Hegel – Tinin GörüngüBilimi (Fenomenolojisi) – Özet Notlar

1807 yılında yayımlanan Tinin Görüngübilimi / Fenomenolojisi, Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in hem felsefi sisteminin önsözü hem de modern düşünce tarihindeki en etkili ve en zorlayıcı eserlerinden biridir. Hegel, burada bilincin en ilkel duyusal düzeyden başlayarak, özbilinç, tin, ahlak, din ve sonunda mutlak bilgiye doğru gelişen diyalektik bir yolculuğunu çizer. 

Ben kitabı İngilizce ve Türkçe kaynaklardan okudum ve araştırdım. Kitabın türkçe çevirisini Aziz Yardımlı yapmış. Çevirmen olarak seçtiği sık kullanılmayan veya kendi türettiği kelimeler nedeniyle kitabın okunması bana göre daha da zor hale gelmiş. Özetlerken tutarlılık için kendisinin türkçe çevirisindeki kelimeleri kullanmaya çalıştım. Bu özet notları, benim gibi defalarca bu eseri eline alıp bırakan okurlara armağan ediyorum 🙂

ÖNSÖZ – BİLİMSEL BİLGİLENME ÜZERİNE

Hegel, felsefi bir eser için önsöz yazmanın uygun olmadığını savunur. Çünkü felsefe yalnızca sonuçta değil, oluş sürecinde gerçektir. Bu nedenle amacın veya sonucun söylenmesi, özün açığa çıkmasını sağlayamaz. Olgunun sadece nihai amacı değil, onun açınması (gelişmesi), dönüşümü, ve zorunlu oluşu esastır.

Felsefi sistemlerin çoğulluğunu bir çelişki olarak değil, tinin gelişimi içinde zorunlu kıpılar (moment) olarak anlamak gerekir. Bir tomurcuğun çiçekle, çiçeğin meyveyle yer değiştirmesi gibi: Bu biçimler ayrıdır ve birbirlerinin yerlerini alırlar. Akışkan doğaları onları aynı zamanda örgensel (organik) bir birliğin kıpıları yapar. Bu yüzden bir filozofun sistemini geçersiz kılmaya çalışmak yerine, önceki biçimleri özümsemiş yeni bir zorunlu evre olarak görmek gerekir.

Hegel felsefeyi “bilme sevgisi” değil, edimsel bilme (actual knowing) olarak konumlar. Gerçekliğin gerçek şekli ancak kavramda bulunur. Bu anlayış dönemin yaygın inançlarıyla çelişmektedir. Sezgiye, duygusallığa ve dinsel içgörüye dayanan görüşleri eleştirir; çünkü bu tür bilgi, kendinde olanı kendi için hale getirmez, dolayısıyla bilimin düzeyine erişemez.

Çağın tini duyusal yüceltme ve boşluk arayışına girmiştir. Felsefeden istenen, sezgiyle coşku veren bir yüceltmedir. Fakat gerçeklik, esinli sözler ya da duygusal coşku ile değil, kavramsal ilerleyiş ile kavranır. “Her şey birdir” gibi genel ifadeler, içerikten yoksun derinliktir. Felsefe, mistik belirsizliğin değil, düşüncenin açıklığının alanıdır.

Gerçek bilim, herkes için anlaşılabilir olmalı, ama bu basitlik değil, kavramların açıklığa kavuşturulmasıyla sağlanmalıdır. Bu da kavramın kendi içinden zorunlu olarak türeyen farklılıklarıyla olur.

Gerçek, yalnızca Töz değil, aynı zamanda Özne olarak kavranmalıdır. Gerçek, kendi kendisinin oluş sürecidir. Çembersel olarak; ereğini amacı olarak öngerektirir (require) ve başlangıcı olarak taşır. Saltık olan, yalnızca başlangıç değildir; sonuçla ve oluş süreciyle birlikte edimseldir. Kavram, ancak biçim yoluyla kendini gösterdiğinde gerçek olur.

Bilgi ancak kendini yansıtarak gelişir. Yanlış, Gerçeğin dışına düşmez; aksine, onun gelişim sürecinde zorunlu bir kıpıdır. Embriyo kendi içinde hiç kuşkusuz bir insan iken, gene de kendi için böyle değildir. İşte bu geçişin anlatımı, Tinin fenomenolojisinin temel amacıdır: Doğal bilinci, bilime taşımak.

Görüngübilim, bilincin kendini bilme sürecinin tarihidir. Bu süreç, yalnızca yanlışların dışlanması değil, onların zorunlu olarak aşılmasıdır. Gerçeğin oluşumu olumsuzla ilişki içindedir.

Matematik “apaçıklık” iddiasıyla övünür; oysa bu, yüzeysel ve kavramdan yoksun bir açıklıktır. Bu bilgi yalnızca uzay gibi cansız nesnelerle ilgilenir; edimsel olanı, yani yaşayan, devinen, kendinde içsel zorunluluğa sahip olguyu kavrayamaz. Zamanın kendisi bile matematikte soyutlanır ve sayı biçiminde dondurulur; bu, yaşamın akışına aykırıdır. Bu nedenle felsefe, özsel belirlenimleri ve içkin devimi araştırırken, matematik yalnızca dışsal ilişkilerle uğraşır.

Yöntem, yalnızca dıştan dayatılan değil birşey değil, bütünün kendi kendini kurmasının ta kendisidir. Bu nedenle felsefenin yöntemi, yalnızca açıklamak değil, bizzat Kavram’ın kendisinin devinimidir. İnakçılık (Dogmacılık), gerçekliği katı bir önerme olarak sunma eğilimidir ve felsefeye yabancıdır.

Biçimcilik, birçok farklı içeriği birkaç şemayla (örneğin: sıkışma, genleşme, doğu–batı) açıklamaya çalışır. Bu, evrensel geçerlilik yerine, simgesel etiketleme yaratır. Gerçekte bu, tek renkli boyamaya benzer: her şeyi aynı soyut formla kaplamak, içeriği yitirmek anlamına gelir. Gerçek bilim, içeriği dıştan etiketlemez, içerik kendi iç devimiyle kendi Kavramını oluşturur.

Kavram (Begriff), yalnızca biçim değil, bütünü kuran iç zorunluluğun kendisidir. Bilim, bu nedenle Kavramın öz yaşamı yoluyla örgütlenmelidir. Dışsal sistemleştirme (şemacılık) değil, içerikten türeyen biçim geçerlidir.

Kavramı öğrenmek çaba gerektirir. Kavram, yalnızca bilgi değil, yaşayan bir ruh gibi düşünülmelidir. Uslamlamacı (rasyonalist) düşünme, içeriğe dışsal kalır. Ya yargılamakla yetinir ya da bir olumsuzlama içinde tükenir. Gerçek kavramsal düşünme, olumsuzu içerik olarak alır, çünkü “yitim” aynı zamanda gelişimdir. Kavram, içerikteki zorunlu devimdir. Olumlu, bu devimin içinden çıkar.

“Tanrı varlıktır” gibi önermelerde, Tanrı yüklemde erir. Yüklem, Töz haline gelir. Kavramsal düşünme bu noktada durur; çünkü önermedeki ilerleme (tasarımsal düzlemde) engellenir. Bu, felsefi açımlamanın alışılmadık anlaşılmazlığına yol açar. Felsefi önerme yalnızca önermenin içeriğiyle değil, onun eytişimsel (diyalektik) devinimiyle anlam kazanır. Bu, felsefi tanıtlamayı, dışsal nedensellikten ayırır: içsel zorunluk ile kavrayış oluşur.

Felsefe çoğunlukla doğal us ile yapılabilecek sanılır; oysa gerçek felsefe, yoğun emek ve kavramsal yeti ister. Biçimsel bilgi, sezgi ve sağduyusal söylev felsefenin yerini alamaz. Dahilik, sezgi ya da ilham gibi gösterildiğinde felsefe yitirilir. Düşünsel tembellik, derinlik gibi sunulur. Gerçeklik, ancak Kavram’ın emeğinde ortaya çıkar.

Gerçeklik ancak zamanı geldiğinde görünür; kamuoyu bunu her zaman ilk anda tanımaz. Birey, evrensel Tinin gelişimi içinde küçüktür; görevi bu devimin içinde yer almaktır, onu bütünüyle temsil etmek değil.

Özetle; Gerçek, yalnızca sonuca değil, onun zorunlu oluş sürecine, yani Kavramın devimine bağlıdır. Felsefe, dışsal açıklama, şemacılık veya sezgisel sloganlarla değil, edimsel (Actual) olanın kendini kendi içinde ayrımlaştırarak yeniden kurmasıyla işler. Felsefi bilgi, bu nedenle hem özün hem dışvarlığın dönüşlü birliğini gerektirir.

GİRİŞ

Bilgiyi, Saltık’ı (Absolute) kavramanın bir aracı olarak görmek aralarına bir ayrım yerleştirmektir. Bu dolayım problemlidir. Bilgi ile nesne (veya öz) aynı bilinç yapısında içkin olarak birlikte bulunur. Bilinç, hem kendi bilgisini hem de bu bilginin yöneldiği nesneyi birlikte taşır. Bilgi, ölçütünü bilinç dışından değil, kendi içinden çıkarır. Bu nedenle bilginin doğruluğu, bilincin kendini kendisiyle sınaması yoluyla anlaşılır.

