimlerden kaynaklanır. Karıncalar, farklı durumlarda birbirleriyle iletişim kurdukları çeşitli feromonlar veya koku sinyalleri üretirler. Peki, kim kimden sorumludur? Nihayetinde hiç kimse değildir; tüm etkileşimler yereldir.
  3. Negatif Geri Besleme (Feedback) Döngüleri Hakimdir: Her zaman geri bildirim döngüleri, kendi içlerinde “geri beslenen” etkileşim ağları vardır. Bunlar sistemin koşullarını salınımlı, sağlıklı, homeostatik bir aralıkta tutar. Yaşam durmaksızın hareket etmektir; istikrar sabitlikte (rigidity) değil, tekrar tekrar sağlanan bir dengede bulunur.
    • Ekonomik balonları ya da kanseri düşünün. Her ikisi de önceden var olan homeostatik bir yaşam sisteminden doğar -iyi işleyen bir ekonomi, etkileşim halindeki hücrelerden oluşan sağlıklı bir vücut- ancak her birine özgü nedenlerden dolayı negatif geri bildirim azalır ve pozitif geri bildirimin baskın olmasına izin verir.
    • Genetik mutasyonlar bir hücrenin kanserleşmesine yol açtığında, her mutasyon ya negatif bir geri besleme döngüsünü kapatır ya da pozitif bir geri besleme döngüsünü açar ya da her ikisini birden yapar. Kanser böylece etkili bir şekilde homeostazdan patlayıcı, kontrolsüz bir büyümeye geçerek istila eden ve yayılan bir tümör yaratır.
    • En yeni, en heyecan verici antikanser tedavilerinden bazıları, bağışıklık sisteminin tümörü tanıma ve onunla savaşma yeteneğini yeniden başlatmanın yollarını bulmuştur. Homeostaz yeniden sağlanır ve malignite eriyip gider.
  4. Rastgelelik Derecesi Anahtardır. Öngörülemezlik karmaşık sistemlerde dizginlenemeyen yaratıcılık kapasitesinin kaynağıdır. Bunun sonuçları çok derindir. Her zaman doğrudan feromon temelli besin hattını takip etmeyen az sayıda karınca vardır. Bu farklı karıncalar tembel ya da anlamsız değildir. Aslında adaptasyon için hayati önem taşırlar.
    • Karmaşık sistemlerde rastgelelik derecesi kilit önem taşır. Çok fazla rastlantısallık herhangi bir öz-örgütlenmeyi engellerken, çok az rastlantısallık bir sistemin daha çok bir makine gibi davranmasına, yeni uyarlanabilir davranış biçimleri bulmak için yeterli esnekliğe sahip olmamasına neden olur.
    • Biyolojik yaratıcılık, yaşamın değişen ortamlara çeşitli tepkiler üretme yeteneği, hatta yepyeni türlerin ve ekosistem biçimlerinin evrimine yol açması, sistemin doğru miktardaki düzensizliği sayesinde mümkün olmaktadır.

II. Tamamlayıcılık ve Holarşi (Complementarity & Holarchy) ve Sınırsız Beden

Bu bölümde yaşamın farklı düzeylerinini karmaşıklı kriterlerine göre inceleyip tamamlayıcılık ve holarşi kavramlarını tanıyoruz.

Hücresel Düzey: Bedenlerimiz, Hücrelerimiz

Hücrelerimiz karmaşıklık teorisine uygun davranır. Sayıca çoktur, birbirleriyle hem negatif hem de pozitif geri besleme döngüleri aracılığıyla etkileşime girer ve aralarındaki etkileşimlerde de dengeli bir rastlantısallık vardır.

Burada belirtmek gerekir ki Bir şeyin yekpare bir şey gibi mi yoksa daha küçük şeylerden doğan bir olgu gibi mi göründüğü, gözlem ölçeğinize, perspektifinize veya bakış açınıza bağlıdır. Günün sonunda sorabilirsiniz gerçekten, biz neyiz? Bedeniniz yekpare bir varlık mı yoksa daha küçük parçalarından, etkileşim halindeki hücrelerden doğan bir olgu mu? Cevap elbette her ikisi de. Gerçekliğin bu şekilde tezahürü, kuantum fizikçilerinin tamamlayıcılık (complementarity) dediği şeyin bir biçimidir.

Işık hem bir dalga hem de bir parçacık olması da bir tamamlayıcılıktır. Bilimsel olarak tek bir deney ile ışığın dalga-parçacık ikiliğinin her iki yönünü de aynı anda göremiyoruz.

Bugün, kuantum düzeyinde, her iki durumu aynı anda yakalamanın imkansızlığının varoluşun doğasının temel bir ilkesi olduğu konusunda herkes hemfikir. Bohr tamamlayıcılığı her ölçekte varoluşun temel bir özelliği olarak görüyordu. Gözleminizde bu ikilikten hangisi olduğu sizin gözlemsel duruşunuza bağlı olsa da, her ikisi de denktir.

Peki sınırımız şimdi nerede? Kişinin bedeninin kendi içinde üniter bir varlık olduğunun ama aynı zamanda eşit derecede üniter olmadığının farkına varmasının önemli sonuçları vardır. Hücresel düzeyde sahip olduğumuz mikrobiyomumuzun sınırı çok muğlaktır. Bu gerçeği aklımızda tutarsak, kendimiz ve derimizin dışındakiler arasındaki sınırlar daha da bulanık görünmeye başlar. Yani uzaydaki sınırlarımız derimizin ötesine uzanıyor.

Öte yandan sizin başlangıcınız olan o yumurta ve sperm, annenizin ve babanızın bedenlerinin parçalarıydı. Ve ondan önce de annesinin. Bu perspektifte Dünya’daki canlılar sürüsü aslında tek ve büyük bir organizma olduğu doğrudur; tıpkı her birimizin (kendi zihnimizde) sınırlı yaşamımız boyunca ayrı bir insan olarak görünmemiz gibi. Bu perspektifler ışık örneğinde olduğu gibi tamamlayıcıdır.

Moleküler Düzey: Hücre Doktrininin Ötesinde

Mikroskopun yakınlık ayarını değiştirirseniz dokularımızı akışkan bir sıvı veya tek tek hücrelerden oluşmuş görebilirsiniz. Peki beden ayrık hücrelerden mi oluşur yoksa akışkan bir süreklilik midir? Bir kez daha, bir tamamlayıcılık buluyoruz.

Bu iki farklı görüş bedenlerimizle ilgili farklı gerçekleri aydınlatmaktadır. Akışkan doktrini, bedenin bir bütün olduğunu anlamamızı sağlar. Örneğin anatomik olarak, akupunktur noktaları herhangi bir sinir, kan damarı, lenfatik veya başka bir belirgin anatomik yapıya karşılık gelmez. Bu durumda hücre doktrini akupunkturu açıklayamıyor gibi görünmektedir, ancak belki vücudu bir sıvı olarak düşünmek faydalı bilgiler sağlayabilir.

Bedenin hücreler veya akışkan bir süreklilik, hatta elektromanyetik ve kuantum alanlar olarak tamamlayıcı görüşleri, Batı tıbbı ile diğer sağlık ve şifa kültürleri arasındaki kavramsal boşlukları kapatmaya yardımcı olabilir. Karmaşıklık teorisi şimdi bu fikirleri daha fazla keşfetmemize yardımcı oluyor.

Hücre zarının molekülleri suya karıştırıldığında, bir uç suda çözülür diğer uç çözünmez. Çözünmeyenler içe doğru bakarak suyu dışlayan bir iç bölge oluşturur. Birdenbire bu moleküller bir iç ve bir dış oluşturmuştur. Bu da moleküler düzeyde bir tür kendiliğinden ortaya çıkan öz-örgütlenmedir.

