Gabor Mate – Vücudunuz Hayır Diyorsa – Kitap Özeti

Gabor Maté’nin Vücudunuz Hayır Diyorsa adlı kitabı, 2003 yılında yayımlandı. Kitap, Dr. Gabor Mate’nin uzun yıllar boyunca kronik hastalıklar, stres ve duygusal bastırma üzerine edindiği deneyimlere dayanıyor. Maté, sadece bedensel belirtilere odaklanan geleneksel tıp anlayışının yetersiz kaldığını savunarak, çocukluk travmaları, hayır diyememe ve duyguların bastırılması gibi etkenlerin hastalıkların ortaya çıkışında önemli rol oynadığını ortaya koyuyor.

Gabor Mate’nin bir diğer kitabı olan Normal Efsanesi’nin özetini de ayrıca okumanızı öneririm.

1. BÖLÜM – BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ

Mary, kırklı yaşlarında, mülayim ve utangaç bir kadındır; sekiz yıl boyunca Dr. Maté’nin hastası olmuştur. Hastalığının başlangıcı oldukça masum görünür: İğne yarası kapanmaz ve zamanla Raynaud fenomeni teşhisi konur. Damarların daralmasıyla dokular oksijensiz kalır, Mary’de kangren oluşur ve parmağı kesilir. Ancak hastalık durmaz; skleroderma teşhisi konur. Bu otoimmün hastalıkta bağışıklık sistemi, bedene saldırarak organlarda sertleşmeye yol açar. Skleroderma ve benzeri hastalıklar (lupus, ülseratif kolit, MS, romatoid artrit vb.) bağışıklık sisteminin kendine saldırmasıyla karakterizedir. Tıbbi yaklaşım, hastalığı yalnızca biyolojik parametrelerle anlamaya çalışır; ancak hastalığın psikolojik boyutları ihmal edilir. Mary’nin doktorları dahil kimse, onun duygusal geçmişini veya içsel çatışmalarını sorgulamaz.

Mary’nin sessizliği ardında travmatik bir çocukluk yatar: Kötü muameleye uğramış, terk edilmiş ve birçok koruyucu ailede kalmıştır. Küçük yaşta kız kardeşlerine kol kanat germek zorunda kalmış, ama kimse onu korumamıştır. Bu erken dönem koşullanmalar sonucunda Mary, duygularını bastırmayıbaşkalarının ihtiyaçlarını kendi önüne koymayı öğrenmiştir.

Mary’nin hastalığı ilerlerken bile çocuklarına ve eşine bakmak birinci önceliğidir. Dr. Maté şu kritik soruyu sorar: “Skleroderma bu kendini feda etme zorunluluğuna bedenin verdiği bir yanıt mıydı?” Bedeni, zihnin yapamadığını yaparak hayır demeyi öğrenmeye zorlamış olabilir.

Calgary Üniversitesi’nden Prof. Noel Hershfield, Maté’yi destekleyen bir mektup yazar: Psikonöroimmünoloji adlı yeni bilim dalı, zihin, sinir sistemi, bağışıklık ve hormonlar arasında güçlü ilişkiler olduğunu ortaya koymaktadır. Bazıları bu alanı, psikonöroimmünoendokrinoloji olarak adlandırır. Yani bilim artık, duyguların hücresel düzeyde bağışıklığı etkilediğini ortaya koymaktadır.

Maté’nin hastalarının çoğunda ortak bir dinamik vardır: Hayır diyememek ve başkalarının duygusal ihtiyaçlarına boyun eğmek. Mary gibi pek çok hasta, bu içsel baskıyı hastalıkla ödemektedir. Bu kişiler, sosyal olarak farklı görünseler bile, temel duygusal baskı aynıdır. Stresin hastalığa dönüşmesi, sadece dramatik olaylardan değil, sürekli bastırılan duygulardan kaynaklanır. Bastırma; duyguların bilinçten uzaklaştırılmasıdır ve bağışıklık sistemini şaşırtarak ona zarar verebilir.

Zihin ve beden arasındaki “bağlantı” kavramı bile sorunludur; çünkü aslında ayrım yoktur. Bu yüzden Maté, “zihinbeden” kavramını önerir. Sokrates bile tıbbın hatasını, zihni bedenden ayırmak olarak tanımlar; psikonöroimmünoendokrinoloji’den yüzyıllar önce.