Hegel, bu süreci görgülenim (görünüm, appearance) terimiyle tanımlar: Bilinç, bir nesneyi kavradığında, aynı anda kendi bilgisini ve nesnesini birlikte dönüştürür. Nesne, artık önceki haliyle kendinde değil, bilince göre değişmiş haldedir. Bu dönüşüm, bir nesneden diğerine geçişi getirir. Her yeni nesne, öncekinin çözülmesinden doğar. Bu, diyalektiğin temelidir. Her bilgi, kendi içsel çelişkisi yoluyla yeni bir bilgiye geçer. Bu süreç, doğal bilincin kendini Tine dönüştürme sürecidir. Görgülenim, bilinç için bir deneyimdir, ama yalnızca içerikle değil, bilincin kendi devimiyle kazanılır.

Bu yolculuk, doğal bilinç açısından kuşku ve umutsuzluk yolu gibi görünür. Çünkü doğal bilinç, kendi bilgilerini gerçek olarak kabul eder; fakat diyalektik süreçte (tex, antitez, sentez) bunların geçersizliğini fark eder. Bu, yalnızca belli düşünceler üzerine yalpalama değil, tüm bilinç biçimlerinin olgusal olmadığını fark etme sürecidir. Bu yönüyle diyalektik süreç, bir kendini eğitme ve dönüşüm sürecidir.

Bilincin bu dönüşümü rastlantısal değil, zorunlu bir süreçtir. Her bir bilinç biçimi, kendi iç çelişkisini doğurur. Bu çelişki, yeni bir biçime geçişi doğurur. Bunun sonunda bilinç, bilgi ile nesnenin tam uygunluğuna, yani Saltık Bilgi’ye ulaşacaktır.

Bu süreçte izlenen yöntem bilincin kendi içinden çıkan ölçütle bilinç kendini sınar. Düşünürün yapması gereken yalnızca bu süreci seyretmek ve ortaya çıkan zorunlu yapıları kavramaktır. Yani kavramın kendi öz devimiyle (devinim) bilgiye ulaşılabilir..

A. BİLİNÇ

Bilinç, kendi nesnesini tanıma sürecine girer ve bunu duyusal dolaysızlıktan başlayarak geliştirir. İlk aşamada bilinç, kendine dışsal olanı (nesneyi) ele alır ve bunun gerçekliğini sorgular. Hegel, bilincin dolaysızdan (duyusal pekinlik) evrensele (algı ve anlak) geçişini diyalektik bir devinimle serimler.

1. DUYUSAL PEKİNLİK (Kesinlik): YA DA “BU” VE “SANMA”

Hegel, duyusal pekinliği (“Bu” bilgisi) başlangıç noktası olarak ele alır. Görünüşte en zengin bilgi türüdür çünkü dolaysız bir biçimde nesneyi tüm varlığıyla içerdiği varsayılır. Ancak aslında yalnızca “var” der. Bilinç, burada yalnızca “arı Ben” ve “arı Bu” olarak iki uçta durur. Bu yüzden duyusal pekinlik en yoksul gerçekliktir.

Bu duyusal bilgi, aslında dolaylıdır: Ben Bu’yu yalnızca nesne üzerinden bilir; aynı şekilde nesne de yalnızca Ben dolayımıyla bilinçte vardır. Bu, pekinliğin içinde örtük bir dolaylılık barındırdığını gösterir.

“Şimdi gece” deriz. Ancak kısa süre sonra bu ifade geçersiz hale gelir. “Şimdi gündüz” olur. O halde “Şimdi” sabit değildir; sürekli değişerek kendi zıddına dönüşür. Duyusal olarak belirli olanı ifade etmek istediğimizde bile, dil bizi evrensele zorlar. “Bu” dediğimizde tekil olanı kastederiz, ama dilde söylediğimiz aslında evrensel olan “Bu”dur. Aynı şekilde “Ben” ya da “Şimdi” dendiğinde, tüm Ben’leri ve Şimdiler’i ima ederiz. Böylece duyusal tekillik dilde evrensele dönüşür.

Şimdi ve Burası gibi duyusal belirlenimler sürekli olarak ortadan kalkar. Bilinç bunları sezinlemeye çalıştıkça, bunların kalıcı olmadığını, yalnızca değişen, ortadan kalkmakta olan anlar olduklarını görür. Hegel, bu deneyim sürecini bir görgülenim tarihi olarak tanımlar.

Duyusal pekinliğin bu çelişkilerini göre bilinç, kendi dolaysızlığına son verip daha yapısal ve ilişkisel bir bilgiye, yani algıya geçmek zorundadır.

2. ALGI: YA DA ŞEY VE ALDANMA

Algı, duyusal pekinliğin aksine, nesnesini evrensel olarak alır. Artık yalnızca “Bu” değil, “Bir Şey” söz konusudur. Bilinç artık nesneyi bir dizi belirli özelliklerle birlikte ele alır. Bu özelliklerin her biri kendi başına bir evrenseldir: aklık, sertlik, hacim gibi.

Özellikler birbirlerinden ilgisiz görünseler de belirli olmaları için karşıtlık içinde bulunmaları gerekir. Ama karşıtlık birliğe aykırıdır. Bu yüzden “Şey”, bir yandan bir “Bir”dir, ama aynı zamanda birçok özelliğin taşıyıcısı olan “Ayrıca”dır. Bu karşıtlık şeyin kendi içinde bir çelişki taşımasına yol açar.

Şey, bir yandan kendi için olandır (Bir), öte yandan farklı şeylerle ilişkili olandır. Ancak bu ayrım da şeyin içinde bir çelişki doğurur: Kendi-için-olma, aslında başkası-için-olma ile koşulludur. Yani şey kendinde bir birlik olmayı başaramaz, çünkü belirlenimi zaten kendi karşıtıyla doludur.

Tüm bu çelişkiler Hegel’i şu sonuca götürür: Şey kavramı da tıpkı duyusal pekinlik gibi kendi iç çelişkisini taşır. Bilinç artık şeylerin özelliklerini soyut biçimde ayırmanın yetersizliğini görür. Bu noktada algı süreci çöker ve bilinç, anlağın (zeka) alanına, yani kavramların zorunlu ilişkiselliğini kurduğu düzleme geçer.

3. Kuvvet ve Anlak: Görüngü ve Duyulurüstü Evren

Bilinç, artık duyusal verilerde (görme, işitme) sabitlenmemekte, algının aldatıcılığından sıyrılarak Koşulsuz-Evrenseli kavramaya yönelmektedir. Ancak bu evrensel henüz kavram olarak kavranmış değildir. Bilinç nesneyi tanır, ama kendini onun kavramı olarak tanımaz. Nesne ve bilinç arasında bir ayrım vardır.

Koşulsuz-evrensel; kendi-için-varlık ve bir-başkası-için-varlık kiplerinin birliğidir. Bu kıpılar artık birbirinden ayrı değil, kendinde kendilerini ortadan kaldıran, birbirlerine geçişli yanlardır.

Bu kıpıların devimi Kuvvet olarak adlandırılır. Kuvvetin olgusallaşması, kendi içine çekilmesi ve belirişe geçmesi arasındaki diyalektik devimdir. Bu devim, algının devimiyle aynıdır: algılayan ve algılanan bir birlik içindedir, ama aynı zamanda birbirine yansımış ve ayrıdırlar.

İki Kuvvet görünür: biri kışkırtan, diğeri kışkırtılan. Ancak bu ayrım da kalıcı değildir: her biri ancak öteki yoluyla belirlenebilir, ve böylece ayrım ortadan kalkar. Bu devim, Kuvvetin yasasıdır: görüngüde değişen her şey, gerçekte arka planda tek ve yalın bir ayrımın evrensel oyunudur.

Anlak, birçok yasayı evrensel bir yasada birleştirme eğilimindedir (örnek: evrensel çekim). Ancak ayrımları açıklayamaz, çünkü onları özde değil, dışsal ilişkiler üzerinden ele alır. Açıklama, bilince hiçbir yeni şey katmaz, çünkü yalnızca önceden söylenmiş olanı tekrar eder. Ancak bu tekrar, Kuvvetlerin oyunu aracılığıyla artık bilinç için de nesne haline gelir. Böylece bilinç, artık özbilinç haline gelir: kendini kendisinden ayırdeder ve bu ayrımı da ortadan kaldırır. Bu noktada bilinç artık yalnızca dış nesnelere değil, kendi içeriğine, kendi hareketine yönelmiştir. Görüngü perdesi kalkar ve iç kendi kendisine bakar: özbilinç ortaya çıkar.

B. ÖZBİLİNÇ

4. Özpekinliğin Gerçekliği

Özbilinç, daha önceki bilinç kiplerinden farklı olarak, nesnesini kendisi olarak kavrar. Nesne ile özdeşleşen bir özne ortaya çıkar: “Ben Ben’im.” Bu durumda bilinç, hem ayrımı hem de bu ayrımın ortadan kaldırılışını içinde taşır. Bu birliktir özbilinç.

