Joseph Campbell – Tanrıçalar ve Tanrıçanın Dönüşümü – Kitap Özeti

Joseph Campbell, Tanrıçalar ve Tanrıçanın Dönüşümleri kitabında Batı uygarlığının mitolojik, tarihsel ve kültürel mirasını Tanrıça arketipi etrafında yeniden yorumlamaktadır. Kadim kültürlerden modern zamanlara dek Tanrıça figürünün nasıl evrildiğini, nasıl anlamlandırıldığını ve bu evrimsel süreçte bireysel bilincin özellikle kadınlar için nasıl dönüşüm geçirdiğini ayrıntılarıyla ortaya koyar.

GİRİŞ

Yüce Tanrıça Üzerine

Modern dönemde kadınların karşılaştığı zorlukların temelinde, kadınların erkek egemen bir dünyaya girmeleri ve mitolojik kadın modellerinin yokluğu bulunmaktadır. Kadınlar tarih boyunca erkeklerle rekabet değil, biyolojik ve toplumsal açıdan tamamlayıcı bir işbirliği içinde yaşamıştır. Kadın, çocuk doğurup yetiştirmek gibi biyolojik ve psikolojik arketipik roller üstlenirken, erkek de koruma ve destekleme görevini üstlenmiştir. Ancak günümüzde teknolojik ve sosyal gelişmeler sonucu kadınlar geleneksel rollerinden çıkarak bireysel kimliklerini arama sürecine girmiştir. Bu süreçte kadınlar, erkeklerle rekabet etmeye başladıkça kendi doğalarının anlamını kaybetmekte ve Lady Macbeth’in “kadınlıktan çıkarın beni!” çığlığında simgelenen varoluşsal bir kriz yaşamaktadırlar.

Bu kriz, kadınların bireysel olarak kendi kimliklerini inşa etme ve başarıya ulaşma mücadelesinin henüz mitolojik bir modelinin olmayışından kaynaklanmaktadır. Yeni ve bilinmeyen bu dönemde kadınların görevi, erkekleri taklit etmek değil, bir kadın olarak kendi bireysel varlıklarını gerçekleştirmektir.

YONTMA TAŞ ÇAĞINDA TANRIÇA

Paleolitik dönemde kadın, doğanın ve yaşamın birincil sembolü olarak temsil edilmiştir. Bu dönemde Güney Fransa ve Kuzey İspanya’da bulunan “Venüs” heykelciklerinde çıplak tasvir edilen kadın figürleri, doğanın büyüsü ve yaşamın kaynağı olarak görülüyordu. Erkek ise aksine bir eylem, işlev veya rol ile ilişkilendiriliyordu. Bu durum günümüzde dahi kadınların güzelliğiyle, erkeklerin ise yaptıklarıyla anılması şeklinde sürmektedir.

Bu dönemde kadın ve erkeğin işlevleri arasında biyolojik ve toplumsal temelli net ayrımlar oluştu. Erkekler büyük avlarla ilgilenirken, kadınlar toplama ve küçük hayvan avcılığıyla uğraşıyordu. Kadın heykelcikleri genellikle aile barınaklarında bulunurken, erkeklerin büyüsel ritüelleri, derin mağaralarda gerçekleşirdi. Mağara resimlerinde, yarı-hayvan formunda maskeli şamanların varlığı, erkeklerin avcılıkla ilişkili büyüsel etkinliklerini simgeliyordu.

KADINLARA VE ERKEKLERE ÖZGÜ BÜYÜLER: ÇATIŞMA HALİNDE VE UYUM İÇİNDE

İlkel toplumlarda, kadın ve erkek büyü ritüelleri arasında hem çatışma hem de uyum vardı. İlkel toplum mitolojilerinde sıkça rastlanan bir tema, başlangıçta büyü gücünün kadınlara ait olduğudur. Erkeklerin daha sonra kadınları öldürerek bu gücü ele geçirdikleri anlatılır. Bu durum, Laussel mağarasında bulunan kırılmış kadın heykelciklerinde olduğu gibi arkeolojik buluntularda da izlenebilir.

Erkeklerin gizli ritüelleri genellikle kadınlardan saklanırdı, ancak nadir durumlarda kadınlar bu ritlere katılır ve aslında kendilerinin daha güçlü olduğunu keşfederdi. Colin Turnbull’a göre, bu anlar toplumun iki cins arasındaki düzenini sürdüren bir “öyleymiş gibi yapma” oyunuydu; ve aslında kadınların büyüsü daha asli kabul edilirdi.

TOPRAĞI İLK EKENLERİN TANRIÇASI

Tarımın keşfedilmesiyle birlikte Tanrıça’nın rolü mitolojinin merkezine yerleşti ve kadınların toplumsal saygınlığı arttı. Yeryüzü’nün ve kadınların yaşam verme gücünün birleştiği bu dönemde, kadınlar tarımla birlikte hayatın sürdürücüsü olarak önem kazandı. İlk tarım merkezleri Güneydoğu Asya, Yakındoğu ve Güneydoğu Avrupa, daha sonra da Amerika’da ortaya çıktı.

Tarım toplumlarında temel bir mit; yaşamın kökenini kurban edilen bir tanrı ya da atadan türetmektedir. Bu mit, ölüm, doğum, kadın-erkek ayrımı ve insan hayatının başlangıcı gibi temel dönüşümleri simgeler. Kurban edilen tanrının bedeninden ekinlerin çıkması, yeniden doğuş ve süreklilik kavramlarını simgeleyen bir motif olarak karşımıza çıkar. Ay ve güneş sembolleriyle temsil edilen dişi ve eril unsurlar, bu döngünün mitolojik açıklamalarıdır.

Tanrıça’nın gücünün zirve noktası, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarında gerçekleşti. Bu toplumlarda Tanrıça, dönüşümlerin, doğumun ve yaşamın kuşatıcısı ve koruyucusu olarak betimlendi. Mısır’daki Hathor ve Nut, evrenin kapsayıcı güçlerini simgelerken, Mezopotamya’da Tanrıça genellikle Yeryüzü olarak aşağıda, erkek gök olarak yukarıda yer aldı. Bu dönemin mitolojilerinde Tanrıça’nın rolü tüm yaşam döngülerini kapsayıcı nitelikteydi ve insan yaşamını yönlendiren temel güçtü.

TANRIÇA’NIN DEĞERİNİN DÜŞÜRÜLMESİ

İÖ 3000 den itibaren göçebe ve savaşçı Hint-Avrupa ve Sami kabilelerinin istilalarıyla birlikte, Tanrıça’nın rolü dramatik bir şekilde geriledi. Savaşçı toplumlar, tarıma dayalı, Tanrıça merkezli uygarlıkları fethettikçe, eril savaş tanrıları hâkimiyet kazandı. Babil mitolojisinde, Marduk’un yaşlı tanrıça Tiamat’ı öldürmesi, Tanrıça merkezli dünya anlayışının yerini eril ve savaşçı bir anlayışın almasını simgeler.