2. BÖLÜM – GERÇEK OLAMAYACAK KADAR USLU BİR KIZ

Natalie, oğlunun uyuşturucu rehabilitasyonundan çıktığı ve kocası Bill’e bağırsak kanseri teşhisi konduğu stresli bir dönemde, vertigo nöbetleri yaşamaya başlar. Yapılan beyin MR’ı, multipl skleroz (MS) ile ilişkili miyelin hasarlarını gösterir. MS, sinir hücrelerinin çevresindeki miyelin kılıfının hasarıyla karakterize bir demiyelinizan hastalıktır. Belirtiler vücutta hasarın olduğu yere göre değişir: görme kaybı, kas güçsüzlüğü, denge bozuklukları ve en yaygını derin yorgunluk. Natalie, hastalığın semptomlarını genellikle kendisini geçici olarak rahat hissettiği dönemlerde yaşar. Örneğin, eşini şehir dışına gönderip kendine zaman ayırabildiğinde bir atak geçirir. Bu örnek, Maté’nin temel savını yansıtır: “Vücut, zihnin söyleyemediğini söyler.”

Natalie, sürekli bir yardımcı rolü üstlenmiş; eşi içki içtiğinde onu idare etmiş, çocuklarının ve ailesinin yükünü omuzlamıştır. MS’in ortaya çıkışı bu yüklerin hafiflemesiyle, yani onun için “tehdit” ortadan kalktığında gerçekleşmiştir. Vücut, sürekli bastırılan sınır ihlallerine ve duygusal tükenmişliğe ‘dur’ demektedir.

Lois, izole bir Kuzey Kutbu kasabasında, dengesiz ve öfkeli bir adamla yaşadığı travmatik ilişkinin ardından MS olur. Kadın olarak temel beklentisi “saygı”dır, ancak bu uğurda fiziksel ve duygusal şiddete maruz kalmayı kabullenir. Bu özveri, çocukluğunda annesiyle yaşadığı onay ihtiyacının yeniden sahnelenmesidir: “Gerçek olamayacak kadar uslu bir kızdım.”

Stresle bağlantılı hastalıklar cezalar değildir; bastırılmış duyguların ve sınır ihlallerinin vücutta yarattığı sonuçlardır.

Multipl sklerozun genetik yatkınlıkla açıklanabileceği varsayılır, ancak bu yatkınlık tetikleyici çevresel faktörler olmadan hastalığa dönüşmez. Rosner gibi geleneksel görüşler, stresin bu süreçteki rolünü reddeder. Ancak Maté, otoimmün yanıtların ve bağışıklık sisteminin zihinsel ve duygusal faktörlerle doğrudan etkileşim içinde olduğunu belirtir. Stres, ‘kaç ya da savaş’ yanıtını bastırdığında, bağışıklık sistemi saldırıyı içe yöneltir.

3. BÖLÜM – STRES VE DUYGUSAL YETERLİK

Hans Selye’nin The Stress of Life adlı eseri, stresin yalnızca dışsal olaylarla sınırlı olmadığını, organizmalar arasındaki sürekli bir etkileşim sonucu ortaya çıktığını ileri sürer. Hücrelerimizin davranışı ile gündelik yaşamdaki davranışımız arasında ilişki vardır. Bu bakış açısı, stresin hem fizyolojik hem de duygusal bağlamda birleştirilmesini zorunlu kılar.

Maté, tıbbi literatürdeki indirgemeci stres tanımını eleştirir: Tıp, stresi sadece ani işsizlik, boşanma, ölüm gibi münferit olaylarla sınırlar; oysa daha zararlı olan şey, fark edilmeyen ve içsel olarak yapılandırılmış kronik streslerdir. Bu kronik stres, kişide çocuklukta yerleşmiş ve artık “normal” sayılan bir içsel gerilim halidir.

Stres bir duygu değil, bedensel bir süreçtir. Bilinçli olarak hissedilmeden de yaşanabilir. Bitkilerde, hayvanlarda ve hatta hücre kültürlerinde bile stres yanıtı gözlenebilir. Dolayısıyla “gerginlik” hissetmeden de stres altında olmak mümkündür. Stresin fizyolojisi, organizmanın bir tehdit algısına karşı verdiği beyin-kimya-bağışıklık düzlemindeki tepkiler bütünüdür. Tehdidin bilinçli farkındalıkla algılanması gerekmez; organizma otomatik olarak strese girer. Travmanın kendisi kadar, travma beklentisi de aynı ölçüde stres tepkisini tetikleyebilir.