Özbilinç, nesnesini kendi dışına konumlandırır. Bu nesne Yaşamdır: devinen, değişen, ama kendi içinde birliğini taşıyan bir gerçekliktir. Özbilinç ise bu yaşama rağmen kendi özdeşliğini kurmak ister. Bu süreçte özbilinç, istek olarak belirir: karşısındaki dirimli (canlı) olanı yok ederek kendini pekinleştirme devimini yürütür.

Yaşam, hem özdeşlik hem de kendi içinde ayrımları barındırır. Yaşamın kendisi, şekillenme (organizasyon) ve çözülme (ölüm) üzerinden işleyen bir bütünlüktür. Bu bütün, özbilinç için yalnızca kendi kendisine karşı bir devimle, yani kendi özsel varlığını kurmak için başkasının yok edilmesiyle tamamlanır.

İstek, nesneyi ortadan kaldırarak doyuma ulaşır ama bu doyum geçicidir, çünkü nesne yalnızca dirimli bir şeydir, bilinç değildir. Bu nedenle özbilinç, ancak başka bir özbilinç karşısında gerçekliğini kurabilir.

A. Özbilincin Bağımsızlık ve Bağımlılığı: Efendilik ve Kölelik

Özbilinç, kendi varlığını ancak bir başka özbilinçte tanınarak pekinleştirebilir. Bu nedenle iki özbilinç karşılaştığında her biri diğerini tanımak ve tanınmak ister. Bu süreç, yalnızca bilinçte değil, gerçek bir eylemle olur.

İki özbilinç karşılaştığında, her biri diğerini yok ederek kendi özdeşliğini kurmak ister. Bu mücadele, bir ölüm kalım savaşına dönüşür. Ancak biri diğerini öldürürse tanınma gerçekleşmez, çünkü tanınacak bilinç ortadan kalkmıştır. Bu nedenle mücadele, biri teslim olana kadar sürer.

Mücadelede teslim olan özbilinç köle, galip gelen ise efendi olur. Efendi, köleyi kendi tanınmasının aracı olarak kullanır. Ancak bu tanınma tek yönlüdür: köle efendiyi tanır, fakat efendi köleyi tanımaz. Bu nedenle efendinin özpekinliği dolaysız ama eksik bir gerçekliktir. Köle, korku (ölüm korkusu), hizmet (boyun eğme) ve emek (nesnede kendini biçimlendirme) yoluyla gerçek özbilinç haline gelir. Özellikle emek, kölenin kendi dışsallığını dönüştürerek kendinde ve kendi için bir varlık haline gelmesini sağlar. Köle, efendiden farklı olarak, kendisini nesnede yeniden bulur. Efendinin ilişkisi tüketici (yararlanım), köleninki ise dönüştürücüdür (biçimlendirici etkinlik).

Bu süreçte köle, özbilinçin edimsel gerçekliğine erişir. Efendi ise yalnızca başkasının tanımasına bağlı kalır; bu nedenle bağımsız gibi görünse de özünde bağımlıdır.

B. Özbilincin Özgürlüğü; Stoacılık, Kuşkuculuk ve Mutsuz Bilinç

Efendilik–kölelik diyalektiğiyle birlikte ortaya çıkan içsel bölünme, özbilinci düşüncenin evrenselliğine çeker. Öz artık yalnızca “Ben” değil, düşünme kapasitesiyle kendi üzerine dönen bir bilinçtir. Bu dönüş, özbilinci özgürlüğün ilkesine taşıyan yeni bir evredir.

Stoacılık, düşünmenin soyut özgürlüğünü temel alır. Dış dünyaya karşı ilgisizlik, özbilincin kendi içinde özgürleşmesini sağlar. Efendilik-kölelik ilişkisine karşı bir iç geri çekilme olarak belirir. Dışsal etkinlik ya da edilginlik fark etmeksizin özgürlük düşüncede bulunur. Bu özgürlük yalnızca soyut düzeyde kalır, çünkü içerikten yoksundur. Sınırlılıkları: Gerçek ya da “iyi nedir?” sorusuna içerik sunamaz. Kavramlar (Bilgelik, Erdem) yüceltilse de, somut yaşama dokunmazlar.

Kuşkuculuk, Stoacılığın soyut kavramsal özgürlüğünü olgusal olarak gerçekleştirme çabasıdır: Her belirli varlığı, her sabit fikri, her törel yasayı ve bilimi yıkar. Anlağın ve duyunun olgularına güvenmez. Ama kendi içinde çelişik bir bilinç haline gelir: hem kendisini olumsuzlayan, hem de bu olumsuzluğun içinde dolanıp duran bir yaklaşımdır.

Mutsuz Bilinç; Kuşkuculuğun çelişkisini içererek, kendi içinde bölünmüş bir bilinçtir. Bu çelişki, efendi-köle ayrımının bireyin içinde içselleştirilmiş halidir.

Bilinç, kendisini değişebilir olarak görürken, değişmezi aşkın, tanrısal bir varlık olarak tahayyül eder. Ona yaklaşmak ister, ama sürekli yabancılaşır. Arzunun nesnesi olan bu Değişmez, tam da erişilmezliğiyle bir mutsuzluk kaynağıdır. Bilinç artık Tanrı’yı bir yanda yüce ve ulaşılmaz, öte yandan birey olarak şekillenmiş halde karşısında görür. Ama bu şekillenmişlik hala başkasıdır.

Mutsuz Bilinç artık Değişmez ile doğrudan ilişki kuramaz ve bir aracı figür ortaya çıkar. Bu, Tanrı ile birey arasında duran ruhban ya da öğretici figürdür. Bilinç artık eylemlerininde bu aracıya teslimiyet doğar. Birey kendi istencinden, hazdan, kararından, eyleminden vazgeçer. Bu özveri onu edimsellikten, hazdan, benliğinden ayırır. Mutsuz Bilinç, özünü Değişmez’de bulmak ister, ama özünü ona yükledikçe, kendisinden daha çok yoksun kalır.

Bilinç, artık: Eyleminin öznesi olmadığını, benliğinden vazgeçtiğini ama bu özverinin bile aslında bir edim olduğunu fark eder. Bu farkındalık, usun doğuşunu hazırlar. Bilinç, kendi öz-eylemini Tanrı’da tanıdığı an, kendisini bir Us olarak kurmaya başlar.

Özetle Hegel özbilincin tinsel gelişimini üç evrede gösterir:

  • Stoacılık: Dıştan özgür, içerikten yoksun
  • Kuşkuculuk: Kendiyle çelişen, karışıklık içinde bilinç
  • Mutsuz Bilinç: Özveriyle özdeşlik arayan ama hep yoksun kalan bilinç

Mutsuz bilinç, tarihsel olarak Hıristiyan Orta Çağ mistisizminin fenomenal görünüşüyle özdeşleştirilebilir.

C. US

5. USUN PEKİNLİĞİ VE GERÇEKLİĞİ

Mutsuz bilinç, kendi edimselliğini (“kendi-için-varlık”ını) bir öte-yan olarak kurmuş, kendinden koparmıştı. Ancak bu ayrımın kendisi de artık bir birlik bilincine yol açar: Bu bilinç, artık Us olur: bireysel özbilinç ile evrensel olanın birliği, kendi özünde gerçekliği taşıyan bilincin ortaya çıkışıdır.

Us, yalnızca tüm olgusallığın özbilinçte olduğunu öne süren bir bilinçtir. Bu noktada tüm gerçeklik ben’dir, başka bir şey yoktur. Ancak bu henüz kavranmış değildir. Bu yalnızca bir inançtır. Bu tür idealizm, duyusal verilerden ayrılamaz. Bu idealist Us, “başka”ya ulaşamadan, sürekli onun peşinde döner durur.

Us kendini şu şekilde kavrar: Ben ve varlık özdeştir yani Ben = tüm olgusallıktır. Bu özdeşlik içinde ayrımı da taşır, çünkü öz, başkalıkta bile kendine özdeş olandır. Us kendini yalnızca öz olarak değil, aynı zamanda gerçeklikte etkin öz olarak kurmak ister. Bu noktada artık bilinç-dışsal dünyaya yönelir: Gözlemler, deneyimler, ve tüm evrensel gerçekliği kendi içinde bulmaya çalışır. Gözlemlerine yönelir: Doğayı, tini, doğa ve tinin ilişkisini gözlemler. Bu gözlemde de Us, artık kendini tüm gerçeklikte bulmayı dener.

A. Gözlemci Us

Hegel Usun gerçekliği arayışını üç gözlem alanında inceler: Doğa, Tin, Doğa ve tin ilişkisi.

Doğanın Gözlemi: Düşünmeyen bilinç gerçekliği; tatma, koklama, dokunma, işitme ve görme gibi duyular aracılığıyla elde ettiğini öne sürse de aslında kavramsal bir ön-yapılanma ile işler. Algılanmış olan en azından bir evrenselin imlemini taşımalıdır.

Bilinç, bir nesnenin sadece görünürdeki biçimini betimleyerek onu anlamadığını gösterir. Betimlenen nesneye olan ilgi hızla yitirilir; biri betimlenir betimlenmez bir yenisi aranır. Bu nedenle gözlem, sürekli olarak yeni şeyler arama içgüdüsüne dönüşür. Ama bu içgüdü, nesnelerin özsel doğasına ulaşmak yerine yalnızca dışsal çeşitlilikte oyalanır.