Her ne kadar mekanik bakmaya çalışsak da bedenler makine değildir. Günümüzde canlı doku veya organ yaratmaya yönelik en başarılı çabalar (örneğin kalp veya karaciğer nakli için) artık halihazırda canlı bir doku parçasının alınmasını içeriyor. Ne “mühendislik” ne de “inşa etmek” bu süreç için doğru bir metafor değildir.

Peki aynı soruyu sorarsak; moleküler düzeyde, bedenlerimiz ile dünya arasındaki sınırları nerede bulabiliriz? Soluduğumuz hava ve nefesimiz bizim parçalarımız değil midir: Dolayısıyla bir orman sakini sadece ormanda yaşamaz; aynı zamanda ormandır da. “kendi” moleküllerimiz ile etrafımızdaki dünyanın molekülleri arasında gerçek bir ayrım yoktur.

Atomik Seviye: Gaia

Bizler Dünya dediğimiz bu kayanın üzerinde hareket eden canlı varlıklar mıyız? Yoksa aslında atomları kendi kendine organize olarak, kendilerini kendi kendilerine yeterli sanan bu geçici varlıkları oluşturan Dünya’nın kendisi miyiz? Bu fikir aslında İngiliz biyolog James Lovelock‘un Gaia hipotezinin temel sorusudur. Yetmişli yılların başında Lovelock, mantıksal ve bilimsel olarak gezegenin kendisini tek bir canlı organizma olarak düşünebileceğimizi öne sürdü.

Daisyworld deneyi (ufak ölçekte de olsa) gezegenin organik ve inorganik bileşenlerinin tek, kendi kendini düzenleyen, canlı bir sistem olarak hareket etmek üzere birleştirilebileceğini gösterdi. Buna bir çeşit otoregülasyon dersek; bu tıpkı herhangi bir karmaşık sistemde olduğu gibi, tamamen yerel, aşağıdan yukarıya etkileşimlerden kaynaklanmaktadır.

“Atomlar olarak Dünya” tartışmamız “Gaia olarak Dünya” görüşüyle iyi bir şekilde örtüşmektedir. Atomlar inorganik (cansız) yapılardır ve yine de tüm organik yapılar, tüm ölçeklerde son derece karmaşık otoregülasyon modları aracılığıyla onlardan ortaya çıkar. Nihayetinde, tüm organik yapılar yaşam ve ölüm döngüsü süreçleri yoluyla atomik düzeyde inorganik aleme geri döner.

Ancak karmaşıklık, daha az insan merkezli bir başka görüşü de ortaya koymaktadır. Tamamlayıcı bir bakış açısıyla: son 3,5 milyar yıldır bu gezegenin atomlarının komşu kardeş gezegen Mars’ın omzuna uzanmak ve ona dokunmak için yavaş yavaş kendilerini organize ettiklerini söyleyebilir miyiz?

Atomaltı Seviye: Kuantum Tuhaflığı

Parçacık fiziğinin Standart Modeline göre, maddi dünyamızı oluşturan şeyler otuz temel parçacıktan oluşmaktadır.

  • Elektronlar gibi leptonlar elektromanyetizma taşırlar.
  • Nötrinolar, kütlesiz parçacıklardır.
  • Protonları ve nötronları çekirdek içinde birbirine bağlayan güçlü kuvveti taşıyan mezonlar.
  • Proton ve nötronları oluşturan kuarklar.
  • Gluonlar, kuarkları bağlayan güçlü kuvvetin taşıyıcılarıdır.
  • Bozonlar nükleer bozunmada yer alan zayıf kuvveti iletir
  • Higgs bozonu, kütle özelliğinden sorumludur.

Çift yarık deneyini hatırlarsak tek yarıkla, ışın uzak ekrana çarpan küçük mermiler gibi parçacıklar gibi davranıyordu. İki yarıkla, ışın aniden bir dalga gibi davranmıştı. İşin daha garibi dedektörler her bir elektronu gözlemlerken, elektronlar mermiler gibi sadece bir yarıktan ya da diğerinden geçerler. Bu versiyonda dalganın kırınım deseni oluşmaz. Uzak ekranda sadece iki parlak çizgi vardır, tam da ilk deneyden beklediğimiz gibi. Ancak dedektörler kapatıldığı anda -elektronlar üzerinde hiçbir gözlem yapılmadığı anda- elektronlar iki yarıktan dalgalar gibi geçmeye devam eder ve uzak ekranda yine girişim deseni oluşturur. Bu dalga-parçacık ikiliğidir. Sonuç olarak parçacık ya da dalga özellikleri onları nasıl gözlemlediğimize bağlıdır.

Erwin Schrödinger‘in dalga fonksiyonu bu deneyde ekrandaki girişim desenlerinin aslında bir parçacığın uzayda nereye bakılırsa bulunabileceğine dair dalgasal olasılıkları yansıttığını ortaya koymaktadır. Bu garip fenomen “dalga fonksiyonunun çökmesi” olarak adlandırılır. Dalga fonksiyonu, limitli düzensizliğin kuantum ölçekli bir versiyonunu tanımlar. O halde elektronun olası konumları sonsuz bir rastgelelik değildir.

Peki ya elektronların dalgasal özelliklerini başlangıç noktamız olarak alırsak? O halde kuantum ölçekli varlıklar, bir parçacık olarak algılayabileceğimiz küçük paketlenmiş dalgalardan (Kuanta) oluşan küçük yoğun alanlardır. Bu bağlamda “yerel” ve “küresel” birbirinden farklı değildir. Kuantum aleminde, tüm parçalar -evren çapında, dalgasal alanlar- bütün kadar geniştir ve hepsi aynı zamanda herkes için yereldir.

Yerel olmama (Non-locality) olarak adlandırılan bu garip fikir, tüm kuantum sistemlerinin ayırt edici özelliklerinden biridir. Bu Albert Einstein’ı dehşete düşüren özelliklerinden biri idi. Kuantum fiziğiyle ilgili ilk tartışması olasılıklara olan bağımlılığıydı. Bunun teoride derin bir yanlışlık olduğunu ima ettiğini düşünmüş ve meşhur deyişiyle Tanrı’nın evrenle “zar atmadığına” inanmayı tercih etmiştir.

EPR (Einstein,Podolsky,Rosen) paradoksu ile bilim adamları, kuantum teorisinin bir imkânsızlığa yol açtığını göstermeye çalışmıştır. Temel kuantum ilkelerinden yola çıkarak, iki parçacığın nükleer bir parçacığın bozunması gibi tek bir kuantum olayından ortaya çıkması halinde, kuantum teorisine göre iki parçacığın “dolaşık” (entangled) olduğunu, yani birbirlerinden evrenin kendisi kadar uzakta olsalar bile aynı kuantum özelliklerine sahip olacaklarını belirlediler.

Bu bulgu, (bilgi transferi anlamında) anlık iletişim anlamına geliyor gibi görünüyor. Bir parçacıkta momentum veya konum gibi bir özelliğin ölçümü, uzaktaki parçacıkta aynı sonucu anında ortaya çıkarıyor. Einstein’ın özel görelilik teorisi, ışık hızının sabit olduğunu ve aşılamayacağını kanıtlayarak evrendeki anlık iletişimi dışlamıştı. Dolayısıyla, EPR paradoksu kuantum mekaniğine bir darbe indirmiş gibi görünüyordu. Fakat sonraki deneyler Kuantum Dolanıklılığının varlığını kanıtladı.

Bunu uzlaştırmanın yolu dolanık (entangled) “parçacıkların” birbirlerinden hiç de uzak olmadıkları, ancak kuantum alanları olarak her zaman birbirleriyle tamamen örtüştükleri, yalnızca parçacık olduklarında ısrar edersek görünüşte “yerel olmadıkları” şeklindedir.

