Davranışlarımız biri otomatik diğeri düşünülmüş iki farklı sistem tarafından belirlenir.
- Sistem 1: dürtüsel, otomatik, sezgisel mekanizma. Beynimizin sezgisel ve aniden, çoğu zaman bilinçli kontrolümüz olmadan çalışan kısmıdır. Çok yüksek ve beklenmedik bir ses duyduğunuzda otomatik olarak dikkatinizi sese doğru kaydırırsınız. Bu sistem evrimsel geçmişimizin bir mirasıdır. Böylesine hızlı eylemlerde ve yargılarda bulunabilmenin doğasında hayatta kalma avantajları vardır.
- Sistem 2: düşünceli, kasıtlı, hesaplayıcı mekanizma. Beynin bireysel karar verme, muhakeme ve inançlarımızdan sorumlu bölümüdür. Kendini kontrol etme ve dikkatin bilinçli bir şekilde odaklanması gibi zihnin bilinçli faaliyetleriyle ilgilenir. Örneğin, kalabalığın içinde birini aradığınızı düşünün. Zihniniz kasıtlı olarak göreve odaklanır. Kişinin özelliklerini ve onu bulmanıza yardımcı olacak her şeyi hatırlarken dikkat dağıtıcı unsurları ortadan kaldırır. Kalabalıktaki diğer insanları neredeyse hiç fark etmezsiniz. Bu sistem 2 nin bir işlevidir.
Bu sistemlerin etkileşimleri nasıl düşündüğümüzü, yargıda bulunduğumuzu, karar verdiğimizi ve hareket ettiğimizi belirler.
Genellikle, anlayamadığı bir durumla karşılaştığında Sistem 1, sorunu çözmesi için Sistem 2’yi çağırır. Ancak Sistem 1 bu konuda nazlıdır. Genelde problemi olduğundan daha basit olarak algılar ve yanlış bir şekilde kendi başına halledebileceğini varsayar. Bu dışarıya bir zihin tembelliği olarak yansır.
Beynimizi kullandığımızda, her görev için mümkün olan en az miktarda enerjiyi kullanma eğiliminde oluruz. Cevabı Sistem 2 ile kontrol etmek daha fazla enerji harcayacağından, zihnimiz bundan kaçınacaktır. Bu tembellik talihsizdir, çünkü Sistem 2’yi kullanmak zekamızın önemli bir yönüdür. Zihnimiz tembellik ederek ve Sistem 2’yi kullanmaktan kaçınarak zekamızın gücünü sınırlamaktadır.
Bir kelimeye, kavrama ya da olaya (bağlama) maruz kaldığımızda ilgili kelime ve kavramları çağrıştırmaya başlarız. Bu tür bir hazırlanma (Priming) sadece düşünme şeklimizi değil, hareket etme şeklimizi de etkiler. Tıpkı zihnin belirli kelimeleri ve kavramları duyarak etkilenmesi gibi, beden de etkilenebilir. Bunun harika bir örneği, “kırışıklık” gibi yaşlılıkla ilişkilendirilen kelimelere maruz bırakılan katılımcıların normalden daha yavaş bir tempoda yürümesidir.
İnanılmaz bir şekilde, eylemlerin ve düşüncelerin hazır hale getirilmesi (priming) tamamen bilinçsizdir; bunu farkında olmadan otomatik pilotta yaparız. Priming bize eylemlerimizin, yargılarımızın ve seçimlerimizin her zaman bilinçli kontrolünde olmadığımızı göstermektedir. Bunun yerine, belirli sosyal ve kültürel koşullar tarafından sürekli olarak hazır hale getiriliyoruz. Örneğin para kavramının bireyci eylemleri tetikler. Para imgelerine maruz bırakılarak hazırlanan (Prime edilen) insanlar daha bağımsız hareket etmekte ve başkalarıyla ilişki kurmaya, onlara bağımlı olmaya ya da onlardan gelen talepleri kabul etmeye daha az istekli olmaktadır.
Zihin, mantıklı bir karar vermek için yeterli bilgiye sahip olmadığında ne yapar? Zihnimizin yeterli bilgi olmadan olayları aşırı basitleştirme eğilimi çoğu zaman yargı hatalarına yol açar. Buna halo etkisi olarak da bilinen abartılı duygusal tutarlılık denir. Mesela yeni tanıştığınız birinin karakterinin bir yönünü beğendinizde farkınızda olmadan sırf bu yüzden onunla ilgili diğer her şeyi beğeneceğinizi varsayarsınız.