Bilinç bu noktada şeylerin “özsel” ve “özsel olmayan” yanları arasındaki ayrımı fark eder. Böylece Kavram, duyusal dağınıklığın üzerine yükselir. Kavram ile doğa arasındaki uyumsuzluk, bilincin doğadaki düzeni keşfetme umudunu baltalar.

Gözlem doğada dizgeler arar; bu düzenin içinde özsel olanı bulmak isterken, yalnızca geçici ve dağınık karşıtlıklarla karşılaşır ve geçişler bulanıktır. Bilinç, doğadaki düzenin yasalara dönüştürülebileceğini sanır. Ama bu ilişkilerde zorunluluk değil, çevresel etki hakimdir. Doğadaki zorunluk yalnızca görünürde vardır; gözlemci bilinç bu görünüşü yasa sanarak yanılsar. Gözlem, doğa yasalarını deneyle doğrulamaya çalışır. Ancak deneyler, yasaların duyusal kipte var olamayacağını gösterir. Bu nedenle yasa, ancak Kavramın içinde geçerlidir; duyusal deneyim onu yalnızca gizler.

Doğada yasa olarak gözlemlenen tek gerçeklik, organik yapıdaki erekliliktir. Çünkü örgenlik (organizma) tüm belirlilikleri özsel olarak bir arada tutan, kendi için varlık gösteren yapıdır. Hayvanlar, doğada ereksel birliği gösteren örneklerdir. Örgenliğin doğası gereği bütün kıpılar (duyumsama, irkilme, üreme) onun iç deviniminde birleşir. Hegel, doğadaki organizmaların yapıları üzerinden, evrensel olanla bireysel olanın nasıl bir ilişki içinde olduğunu inceler. Birey kendisini başkası ile ilişkide sürdürmektedir.

Özetle; Hegel, doğadaki düzenin gözlemle keşfedilemeyeceğini savunur. Çünkü gözlem, Kavramı taşımaz; yalnızca duyusal öğeleri sıralar. Sonuç olarak doğa, yasa üretilebilecek bir zemin sunmaz; çünkü onun içindeki belirlilikler Kavramı taşımaz, yalnızca olumsal büyüklük farklarına indirgenir.

Özbilincin Gözlemi: Doğanın gözlemi, Kavram’ı doğada salt kıpılar ve soyutlamalar biçiminde yakalar. Oysa özbilinç, Kavram’ı bu yalınlık ve evrensellik içinde taşır. Gözlem, bu özgür Kavram’ı ancak özbilinçte bulabilir.

Gözlemci bilinç, etkin bilinçte özbilinç kiplerini ararken onları yalnızca törelere, alışkanlıklara ve dış koşullara indirger. Ve bu indirgeme aslında temelsiz ve boş bir sözdür. Çünkü bireysellik; bireyin kendi etkinliği, edimsel kendiliğidir. Bunlar ancak bireyin kendisi tarafından anlamlandırılır. Bu yüzden tüm ruhbilimsel yasalar bireyin içkin özgürlüğüne çarpıp dağılır.

Özbilincin Kendi Edimselliği ile İlişkisinin Gözlemi: Özbilinçli birey kendinde ve kendi için vardır: hem kendi etkinliğidir, hem de doğuştan getirdiği tensel bir varlıktır. Bedensel şekil hem bireyin yapmamış olduğu bir kökensellik, hem de onun kendiliğinden etkinliğinin anlatımıdır. Ancak bu dışlaşmalar hem içeriği tam ifade edebilir, hem de onu başkalaştırabilir. Eylem hem içi çokça dışlaştırır, hem de onu bir başkasının eline teslim eder. Bu yüzden iç ve dış arasında zorunlu bir anlatım ilişkisi kurulamaz.

Yüzanlambilim veya Kafatasıbilimi iç ile dış arasında zorunlu bir ilişki kurmaya çalışır. Ancak dışsal bir görünüm olan çehre, ses tonu, kafatası, el yazısı gibi unsurlar içeriğe karşı ilgisizdir. Bunlar yalnızca birer imdir ve herhangi bir içeriği zorunlu olarak taşımazlar.

B. Ussal Özbilincin Kendi Kendisi Yoluyla Edimselleşmesi

Özbilinç, artık kendini sadece bireysel olarak değil, kendinde nesnel edimsellik olarak kavramaktadır. Dolaysız varlık biçimi (şeylik) onun için ortadan kaldırılmıştır: tüm dışsal nesnellik artık sadece içsel özbilinç ile pekinlik kazanan bir şeydir (Herşey benim için bilinçle anlamlanıyor). Böylece karşısındaki nesne artık bir şey değil, bir başka özbilinçtir. Ancak bu diğer özbilinç de yabancı değildir, çünkü onda da kendini tanır: bu, karşılıklı tanınmanın ilk belirlenimidir. Bu karşılıklı tanınma ilişkisiyle Tin (Geist) ortaya çıkar. Tin, özbilincin başkasıyla birlik içinde kendiyle bir olmasıdır bu bağlamda hem bireysel hem evrensel bir gerçekliktir.

Bu karşılıklı tanınma ilişkisi, Törellik Alanını (Ahlaklılık, Morality) doğurur: bireylerin özbilinçli etkileşimleri evrensel bir yapı ulusal töz (Halkın ruhu) oluşturur. Burada bireyin edimi, yalnızca kendi çıkarına değil, aynı zamanda toplumsal bütünün gereksinimlerine de hizmet eder. Çalışma, hem bireysel hem kolektif doyum üretir.

Bu bağlamda birey, hem öznel olarak özgürdür hem de törel (Ethical) bir bütünün içinde kendi yerini ve anlamını bulur. Yasalar yalnızca dışsal buyruklar değil, özbilincin kendini bulduğu evrensel ifadelerdir. Bu anlamda; bilgelik ve erdem, bireyin ulusun töreleriyle (ahlak) uyum içinde yaşamasıdır.

Ancak bu dolaysız birliğin güveni uzun sürmez. Özbilinç, artık törel töz ile olan birliğini sorgulamaya başlar: yasaları ve töreleri, soyut düşünceler ve edimsellikten yoksun idealler olarak görmeye başlar. Bu sorgulama, özbilinci bireysel isteme, hazza ve kendi çıkarına yönlendirir. Bu durumda, özbilinç artık kendi özünü dış dünyada bulamaz; mutluluğunu dünyada aramak için gönderilmiş gibidir.

Özbilinç kendi hazzını istemektedir, fakat bu haz verili olanla değil, onun dönüştürülmesiyle olan ilişkisinde aranır. Haz, başlangıçta edimselleşme sanısıdır; fakat sonunda özbilinç, hazzın aslında kendini ortadan kaldırma, başka özbilinçle bir olma anlamına geldiğini fark eder. Bu fark ediş, bireyin kendi amacıyla ulaşmak istediği gerçekliğin, zorunluluk denilen soyut, kendine yabancı bir güç olarak ortaya çıkmasına yol açar. Zorunluk, bireyselliği parçalayarak onu evrensel olana dönüştürür, fakat bu evrensellik artık bir soyut, dirimsiz (cansız) güçtür. Bireysel edimle evrensel kavram arasında bir uçurum belirir.

Özbilinç şimdi zorunluğu kendi yasası olarak, yani yüreğin yasası olarak belirler. Bu yasa, bireysel özden doğan ve evrensellik iddiasında olan bir iç buyruktur. Fakat onun dış dünya ile çatışması, bu bireysel yasanın evrensel buyruğa dönüşmesi sürecinde yabancılaşmaya yol açar. Edimselleşen yasa artık bireyin kendine ait değildir; birey onu artık yabancı ve düşmanca bir güç olarak algılar. Bu içsel çelişki özbilinci bir deliliğe sürükler: yürek hem yasa üretmekte hem de bu yasa karşısında kendini tanıyamamaktadır.

Edimselleşen yasa, artık bireylerin öznel yasalarıyla çatışan kamu düzeni olarak kendini dayatır. Bu düzen herkesin yasasını başkalarına karşı uyguladığı, evrensel bir savaş durumuna dönüşür. Böyle bir durumda yasa ve bireysellik birbirini olumsuzlar: her birey kendi yasanı evrenselleştirmeye çalışır, fakat diğerlerinin bireysellikleriyle çatıştığı için bu girişim başarısız olur.

Erdemli bilinç, artık bu sapkın dünya düzeni karşısında iyiyi edimselleştirmek ister. Dünya gidişi bireyselliğin ve edimselliğin birliğidir. Öte yandan iyi ise sadece soyut kendinde bir şeydir. Erdem, bireyselliği adayarak iyiyi gerçekleştirmek isterken, iyinin kendisi edimsellikte zaten vardır. İyi, yalnızca bir tasarım olarak, yani boş bir ideal olarak kalır. Dünya gidişi, bu boş soyutlamaya karşı galip gelir.

İyi yalnızca içsel bir buyruk olarak kaldığında, dünyaya karşı yetersizdir. Ancak dünya da yalnızca dışsal bir zorunluluk değildir çünkü tarihin gidişi bireyselliğin ve evrenselliğin birlikte devinimidir.