Bu dönüşümle Evren’in doğası da değişmiştir. Artık evren canlı bir organizma değil, cansız bir yapı, insanlar ise tanrılara hizmet eden yaratıklar olarak görülmeye başlanmıştır. Bu dönem, eril egemenliğin Tanrıça üzerinde mutlak zaferi olarak yorumlanır.

Hint-Avrupa kabilelerinde zaman içinde Tanrıça tekrar güç kazandı. Yunanistan ve Hindistan’daki çeşitli mitolojik hikâyelerde ve kültlerde Tanrıça’nın tekrar öne çıkışı görülür. Bu dönemde, Tanrıça’nın gücü, daha önce eril tanrılara boyun eğmiş olsa da, tekrar doğanın büyük gücü olarak kabul edilir. Özellikle Efes’teki Artemis tapınağı, Tanrıça kültünün gücünü temsil eden merkezi bir rol üstlenir.

Campbell’a göre Tanrıça’nın nihai dönüşü, kadınların kendi içlerindeki dişil gücü ve kimliklerini yeniden keşfetmeleriyle mümkündür.

BÖLÜM 1 – Mit ve Dişi Mabut

PALEOLİTİK KÜLTÜRLERDE TANRIÇA

Erken mitolojiler iki temel sınıfa ayrılır:

  • biri tarım temelli toplulukların dişi odaklı mitolojileri
  • diğeri ise avcı ve göçebe toplulukların eril odaklı mitolojileridir.

Toprak Ana (Yeryüzü Tanrıçası), tarım toplumlarında kadının yaşam veren ve besleyen biyolojik gücüyle özdeşleştirilmiş, böylelikle kadın doğurganlık, besleme ve yaşamı sürdürme ilkesi olarak görülmüştür. Buna karşılık, avcı-toplayıcı toplumlarda erkekler avcılıkla ilişkilendirilmiş, bu durum da onları öldürme ve savaşma kavramlarıyla bağlantılı hale getirmiştir. Paleolitik dönemde kadınların bitki toplayıcılığı ve küçük avlarla ilgilenmesi, erkeklerin ise büyük avları hedeflemesi, cinsiyet rollerini ve buna bağlı mitolojileri şekillendirmiştir.

İÖ 40.000 yıl öncesine tarihlenen Aurignacian döneme ait mağara resimlerinde kadın, aile ocağının koruyucusu ve yaşamın kaynağı olarak temsil edilmiştir. Kadının doğası, yaşamın devamlılığıyla özdeşleşirken, erkek ruhu ise av yeteneği ve cesaret gibi özelliklerle pohpohlanmıştır. Örneğin, Kongo’daki Pigme kabilelerinin av öncesi gerçekleştirdikleri ritüellerde, kadınların çıkardığı çığlık, avı mümkün kılan doğanın ve kadının gücünü sembolize eder. Kuzey Afrika’daki Paleolitik mağara resimlerinde de bu anlayış görülür: Kadın figürünün göbek kordonu doğrudan avcıya bağlıdır; yani avcının başarısı hem güneşin gücüne hem de kadının büyüsüne dayanır.

Paleolitik dönemde mağaralarda bulunan küçük “Venüs” heykelcikleri, kadının yaşamı doğurucu ve besleyici rolünü ifade eden ilk üç boyutlu idollerdir. Bu heykeller, doğurganlığı vurgulayan abartılı hatlarıyla, kadının bedeninin doğal yaşam gücünü simgeler. Erkeklere ait derin mağaralardaki resimler avcılık ve ölümle ilişkiliyken, kadın figürleri daha çok yaşanan barınaklarda bulunmuştur. Kadın, fiziksel yaşamın kaynağı olduğu gibi, ruhsal anlamda da ikinci doğuşun, yani tinselliğin uyandırılmasının da sembolü olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda, Paleolitik çağda mağaraların karanlık derinlikleri Anne Tanrıça’nın rahmine benzetilmiş ve genç erkeklerin sembolik yeniden doğuşu için yapılan erginlenme törenlerinde kullanılmıştır.

Paleolitik dönem mağaralarında gerçekleştirilen ritüellerde temel inanç şudur: hayvanlar gönüllü olarak yaşamlarını insanlar için feda eder, kanlarını toprağa geri vererek, kozmik anneye dönerler. Böylece yaşamın döngüselliği ve doğanın gücü kutlanır. Kadın burada, doğanın bizzat kendisi ve insanın ona bağımlı oluşunun sembolüdür. Erkek ise toplumdaki rolü, giysileri ve maske kullanımıyla ilişkilendirilmiş, kişiliği değil işlevi vurgulanmıştır.

Psikanalitik bağlamda Freud’a da atıfla Campbell, çocuğun ilk yıllarında anneyle özdeşleştiğini ve babanın ancak sosyal kimliğin inşasında önemli hale geldiğini ifade eder. Kadının temsil ettiği ilke yaşamın hem yaratıcı hem de yok edici gücünü taşır; böylece kadın, doğurganlık ve yaşamın olduğu kadar ölümün de annesi olarak görülür.

DOĞA OLARAK TANRIÇA

Mitolojideki tanrı ve tanrıçalar doğanın enerjilerini kişileştirir; bu bağlamda tanrıça, doğanın ve insan doğasının içindeki güçlerin sembolüdür. Tek tanrılı dinlerin aksine, mitolojik sistemlerde tanrı ve tanrıçalar nihai varlıklar değil, doğanın güçlerini yansıtan saydam sembollerdir. Böylece kişi, sembollerin ardındaki enerjilerle birleşerek, kendi içindeki evrensel gerçeği tanıyabilir.

Pagan dinleri putperestlik değildir; aksine, modern kültür ve tektanrıcılık sembolü nesneyle karıştırarak putperest hale gelmiştir. Mitoloji yanlış anlaşıldığında, simgeler literal (gerçek) kabul edilir ve sembolün derin mesajı kaybolur. Örneğin, İsa’nın göğe yükselişi literal olarak ele alındığında anlamsızlaşır; ancak sembolik olarak yorumlandığında, bireyin iç dünyasında gerçekleşen dönüşümü simgeler. Böylece mitoloji, insanın kendi iç dünyasıyla bağlantı kurmasını sağlar.

Sürü güden göçebe toplumların mitolojileri, doğa güçlerinden çok kabile tanrılarına odaklanır. Bu toplumlarda çölün zorlu yaşam koşulları nedeniyle doğaya değil, kabileye bağlılık ön plana çıkmış ve bu da tek tanrı inancının doğmasına yol açmıştır. Campbell, İbrani geleneğinde yerel tanrıların reddedilmesini ve Tanrıça’nın itibarsızlaştırılmasını bu durumla ilişkilendirir. Hint-Avrupa mitolojileri ise farklıdır; doğanın büyük güçleri önem kazanır ve yerel tanrılarla birleşerek daha senkretik ve evrensel bir karakter kazanır.