Eğer böyle bir yerel olmama durumu söz konusuysa; o zaman bu kuantum ölçek düzeyinde, bedenlerimizin sınırları Gaia ölçeğinden daha büyük hale gelmekle kalmamış, aynı zamanda evrenin en uzak noktalarına kadar uzanmıştır. Kendimizi sınırsız beden düzeyine ulaşmış buluyoruz.

Bilinç ve Kopenhag Yorumu

Bu bulgular Maddi varoluşun gerçekte hiçbir sağlamlığı olmadığını ima ediyor gibi görünüyor. Bir durumun sonuçlarını ölçen bilinçli bir gözlemcinin sorgulayıcı bakışından bağımsız bir “dünya” olmaması mümkün müdür?

Einstein ile yazışmalarında Schrödinger, “Schrödinger’in kedisi” örneğini ortaya attı. Bu düşünce deneyi, kuantum dünyasının günlük, klasik dünyamızla nasıl etkileşime girdiğini keşfettiğimizde, sıradan durumların artan tuhaflığını göstermektedir. Böylece tüm kuantum etkilerinin belki de en sıra dışı ve devrimci olanına, süperpozisyon kavramına geliyoruz.

Süperpozisyonda bilinçli bir gözlemci gözlem yapana kadar tüm potansiyeller mümkündür. Gündelik dünya da bu tuhaflığa kapılır ve ancak bilinçli bir gözlemci tarafından algılandığında “olduğu gibi görünen dünya” haline gelir.

Dolayısıyla dünya potansiyellerden ve olasılıklardan oluşur. Başta Einstein olmak üzere Kopenhag yorumuna katılmayan pek çok kişi var. Planck’da bu görüşü destekler biçimde şöyle demiştir: “Bilinci temel olarak görüyorum. Maddeyi bilinçten türemiş olarak görüyorum. Bilincin arkasına geçemeyiz. Hakkında konuştuğumuz, var olduğunu düşündüğümüz her şey bilinci varsayar.”

Baştan Aşağı: Uzay-Zaman ve Kuantum Köpüğü

Herkes evrenin daha küçük boyutlara doğru sonsuz bir gerileme olmadığını kabul eder. Max Planck 1899’da, ötesinde daha küçük parçalara gerilemenin mümkün olmadığı minimum zaman ve mekan birimleri olması gerektiğini anladı. Bir elektromanyetik radyasyon kuantumunun (tek bir foton) enerjisini frekansıyla ilişkilendiren kendi sabitini “Planck sabiti” olarak adlandırıldı. Planck uzunluğu olarak adlandırılan en küçük mesafe birimi 10-35 metre olarak belirledi. Yani Işığın (evrendeki max hızın) bu mesafeyi kat etmesi için geçen süre, en küçük zaman birimi olan Planck zamanıdır ve 10-43 saniyedir.

Buna ek olarak Einstein uzayın üç boyutuna ek olarak ve zamanın evrenin dördüncü boyutu olduğunu fark etti. “Boş uzay” diye bir şey yoktu. Bu anlayışa göre yerçekimi boşlukta, birbirini çeken devasa yapılar arasında hareket etmiyordu. Aksine yerçekimi, kütlesi olan nesnelerin neden olduğu bu dört boyutlu dokunun eğriliğiydi.

Ama şimdi kuantum mekaniği ve göreliliğin temel uyumsuzluğuna geliyoruz. Einstein’ın genel görelilik denklemleri uzay-zamanın pürüzsüz/kesintisiz (smooth) olduğunu kabul eder. Ancak Planck’ın hesaplamaları bunun pürüzsüz olmadığını göstermektedir. Kesintisiz bir şey her zaman daha küçük ve daha küçük birimlere bölünebilir, ancak Planck uzunluğu ve zamanı uzay-zamanın aslında kesintini (granular) olduğunu gösterir.

Çok sayıda deneysel sonuçla teyit ettiğimiz gibi, uzay-zaman kaçınılmaz olarak enerjik dalgalanmalarla zengin (pürüzsüz olmayan) bir alandır. Kuantum enerjisi genellikle madde-antimadde eşleşmelerinde patlak verir. Örneğin, zıt yüklere sahip bir elektron (madde) ve bir pozitron (antimadde) aynı anda var olur ve birbirleriyle temas ettiklerinde hemen kendi kendilerini yok ederek kütlelerini tekrar saf enerjiye dönüştürürler. Uzay-zaman kuantum dalgalanmaları böylece sürekli kaynayan, çalkalanan bir enerji kuantum köpüğü (foam) ortaya çıkarır. Sürekli kütleli varlıklara dönüşür ve sonra tekrar enerjiye patlar. Richard Feynman‘ın tanımladığı gibi, “Yaratılır ve yok olur, yaratılır ve yok olur – ne büyük bir zaman kaybıdır.”

Ama bu bir zaman kaybı değil! Bazen bu en küçük varlıklar madde-antimadde karşılaşmalarında yok olmaktan kaçar ve bunun yerine kütleli varlıklar olarak kalır. Diğer varlıklarla etkileşime girmekte özgürdür. Bu etkileşimler, diğer tüm ölçek düzeylerinde olduğu gibi, aniden ortaya çıkan (emergent) yapılarla sonuçlanır. Bu durum sayesinde atom altı parçacıklar, daha karmaşık atom altı parçacıklar atomlar ve ardından moleküller olarak ortaya çıkabilmektedir.

Bedenler hücrelerden oluştur; hücreler önce moleküllerden, onlar atomlardan, onlar da kuantum alemindeki her şeyden oluşur. Planck ölçeğinde, en küçük yaratımlar, sadece uzay-zamandan yayılan ve hayalet gibi onun içinde geri çözünen parçaları olmayan bütünlerdir. Orada ama orada değil, gerçek ama gerçek değil. Her şey yalnızca kendi özel bakış açısından, bir bütün olarak “kendisi” olarak görülebildiği ölçek düzeyinden bir şey gibi görünür. Bu ölçek düzeyinin üzerinde, ortaya çıkardığı daha üst düzey özellikler tarafından gizlenir. Bu düzeyin altında ise, ortaya çıktığı aktif olguların içinde gözden kaybolur.

Özetle görünüşler yalnızca her biri zorunlu olarak diğerlerini dışlayan çok seçilmiş perspektiflerden doğrulanabilir.

Kendi Kendini Düzenleyen, Karmaşık Evrenin Holarşisi (Holarchy)

Artık evreni, tüm parçalarında bütünü; bütünde de bütün parçalarını bulabildiğimiz, kendi kendini organize eden, karmaşık bir sistem olarak anlıyoruz. Bunu kavramak için Holarşi nosyonunu açıklamak gerekiyor.

Gerçek hiyerarşilerde düzenlenmiş üyeler birbirlerini dışlar ve hiyerarşinin farklı seviyelerinde değil, sadece görüldükleri seviyede ortaya çıkarlar. Ancak karmaşıklık teorisinde seviyeler arasında komik bir bulanıklık vardır. Tüm varlıklar, olgular olarak, tüm ölçeklere yayılır. “Farklı seviyeler” birbirinden ayrılmaz, iç içe geçer, birleşir – tek bir bütünün birliği. Yazar ve polimat Arthur Koestler tarafından icat edilen holarşi kelimesi, burada amaçladığımız şeyi yakalamak için kullanılmıştır.

Bir holarşi, birbirleriyle üst ya da alt, alt ya da üst, soldan sağa ya da sağdan sola şeklinde ilişki kurmayan unsurlardan oluşan bir sistemdir. Bir holarşinin üyeleri (holonlar) her zaman diğer tüm üyelere eşdeğerdir.
Bir holarşi olarak bir bedenin; bir perspektiften katı bir nesne, farklı bir perspektiften bir hücre topluluğu ve yine farklı bir perspektiften bir molekül bulutu olarak göründüğünü söylemeliyiz.