C. Kendisini Kendinde ve Kendi İçin Olgusal Bilen Bireysellik

Özbilinç artık kendi kavramını kavramıştır: kendi içinde tüm olgusallık olmak, yani kendinde ve kendi için varlık olarak edimsellik. Eylem, artık salt bir araçla dışsallaşma değil, bireyselliğin kendi gerçekliğidir; birey kendi doğallığını (doğal yeti, karakter, yetenek) evrensel bir yapı içinde açığa çıkarır. Ancak eylemdeki bu dolaysızlık, bireyin yaptığı çalışmanın başka bireylerin çalışmalarıyla karşılaştırılmasını da mümkün kılar (nicel farklılıklar, öz-anlatımın güçlülüğü). Eylem artık “asıl sorun” halini alır: eylemde bireysellik ile olgusallığın birliği olarak kavranır. Bu saf bilinç, ne dışsal yakınma, ne içsel yüceltmeye yer bırakır: birey ne yaşarsa yaşasın, onu kendisi yapmıştır.

Fakat bu noktada, bireysel eylem ile kamusal (evrensel) sorun arasında bir aldanma oyunu başlar. Herkes hem sorunun kendisine ait olduğunu iddia eder hem de başkasının katkısını kendi eylemiyle karıştırır. Böylece ortaya çıkan çelişki: hem kendi eylemini vurgulamak isteyen birey, hem de ortak bir soruna hizmet ettiğini iddia eden birey aynı anda hak iddia eder. Bu evrensel sorun bilinci, şimdi yasa yapmaya yönelir: birey yasa koyucu olur.

Yasa-koyucu Us’un iddiası: doğrunun ve iyinin dolaysız bilgisine sahip olduğudur. Ancak “herkes gerçeği söylemeli” ya da “komşunu kendin gibi sev” gibi buyruklar biçimsel evrenselliğe indirgenir. İçerik koşullara göre değiştiği için yasa değil, yalnızca buyruk olur. Bu, evrensel içerikten vazgeçilmesini gerektirir: yasa artık yalnızca çelişmezlik ilkesine indirgenir.

Yasa-sınayıcı Us, bu çerçevede önceden verilmiş yasaları geneleme ölçütüne göre test eder. Ancak bu ölçüt öyle soyut ve içerikten bağımsızdır ki her içeriğe uygulanabilir ve bu nedenle aslında hiçbir içeriği belirlemez. Mülkiyet örneğinde olduğu gibi, hem mülkiyet hem de mülkiyetsizlik kendisiyle çelişmeyen düşünceler olarak yasalaştırılabilir. Bu da biçimsel ölçütün işlevsizliğini açığa çıkarır.

her ikisi kip de törel özün henüz olgusal edimselliğe dönüşmediği geçici kiplerdir. Tinsel varlık, ancak bu kiplerin ortadan kaldırılmasıyla, kendinde ve kendi için olan yasa olarak vardır. Bu yasa artık bireyin keyfi istencine değil, evrensel ussal istence dayanır. Salt buyruk değil, geçerli ve edimsel olandır.

Törel özbilinç (Ahlaki özbilinç), bu yasanın taşıyıcısıdır. Onu yalnızca inanarak değil, düşünsel olarak kavrayarak bilir: bu, inancın ötesine geçen bir dolaysızlıktır. Sofokles’in Antigone‘sindeki tanrısal yasalar örneğinde olduğu gibi, bu yasalar ne doğurulabilir ne de sınanabilir: yalnızca vardırlar ve evrensel geçerlilikleriyle bilinç tarafından benimsenirler.

Özetle; birey kendi doğasını evrensellik içinde edimselleştirir, eylemin etik doğasına geçer ve sonunda bireyselliğin tinsel yasalara saydam bir biçimde içkin olduğu etik özbilince varır. Kavram, yalnızca düşünsel bir yapı olmaktan çıkar ve bireysel yaşamda edimsel (actual) bir gerçeklik halini alır.

Hegel burada, Kant’ın kategorik imperatifinin biçimsel soyutluğuna dolaylı bir eleştiri yapar: her şey formel olarak yasa olabilir, ama hangi içeriğin törel olarak geçerli olduğunu belirlemek biçimsel çelişmezlikle mümkün değildir.

D. TİN

6. Tin

Us, tüm olgusallığın kendisinde pekinleştiği ve bu gerçeklik olarak bilincine vardığı anda Tin‘dir. Tin, kendi dünyası olarak kendisinin ve dünya olarak da kendisinin bilincine varmış bir varlıktır. Bu aşamada nesneyle özdeşleşmiş olan bilinç, gözlemin dolaysızlığından çıkarak Ben’in kendi-için-varlığı biçiminde kavram düzeyine yükselir. Ancak bu da tek yanlıdır; çünkü yalnızca kendinde-varlığa karşılık gelen bu kavrayış, ancak kendini ortadan kaldıran bir devimdir.

Dünya, artık bilinç için bir yabancı değildir. Tin, hem tüm eylemlerin dayandığı kalıcı özdür hem de bu özün bireylere dağılmasıyla oluşan bir evrensel çalışmadır. Her birey, bu tözden bir pay alarak kendi eylemini yerine getirir. Töz olarak Tin sarsılmaz, dürüst kendine-özdeşliktir; ama kendi-için-varlık olarak töz, çözülmüş, kendi kendisini adayan iyiliksever özdür.

Tüm önceki bilinç biçimleri (duyusal kesinlik, algı, anlak, özbilinç, Us) aslında Tin’in kendi çözümlemesidir. Yani Tin, hem bilinç (nesneyi duyusal olarak kavrayan), hem özbilinç (nesneyi kendi olarak kavrayan), hem de Us (nesnede kendi yasasını gören) kiplerinden geçer. Ama Tin’in tam anlamıyla gerçekliği, Us’un yalnızca zihinsel olarak değil, edimsel olarak da Tin’de var olduğu noktada ortaya çıkar.

Tin, bir ulusun törel yaşamıdır (moral life). Tin kendi kendisini bilmeye ulaşmalıdır. Bu nedenle Tin’in gelişimi yalnızca bilinç biçimleri olarak değil, dünya biçimleri olarak devam eder. Hegel burada Tin’in şekillerinin artık yalnızca bilinç durumları değil, toplumsal ve tarihsel dünyalar olduğunu belirtir.

Hegel iki dünyadan bahseder:

  • Ekin (Kültür) ülkesi: nesnel öğeye, yani kültürel-dünyevi olan şeye ait dünya.
  • İnanç dünyası: düşünce öğesine, yani tanrısal ve özsel olanın dünyasına karşılık gelir.

Bu iki dünya da Tin’in kendisini yitirip sonra kendi içine çekildiği yapılardır. Bu iki parçalı dünya, sonradan Aydınlanma tarafından yıkılır. Tin, bu evrede kendini ahlak olarak kavrar: Artık dışsal bir yasaya değil, duyunça (vicdan) dayanır; özsellik ve edimsellik, bireyin kendisiyle içselleştirilir.

Tin yitirdiği bütünlüğünü yeniden kurmaya başlar. Bu süreç içinde bireysel kendi’lerin Tine geri dönüşleri gerçekleşir. Sonunda saltık Tin’in edimsel özbilinci ortaya çıkacaktır.

Özetle: Tin, bir ulusun ve bireylerin tözsel birlikteliği olarak gerçekliğe kavuşur; ancak bu dolaysızlık (güzel törel yaşam), parçalanarak yeniden kavramsal bütünlüğüne ulaşmalıdır. Tin’in amacı, kendini bilmek ve kendinde ve kendi için varolan bir öz olarak gerçekleşmektir.

A. GERÇEK TİN. TÖRELLİK

Hegel burada “Tin”i, yalnızca bir töz değil, aynı zamanda eylemle ortaya çıkan ve kendisini bireyde gerçekleştiren bir varlık olarak tanımlar. Tin, yalnızca kendinde değil, aynı zamanda kendi için var olan bir evrenselliktir. Kendini bireylerde gerçekleştirir ve onlar aracılığıyla dünyaya açılır. Bu bağlamda eylem, bireyin kendisini tözle birleştirme devimidir. Birey, kendi özünü yalnızca tözde, yani tinde bulur.

Törel yapı iki ayrı yasa tarafından belirlenir: İnsansal yasa (erkeksel, kamusal alanın yasası) ve tanrısal yasa (kadınsal, aileye ait olan, yeraltı dünyasının ve ölümün yasası). Her iki yasa da Tin’in içindeki ayrımın karşılığıdır. Kadının törelliği, erkekteki gibi kamusal değildir; doğrudan evrensel olanla ilişkilidir. Erkek bireyken evrenselliğe ulaşır; kadın ise doğrudan evrensel olanı içselleştirir. Bu ayrım, yalnızca toplumsal değil, ontolojik bir yapı taşır.

Aile, bireyin ölümünden sonra onun evrensel niteliğe taşınmasını sağlayan kuruluştur. Bu anlamda ölüye yapılan tören, yalnızca sevgi ya da alışkanlıkla değil, törel zorunlulukla gerçekleştirilir. Ölüye toprağın verilişi, bireyin doğal varlığının evrensel töze katılmasını sağlar.