Tanrıça’nın en yüksek felsefi boyutu Hindu felsefesindeki Maya kavramına benzer; duyularımızın yarattığı algısal gerçekliktir. Kant ve Schopenhauer’in felsefesiyle birleşen bu görüş, bireyin kendisini tüm varlıklarla bir ve bütün olarak algılamasını sağlar. Böylece Tanrıça, varoluşun tüm katmanlarını kapsayan, bireysel ve evrensel bilincin nihai sınırıdır.

BÖLÜM 2 – Tanrıça-Yaratıcı Anne

TAŞTAN BAKIRA: ANADOLU VE ESKİ AVRUPA

Mitoloji araştırmalarında ilk büyük ayrım, yazısız sözlü kültürler ile yazılı toplumlar arasında yapılmalıdır. Yazının icadı, manevi deneyimlerde ve kültürel gelişimde büyük dönüşümler başlatmıştır.

Tanrıça kültünün kökeni, esasen tarım kültürleriyle ilişkilidir ve bu ilişki biyolojik temellere dayanır; toprağın bereketiyle kadının doğurganlığı arasında sembolik bir paralellik söz konusudur.

Tarım kültürlerinin oluştuğu üç temel bölge vardır: Güneydoğu Asya, Güneydoğu Avrupa ile Yakındoğu, ve Orta Amerika. Özellikle Güneydoğu Asya ve Güneydoğu Avrupa bölgeleri Neolitik çağ tanrıça kültleri açısından önemlidir. 1970’lerden sonra karbon-14 yöntemi ile tarihleme çalışmaları sonucunda, Avrupa’daki tanrıça kültünün başlangıcı İÖ 7000’lere kadar geriye çekilmiştir.

Apuleius’un eserlerinde “çok isimli Tanrıça” olarak betimlenen figür; Aphrodite, Artemis, Demeter gibi isimlerle anılmıştır ve Mısır’da İsis, Babil’de İştar, Sümerlerde İnanna şeklinde tezahür etmiştir. Zaman içinde farklı tanrıçalar olarak bölünmeden önce, hepsi aslında tek bir Tanrıça imgesiyle bağlantılıydı.

Tarım ve hayvan evcilleştirmenin ilk ortaya çıktığı iki bölge Güneydoğu Asya ile Güneybatı Asya/Küçük Asya’dır. Carl Sauer’e göre Güneydoğu Asya’nın ilk olduğu tezi ağırlık kazanır. Bu bölgede tarım başlangıcı İÖ 11.000’e kadar gider. Buradaki bitkiler genelde çelik ve aşı yoluyla yetiştirilmiştir; evcilleştirilen hayvanlar köpek, domuz ve tavuktur.

Tarımın yayılması, kadınların kazma çubukları ile yaptığı basit bitki ekiminden, erkeklerin saban kullanarak yaptığı tohum ekimine geçiş ile gerçekleşmiştir. Toprağı sürmenin cinsel eyleme benzetilmesi, bu işin erkeklere devredilmesini sağlamıştır. Mezopotamya’da sabanla ekim yapılması, cinsellik ve üretkenliğin sembolik bir yeniden ifade edilişi gibidir.

Çatalhöyük antik kenti, James Mellaart tarafından ortaya çıkarılmış, dünyanın en erken tarım yerleşimlerinden biridir. Burada ilk buğday türlerinden birinin yetiştirildiği ve seramik çömleklerin İÖ 6000 yılına tarihlendirildiği bulunmuştur. Bu kentin etrafına duvarlar inşa edilmesi İÖ 4000 civarındadır ve istilaların başladığının kanıtıdır. İÖ 2350 civarında gerçekleşen ilk büyük fetihler, Sami halklarının istilaları ile ilişkilendirilir.

Kibele, Anadolu merkezli Tanrıça imgesi olup, katledilip dirilen genç tanrı Attis’in annesidir. Kibele’nin tapınakları dağlarda ve mağaralarda bulunur; aslanları ve demonik varlıkları onunla ilişkilidir. Rahipleri Galluslar ise kendilerini hadım ederek ona bağlılıklarını göstermiştir.

Çatalhöyük’te Tanrıça figürleri doğurma pozisyonunda betimlenir ve doğurulan şeyler sembolik ay boğalarıdır. Bu simgecilikte ay, ölen ve yeniden doğan yaşam gücünü temsil eder. Boğa boynuzlarının hilal şekli ay döngüsüne, dolayısıyla yaşam ve yeniden doğuş döngüsüne işaret eder.

Tanrıça mitlerinde akbaba önemli bir ölüm-yeniden doğuş sembolüdür. Akbaba Tanrıça’nın aracısı olup, ölümü yaşamla bağlantılı hale getirir. Kafatasları ve akbaba tasvirleri, Çatalhöyük’te yeniden doğuşun sembolleridir.

Domuz sembolizmi, Güneydoğu Asya’dan Avrupa’ya taşınmış ve ölüm ile ilişkili hale gelmiştir. Domuz dişi (aşağı bakan) yeraltı dünyasını, boğa boynuzları (yukarı bakan) ise gökleri simgeler. Bu, klasik Yunan kültlerinde kitonik (yeraltı) ve uranik (gök) ayrımını gösterir.

BAKIRDAN TUNCA: GİRİT

Hint-Avrupa halklarının İÖ 3500 civarında Avrupa’ya girişinden sonra, Eski Avrupa’nın Tanrıça merkezli sistemleri önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Ancak Girit adasında Tanrıça kültürü İÖ 1500’e kadar varlığını sürdürmüştür.

Minos uygarlığının sembolü olan çift ağızlı balta (labrys), ölüm ve yeniden doğuş döngüsünü simgeler. Tanrıça, bu döngünün hakimi olarak görülür ve kurban edilen kan onun kutsal döngüsünü temsil eder. Kurbanlar her zaman erkek (boğa) idi çünkü dişi, dönüştürücü olarak görülürdü.

Erken kültürlerde güneş dişi, ay erkek olarak algılanmıştır; bu, daha sonraki erkek egemen kültürlerde tersine döner. Kuzey kutup bölgesindeki küçük bir mitte güneş (kız kardeş) ve ay (erkek kardeş) ilişkisinin trajik hikâyesi anlatılır.

İÖ 1480’de Thera adasının yanardağ patlaması sonucu yok olması, Girit merkezli Minos kültürünün düşüşüne ve Yunan anakarasında Hint-Avrupa erkek egemen kültürünün yükselişine neden olmuştur. Bu değişimle beraber Tanrıça merkezli kültür sona ermiş, onun yerine eril tanrı merkezli, savaşçı ve silah odaklı bir kültür hakim olmuştur.