Bu açıdan bakıldığında, yaptığımız her eylem, verdiğimiz her karar, sahip olduğumuz her düşünce sadece bize ait olmakla kalmaz, aynı zamanda tüm holarşik evrenin bütünleşmiş, ayrılmaz bir parçasıdır. Maddi dünyaya ilişkin alışılagelmiş deneyimlerimiz ve Batılı kültürel önyargımız olan materyalizm -dünyanın sadece fiziksel özünden ibaret olduğu- bizi sürekli olarak diğer yöne itmektedir. Ancak görelilik ve kuantum mekaniği ile birlikte örülen karmaşıklık teorisi bize farklı bir hikaye anlatır. Birlik gerçek ve doğrudur. Ve ayrılık da doğru olsa da, birlikten daha doğru değildir.

III. Bilinç (Consciousness)

Bilincin Zor Problemi (Hard Problem of Consciousness)

Ruhani açıdan, bahsettiğim evren tasarımının Zen pratiğimde öğrendiğim temel Budist kavramlarla nasıl şaşırtıcı derecede uyumlu olduğunu görmemek mümkün değildi.
Karşılıklı bağımlılık, karmaşık bir sistemin her unsurunun diğer her unsurla nasıl bağlantılı olduğunu; Süreksizlik, kitlesel yok oluş olaylarının kaçınılmazlığını yansıtır. Boşluk (Emptiness), içsel varoluşun boşluğunun kısaltması olarak:
karmaşıklık açısından bakıldığında, hiçbir ölçek düzeyinde katı nesnelerin var olmadığı ile örtüşür. Gerçekliğin gerçek doğası söz konusu olduğunda, karmaşıklık perspektifi her şeyin süreç, hareket, akış ve değişim olduğunu söyler.

Kuantum fizikçileri tarafından ortaya atılan bilinç bulmacası halen cevapsızdır. Eğer ben bilinçliysem, eğer siz bilinçliyseniz, bütün, kesintisiz evren bilinçli değil midir? Ve bilincin bu kendi kendini organize eden evrenle ilişkisi nedir?

Batı kültürü, bilincin bireyselliğine güçlü bir yatırım yapmıştır. Benim bilincim sizin bilincinizden ayrıdır. Beyin düşündüğümüz yerdir, düşüncelerimizin ortaya çıktığı yerdir, fikirlerimizin olduğu yerdir, bilincimizin geldiği yerdir. Ya da bize öyle söylenir.

Başka kültürlerde bedenin farklı yerleri de bilinçle ilişkilendirilir. Mesela Ayurveda ve Mezoamerikan geleneklerinde ve eski Mısır’da kalp, bilincin merkezi olarak kabul edilir. Ayrıca diğer kültürler, özellikle de bilinci tarihsel olarak meditatif yollarla keşfetmiş olanlar, farklı bilinç biçimlerini ayırt etmek için kapsamlı ve sağlam sözcük dağarcıkları geliştirmişlerdir.

Güneş gözlüğü takmak ile dondurma yemek arasında oldukça güçlü bir korelasyon vardır. Bu iki aktivite sıklıkla el ele gidiyor gibi görünmektedir. Gerçekten de, eğer korelasyon nedenselliği işaret etseydi, o zaman güneş gözlüğü takmanın insanları dondurma yemeye teşvik edip etmediğini ciddi olarak düşünmemiz gerekirdi. Gerçek şu ki, her iki davranış da tamamen başka bir şeyden kaynaklanıyor: yazın parlak, sıcak günleri insanların hem güneş gözlüğü takma hem de daha fazla dondurma yeme olasılığını artırıyor. O halde korelasyon ile nedenselliği karıştırmanın nasıl ciddi hatalara yol açabileceğini görmek kolaydır.

Bilincin nöral korelasyonlarını açıklayan temelde iki hipotez var. Birincisi, beynimizin zihnimizin faaliyetini tanımladığı (materyalist). İkincisi ise, bilinçli farkındalığımızın içeriğinin ve beynimizdeki ilişkili faaliyetlerin daha temel bir ortak kök nedenden bağımsız olarak türediğidir.

Bilinç çözülememiş özel bir bilimsel sorun olmaya devam ederken, felsefi yaklaşımlar bu muammanın olası çözümlerinin bir haritasını çıkarmaya ve bilim insanlarına test edilebilir hipotezlerin formüle edilmesinde yol göstermeye çalışmaktadır.

Filozof David Chalmers, beyin zihni yapar kavramına yönelik en derin meydan okumayı ifade etmek için “bilincin zor problemi” ifadesini kullanarak duruma ışık tutmuştur. Bi̇li̇nci̇n nöral bağintilari, beyni̇n parçalarinin ve i̇şlevleri̇ni̇n zi̇hni̇n bi̇lgi̇sel i̇çeri̇kleri̇ni̇ üretse de, öznel algı deneyi̇mleri̇mi̇zi̇ hi̇çbi̇r şeki̇lde açiklamaz. Bu elektri̇ksel, ki̇myasal ve hücresel mekani̇zmalarin hi̇çbi̇ri̇ kirmiziliğin hi̇ssedi̇len, yaşanan deneyi̇mi̇, kokunun tatliliği ve i̇ğneni̇n acisi hakkinda bi̇r şey söylemez.

Bilince Felsefi Yaklaşımlar

Bilincin doğasına ilişkin onlarca felsefi görüş vardır, ancak neredeyse hepsi üç ana kategoriden birine girer: materyalizm, panpsişizm veya idealizm.
Materyalist pozisyon beyin zihni yapar yaklaşımını içerir.
Panpsişizm, bilincin beyinler var olmadan önce bile evrenin a priori bir özelliği olduğunu ileri sürer. Teorinin bir varyasyonu, bilincin tüm yaşamın ve dolayısıyla yaşamın tanımlanabilir en küçük birimlerinin de içsel bir özelliği olduğunu öne sürer. O halde bir insan bedeninin bilinci, onu oluşturan tüm hücrelerin bir araya getirilmiş bilinçlerinden mi türemektedir?

Büyük-B Bilinci

İdealizm, maddi dünyamızın, zihnin altta yatan ideal gerçekliği doğrudan kavramasından ziyade, duyu organlarımızdan kaynaklanan dolaylı ve yanıltıcı izlenimlerden ibaret olduğunu savunur.
Baruch Spinoza, doğanın Tanrısı ve tüm varoluşun kaynağı ve temeli olarak tanımladığı dünyanın “tek tözünden” bahsetmiştir.

Nihai ve mutlak ideal alem, bireysel farkındalıklarımızın içinde olup bitenlerin sınırlarının ötesinde bir bilinçtir. Büyük-B Bilinci, maddi dünyamızdan önce var olan bir farkındalık kaynağı ile her birimizin içinde ve aracılığıyla kendi kişisel deneyimlerimizi yaşadığımız kişisel küçük-b bilincimiz arasında ayrım yapmak için kullanılan yaygın bir kısaltmadır. Bunu düşünmenin uygun bir yolu, dalgalar ve altındaki okyanus arasındaki ilişkiyi göz önünde bulundurmaktır.

Kendi bireysel bilinçlerimiz zihnimizin içinden eşsiz, gerçek ve bize aitmiş gibi görünür. Ancak idealist biri, bu eşsizlik duygusunun bir yanılsama olduğunu ve yalnızca bir perspektif meselesi olduğunu bilir. O halde idealist görüşe göre, her birimizin bedeni, beyni ve zihni de dahil olmak üzere bir bütün olarak evren, altta yatan bir Bilincin derinliklerinden doğan bir tezahürden başka bir şey değildir.