Ancak zihnimizin yargıda bulunurken kestirmeden gitmesinin tek yolu bu değildir. İnsanların daha önce sahip oldukları inançları destekleyen bilgileri kabul etme ve kendilerine önerilen her türlü bilgiyi kabul etme eğilimi olan teyit önyargısı da vardır. Örneğin araştırmalar “X kişisi arkadaş canlısı mı?” sorusunu (başka hiçbir bilgi olmadığında) X`in arkadaş canlısı olduğunu düşünme olasılığımızın çok yüksek olduğunu göstermiştir. Çünkü zihin otomatik olarak önerilen fikri onaylar; yani sorunun soruluş biçimi cevabımızı etkiler. Zihnimiz, verilerdeki boşlukları doldurmak için yanlış önerilere ve aşırı basitleştirmelere güvenir ve bizi potansiyel olarak yanlış sonuçlara götürür.
Çoğu zaman kendimizi hızlı karar vermemiz gereken durumların içinde buluruz. Zihnimiz bu anlar için yardımcı olacak küçük kısayollar geliştirmiştir. Bunlara sezgisel yöntemler denir. Çoğu zaman bu süreçler çok faydalı olsa da zihinlerimiz bunları aşırı kullanma eğilimindedir. Mesela “Ayşe bir polis adayı, görevinde ne kadar başarılı olacak?” sorusuna cevap verip verirken zihin “Bir kadın iyi bir polis olabilir mi?” kısayoluna başvurur. Adil bir şekilde kişinin deneyimini ve verileri değerlendirmektense kişi kafamızdaki polis imajına uymuyorsa, negatif bakabiliriz.
Geleceğe dair tahminlerimizde de genelde istatistikleri anlamakta ve kullanmakta zorlanırız. Çünkü farkında olmadan en olası olandan ziyade beklediğimiz şeye odaklanırız. Geçmiş için de benzerdir. Zihinlerimiz deneyimleri basit bir şekilde hatırlamaz. İlk olarak, hissettiğimizi kaydeden deneyimleyen benlik vardır. Bir de olayı sona erdikten sonra kaydeden hatırlayan benlik vardır. Deneyimleyen benlik hislerimize dayandığından daha doğrudur fakat hatırlayan benlik olay sona erdikten sonra anıları kaydettiği için daha az doğrudur ve hafızamıza hükmeder. Örneğin olayları kaydederken olayın sonunda meydana gelenleri aşırı vurgularız. Yani uzunve acı bir süreç sonu rahatsa hafızaya görece pozitif kaydedilirken, kısa bir acılı süreç sonuna doğru daha da ağırlaşırsa diğerine kıyasla daha negatif kaydedilir.
Zihinlerimiz göreve bağlı olarak farklı miktarlarda enerji kullanır. Dikkati harekete geçirmeye gerek olmadığında ve çok az enerjiye ihtiyaç duyulduğunda, bilişsel bir rahatlık içinde oluruz. Ancak, zihnimiz dikkati harekete geçirmek zorunda kaldığında, daha fazla enerji kullanır ve bilişsel zorlanma durumuna girer. Bu değişikliklerin davranışlarımız üzerinde dramatik etkileri vardır. Bilişsel gerginlik durumunda farkındalığımız daha yüksektir ve bu nedenle Sistem 2 devreye girer. Sistem 2, Sistem 1’e kıyasla yargılarımızı iki kez kontrol etmeye daha hazırdır. Bu nedenle çok daha az yaratıcı olsak da daha az hata yaparız. Bu ne işimize yarar? Örneğin bir mesajın ikna edici olmasını istiyorsanız, karşı tarafın bilişsel rahatlığını teşvik etmeyi deneyin. Bunu yapmanın bir yolu, kendimizi tekrar eden bilgilere maruz bırakmaktır. Aynı net mesajlara tekrar tekrar maruz kaldığında tanıdıklık hissi oluşur. Tanıdık bir şey gördüğümüzde de, bilişsel bir rahatlık durumuna gireriz.
Bunu göz önüne alırsak: gazetelerde gereğinden fazla haber yapılan nadir istatistiksel olaylardan etkilenmeyin. Felaketler ve diğer olaylar tarihimizin önemli bir parçasıdır. Ancak medyadan onlarla ilişkilendirdiğimiz canlı görüntüler nedeniyle istatistiksel olasılıklarını genellikle abartırız.