BÖLÜM 3 – Hint-Avrupalıların İstilası

NEOLİTİK ÇAĞ VE ERKEN TUNÇ ÇAĞI

Marija Gimbutas’ın arkeolojik araştırmaları, kuzeyden gelen Hint-Avrupalıların Eski Avrupa’nın Neolitik tarım toplumlarını istila ettiğini göstermektedir. Bu istila döneminde güneyden Sami kabileleri (Akkadlar ve diğerleri) Mezopotamya’ya girmiştir. Bu iki güç arasında kalan tarım toplumları, eril bir kültür baskısı altında kalmıştır. Örneğin Sargon ve Hammurabi döneminde Sami etkisi artmış, İbraniler ise Tanrıça kültünü tamamen reddeden radikal bir tutum benimsemiştir.

Hint-Avrupalılar, sığır çobanıydı ve domuz merkezli tarım kültürünü, boğa kültüyle değiştirdiler. Domuz mitolojisinin ayla ilişkili olmasına karşın, Hint-Avrupa mitolojisinde boğa ay sembolizmine bağlanmıştır. İÖ 1200 civarında, özellikle Troia savaşı döneminde, Hint-Avrupalıların savaşçı erkek kültürü doruğa ulaşmıştır. İÖ 700 civarında ise Tanrıça kültü başka bir bağlamda, doğurganlık değil, Gizemler ve erginlenme üzerinden yeniden ortaya çıkmıştır. Bu dönüşüm, Eski Avrupa ile Hint-Avrupa kültürlerinin birleşiminin bir sonucu olarak yorumlanır.

MIZRAKLAR VE DİLLER

Tarihsel olarak, İÖ 4000 civarında tunç, öncelikle Mezopotamya’da bakırın kalayla birleşimiyle ortaya çıktı. Karadeniz’in kuzeyindeki Hint-Avrupalılar, bu yeni metali savaş silahları yapımında kullanarak büyük bir güç elde ettiler. Böylece, atı evcilleştiren ilk savaşçı topluluklar olarak, İÖ 4000-3500 arasında Avrupa’dan Hindistan’a geniş bir alana yayıldılar. Hindistan’a ulaşanlar Vedaları yazarken, İran’a ulaşanlar Zerdüşt dinini oluşturdu. Zerdüşt ve Vedalar arasındaki dilsel benzerlik, Pers ve Hint toplumlarının Ari istilasından sonra ayrıldığını gösterir.

Avrupa’nın Hint kültürüyle teması, İngilizlerin Hindistan’ı fethetmeleriyle başladı. Charles Wilkins’in 1785’te yaptığı Bhagavad Gita çevirisiyle Avrupa’da Hindu mistik düşüncesine ilgi arttı. Goethe, Emerson ve Thoreau gibi isimler, bu metinlerden etkilenerek Batı’da mistisizme yöneldi. 1786’da Sir William Jones, Sanskritçe ve Avrupa dilleri arasındaki akrabalığı keşfederek “Hint-Avrupa” terimini ortaya attı.

Jones, Vedalardaki tanrılar ile Yunan Olympos tanrılarının paralelliğini fark etti. Hint-Avrupalıların mitolojileri, eski Tanrıça kültlerini bastıran, savaşçı ve gök-tanrılı kültürler olarak yayıldı. Doğudaki Slav, Fars ve Hint dilleriyle Batıdaki Latin, Yunan, Cermen ve Kelt dillerinin akraba olması, Hint-Avrupalıların mitolojik ve kültürel etkilerinin geniş bir alanda yayıldığının kanıtıdır.

HÖYÜKLER VE SATİ

Hint-Avrupa kültürünün tipik anıtları höyükler (kurganlar)dır. Gimbutas’a göre Hint-Avrupa istilaları, ticaret ve çiftçilik yapan toplulukları savaşçı kale toplumlarına dönüştürdü. Erkek merkezli toplumsal yapı belirginleşti; kraliyet mezarları toplumdan ayrılmıştı ve erkek egemenliğini simgeliyordu. Kadınların ve çocukların mezarları ise ikincil konumdaydı. Hint-Avrupa geleneğinde aile reisi öldüğünde, eş ve çocuklar da onunla birlikte gömülürdü.

Sati geleneği bu savaşçı kültürle ilişkiliydi ve kadın eşin kocasıyla birlikte gömülmesi anlamına geliyordu. Sati (“var olmak”) kadının varlığını ve sadakatini simgeler; bunu yapmayan kadın ise “a-sati” (“hiçbir şey”) olur. Kadın, eşiyle birlikte sonsuz hayatı paylaşmak için kendini feda ederdi. Bu ritüelin temelinde, bireysel yaşamın önemsizleşmesi ve askeri disiplin kültürünün toplumsal hayatı şekillendirmesi yatmaktadır.

Mitolojik anlamda sati, kahramanın ölüme yolculuğunun dişil eşlikçisi olarak yorumlanmıştır. Bu uygulama, Hindistan’dan Antik Yunanistan’a (Brunhilda, İştar örnekleri) kadar geniş bir alanda yayılmıştır.

MİKEN

Miken uygarlığı, Thera yanardağı patlamasından sonra Ege bölgesinin hâkimi oldu ve savaş arabasını simgesel bir merkez olarak kullandı. Miken uygarlığının giriş kapısında Tanrıça, sütun şeklinde sembolize edilmiştir, muhafız hayvanlarla korunur ve merkezi ekseni temsil eder.

Hint-Avrupalıların Eski Avrupa kültürüne entegrasyonu, Eski Avrupa’nın ataerkil kültürce bastırılması olarak gerçekleşmiştir. Ancak Eski Avrupa kültürü tamamen yok olmamış, kültürel alt tabakada devam ederek Avrupa medeniyetine zenginlik katmıştır.

Poseidon’un üçlü yabası, zıtlıklar arasındaki denge noktasını temsil eder; bu sembolizm daha sonra Hristiyanlıkta şeytan figürü olarak olumsuzlanmıştır. Poseidon ve Şiva aynı kökten gelir; her ikisi de boğa sembolü ile ilişkilidir ve doğurganlığı, yaratıcı gücü simgeler. Hindu geleneğinde Tanrıça (Parvati), Tanrı ile eşit güçtedir; bu Hint ve Yunan geleneklerinde Tanrıça’nın güçlü konumunu gösterir.

Geçmiş tabletlerinin çözülmesi, Yunan mitolojisindeki Dionysos, Athena, Poseidon gibi isimlerin Ariler öncesi Girit kültürüne ait olduğunu ortaya koymuştur. Demir Çağı silahları savaş sanatını dönüştürmüştür. Bu süreçte, Hint-Avrupa istilası sonucunda önceki kültürlerin büyük ölçüde yıkıldığı ve yeniden biçimlendiği anlaşılmaktadır.

BÖLÜM 4 – Sümer ve Mısır Tanrıçaları

SOYUT ALAN: UYGARLIĞIN DOĞUŞU

İÖ 4000 civarında, uygarlığın başlangıcı Mezopotamya ve Mısır’ın büyük nehir havzalarında gerçekleşir. Bu bölgelerde tarımın ve hayvan evcilleştirmenin yarattığı avantajlarla insanlar, taşkınları kontrol etmek ve su yönetimi için toplumsal örgütlenmeler kurarlar.