Beyin bilinci yaratmaz; evreni yaratan Bilinçtir ve milyarlarca yıl sonra beynimiz şimdiye kadar keşfettiğimiz en karmaşık yapı olarak ortaya çıkmıştır. Evrende Bilincin öznel deneyimi olmayan hiçbir şey yoktur.

Heisenberg’in kendisi, bu görüşlerin uzak bir çağın bilim dışı kalıntıları olduğu yönündeki mevcut kültürel önyargımızı çürütmektedir: “Modern fiziğin kesinlikle Platon lehine karar verdiğini düşünüyorum. Aslında maddenin en küçük birimleri sıradan anlamda fiziksel nesneler değildir; bunlar formlardır, sadece matematiksel dilde açık bir şekilde ifade edilebilen idealardır.

Bilincin İletimi

Yapabileceğimiz en iyi şey, beyni bir zihin üreticisi olarak değil, daha ziyade bir zihin dönüştürücüsü olarak düşünmektir. Dönüştürücüler bir tür girdi alır ve onu farklı bir tür çıktıya dönüştürür.

İdealist varoluş görüşünde, bilincin nöral korelasyonları beynin farkındalığı nasıl yarattığına değil, beynin bu büyük-B Bilincini ayrı benliklerimizin küçük-b bilinçlerine nasıl dönüştürdüğüne dair ipuçlarıdır. Ve tıpkı radyo dalgalarının sadece sese değil, dizüstü bilgisayarınızın ekranındaki ışık gösterisi gibi diğer duyusal çıktılara da dönüştürülebilmesi gibi, farklı beyin türleri de Bilinci, ultraviyole bir dünyada hareket eden bir arının, kollarıyla tat alabilen bir ahtapotun ya da kokularla dolu bir dünyada yaşayan köpeklerinki gibi farklı bilinç biçimlerine dönüştürür.

Viyana Çevresi ve Bilimsel Ampirizm

Balıklar içinde hareket ettikleri suyun farkında değildir, tıpkı biz insanların bir esinti olmadığı sürece etrafımızdaki havayı fark etmememiz gibi.
Hakikatin hakemi olarak bilime doğru paradigma kayması, sürekli bir yürüyüşten ziyade, düzensiz, dağınık ve gelişigüzel bir yolculuktu. Yüzyıllar süren geçiş sürecinde, her iki kampta da bir ayağı sağlam olan insanlara rastlamak nadir değildi. Bunlar arasında belki de en dikkate değer olanı; Sir Isaac Newton’un kendisiydi. O bile simya üzerine matematik veya bilim üzerine yazdığından çok daha fazla yazılı sayfa üretti.

Fakat bir noktada güç dengesi değişti. Nihayetinde Viyana’da, modern perspektifimizi oluşturacak olan bir hareket ortaya çıktı. Viyana Çevresi dünyayı anlamamıza yalnızca deneysel bilim ve matematiksel mantığın rehberlik etmesi gerektiği görüşünü somutlaştırmak için bir araya geldi.

Viyana Çevresi ilk olarak 1924 yılında filozof Moritz Schlick, sosyal reformcu Otto Neurath ve matematikçi Hans Hahn tarafından bir araya getirildi. Perşembe akşamları Viyana Üniversitesi’nin küçük bir konferans salonunda düzenli olarak toplanan grup, kendilerini “mantıksal pozitivistler” olarak adlandırdı. Onlar için en önemli şey bilimsel bilginin nasıl karakterize edileceği ve matematiğin doğasının nasıl anlaşılacağıydı.

Hararetli misyonları, net olmayan dil ve doğrulanamayan iddialardan kaynaklanan felsefi kafa karışıklığını önlemekti. Felsefeyi “bilimsel” bir şeye dönüştürmek ve matematiği eksiksiz ve tutarlı temeller üzerine oturtmak istiyorlardı. Tüm bunların bir sonucu olarak, metafiziği modern düşünceden dışladılar. Metafizik, maddi varlığın incelenmesi yoluyla yanıtlanamayan sorularla ilgilenen bir felsefi araştırma alanıdır. Örneğin, ölümden sonra yaşamın doğasını ya da bir ruhun varlığını anlamaya yönelik her türlü girişim, tıpkı tanrıların ve tanrıçaların ya da tek bir yaratıcı Tanrı’nın doğasını kavrama çabaları gibi, metafizik bir spekülasyon olacaktır.

Bu kalabalık arasında, bir ifadenin “metafizik” olduğunu söylemek, sadece yanlış olduğunu değil, aynı zamanda herhangi bir anlam ya da önemden yoksun olduğunu da ima etmek anlamına geliyordu.

Ampirik Bilimin Sınırları

Viyana Çevresi bildirilerini yayınlamaya başladığında, kuantum mekaniği ampirik bilimin sınırlarını aydınlatmaya başlamıştı. Ampirizm, tüm bilginin yalnızca teori veya mantıktan değil, gerçek dünyanın duyusal deneyimlerinden türetildiği fikridir. O halde ampirik bilim, gerçek dünyayı incelemek için deneyler yaratarak ilerler. Bu tür deneylerden elde edilen veriler, verileri açıklayan test edilebilir hipotezler oluşturmamızı sağlar. Buna karşılık, her bir hipotezi destekleyecek ya da çürütecek ek veriler bulmak için daha fazla deney yaparız. Ve böylece bilimin sonsuza kadar tekrar eden, yinelemeli yöntemleri devam eder. Tüm bunlar dünyanın nesnel ölçümlerini elde etme becerisine bağlıdır.

Ampirik bilim, özne ile nesne arasında net bir ayrım gerektirir. Ancak kuantum mekaniğinde bu ayrım silinmiştir.

Einstein için fiziksel teoriler, insan farkındalığından bağımsız bir “dışarıdaki dünyanın” yansımalarıydı. Gözlerinizi kapatın, arkanızı dönün ya da daha dramatik bir şekilde ölün ve ay dünyanın etrafında dönmeye devam etsin. Bu bizim içgüdüsel, sağduyulu gerçeklik görüşümüzdür. Ancak Bohr ve Heisenberg’in Kopenhag yorumu bunun aksini öne sürüyordu. Onlar için “orada” kesin olarak belirlenmiş maddi bir varlık yoktu, sadece olasılıkların olasılıkları vardı, ta ki bir gözlemcinin ölçüm yapmak için devreye girdiği ana kadar.

Kuantum mekaniği, ampirik bilimin gerçekliği tamamen nesnel bir şekilde tanımlama kapasitesine bir sınır koymaktadır.

Kurt Gödel ve Biçimsel Mantığın Sınırları

Viyana Çevresi, hakikati bulmanın bir yolu olarak bilime öncelik vermeyi amaçladığı gibi, matematik ve mantığı da modernleştirmeye çalışmıştır. Nasıl denedikleri ve başarısız olduklarını inceleyelim. Gödel, 1926 yılında henüz 20 yaşında iken akıl hocası Hans Hahn tarafından davet edilerek Viyana Çevresi’nin genç katılımcılarından biri oldu.

Konuya girmeden önce kısada bağlamı açmak için bahsetmek gerekirse: Resmi mantıksal akıl yürütme sistemlerinde iki tür ifade vardır: doğru olduğu bilinen ya da varsayılan aksiyomlar ve kanıtlanması gereken teoremler. Mesela Öklid’in geometrisindeki: “Aynı şeye eşit olan şeyler aynı zamanda birbirlerine de eşittir.” gibi ifadeler ilk bakışta doğru (aksiyom) kabul edilir ve kanıt gerektirmez.