Fikirleri değerlendirme ve sorunlara yaklaşma şeklimiz büyük ölçüde konuların bize sunulma biçimleri tarafından belirlenir. Örneğin riskleri değerlendirirken insanlar nadir görülen bir olayı istatistiksel bir olasılık olarak ifade etmek (yüzde 10) yerine göreceli sıklık olarak (100 kişiden 10u) ifade ederlerse gerçekleşme olasılığının daha yüksek olduğunu düşüneceklerdir.
Bireyler olarak neden rasyonal seçim konusunda iyi değiliz? Uzun bir süre boyunca ekonomistler kararlarımızı tamamen rasyonel argümanlara dayanarak verdiğimizi öne sürdü. Hepimizin fayda teorisine göre seçim yaptığımızı savundular. Bu teoriye göre bireyler karar verirken yalnızca rasyonel gerçeklere bakar ve kendileri için en iyi genel sonuca, yani en fazla faydaya sahip seçeneği seçerler. Kahneman beklenti teorisi ile fayda teorisine anti-tez sunar.
Örneğin şu iki senaryoyu düşünün: İlkinde, size 1.000$ veriliyor ve kesin 500$ almak ya da 1.000$ daha kazanmak için yüzde 50 şansa sahip olmak arasında seçim yapmanız gerekiyor. İkincide ise 2.000$ veriliyor ve ardından 500 $’lık kesin bir kayıp ya da 1.000 $ kaybetme konusunda yüzde 50 şans arasında seçim yapmanız gerekiyor. Tamamen rasyonel seçimler yapsaydık, her iki durumda da aynı seçimi yapardık. Ancak durum böyle değildir. İlk durumda çoğu insan kesin kazanımı seçerken, ikinci durumda çoğu insan kumar oynamayı tercih eder.
Beklenti teorisi bunun neden böyle olduğunu kayıptan kaçınma özelliğimiz ile açıklar. Kayıplardan, kazançlara verdiğimiz değerden daha fazla korkarız. İki senaryoda da 1.000 ya da 2.000 dolarla başlamak kumar oynamaya istekli olup olmadığımızı değiştirir. İlk senaryodaki referans noktası 1.000$, ikincisinde ise 2.000$’dır; yani 1.500$’a ulaşmak ilkinde bir kazanç, ikincisinde ise tatsız bir kayıp gibi gelir.
Zihin dünyayı açıklamak için bazen eksiksiz olduğunu düşündüğü imgeler oluşturur, ancak bunlar aşırı güvene ve hatalara yol açar. Örneğin, hava durumu için beynimizde birçok imge vardır: yaz havası parlak, sıcak bir güneşin bizi sıcacık yıkadığı bir imge olabilir. Bir şeyleri anlamamıza yardımcı olmasının yanı sıra, bir karar verirken de bu imgelere güveniriz. Örneğin, yazın hangi kıyafetleri giyeceğimizi bilmek istiyorsak, kararlarımızı o mevsimin hava durumuna ilişkin imajımıza dayandırırız.
Sorun şu ki, bu imgelere çok fazla güveniyoruz. Mevcut istatistikler ve veriler zihnimizdeki resimlerle uyuşmadığında bile (meteoroloji yarın hava rüzgarlı olacak dese bile şort giymek gibi), yine de bu imgelerin bizi yönlendirmesine izin veririz. Hatalardan kaçınmanın bir yolu imgeler yerine belirli geçmiş örnekleri kullanmaktır. Örneğin, soğuk bir yaz gününde dışarı çıktığınız bir önceki olayı düşünün. O zaman ne giymiştiniz?
Sonuç olarak hızlı ve yavaş düşünen iki sistemimiz var. Birincisi içgüdüsel olarak hareket eder ve çok az çaba gerektirir; ikincisi ise daha kasıtlıdır ve çok daha fazla dikkatimizi gerektirir. Düşüncelerimiz ve eylemlerimiz, o anda beynimizin kontrolünün bu iki sistemden hangisinde olduğuna bağlı olarak değişir. Bunun farkında olarak gerekli duruma göre hangi sistemi aktive etmemiz gerekiyorsa o şekilde kendimizi hazırlayabilir ve sistemler arası olası zihin hatalarından kaçınabiliriz.