Törel düzen en yüksek uyumunda bile bir çelişki barındırır. Her birey törel dünyanın yalnızca bir yanına ait olarak (insansal ya da tanrısal yasa) davranır; edim yoluyla karşıt yasayı ihlal eder. Ve bu tek-yanlılık suçtur. Edim sonrasında, birey kendi karşıtını, yani ihlal ettiği yasayı kendisine düşman olarak bulur. “

Törel dünyadaki bu çelişki Tin’in yeni bir şekline evrilmesini gerektirir: Tüzel kişi. Bu aşamada birey, evrensel özle değil, yalnızca kendisiyle bağlıdır. Tinsel öz geri çekilmiş, bireyler kişiler haline gelmiştir. Her biri yalnızca kendi-için-varlıktır. Toplum artık Tin’in diri bir bütünlüğü değil, kişiliklere dağılmış bir çoğulluktur. Devletin başı olan kişi, tüm edimselliği kendinde taşıyan dünyanın efendisi haline gelir; ama o da bir kişidir. Topluluk, bu bireyselleşmeyi bastırmak için savaş gibi araçlara başvurur. Savaş, Tin’in evrensel birliğini koruyan güç olarak ortaya çıkar.

Törellik artık yalnızca bir uyum değil, aynı zamanda bir çöküş biçimi haline gelir.

B. KENDİNE YABANCILAŞMIŞ TİN: EKİN (Kültür)

I. Kendine Yabancılaşmış Tinin Dünyası

Bu Tin’in dünyası iki kutba ayrılır:

  1. Edimsel dünya (kendine yabancılaşma dünyası),
  2. Arı bilinç dünyası (bu yabancılaşmadan bir kaçış).

Bu kutuplar karşıtlık içindedir; ancak bu karşıtlık yapaydır çünkü her biri ötekinin sonucu ve taşıyıcısıdır. Özbilinç, kendisini bu iki dünyanın bölünmüşlüğü içinde bulur. Ekin ise, bireyin evrensel olarak geçerliliğini sağlayan araç haline gelir. Ekin, tözün evrensel ve düşünsel biçimde edimselleşmesidir. Bu süreçte töz, üç temel biçimde belirir:

  • Devlet gücü: Evrenin ve özün temsilcisi.
  • Varsıllık (Zenginlik) : Özün dışsallaşması, herkesin emek ve yararlanımıyla oluşmuş bir evrensel.
  • Özne: Bireysel “kendi”nin kendi dışına çıkıp evrenselle buluştuğu yer.

İyi ve Kötü, artık saltık özdeşlik ya da özdeşsizlik biçiminde düşünülmez. Mesela, Devlet gücü ilkin İyi olarak alınır, çünkü bireyin özünü temsil eder; Ancak bu yargı tersine çevrilir çünkü devlet gücü bireyi bastırır. Bu çift yönlü yargılama, Tin’in kendi içindeki çelişkisini açığa çıkarır.

Bu farklılıklar bireylerin özle olan ilişkisine, dışvarlığına ve arzu biçimlerine göre oluşur. Bilinç, devlet gücünü özsel olarak kabul eder, ona hizmet eder. Ancak bu hizmet bir “dil” halini almazsa, yani özbilincin kendini tam olarak ifade etmesi gerçekleşmezse, devlet gücü gerçek anlamda özbilinçli bir güç haline gelemez.

Dilin doğuşu burada temel bir kırılmadır. Dil, artık yalnızca iletişim aracı değil, özbilincin dışavurumudur. Bu dil, tüm evrensel değerleri parçalar, ama aynı zamanda onların gerçekliğini açığa çıkarır. Tüm anlamların birbirine karıştığı bir sahne oluşur. Dürüst bilinç, bu sahneye karşı susar ya da düşüncelerini ancak basmakalıp biçimde dile getirir. Bu parçalanmanın bilgisi, Tinin kendi kendine dönüşünü tetikler.

Ekin dünyasından bir kopuş olarak ortaya çıkan iki bilinç biçimi vardır: İnanç ve Arı İçgörü:

  • İnanç, özün salt dolaysız bilinçlenmesidir; düşüncenin bir ürünü olmakla birlikte, bu düşünce özbilince taşınmamıştır.
  • Arı İçgörü ise yalnızca özbilincin kendisini tanır: saltık olarak kendi’yi. Onun için nesnellik yalnızca bir yanılsamadır; gerçeklik, yalnızca özbilinç biçiminde geçerlidir.

Her ikisi de aynı alanı, düşünceyi paylaşır; ama İnanç, içeriği öz olarak kabul edip düşünmeden teslim olurken; İçgörü, bu içeriği yıkmak, kendi’ye indirgemek ister.

Hegel burada İnancı bir düşünsel geri çekilme olarak tanımlar. İnançta özler (örneğin Tanrı, kurtarıcı, kutsal ruh) edimsel olmayan bir birlik içinde bir arada bulunurlar. Bu birlik bilinç için “olmuş” bir şeydir, devingen değildir.

Arı İçgörü ise özne-merkezli bir ussal devrimdir: Tüm gerçeklik yalnızca Kavramdır, ve yalnızca özbilinç yoluyla geçerlidir. Arı İçgörü, yalnızca özbilincin yaygınlaşması değil, aynı zamanda egaliter bir düşünce rejimidir.

Özetle: İnanç, öz’ü başka olarak, bir yüce varlık olarak yerleştirir; ama bu yüce varlık düşünsel değil, tasarımlanmış bir özdür. İçgörü ise özü kendi’de kurar; özbilincin dışında hiçbir şey tanımaz. O, tüm İnanç düzenini dışsal olarak görür ve onu Kavram lehine yıkmak ister. Bu çatışma, Tinin içindeki en radikal yabancılaşma ve kutuplaşmadır: bir yanda teslimiyet, bir yanda mutlak özne. Ama her ikisi de bir dönüşüm sürecine girecek, Tin’in son ereği olan Saltık Bilinç ortaya çıkacaktır.

II. AYDINLANMA

Arı içgörü, bu dünyadaki kofluğu ancak dil üzerinden yakalar; çünkü edimselliğin özü artık somut bireyler değil, konuşma, yargılama ve gevezeliktir. Dolayısıyla, dilin biçimsel anlaşılması, düşüncenin içeriğine sızar. İçgörü kitlelerin boş inançlarını ortaya koyarken, onların aldatılmasının zemini olan rahiplik ve onunla ittifak halindeki despotizmi deşifre eder.

Arı içgörü, başlangıçta zararsız ve dirençsiz biçimde yayılır. Hegel bunu parfümün yayılışına benzetir. Ancak bu içgörü yaygınlaştığında, onun etkisi ancak geri dönülmez bir bulaşma olarak fark edilir. Bu noktada artık savaşılamaz: Tinsel yaşamın iliği olan Kavram ele geçirilmiştir. Bütün organlara yayılan bir enfeksiyon gibi, bir sabah put düşer ve boş inanç yıkılır.

Kavram (Begriff) kendi kendisine karşı çıkar, kendini kendi olumsuzunda tanır. Bu, Aydınlanmanın tarihsel savaşımının temelidir.

Aydınlanma, inancı yalnızca önyargı, taş ve tahta tapınması olarak temsil eder. Oysa inanç için, bu tapınılan nesneler sadece simgesel anlam taşır. Dolayısıyla Aydınlanma, inancı anlamadan, ona çamur atmaktadır. Aydınlanma’nın inanç üzerindeki etkisi, içeriğini yitirmiş bir inanç yaratır. Ve Aydınlanma da kendinde bir özlem ve leke taşır: onun nesnesi boş saltık Varlık, eylemi de içeriği olmayan bir “öte-yan”dır.

Arı içgörü, edimselleşmesini yararlı’da bulur. Ama henüz bunu kavramaz. Yani metafiziğin bilincine varmıştır ama Kavram olarak henüz tanımamaktadır. Yararlık, inancın eksik olan “edimsellik” yanını tamamlar.

III. Saltık Özgürlük ve Terör

Yararlık öznenin değil nesnenin yüklemidir. Bilinç, Yararlığın kendinden başka bir şey olmadığını fark ettiğinde, onu içselleştirir. Bu iç dönüşüm, yeni bir Tin biçimini: saltık özgürlüğü doğurur. Saltık özgürlük, tüm toplumsal yapıları ve tinsel kütleleri yıkarak yalnızca özbilincin evrensel istencinin egemenliğini tanır. Bu özgürlükte her birey evrensel olanla özdeştir; herkesin eylemi, doğrudan bütünün eylemi olur. Bu durumda özbilinç, kendi özünü bile yadsır: yalnızca evrensel istenç kalır. Bu evrensel istenç kendisini nesneleştirmeye çalıştığında, ancak tek bir biçimde bunu gerçekleştirebilir: ölüme yol açan yıkım olarak. Bu nedenle saltık özgürlük, olumlu bir eylem değil, yalnızca olumsuz eylem (ölüm) üretir.

Hükümet (devlet biçimi), kendisini evrensel istencin somutlaşması olarak koyar ama bu edim, diğer bireyler için dışlayıcı olduğundan evrensel olamaz.

Salt soyut bir evrensellik olarak özgürlük, edimselleşmekte başarısız olur. Ne bir hükümet, ne de bir toplumsal yapı üretebilir.