Teoriler kanıtlanırken bazen apaçıklardır, ancak bunları kanıtlamak son derece zordur. Örneğin, 2’den büyük her çift tam sayının en az bir çift asal sayının toplamı olduğunu ifade eden ünlü Goldbach varsayımı vardır ve hala formel bir ispatı yapılamamıştır.

1920’de büyük Alman matematikçi David Hilbert, matematiği sağlam temeller üzerine oturtmak için en önemli zorluklar olarak gördüğü şeyleri sıraladığı bir program açıkladı. Ona göre ideal matematiksel bir sistem kendi içinde tutarlı (consistent) olmalıdır, yani bir teoremin aynı anda hem doğru hem de doğru olmadığını kanıtlayarak paradoksal bir şekilde kendisiyle çelişemez. Ayrıca böyle bir sistem ayrıca eksiksiz (complete) olmalıdır, yani kendi içinde sistemle ilgili her doğru ifadenin gerçekten doğru olduğunu kanıtlama araçlarına sahip olmalıdır.

Hilbert’in programının başarısı, hem tutarlılık hem de tamlığın gösterilmesine bağlıydı. Gödel’in topa girdiği yer burasıdır. Onun “eksiklik teoreminin” ispatları, sezgisel dehanın göz kamaştırıcı bir göstergesi olarak kabul edilir ve matematiksel güzellikleri genellikle Bach’ın en karmaşık müzik kanonlarına veya Gotik katedrallerin özenli mimarisine benzetilir.

Gödel’in sezgisi, aritmetiğin biçimsel sistemleri hakkında doğru olan, ancak aritmetiğin kendi aksiyomları ve teoremleri içinde doğru olduğu kanıtlanamayan ifadeler olabileceğiydi. Bu Platoncu bir bakış açısıydı: matematiksel gerçekler basitçe “orada”, idealler aleminde var olur ve bizim keşfetmemizi bekler. Bunun ispatı için Gödel akıllıca bir numaralandırma sistemi geliştirdi. Bu sistemde mantıksal bir ifadenin oluşturulmasında kullanılan on üç sembolün her biri bir sayı (1’den 13’e kadar) ile değiştirilebilir ve böylece mantıksal ifade bir bütün olarak benzersiz bir sayıya dönüştürülebilirdi. Bu kodlama çift yönlü idi.

Ardından bu sistemde mantıksal bir ifade yarattı (kodlaması aracılığıyla) ve şöyle bir şey iddia etti: “Bu ifade bu sistem içinde kanıtlanamaz.” Tahmin edebileceğiniz gibi bu paradoksal bir durum yarattı.

Sıra dışı yöntemi bir kenara bırakırsak eksiklik teoremi, eğer bir aksiyomlar sistemi gerçekten tutarlı ise, eksik olacağını belirtir: sistem içinde her zaman, doğru olmasına rağmen sadece o sistemin aksiyomları kullanılarak kanıtlanamayan ifadeler olacaktır. İkinci eksiklik teoremi ilkinin bir uzantısıdır ve aslında tam olan herhangi bir sistemin kendi tutarlılığını kanıtlayamayacağını belirtir.
Özetle: Aritmetik içeren herhangi bir biçimsel sistem tutarlı ise, zorunlu olarak eksiktir. Ve eğer böyle bir sistem gerçekten eksiksiz ise, o zaman tutarsız olmalıdır.

Metafizik ve Sezgi

Gödel’in ardından ortaya daha net konudu ki :Ampirik bilim ve formel mantığa ek olarak, artık hakikatleri bilmek için üçüncü bir yol daha vardı: metafizik ve sezgi yolu. Sezgi derken, yalnızca zihinde deneyimlenen kavrayışları kastediyoruz (ampirizm veya formel mantık tarafından ulaşılamayan hakikatlerin kavranması). Gödel, eksiklik teoremleri aracılığıyla – hem yöntemleri hem de içerikleri – matematikte sezgilerin temel, indirgenemez bir rolü olduğunu onaylamıştır.

Gödel sadece zihinsel tefekkür yoluyla varoluş hakikatlerini (mesela matematiksel hakikatleri) ortaya koymakla kalmadı; aynı zamanda formel mantığın bunu kendi başına yapamayacağını da gösterdi.
Başka bir deyişle, evrenin aksiyomlardan teoremler üretmeye yönelik bu tür egzersizlerle tamamen tanımlanamayacağı, yakalanamayacağı ve “kanıtlanamayacağı” artık bir kesinliktir. Biçimsel mantık tüm matematiksel doğruların nihai ölçüsü olamaz. Nihayetinde, bazı gerçekler her zaman yalnızca sezgiyle anlaşılabilir olmalıdır.

Turing, Gödel’in yöntemini Hilbert’in programının üçüncü ve önemli bir talebine, yani bir sistemin sayıların karar verilebilirliğini (decidability) kanıtlaması gerektiğine (bir sorunun çözümü bilinmese bile sistemin bir gün bu çözülemezliğe karar verebileceğinin kanıtlanabileceğine) saldırmak için kullandı. Gödel’in kendisinin de sonunda yazdığı gibi, “Kanıtımın aritmetik içeren her biçimsel sisteme uygulanabilir olduğu ancak Turing’in çalışmasıyla tamamen netleşti.”

Bu gelişmelere rağmen halen akademide, Viyana Çevresi’nin görüşleri büyük ölçüde tartışmasız devam etti. Viyana Çevresi ve ardılları (Mesela Ayer) kişisel etkilerini kullandılar ve oradan genel kültüre süzülerek bugün yaygın olan önyargıları belirlediler. Bilimin evrendeki her şeyi açıklamak için tek başına yeterli olduğu fikri (Mantıksal pozitivizm) pek çok insan için “sezgisel olarak aşikârdı” ve hâlâ da öyledir.

Gödel’in Bizim İçin Anlamı

Gödel’in kişisel sezgileri, iç gözlemsel hayal gücünün içinden gelen deneyimlerden türetilmiştir. Der ki: “Kanıtımın er ya da geç din için yararlı hale getirilmesi beklenen bir şeydi ve halıdır da.”

Görelilik, kuantum mekaniği ve karmaşıklık teorileri varoluşun doğasını anlamaya yönelik modern girişimlerin zirveleri olsa da, ampirik bilim kendi başına, dışarıdan yardım almadan kendi çıkarımlarını tam olarak kavramakta yetersizdir. Kuantum fizikçileri, özne ve nesnenin kesin olarak ayrılamayacağını göstererek ampirik bilimin katı sınırlarını ortaya koydular. Ardından Gödel bizi evreni nasıl kavrayacağımız konusunda saf mantığın ve ampirik bilimin ötesine bakmaya yönlendirdi.

Metafiziğin Dönüşü: Temel Farkındalık

Gödel sayesinde, sürekli tefekkür pratiğinden türetilen metafizik içgörüleri (çok dikkatli bir şekilde) keşfetmekte ve dahası bunları bilinç üzerine çağdaş bilimsel tartışmalarla diyaloğa sokmakta özgürüz.

Deneyimli meditasyoncular, tıpkı Gödel’in matematiğin doğasını sezdiği gibi, zihinlerinde zihnin doğasına dair doğrudan sezgiler elde ederler. Materyalist düşünen bilim insanları ve filozofların tüm itirazlarına rağmen, bu gözlemler bilince ilişkin değerli veriler olarak kabul edilmelidir. Elbette bu tür verileri değerlendirmeye kabul ederken metodolojik bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz.