İlk şehirlerin doğuşuyla birlikte, farklı işlevleri üstlenen bireyler ve kastlaşma ortaya çıkar. Tapınak merkezli bu kentlerde yazı, matematik ve astronomi gelişir. Kozmik düzenin matematiksel doğası keşfedilir; insanlar artık olağanüstü olandan düzenli ve öngörülebilir olana yönelir.

Kozmik düzen kavramı, Anne Yeryüzü imgesini aşarak Anne Kozmos kavramına evrilir. Böylece tanrıça figürü genişleyerek evrenin kapsayıcı ve yaratıcı gücü olarak kabul edilir. İnsanlar artık dişil ilkeyle sembolize edilen zaman ve uzam alanının içinde yaşarlar.

Sümer kentlerinde estetik ve düzen kavramları soyut ve sistematik hale gelir. İnanna (İştar) gibi tanrıçalar, tinsel doğurganlığın sembolü haline gelir ve yaşamın fiziksel boyutundan tinsel boyutuna geçiş temsil edilir.

SAMİ İSTİLASI: SARGON VE HAMMURABİ

Tunç Çağı’yla birlikte Mezopotamya, Sami halklarının istilasına uğrar ve eril odaklı mitolojiler ortaya çıkar. Akkadlı Sargon ve Babil kralı Hammurabi gibi yöneticiler, mitolojide eril güneş tanrısı imgelerini egemen kılar.

Samilerin gelişi, eril tanrı Marduk’un dişil tanrıça Tiamat’ı yenip evreni yaratması mitiyle sembolize edilir. Bu dönüşümle tanrıçanın birleştirici gücü eril prensiplerce parçalanır ve insanın doğadan ve tanrıdan ayrı olduğu hissi belirginleşir.

Eril odaklı Sami mitolojilerinde birincil tanrılar yerel kabile ataları olur ve doğa kültleri dışlanır. Tanrıça’nın imgesi kaos ve tehlike unsuru olarak görülerek kişiliksizleştirilir, böylece eril ilkenin üstünlüğü vurgulanır.

MISIR

Mısır uygarlığı, Nil Vadisi’nde gelişir ve korunaklı yapısıyla Mezopotamya kültüründen etkilenerek gelişir. Firavunlar tanrılarla özdeşleşir, Osiris ve Horus’un yeniden doğuş döngüleriyle sembolize edilir.

Mısır’da gökyüzü tanrıça (Nut), yeryüzü tanrı (Geb) olarak tasvir edilir. Güneş doğumu ve ölümü döngüsü tanrıçanın vücudu ile ilişkilendirilir. Piramitler, Nil’in taşmasıyla yeniden doğuşu sembolize eder.

İsis ve Osiris miti, Mısır mitolojisinin temel unsurlarını oluşturur. Osiris’in ölümü, İsis’in onun parçalarını bulup diriltmeye çalışması ve oğlu Horus’u dünyaya getirmesiyle evrensel kurtuluş ve diriliş sembolize edilir.

Mumyalama ritüeli ve ölümden sonraki yaşam inanışı, bu mitoloji üzerinden şekillenir. Ölümden sonra yargılama, kalbin tanrıça Ma’at‘ın tüyü ile tartılmasıyla gerçekleştirilir, bu da kozmosun düzeni ve adaletini temsil eder.

BÖLÜM 5 – Yunan Panteonundaki Tanrıçalar ve Tanrılar

Campbell, tanrıların aşkın olanı gösteren saydam metaforlar olduğunu belirtir ve bu bağlamda mitolojinin şiirsel bir bakışla anlaşılması gerektiğini vurgular. Metafor her şeyi aşana, dile getirilemeyen gizeme gönderme yapar. Teolojide ise tanrı metafor değil, nihai gerçek olarak algılanır ve dolayısıyla yaşamın gerçek gizemi ile ilişki kurmak zorlaşır.

Mitolojide kişinin dışarıya atfettiği güç, aslında kendi içinde faaliyet gösteren gücün büyütülmüş bir imgesidir. Hindistan’daki Upanişadlar’daki “Tat tvam asi” (Sen osun) ifadesi bunu simgeler. Mısır mitolojisinde de Ölüler Kitabı’nda ölen kişi Osiris’e dönüşür; aslında kişinin taptığı tanrılar onun kendi içindeki gizemin yansımalarıdır. Bu bakış açısı, içe dönük bir ruhsal yolculuğu gerektirir.

Teolojik görüş ise, tanrıyı dışarıda tutar ve kişinin onunla sadece ilişki kurmasını öngörür; “Ben Tanrıyım” demek bu yüzden bu sistemde kutsal değerlere hakarettir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam, böyle ilişkiye dayalı ve kurumsallaşmış dinlerdir. Hinduizm ve Budizm ise daha metaforik, şiirsel ve içseldir.

Campbell ayrıca tarih boyunca mitolojilerin kozmik düzenleri yansıttığını ve sayılarla sembolize edildiğini açıklar. Mezopotamya, Hindistan, İzlanda ve Tevrat’ta ortak olarak görülen 432.000 sayısı, kozmik düzen ve evrenin ritmini sembolize eder. Ayrıca insan kalbinin günlük ritmi de bu kozmik ritimle ilişkilidir. Bu tür sayıların tekrarı evrensel ve mikrokozmosun (insan) makrokozmosla (evren) uyumunu anlatır ve sağaltıcı mitolojilerin temelini oluşturur.

Artemis, Yunan panteonunun en kompleks tanrıçalarındandır; doğanın gücünü temsil eder ve sayısız formda görünür. Artemis, ikizi Apollon ile doğanın ve rasyonelliğin dengeli tezahürleridir. Artemis hem avcı hem avdır; geyik olarak kendini sembolize eder ve öldürür; böylece yaşamın sürekli ölümle iç içe olduğunu anlatır.

Aktaion’un Artemis’i çıplak görüp cezalandırılması mitinde, tanrıçanın gücüyle karşılaşmanın tehlikeli ve hazırlık gerektiren bir deneyim olduğunu vurgular. Tanrıçanın vahşi hayvanların koruyucusu ve bolluk sağlayan anne olarak görünümü, onun Paleolitik çağlara dek uzanan rolünü yansıtır. Artemis’in üçlü formu (Selene, Hekate ile birlikte) de Tanrıça’nın yaşam-ölüm-yeniden doğum döngülerini simgeler.

Apollon’un kökeninin Hititçe “upulon” kelimesinden geldiği, kapı veya koruyucu anlamında olduğu söylenir. Yunanlar tarafından Artemis’in ikiz kardeşi olarak tanımlanan Apollon, rasyonel insan kültürünün sembolü olur ve doğanın temsilcisi Artemis’i tamamlar.

Dionysos, Apollon’un temsil ettiği rasyonel, bilinçli düzenin karşıtı olarak bilinçdışı ve esrik enerjilerin tanrısıdır. Tiyatroda sahnelenen Dionysos ritüelleri, bireylerin içlerindeki tinsel kuvvetlerle bağlantıya geçmelerini sağlar.