Özetle: Saltık özgürlük, yalnızca düşünce düzeyinde gerçekliğe erişebilir. Edimsellik alanı terk edilir, Tin kendisini düşünce biçiminde yeniden diriltir. Böylece ahlaksal Tin ortaya çıkar.

C. Kendi Kendisiyle Pekin Tin: Ahlak

Törel (moral) dünya, bireysel özbilinci kendi dışında bir tözde temellendirmişti; ekin (kültür) ve inanç ise bu bireyselliği soyutlamıştı. Ahlakla birlikte özbilinç artık kendi tözünü kendinde bulur: bilgi ile gerçeklik, yani öz ve edimsellik özdeşleşir.

Ahlaksal Dünya Görüşü

Özbilinç artık yalnızca ödev tarafından bağlanan, kendinde ve kendi için geçerli olan, dolaysızca kendi doğası olan bir özdür. Doğa ise ahlak için dışsal ve ilgisiz bir alan olarak kalır: eylemin sonucunu belirleyen ama özbilinç için kayıtsız bir güçtür. Böylece ahlaksal dünya görüşü, bir yanda ödevi temel alan bir özbilinç, diğer yanda doğanın bağımsız yasaları arasında bir çelişki olarak belirir.

Ahlak bilinci mutluluktan vazgeçemez; ama doğa bu uyumu garanti etmez. Bu çelişki, ahlaki özbilincin haksızlığa uğradığını sezmesine yol açar. Yine de usun özünde, bu iki alanın uyumu istenmelidir. Bu uyumun gerçekliği sürekli ötelenir: ahlak bilinci sonsuz bir görevle yükümlüdür. Arı ödev düşüncesi ile duyusallık arasında özsel bir çatışma vardır. Gerçek ahlak bu çatışmanın bastırılması değil, içinden geçilerek birlik sağlanmasıdır.

Ahlak bilinci, tüm edimselliği ödeve göre değerlendirir. Ancak bu birlik hala tasarımsaldır; bilincin dışında, erişilmesi gereken bir erek olarak durur. Bununla birlikte, özbilincin kendinde doğası bu uyumu zaten içerir. Yani kendi doğası ona bu uyumu vaat eder. Hegel bu açmazı üç önerme ile formüle eder:

  1. Bir ahlaksal özbilinç vardır.
  2. Hiçbir eksiksiz ahlaksal özbilinç yoktur.
  3. Yalnızca tasarımsal olarak bir ahlaksal özbilinç vardır.

Bu, ahlaksal edimselliğin hem zorunlu olarak varsayılması hem de daima ertelenmesidir.

Ödevin yerine getirilmesi, karmaşık bir edimsellikle yüz yüze gelir. Bilinç ödevler çokluğu içinde arı ödevi ayırt etmeye çalışır. Ancak her biri belirli içeriklere sahip olduğu için ahlaki özne onları kutsal saymaz.

Edimsel bilinç, kendi eylemini bireysel “ben” olarak gerçekleştirir. Ödevin kutsallığı ise başka bir bilinçte, yani evrensel ödevi bilen ve koyan özbilinçte bulunur. Bu durumda ahlak bilinci kendi ahlakını başkasına yükler: ahlak, kendi dışına düşer.

Ahlak bilinci, eksikliğini tanır ve mutluluğu yalnızca tanrısal bir kayra olarak bekler. Tanrı (saltık Varlık), eksik ama içtenlikli olanı değerlendirir ve mutluluğu bağışlar.

Özetle: Ahlak bilinci, kendinde arı bir ödevdir, ama onun edimselleşmesi hep ertelenir. Bu durum ahlak bilincini bölünmüş bir yapıya mahkûm eder: tüm uyumlar ancak “tasarım” düzeyinde mümkündür. Böylece Tin yeni bir evreye yönelir: ahlaksallığın çelişkisini aşacak olan yeni bir Tin şekline.

İkiyüzlülük

Bilinç önce bir önermeyi koyar (örneğin: ahlaklılık edimsellikte gerçekleşmelidir), ardından bu önermeyi çiğneyerek onun karşıtını ileri sürer (ahlak edimsellikte gerçekleşemez). Bu çelişkiyi sürdürme tarzı, yalnızca bir teorik tutarsızlık değil, aynı zamanda özbilinçli bir ahlaksal ikiyüzlülüktür. Bilinç, hem ahlaksal davranışta bulunur, hem de bu davranışın imkansızlığını teorik olarak savunur.

Bilincin konumlandığı yer, ahlak ile doğanın, ya da arı ödev ile edimselliğin sürekli çatıştığı ara-durumdur. Böylece bilinç, eylemi hem yapar, hem de mahkûm eder. Bu ahlakın temelindeki çelişkinin apaçık göstergesidir.

Bilinç, kendisini eksik olarak tanır ve bu eksiklik üzerinden kendi değerliliğini düşürerek mutluluğu hak etmediğini ima eder. Ama bu eksiklik aynı zamanda ahlaksal yetkinliğe yönelik sürekli bir ilerleme olarak sunulur. Bu ise bir başka çelişki doğurur: çünkü ahlaki ilerleme fikri, ahlakın özündeki “saltık olma” gerekliliğiyle çelişir. Saltık bir ödev niceliksel olarak eksik ya da fazla olamaz. O ya vardır ya da yoktur.

Eksik ahlak bilinci, bu çelişkileri bir kutsal yasa koyucu figürüne havale ederek çözmeye çalışır. Bu figür, ödevi kutsallaştırır, çünkü bilincin kendi başına bunu yapamayacağı kabul edilir. Böylece, dışsal kutsal yasa koyucu figürü, yalnızca bilincin içindeki bölünmenin bir yansımasıdır.

Bu çöküşe karşı bilinç son bir tepki geliştirir: dışsal tasarımlardan, formel sistemlerden, eylem teorilerinden geri çekilir ve doğrudan, dolaysız, saf bir duyunç (vicdan) olarak kendi içine kapanır. Ancak bu geri çekilme de, hala tüm çelişkiyi içeren bir süreçtir: çünkü bilincin sözde duyunç safiyeti, hala bir ikiyüzlülüğün ürünüdür.

Duyunç (Vicdan)

Duyunç, ahlaksal özbilincin çelişkilerini kendi içinde çözerek, arı ödev ile edimsellik arasındaki karşıtlığı ortadan kaldıran bir “kendi” olarak belirir. O, eylemin ne olduğunu başkalarıyla kıyaslamaz; tersine, ödevin ne olduğunu doğrudan bilir ve onu yerine getirir. Bu yönüyle ödev artık dışsal bir yasa değil, duyuncun özbilgisidir.

Duyunç için asıl geçerlik, eylemi ödev olarak bildiği ve bu bilgisini dile getirdiği ölçüdedir. Bu dile geliş (dil), Tinin dışvarlığıdır; orada özbilinç evrensel olarak görünür ve tanınır olur. Bu nedenle duyunç için önemli olan niyetin içerikten çok, bilinçle özdeşliğidir: ne yaptığını, niçin yaptığını bilmesi ve bunu içsel zorunlulukla eylemesi.

Ancak bu noktada karşıtlık yeniden belirir: Duyunç, yaptığını ödev olarak tanımlar, ama başkaları bu eylemi tanımak zorunda değildir. Çünkü ödev, içerik kazandığında (örneğin mülkiyetini arttırmak, ailesini geçindirmek, başkalarına yardım etmek) başkaları bu eylemi çıkarcılık, bencillik ya da korkaklık olarak yorumlayabilir. Böylece duyunç ile evrensel bilinç arasında özdeşlik kırılır, ve duyunç anlaşılmayan özbilinç olarak yalnızlaşır. Bu yalnızlık, kendini içte bilen ve kendine kapanan güzel ruh‘un doğuşudur.

Güzel ruh, dış dünyaya dokunmaktan, eylemde bulunmaktan kaçınır; çünkü edim, içsel arılığı kirletecektir. En sonunda eylemsizlik içinde tükenir. Bu kapanış bir çöküşten çok dönüşüm anıdır. Güzel ruhun iç yaşamı dile döküldüğünde, itiraf gerçekleşir: Ben böyleyim. Bu itiraf, bireyin kendi iç gerçeğini başkasıyla paylaşmaya açık hale gelmesidir. Bu noktada, karşısındaki yargılayıcı bilincin görevi, bu açıklığı tanımaktır. Eğer yargılayan bilinç, bu içsel açıklığa kapalı kalırsa “katı yürek” olarak direnir. Bu, özdeşliği engelleyen asıl engeldir: çünkü Tin, sadece kendinde değil, başkasında da kendini gören bir varlıktır.

Bağışlama bu noktada gerçekleşir. Bağışlama, yalnızca bir davranış değil, özsel bir tanıma devimidir. Katı yürek, kendinden vazgeçerek, başkasının özünü kendi özüne eş kılar. Bu anda Tin, kendinde ve kendi için varlık olarak belirir. Tanınan eylem, artık yalnızca bir bireyin eylemi değil, evrensel bir içerik kazanmış bir Tinsel edimdir. Bu karşılıklı tanıma anı, Saltık Tin’in ortaya çıktığı andır. Saltık Tin, bu karşılıklı bağışlama deviminde edimsel olur—kendi içinde ve kendi karşısında bilinen bir Tin olarak.