  • Birincisi, rapor edilen deneyimler, o anda ne kadar dramatik veya görünüşte “gerçek” olurlarsa olsunlar, tek seferlik deneyimler olmaktan ziyade belirli bir derinliğe ve tekrarlanabilirliğe sahip olmalıdır.
  • İkincisi, deneyimler bir başkasının, tercihen aynı uygulamalarla ilgili kendi sürekli ve ayrıntılı deneyimleri olan bir öğretmenin değerlendirme süzgecinden geçmelidir. Bu tür ilişkiler farklı kültürlerde farklı şekillerde adlandırılır: guru-öğrenci, öğretmen-öğrenci, usta-çırak, mentor-mentee vb. Ruhani eğitimin bu yönü aslında bilimsel eğitimden pek de farklı değildir.

Karmaşıklık teorisinin evrenin kendi kendini nasıl organize ettiğine dair çıkarımlarını ilk kez düşünmeye başladığımda, karmaşık bir evrenin süreçlerinin ve yapılarının mistik geleneklerden gelen içgörülerle hassas ve spesifik bir şekilde eşleştirilmesi beni çok etkilemişti. Bu gelenekler bazı açılardan birbirlerine oldukça yakınken, bazı açılardan da çılgınca farklılıklar gösteriyor. Farklılıklar kısmen, ruhani geleneklerin cevap aradıkları sorularda farklılık göstermelerinden ve her geleneğin sorularını kendi kaygılarına göre çerçevelemesinden kaynaklanmaktadır. Örneğin Buda, insan ıstırabının nedenlerinin ne olduğunu ve ıstıraba son vermenin güvenilir bir yolu olup olmadığını sormuştur. Öte yandan pek çok Yahudi mistik için temel soru, ilahi olanın evreni en başta nasıl yarattığı ve dünyamızın o zamandan beri her an nasıl yeniden yaratıldığı ve sürdürüldüğüdür.

Öte yandan Tefekküre dalan kişi algılarını, henüz aynı farkındalık hallerine erişmemiş birine dille ifade etmeye başladığında her zaman bir şeyler kaybolur. Sembolik ifade kullanıldığı anda, içerik hep orjinalinden eksik iletilir.

Yaratılış ve Bilinç

Bu konular üzerine yüzlerce metafizik yaklaşım olsa da dört örnek üzerinden değerlendirme yapacağız.

  1. Budizm: Budistler her şeyin karşılıklı bağımlılığı, süreksizliği ve boşluğuna dair doğrudan algılardan bahseder ki bunlar karmaşıklık, tamamlayıcılık ve holarşi yönleriyle eşleşir.
    • Tarihsel Buddha’nın gerçekliğin gerçek doğasını keşfetmek için zihninin derinliklerine inmesinin nedeni acıları hafifletmekti. Acı çekmenin nedenlerini arzu nesnelerine bağlılık ve nefret nesnelerinden kaçınma olarak tanımlamıştır. Ancak nesneler içsel varoluştan boşsa, bağlılıklar ve nefretler çözülür.
    • En derin meditatif durumlarda, kişinin zihni kendi içine kapalı ve sınırlı değil, çok daha büyük, hatta sonsuz bir şeye bağlıdır.
  2. Lurianik Kabala: İbranice’de “kabul” veya “gelenek” anlamına gelen Kabala, yaygın kullanımda Yahudi mistik uygulamalarını temsil eder hale gelmiştir. Burada on altıncı yüzyıl hahamı ve mistik Isaac Luria’nın okulundan öğretileri tartışıyoruz.
    • Tanrı’nın evreni “başlangıçta” nasıl yarattığı ve bu yaratımı her an nasıl sürdürmeye devam ettiği sorusunu sorar. Meditatif durumlarda, Budistler tarafından tanımlanan algıları hatırlatan sonsuz ışıklı bir bilinçle karşılaşılır. Bu aydınlık için kullanılan İbranice terim Eyn Sof‘dur ve kelimenin tam anlamıyla “sonu olmayan” anlamına gelir.
    • Lurianik gelenek, filozof ve teolog Paul Tillich‘in kullandığı bir terimle, bu ışık saçan “varlık zemininin” derin yaratıcılığını vurgular.
    • Kabalist için yaratılış ve bilinç her şeyin ilahi kaynağının iç içe geçmiş ifadeleridir. Bu ilksel alemle temas kurmak için içimizin derinliklerine ulaştığımızda, onun üzerinde etkiye sahip olabilir, tüm yaratılışı saflık, mükemmellik ve huzur için arıtmada Tanrı ile ortak olabiliriz.
    • Evreni dört alem terminolojisi ile tarif eder. İlk dünya Atzilut ya da Eyn Sof’tan yayılmadır. Bu terim kuantum köpüğünün uzay-zamanın dışından nasıl yayıldığını anımsatmıyor mu? Bir sonraki dünya Briyah, yani Yaratılış olarak adlandırılır, Yaratılış’ta anlatılan yoktan yaratılışta olduğu gibi. Bu, kuantum köpüğünden ortaya çıkan en küçük varlıkları çağrıştırır. Daha sonra Yetzirah, oluşum gelir. Bu varlıklar Standart Model’in parçacıkları ve kuantum alan teorisinin alanları olarak etkileşime girerek atomları ve molekülleri oluştururlar. Son olarak, Assiyah, eylemin veya yapmanın bu sıradan dünyası, günlük yaşamlarımızın potansiyelleriyle buluştuğu fiziksel dünyada tezahür eden tüm maddi varoluş vardır.
    • Bu dört dünya yaratılışın aşamalarıdır; tıpkı kuantum, atomik, kimyasal ve biyolojik ölçeklerdeki süreçlerin kendi kendine örgütlenmenin aşamaları olarak düşünülebileceği gibi.
  3. Advaita Vedanta ve Non-Duality: Hinduizm’de özellikle Vedanta’ya, Upanişadlar olarak bilinen eski Vedik kutsal metinlerden türeyen ruhani doktrinlere ve uygulamalara yöneliriz.
    • Vedanta varoluşun iki yönünden bahseder: Gerçekliğin ilahi kaynağı olan Brahman ve maddi dünyamızın görünüşü olan Ishwara.
    • Brahman, özne ile nesne, gözlemci ile gözlemlenen arasında hiçbir ayrımın olmadığı bir varlık hali olan, ayrı özelliklere farklılaşmanın en iyi ihtimalle açık bir tezahür olmaksızın ilksel bir potansiyel durumunda olduğu bir durum olan ikiliksiz (Advaita, non-duality) olarak tanımlanır.
    • Ishwara, bunun aksine, özne ile nesne arasında ayrımın olduğu, nesnelerin gözlemleyen öznenin dışında olduğu, dünyaya dair sıradan deneyimimiz olan ikilik halidir. “Ben” “bunu” gözlemlerim. “Sen” “bunu” gözlemlersin.
    • Bilinç açısından, bu gelenekteki meditasyoncular Brahman’ın doğrudan deneyimini Budistlerin ve Kabalistlerinkine benzer terimlerle tanımlar,
  4. Keşmir Saivizmi: Bu Hindu düşünce sistemi, ikiliksizlik (non-duality) ile ikilik (duality) arasındaki faz geçişinin en ince ayrıntılarını araştırır.
    • Saivistler pek çok tattvadan (Sanskritçe, varoluşun parçaları veya ilkeleri ya da süreçleri) söz eder.
    • Bu oldukça karmaşıktır ama özetle, bir özne, bir “ben” olma duygusu ve aynı zamanda bir nesne, bir “o” olma duygusu, ilk başta yalnızca farkındalığın birliği içinde tamamen iç içe geçmiş potansiyellerdir. Bunlar birbirinden ayrılmaya başladıkça, “ben”-lik birlik içinde daha belirgin hale gelir. Sonra biraz daha kayma olur ve “o”-luk ön plana çıkar.
    • Bunu faydalı bulduğum bir şekilde (aşırı) basitleştirmek gerekirse, bir eylemde bulunmadan önceki anda, eylemde bulunma niyetinin var olmasına benzer. Kristalleşen niyetten önce, yükselen bir dürtü vardır. Ve dürtünün kendisi bir şekilde, kurnazca, karanlık, görünmeyen bilinçdışından kişinin bilinçli zihnine kaymıştır. Aslında öncesinde çok şey oluyor ama eylem anına geçişte bunları gözlemleyemiyoruz bir anda gibi oluyor.