Nietzsche’nin yorumuna göre Dionysos, parçalayıcı, yeniden şekillendirici enerjiyi temsil ederken, Apollon, formu ve bilinci temsil eder. Bu iki ilke sanatta birlikte çalışmalı ve böylece tinsel, korku ve büyülenme (mysterium tremendum et fascinans) deneyimi sağlanmalıdır.

Zeus, Hint-Avrupalı savaşçı halklarla Yunanistan’a gelmiş, eril gücün temsilcisidir ve yıldırım fırlatan gökyüzü tanrısıdır. Zeus’un tanrılar ailesindeki konumu, Eski Avrupa’nın anaerkil Tanrıça kültü ile ataerkil kültürlerin birleşimini yansıtır.

Zeus’un Hera ile ilişkisi, aslında eski tanrıça Hera’nın Zeus’tan daha önce var olduğuna işaret eder. Zeus’un evlilikte baskın hale gelmesi, eril gücün yerel, dişil kültlere entegrasyon sürecini yansıtan bir mite dönüşür.

Ares, savaş ve eril güçle ilişkilendirilen başka bir Hint-Avrupa tanrısıdır ve aşk tanrıçası Aphrodite ile ilişkisi, eril-dişil güç dengesini gösterir. Bu ilişki Yunan mitolojisinde eril ve dişil güçlerin bütünleştiği bir örnek teşkil eder.

Athena‘nın Zeus’un başından doğuşu miti, ataerkil toplumların Tanrıça’yı eril yapı içine asimile edişini simgeler. Athena’nın annesi Metis’i Zeus yutar ve Athena tamamen eril otoriteye ait bir tanrıça olarak doğar. Bu mit, eski dişil bilgeliğin eril bir otoriteye bağlanmasını temsil eder.

Tanrı ve Tanrıça imgeleri metaforik olarak bireyin iç dünyasının ve toplumsal değişimlerin yansımasıdır; onların anlaşılması, mitlerin içsel ve dışsal dünyalarımızla nasıl bağlantı kurduğunu gösterir.

BÖLÜM 6 – İlyada ve Odysseia

İlyada erkek odaklı Hint-Avrupa dünyasını temsil eder; Zeus ve Apollon gibi erkek tanrılar ön plandadır. Odysseia ise dişi ilkenin geri dönüşünü simgeler ve bu sebeple bir kadın tarafından yazıldığı ileri sürülür.

Odysseia destanında Odysseus’un maceraları aslında tanrıça figürleri (nympheler) ile karşılaşmalarla dönüştürücü deneyimlere dönüşür. Kirke, Kalypso ve Nausikaa figürleri, sırasıyla baştan çıkarıcı, eş ve bakire rollerini üstlenerek dişi gücün farklı yönlerini temsil ederler. Troia savaşının nedeni de aslında üç temel dişi gücün (Aphrodite, Hera, Athena) farklı tezahürlerinin sembolik ifadesidir.

PARİS’İN KARARI

Paris’in üç tanrıça arasında seçim yapması, aslında tek tanrıçanın farklı yönleri arasında bir tercih yapmak demektir ve bu ataerkilce bir aşağılamadır. Aphrodite erotik gücü, Hera itibarı ve yönetimi, Athena ise kahramanlığı temsil eder. Paris’in Aphrodite’yi seçmesi, Helen’i elde etme arzusunu simgeler ve bu seçim Troia savaşının temelini oluşturur.

Savaşın nedeni, kadını ganimet olarak gören ataerkil bir tutumdur. Akhilleus ile Agamemnon arasındaki anlaşmazlık bile “kadını kim alacak” tartışmasından kaynaklanır.

İLYADA

Helen’in kaçırılmasıyla başlayan savaşta kadın bir “mülk” olarak görülür. Kahramanlar savaşa gönülsüz katılır, Odysseus delirmiş gibi yaparak savaştan kaçmaya çalışır. Agamemnon’un kızı Iphigenia’nın Artemis için kurban edilmesi, savaşın trajik bedelidir. Artemis, doğanın bütün gücünü temsil eder.

Akhilleus’un öfkesi, ondan alınan kadın Briseis yüzündendir. Savaşa katılmayı reddetmesi, arkadaşı Patroklos’un ölümüyle sonuçlanır ve Akhilleus intikam için Hektor’u öldürür. Hektor’un ölümü, savaşçıların korku ve arzudan bağımsız eylem idealini temsil eder.

Yunanlar düşmanlarına da saygıyla yaklaşır; bu tutum İlyada’da net biçimde görülür. Homeros, insanlığı savaş koşullarında bile koruyan bir anlayışa sahiptir.

ODYSSEİA

Odysseus’un İthaka’ya dönüşü, erkek ve dişi güçler arasındaki dengenin kurulmasını konu edinir. Odysseus’un yolculuğu, Lotus Yiyenler Ülkesi’nde mitolojik bir bilinçaltına dalışla başlar. Karşılaştığı Kyklop Polyphemos, Odysseus’un “Hiç kimse” adıyla simgeleşen ego terk edişinin başlangıcıdır.

Kirke adasında Odysseus’un adamları domuza dönüşür; Hermes’in yardımıyla kurtulur. Kirke ile yaşananlar, kadın ve erkeğin dengeli birlikteliğinin önemini vurgular. Yeraltına yolculuk, biyolojik kökenlerle yüzleşmeyi simgeler; güneş adasına yolculuk ise bilinçli yaşama dönüşü temsil eder.

Sirenler, Skylla ve Kharybdis gibi engeller, insanın dünya ile mistisizm arasında denge kurmasını ifade eder. Güneş Adası’nda Apollon’un kutsal hayvanlarına saygısızlık eden Odysseus’un adamları cezalandırılır; bu, yüksek bilinç seviyesinde dünyevi arzuların tehlikesini gösterir.

Kalypso ile geçen yedi yıl, gerçek evlilik ilişkisini simgeler. Nausikaa ile tanışması, genç kızın kahramana tapmasını anlatır. Odysseus nihayet Penelope’ye döner; burada Penelope’nin dokuma yapıp sökmesi, ay-güneş döngüsünü ve kadın-erkek ilişkisini sembolize eder.

Odysseus’un dönüşü, eril gücün dengeli dişi güçle bütünleşmesini simgeler ve tanrıçanın geri kazanımıyla tamamlanır. Böylece, Odysseia destanı hem eril hem dişi güçlerin eşit ve dengeli ilişkisini, bilinç ve bilinçaltı dengesini vurgular.

BÖLÜM 7 – Dönüşüm Gizemleri

GEÇMİŞİN VE GELECEĞİN TANRIÇASI

Anne Tanrıça geleneği İÖ 7000’den İÖ 3500’e kadar Avrupa’da egemendir ve toprağa bağlı yaşamı temsil eder. Bu toplumlar doğum, ölüm ve yeniden doğum döngüsünü sembolize eden tanrılara, spesifik yerler ve objelere (ağaçlar, göller, taşlar gibi) tapar. Göçebe toplumların tanrıları ise gökyüzü, dünya, güneş, ay gibi evrensel, her yerde bulunan fenomenlerle ilişkilendirilir ve evrensel, sürekli var olan mabutları temsil eder.