E. DİN

7. Din

Hegel burada dini, Tinin kendi bilinciyle olan ilişkisi bağlamında ele alır. Önceki aşamalarda (Bilinç, Özbilinç, Us ve Tin) din dolaylı olarak belirir. Ancak burada, din doğrudan Saltık Varlık’ın bilinçteki tezahürü olarak, yani Tinin kendisini Tanrı olarak bilmesi süreci olarak yer alır.

Din, Tinin kendisini kavramlaştırması ve edimsel hale getirmesidir. Bu yüzden yalnızca Tanrı’ya ilişkin bir bilinç değildir; Tanrı olarak bilinen nesne de Tinin kendi özbilincidir.

Din, Tinin tamamlanışı anlamına gelir. Bilinç → Özbilinç → Us → Tin kıpılarından geçen Tin, sonunda kendisini kendi için bir özne olarak kurar. Ama bu özne henüz tam edimsel değildir. Din, bu öznenin kendi içeriğini dışa yansıtma, yani kendisine Tanrı olarak bakma sürecidir.

Doğal Din (Doğanın Işığı): İlk din biçimi, Tin’in henüz kendisini yalnızca doğal şekillerde ifade ettiği aşamadır. Burada Tanrı kavramı doğrudan doğa imgeleriyle ifade edilir: ışık, güneş, taş, hayvan, elementler.

Sanat Dini (Biçimsel Tin): İkinci aşamada Tin, “kendi” bilinciyle doğayı işler ve şekillendirir. Artık Tanrı doğada değil, insan emeğiyle üretilen simgelerde (tapınaklar, heykeller, yazıtlar) görünür olur. Bu dinin ifadesi sanattır. Bu aşamada, Tin biçimi kendisi üretir; özbilinç kendi yansımasını görür.

Bildirilmiş Din (Kavramın Tini): Son aşama, Tin’in artık kendi “kendi”sini Tanrı olarak bildiği ve dışsallık ile içselliğin özdeşleştiği dindiri Hristiyanlık, Hegel’e göre bu evrimin doruk noktasıdır. Tanrı yalnızca evrensel öz değil, aynı zamanda tikel özbilinçtir. Bu din, duyunç, kavram, özgürlük ve bireyselliği birleştirir. Artık Tin kendini Tanrı’da değil, Tanrı’yı kendinde bulur.

Bu dinlerin dizisi Tinin kendi içinde geçirdiği kıpıların evrensel devimidir.

Din, Tinin kendi kendisini bilinçle kavramaya çalıştığı ama hala biçimle sınırlı kaldığı alandır. Bu şekil doğaya, sanata veya kişisel Tanrı tasarımına dayanabilir. Ama Tin ancak kendi kavramı ile özdeşleştiğinde, yani felsefede kendi şeklini kavrayıp onunla bir olur. Bu nedenle din, Tinin kendi özbilinçli bilgisine doğru gidişidir ama sonuna kadar gitmediği sürece eksiktir. Felsefe, bu eksikliği tamamlar.

BİLDİRİLMİŞ DİN

Sanat Dini, Töz’ün özbilinçle birleştiği aşamaydı: Tanrı bireyin üretiminde belirmiştir ama bu birleşmede hala bir kopukluk vardır: Sanat eseri Tanrı’yı şekillendirir ama onu tam anlamıyla özne yapmaz. Bildirilmiş Din bu mesafeyi kapatır: Tanrısal Varlık, artık doğrudan özbilinç biçiminde belirir: Tanrı, bir insan olarak, bireysel bir özne olarak açığa çıkar.

Bildirilmiş din, Tanrı’nın doğrudan bir birey olarak, duyusal bir varlık olarak “orada” oluşunu savunur Ama bu duyusal varoluş, kavramsal olarak en derin olanla özdeştir. En yüksek olan, aynı zamanda en duyusal olandır.

Din artık kendini Tin olarak bilen Tindir. Töz artık sadece nesnel bir varlık değil, eyleyen, düşünen ve kendini bilen öznedir. Buradaki “Tanrı” kavramı teolojik değil, kavramsal olarak insani özgürlük bilincinin kendisidir.

F. Saltık Bilgi

Bildirilmiş dinin Tini, hala bilincin nesnesi olmamış, yani kendini bilinçli olarak kavramamıştır. Oysa artık olması gereken; nesnenin ortadan kalkması, özbilincin onun kendisi olduğunu bilmesi demektir: yani nesnede kendini tanıması. Bu birlik, hem dinde (kendinde-varlık olarak) hem de seküler bilinçte (kendi-için-varlık olarak) ortaya çıkmıştır. Artık birleşmeleri gerekir: hem öz, hem biçim olarak birliğe ulaşma. Bu birleşme daha önce tasarımsal düzeyde din biçiminde gerçekleşmişti ama burada artık gerçek Kavram düzeyinde olur.

Tinin son biçimi, içerikle özdeş biçim olan bilgidir: Saltık Bilgi. Artık Tin hem içerik (dinde olduğu gibi) hem biçim (kendi olan edim) olarak Kavram’a ulaşır. Bu bilgi, kendini Tin olarak bilen bilgidir.

Bu bilgi, arı olumsuzlukla (ayrım ve çelişkiyle) işler: özbilincin kendi içindeki bölünme devimiyle. Bu bilme, artık görünür bir Tinin bilincidir ve bu, tarihsel bir süreçtir. Tin, gerçek Kavram haline ancak zaman ile gelir. Bu bağlamda tinin görünüşü Zaman’dır çünkü arı Kavram zaman olarak görünür. “Görgülenim” (Erfahrung, Appearance) kavramı burada önemlidir: bilinçte gerçekleşen ve bilince geri dönen içkin süreçtir. Tin, bu süreçte özneye dönüşür. O yüzden Saltık Bilgi, ancak Tinin devimsel öz-bilgisidir.

Bu devim tarih olarak karşımıza çıkar. Bu aşamada artık tüm içerik, Kavram biçimini alır. Bilim, Tinin bu deviminin kendisidir. Artık her kıpı, görüngü değil, Kavram haline gelmiştir. Bilim, içerikle biçimin birliğidir.

Tarih Tinin bilinçli oluşudur. Bu oluş içinde Tin, kendi imgeler dizisini kurar, geçmişini içselleştirerek anımsamada saklar. Bu anımsama sayesinde yeni bir dünyada kendine baştan başlar. Tin’in gelişimi, saltık kavramın tarihsel olarak somutlanmasıdır. Sonuçta Bilim, bu anımsanmış, kavranmış, kendisini bilen Tinin kendisidir.

Hegel burada hangi argümanlara cevap veriyor?

Tinin Fenomenolojisi, yalnızca bir sistem sunumu değil, aynı zamanda Hegel’in kendisinden önceki (ve çağdaşı) düşünürlerle eleştirel bir hesaplaşmasıdır.

  1. Descartes – Kartezyen Temeli: Hegel, Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” formülünü, bilincin kendini ancak başkasıyla ilişki içinde ve tarihsel bir süreçte tanıdığı savıyla aşar. Özne yalnızca düşünmeyle değil, görüngüsel deneyimle var olur.
  2. Kant – Kendinde Şey: Hegel, Kant’ın “kendinde-şey” (nümen) ile bilinemezliği arasında bıraktığı uçurumu eleştirir. Ona göre bilgi, kavram ile şeyin özdeşliğidir; “kendinde-şey”in aşılamazlığı yerine, diyalektik bilgiyle aşılabilirliğini savunur.
  3. Fichte – Ben’in Tüm Gerçekliği Kurması: Fichte’nin her şeyi “Ben”in edimiyle açıklamasına karşı Hegel, Tinin yalnızca kendinde değil, kendi dışına çıkarak yeniden dönmesiyle gerçek olduğunu vurgular. Salt “Ben” değil, onun ötekisiyle çatışması belirleyicidir.
  4. Schelling – Özdeşlik Felsefesi: Schelling’in “doğa ile tin özdeştir” savı, Hegel’e göre soyut ve donuktur. Hegel, gerçekliğin özdeşlik değil, karşıtlıkların çelişki içinde birliği (diyalektik) olduğunu gösterir.
  5. Hume – Ampirizm ve Nedensellik Eleştirisi: Hegel, Duyusal Pekinlik bölümünde Hume’un tümevarımcı nedensellik anlayışı için; duyusal bilincin daima çelişkiyle sonuçlanacağını belirtir.
  6. Locke – Deneyimci Ben ve Tabula Rasa: Locke’un bilinç anlayışı (bilgi=duyusal deneyim) Hegel’e göre yetersizdir. Çünkü bilinç sadece pasif bir alıcı değil, kendini kuran aktif bir süreçtir.
  7. Spinoza – Töz ve Determinizm: Spinoza’nın tek-tözlü evren tasarımı, bireysel özbilinci siler. Hegel, Spinoza’nın töz kavramını benliksiz bulur ve onun sistemini özgürlüğü dışlayan bir panteizm olarak eleştirir. Hegel’e göre töz, özne olmalıdır.
  8. Son olarak Hristiyan Teolojisindeki Aşkın Tanrı: Hegel’de Tanrı artık aşkın değil, özbilinçli Tinin kendisidir. Böylece metafizik teoloji, yerini diyalektik-felsefi dinselliğe bırakır.