Bu dört gelenek değişik terminolojilerle varlığı kendi içinde yayan bir büyük-B Bilincine işaret ediyorlar.
Bu metafizik görüşlerin sadece birbirleriyle değil, karmaşıklık teorisiyle de uyumlu olduğunu görüyoruz.

Bütünleşme: Temel Farkındalık

İnsanoğlunun gerçekliğin doğasını keşfettiği üç önemli yöntemi:

  • ampirik bilim (karmaşıklık teorisi)
  • felsefe (idealizm)
  • metafizik (Budizm, Kabala, Vedanta, Saivizm)

bir araya getirirsek, Platonik idealin aleminin, özne-nesne ikiliğine bölünmeden önceki ikili olmayan alemden başka bir şey olmadığını görürüz. Saivizm, yaratıcı süreçteki kilit bağlantı halkasını sağlar: özne-nesne bölünmesinin güçlenmesine ve bu ikiliklere ince bir şekilde ayrılmaya dair bu rafine görüş bize yaratıcı anın kesin bir tanımını bırakır.

Ayrılık” birbirinden uzaklaşmak anlamına gelir ki bu da mesafenin (uzayda ve zamanda) yaratılması anlamına gelir. İkiliksizlik bu şekilde ikiliğe yol açar ve varoluşun dokusunu yaratır. Enerji bakımından zengin olan uzay-zaman kuantum köpüğüne dönüşür. Kuantum köpüğünde ortaya çıkan varlıklar birbirleriyle etkileşime girer, kendi kendilerini organize eder, atom altı parçacıklara, atomlara ve moleküllere, tüm maddi evrene yayılırlar. Bu metafizik kavrayışları bir araya getirdiğimizde, varoluşu canlı ve bilinçli olan holarşik, kendi kendini organize eden bir evren olarak daha tam ve tutarlı bir şekilde tanımlamak için açıklayıcı bir modele sahip oluruz, çünkü Bilincin kendisinden – ikiliksiz, saf farkındalıktan – doğar.

Bu Görüşün Bazı Çıkarımları

Tüm varoluşun temel kökü ve temel doğası olarak farkındalığın kendisi; bütünüyle ve her bir ayrıntısıyla evren, tanımı gereği, bu farkındalığın içeriğinden başka bir şey değildir.

Bu şu demektir: Uzay-zaman ve kuantum alemi Bilinç içindeki deneyimlerdir. Standart Model’in parçacıkları ve kuantum alan teorisinin alanları Bilinç içindeki deneyimlerdir. Atomlar ve moleküller, kayalar ve güller, karınca kolonileri ve kuş sürüleri, ekonomiler ve ekosistemler, güneşler ve gezegenler, galaksiler ve büyük ölçekli galaktik yapılar, hatta karanlık madde ve karanlık enerji, hepsi, basitçe, Bilinç içindeki deneyimlerden başka bir şey değildir. Ve aynı şey sizin ve benim için de geçerlidir. Evet, “biz yıldız tozuyuz”, ama bundan da önce saf Bilinç, saf farkındalığız.

Şimdi iki yeni “zor problem” ortaya çıkıyor.

  • Birincisi, insan beyni Farkındalığını bireysel zihinlerimiz olarak deneyimlediğimiz şeye nasıl dönüştürür? Bunun gerçekleşmesini sağlayan kuantum, moleküler ve hücresel mekanizmalar nelerdir? Menas ve benim önerdiğimiz gibi, “Bilincin sinirsel bağıntıları beynin farkındalığı nasıl yarattığına değil, beynin Farkındalığı nasıl aktardığına dair ipuçlarıdır.”
  • İkinci yeni zor sorun ise, beyin Bilincin içinde var olduğundan, Bilincin bilince dönüştürücüsünün kendisinin de Bilinçten oluşmasıdır. Sanki radyo dalgalarından bir radyo inşa edilebilirmiş gibi. Birdenbire kendimizi Gödel’in ispatı ve Turing makinelerinin Alice Harikalar Diyarında öz-referansında buluyoruz. Bu bana tesadüf değilmiş gibi geliyor.

Buna bütünleştirici bir temel farkındalık modeli (Integrative Model of fundamental Awareness) diyoruz çünkü mevcut üç kaynaktan (bilim, felsefe ve metafizik) gelen bilgiyi bütünleştiriyor.

Akupunktur, enerji şifası ve Ayurveda fikirler; materyalist bilim insanları ve hekimleri ne kadar endişelendirse de tehlikeli değildir. Kullanılmamış insan potansiyelinin olası bir pınarını temsil etmektedirler. Son olarak, bu bütünleştirici sistem Platon’la başlayıp Spinoza ve Kant gibi düşünürlerle gelişen idealist felsefelerle de uyumludur.

Maddi nesnelerin bağımsız olarak var oldukları ve birbirlerinden ayrı oldukları yanılsamasını yaratan şey algılarımız ve sezgilerimizdir. Parçalar bütünden ayrı değildir, olamaz. Her birimizin duygusuz, cansız bir evrende önemsiz bir dişli olduğumuz yanlış bir anlayıştır. Bu bizim ayrı ve yalnız olduğumuza dair kolektif yanılgımızdır.

Sonsöz

Yirmi birinci yüzyıl her gün olağanüstü zorlayıcı olduğunu kanıtlıyor. Günümüz kaosun kıyısındaki yaşamdır. Fakat her ne olursa olsun, dünya bir bütün olarak canlı, farkında ve iyi ya da kötü, ne yapıyorsa onu yapıyor.

Karmaşıklık fikri beni, başımı öne eğip sinmek yerine, etrafımdaki dünyaya nasıl katılabileceğimi düşünmeye sevk ediyor. Hareketlerimin büyük olması gerekmiyor, çünkü tüm etkiler yereldir ve kanatlarını çırpan bu kelebeğin daha büyük bir dünyada ne üreteceği asla bilinemez. Her an bizi yeni olasılıklarla şaşırtacak rastgele bir potansiyele sahiptir. O an ne kadar korkunç olursa olsun, hayat kurtaran bir adaptasyon hemen köşede olabilir ve hatta sizin ortaya çıkmasına yardımcı olduğunuz bir şeyden kaynaklanabilir.
Karmaşıklık aynı zamanda beni meditasyon yoluyla bu gerçeklerin doğrudan deneyimini geliştirmeye itiyor. Çünkü bilimsel olarak aradığımız şey kendimizin ötesinde bir şey değil, içimizde, doğamızda ve derinlerimizde olan bir şey.

Karmaşıklık bizi fark etmeye ve katılmaya teşvik eder. Karmaşıklık bize sersemletici derecede büyük bir bütünün sonsuz küçük parçaları olduğumuzu gösterir. Aynı zamanda yapabileceğimiz her küçük jest veya söz, tüm dünyayı bir olasılık bulutundan diğerine kaydırma potansiyeline sahiptir.

Karmaşıklık bizi rahatlatır; kendimizi ne kadar ayrı ve yalnız hissedersek hissedelim, her birimizin her bir anda tüm canlı, bilinçli evrenin saf bir ifadesi olduğumuzu kesin ve kaçınılmaz bir şekilde ortaya koyar. Hiçbir şey ayrı değil, hiçbir şey dışarıda bırakılmış değil, ama gerçek, saf ve eksiksiz, tıpkı olduğumuz gibi…