Göçebelerin mitolojik dünyasında şaman merkezi bir figürdür ve psişik dönüşümler yaşamış kişidir. Şaman, derin bilinçaltı yolculuklarıyla tanrılarla bağlantı kurar ve toplumunun ruhsal rehberi olur. Kızılderili toplumlarında gençler, kişisel görüler aracılığıyla toplum içindeki rollerini keşfederler. Toprağı eken toplumlarda ise tanrılara adanmış rahip ve rahibeler aracılığıyla kolektif tapınma söz konusudur.

Avcı halkların temel pedagojik deneyimi hayvanlarla ilişkilidir. Avcıların mitolojisi, avlanan hayvanlarla insanlar arasında karşılıklı sözleşme fikrine dayanır. Avcı toplumlarında hayvanların öldürülmesinden kaynaklanan suçluluk, kefaret ve kurban ritüelleri doğurmuştur. Tarım toplumları ise bitki dünyasıyla etkileşime geçerek ölüm ve yeniden doğuşu temel alır; bu bağlamda insan kurban etme ritüelleri yaygındır. Yaşamı artırmak için ölümün artırılması gerektiği düşüncesi, anaerkil toplumlarda trajik ruh halini ve insan kurban etmeyi tetiklemiştir.

Hıristiyanlığın temel mitolojik motifleri Eleusis, Dionysos ve Orpheus gibi gizem kültlerinden kaynaklanır. Aziz Paulus Yahudi ve Yunan dünyaları arasında bağlantı kurar. Paulus aracılığıyla Bakire Meryem’in mitolojiye dönüşü, anayanlı tanrıça figürünün geri dönüşünü sembolize eder. Hıristiyan mitolojisinin oluşumunda Eski Ahit’ten çok, klasik pagan gizem dinlerinin etkisi vardır diyebiliriz.

Eleusis, Dionysos ve Orpheus gizem kültlerinde temel tema “ölüm ve yeniden doğuş”tur. Bu tema, Hıristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerilmesi ve dirilmesiyle ifade edilir. Ayrıca, gizem dinlerindeki “içteki Mesih” kavramının Hindistan’dan Budizm yoluyla Yakındoğu’ya geldiği ileri sürülür.

GİZEM KÜLTLERİ

Gizem kültlerinin merkezi Eleusis’teydi ve Demeter tarafından insanlığa tarımın bahşedilmesi ile ilişkilendirilirdi. Eleusis gizemlerinde, temel semboller tarım toplumlarının ürün yetiştirme döngüsünden gelir, fakat kentleşme ile birlikte bu semboller psikolojik ve tinsel metaforlara dönüşür. Eleusis’te adaylar ruhsal bir yeniden doğuş deneyimi yaşarlar ve ritüeller gizli tutulurdu.

Gizemlerde ana tanrıçalar Demeter ve Persephone’dir. Demeter yaşam enerjisini, Persephone ise yeraltı dünyasını temsil eder. Persephone’nin yeraltı dünyasına kaçırılması mitolojinin merkezinde yer alır ve ölüm ile yeniden doğuş döngüsünü simgeler. Demeter, kızı Persephone’nin kaçırılması üzerine yas tutarken, Baubo isimli müstehcen bir figür Demeter’i güldürerek yaşama döndürür. Müstehcenlik, yaşamın trajik yönünü hafifletmek için önemli bir araçtır.

Gizem kültlerinde erginlenmenin amacı, kişiyi yaşamın temel enerjisiyle temas ettirmektir. Ritüellerin amacı, bilinçaltındaki tinsel potansiyeli açığa çıkarmaktır. Persephone’nin hikâyesinde, yaşamın sürekliliği ve ölümün bir son olmadığı vurgulanır. Bu süreç, kahkaha ve eğlenceyle kutsanır, böylece yaşam yeniden harekete geçer.

Eleusis gizemlerinin merkezindeki Persephone’nin kaçırılması miti, Demeter ve Persephone’nin anne-kız ilişkisi etrafında ölüm ve dirilme döngüsünü sembolize eder. Persephone’nin kaçırılmasıyla, ölümün olmadığı ve hayatın sürekli olduğu düşüncesi aktarılır. Demeter’in yas tutuşu ve müstehcen Baubo’nun dansıyla hayatın yeniden canlanışı vurgulanır.

Amaterasu’nun Japon mitolojisindeki hikâyesi ile Persephone miti benzerlik gösterir. Her iki hikâyede de tanrıça, trajedi ve müstehcenliğin karışımı olan komedi ile dünyaya geri döner ve yaşam yeniden hareket kazanır.

DİONYSOS VE DİŞİ MABUT

Dionysos mitolojisi, Semele ve Zeus hikâyesi üzerinden aktarılır. Dionysos iki kez doğmuştur; bir kez annesinden, sonra babası Zeus’tan. Dionysos gizemlerinde coşku, dönüşüm ve kaosun yarattığı enerji önemlidir. Dionysos, baskılanmış kadınsı enerjinin yeniden ortaya çıkışını simgeler ve eril egemenliğe karşı bir patlama gücü oluşturur.

Nietzsche’nin yorumunda Dionysos coşkulu, kaotik, yaratıcı gücü; Apollon ise düzen, bireyleşme ve ışığı temsil eder. Bu iki güç dengelenmelidir. Dionysos kültü, yaşamın ve sanatın içindeki karanlık, yaratıcı gücü temsil ederken, Apollon düzenleyici form gücüdür.

Gizem kültlerinde ölüm, yeniden doğuş ve benliğin dönüşümü temel kavramlardır. İnsanlar egonun korkularından ve arzularından sıyrılarak, varoluşun daha derin, mistik bilincine ulaşmayı amaçlar.

Görülen temel tema, yaşamın devamlılığı, ölüm ve yeniden doğuşun kaçınılmaz döngüsüdür. Gizem kültleri, modern dini geleneklere doğrudan katkıda bulunmuş ve insan ruhunun derinliğine ilişkin bilgiyi nesilden nesile aktarmıştır.

BÖLÜM 8 – Aşk (Amor)

AVRUPA ROMANSINDA KADIN

Kadın-erkek ilişkilerindeki kültürel farklar küçük, gündelik alışkanlıklarda kendini gösterir ve bunlar çok derin tarihsel ilişkilere dayanmaktadır.

Campbell, Upanişadlar’dan bir örnekle, yaratıcı gücün hem eril hem dişi öğeleri içeren nötr bir enerji (brahman-atman) olduğunu açıklar. Hint felsefesindeki bu anlayış, yaratıcı gücün erkek ve dişi olarak bölünmesini ve evrenin yaratılmasını simgeler. Buna karşılık, tek tanrılı dinlerde kişinin Tanrı ile özdeş olduğunu söylemesi küfür sayılır ve cezalandırılır. İsa ve Hallac-ı Mansur örnekleri verilir.

Öte yandan Keltler, Hint-Avrupa halklarının bir parçasıdır ve Avrupa’ya yayılarak Roma egemenliği altında kalırlar. Roma’nın çöküşü sonrası Britanya adalarına Anglo-Saksonlar gelir ve İngiliz kültürü oluşur. Kelt kültüründe Anne Tanrıça baskındır ve doğa ile bağlantılıdır. Kelt masallarında doğaüstü varlıklar ve periler insanın bilinçdışı doğasını simgeler. Ortaçağ Avrupa’sında Kelt mitolojisinin yeniden canlanması Arthur romanslarında görülür. Ayrıca Hristiyanlıkta Bakire Meryem figürü, tanrıça kültünün dönüşümüne örnektir. Bu motif, sadece Hristiyanlıkta değil, Amerikan yerlileri gibi farklı kültürlerde de bulunur. Bakire doğum miti, hayvani dürtülerden manevi bilince geçişin sembolüdür.

Campbell, doğa mitolojileri (Tanrıça temelli) ile toplumsal mitolojilerin (erkek tanrı temelli) çatıştığını; Erkek tanrıların vurgulandığı toplumsal mitolojilerde doğanın dışlandığını, kadın tanrıçanın ise doğayı temsil ettiğini belirtir.

Avrupa mitolojilerinin (Kelt, Cermen, İtalik ve Yunan) ortak noktası, doğayla ve Anne Tanrıça figürüyle ilişkilendirilmiş olmalarıdır.

BAKİRE MERYEM

Bakire Meryem, eril merkezli Eski Ahit kültürüne karşı bir alternatif olarak Luka İncili’nde ortaya çıkar ve 431 yılında Efes Konsili’nde “Tanrı’nın Annesi” (Theotokos) ilan edilir. Meryem, özellikle Ortaçağ Avrupa’sında Tanrı’ya doğrudan ulaşmanın aracısı haline gelir ve Kibele, İsis gibi eski tanrıçaların yerine geçer.

Chartres Katedrali’nde Meryem, dünyaya tanrısallığı getiren anne rolünde tasvir edilir. Böylece Tanrıça kültü, Meryem figürü üzerinden Avrupa kültüründe varlığını sürdürür.

AŞK SARAYI

Arthur efsaneleri, Kelt ve Klasik Roma mitolojilerinin birleşimiyle Ortaçağ Avrupa kültüründe önemli bir yer edinmiştir. Arthur efsanesinin temelinde onun bir gün geri döneceği inancı bulunur. Bu inanç, Avrupa mitolojisinde yaygın bir tema olan kurtarıcı kahramanın geri dönüşü düşüncesiyle ilişkilidir.

Geoffrey of Monmouth’un “İngiltere Krallarının Tarihi” adlı eseriyle Arthur hikâyeleri yazılı literatüre geçti. Bu anlatılarda Arthur kral olarak tanımlanır ve Roma’ya karşı savaşır. Ancak yeğeni Mordred ve eşi Guinevere’nin ihaneti sonucu trajik bir sona uğrar. Arthur romanslarının en eski versiyonları Troyesli Chrétien tarafından oluşturuldu. Onun eserlerinden en ünlüleri arasında Tristan ve İsolde hikayesi bulunur. Tristan hikâyesi, evlilik ve aşk arasında bir gerilim olarak ele alınmıştır. Amor geleneği çerçevesinde ele alınan aşk, kişisel bir ilişkidir ve şehvet ile agape arasında yer alır. Bu hikayedeki, zehirlenmiş kılıç metaforu aşk yarasını simgeler ve bu yara ancak aşk duyulan kişi tarafından iyileştirilebilir.

Chrétien’in diğer eserlerinde aşk ve toplumsal sorumluluk arasındaki çatışma ele alınır. “Erec” hikâyesinde evlilikte aşkın olasılığı araştırılırken, “Cligès” hikâyesinde aşk ve zina sorunsalı öne çıkar. “At Arabasındaki Şövalye”de Lancelot, Guinevere’yi kurtarmak uğruna toplumsal onurundan vazgeçer ve aşkın kurallarıyla yüzleşir. Bu anlatılarda toplumsal kuralların (sağ el yolu) yerine aşkın tehlikeli ve tutkulu yolu (sol el yolu) tercih edilir.

Yuain hikâyesinde ise, aşk ve toplumun taleplerinin dengelenmesi sorunu vurgulanır. Bu eserlerde vurgulanan ortak tema, bireysel aşk ile toplumsal sorumlulukların nasıl bir araya getirileceğidir.

TANRIÇA’NIN RÖNESANSI

15.yy İtalyan Rönesansı sırasında, antik Klasik metinlerin yeniden keşfi, Hıristiyan sembolizmi ile Hermetik sembolizmi birleştirdi. Botticelli ve Tiziano gibi sanatçılar eserlerinde bu birleşimi kullandılar. Tanrıça İsis figürü, eski kültürlerin tümünde ortak bir ana tanrıça olarak kabul edildi.

Tanrıça, evrensel bir doğa ve yaratıcı güç olarak tasvir edilir. Lucius Apuleius’un ifadesiyle, Tanrıça tüm dünyanın annesi ve bütün ilahi güçlerin kaynağı olarak görülür. Bu anlayış, pagan sembolizminin Hıristiyan ikonografisiyle birleşmesi sonucu doğdu.

Bu birleşim, kişisel aydınlanma sürecini ifade eden karmaşık bir sembolik dil oluşturdu. Ruhun dönüşüm ve aydınlanma evreleri, Müzler aracılığıyla sembolize edilerek gösterildi. Apollon ve Üç Güzeller (Euphrosyne, Aglaea, Thalia) bu sürecin merkezinde yer alır ve tinsellikten maddi dünyaya enerjiyi yönlendirirler.

YERDEN YÜKSELİŞ

12. ile 15.yy arasında birey olarak insanın ön plana çıkışı başladı. Bu süreç erkeklerle başladı, ancak günümüzde kadınlar da kendi bireyselliklerini ifade etmeye başladı. Bu değişim, geçmişte biyolojik ve toplumsal rollere hapsolmuş kadınların artık bireysel benliklerini geliştirebilmelerine olanak tanıyor.

Joseph Campbell, mitolojiyi kadınların kendi bakış açılarıyla yeniden yorumlama imkanı olduğunu ortaya koyar. Artık kadınlar, erkeklerin oluşturduğu mitolojik anlatıları kendi deneyimleri ve gelecek tasavvurlarıyla zenginleştirebilecektir. Goethe’nin “Ebedi dişidir bizi yukarı taşıyan” ifadesiyle Campbell, kadınların bireysel yükselişini Tanrıça’nın yeniden yükselişi olarak tanımlar.