Maté, stres deneyimini üç unsur üzerinden açıklar:

  1. Stres Uyaranı: Fiziksel veya duygusal tehdidi temsil eder.
  2. İşletim Sistemi: Bu tehdidi yorumlayan sinir sistemi.
  3. Fizyolojik Tepki: Hormonlar, bağışıklık sistemi ve davranış düzeyinde gerçekleşen değişimler.

Bu bileşenlerin her biri kişiden kişiye değişir. Stresin şiddeti yalnızca olayın doğasına değil, kişisel geçmiş, kişilik yapısıve o anki psikolojik duruma da bağlıdır. Bu nedenle stres deneyimi bireyseldir ve bir kişisel tarih meselesidir.

Stres yanıtı hipotalamus–hipofiz–böbreküstü bezi (HPA aksı) üzerinden işler. Hipotalamus CRH (kortikotropin salgılatıcı hormon) salgılar → hipofiz ACTH (adrenokortikotropin hormonu) salgılar → bu da böbreküstü bezlerinden kortizol salgılanmasını sağlar. Kortizol, bağışıklık sistemi, kemikler, sindirim sistemi gibi hemen her sistem üzerinde etkili bir stres hormonudur. Bu süreç, organizmanın tehdit karşısında özdengesini koruma çabasıdır. Ancak kronikleştiğinde bağışıklık sistemini baskılar, kemik erimesine, ülserlere, hatta kansere zemin hazırlayabilir.

Akut stres hayatta kalmamızı sağlarken, kronik stres, sistemin sürekli alarma geçirilmesiyle bağışıklık sistemini tüketir. Alzheimer hastası eşine bakan bireylerin bağışıklık sistemi baskılanmıştır; grip aşısı bile etkili olamamaktadır. Öğrencilerde yapılan deneyler, sınav dönemlerinde yara iyileşmesinin geciktiğini ortaya koymuştur.

Duygusal yeterlik:

  • Duyguları hissedebilme,
  • Etkili ifade edebilme,
  • Geçmiş ile şimdiki zamandaki ihtiyaçları ayırt edebilme becerilerini kapsar.

Bu beceriler eksik olduğunda özdenge bozulur ve kronik stres sağlığı tehdit eder. Kitaptaki birçok hasta öyküsünde bu eksikliğin izleri mevcuttur. Sağlığımızı korumak ve iyileşmek için duygusal yeterlik geliştirmeliyiz; çocuklarımızda bunu beslemek ise en etkili önlemdir.

4. BÖLÜM – DİRİ DİRİ GÖMÜLMEK

Gabor Maté, hastalıkların kişilik yapıları ve duygusal tarihçelerle olan bağlantısını araştırırken, birçok ALS (Amyotrofik Lateral Skleroz) hastasının “iyi insan” rolüne fazlasıyla uyum gösterdiğini, ancak bu “iyiliğin” özde kendine yabancılaşma ve duygusal yoksunlukla iç içe geçtiğini ileri sürer.

Bu hastalığın gelip bulduğu insanlar çoğu zaman başkaları tarafından çok ‘iyi’ olduğu düşünülen kişilerdir. Fakat bu iyilik, çoğu kez kendi öz duygularının ve ihtiyaçlarının bastırılması pahasına yaşanır. Bu kişiler, başkalarının beklentilerini karşılamak adına kendi sınırlarını ihlal ederken, bedenleri zamanla alarm verir.

  • Laura çocukluğundan itibaren annesinin ölümüyle birlikte evin “kadını” olmak zorunda kalmış, kardeşlerinin bakımını üstlenmiş ve özverili bir yetişkin olarak şekillenmiştir. ALS’ye yakalandıktan sonra bile konuklarını ağırlamaktan vazgeçememesi, içselleştirdiği özveri rolünün nasıl sürdüğünü gösterir.
  • Sue Rodriguez kamuoyunda ölüm hakkı mücadelesiyle tanınmış olsa da, Maté onun ailesinden duygusal destek görmeyen, yalnız ve kırılgan bir figür olduğunu ortaya koyar. Onun davası, özünde şu sorunun yankısıdır: “Hayatımın sahibi kim?”
  • Stephen Hawking örneği, ALS ile mücadelede istisnai bir başarıyı temsil eder. Ancak Maté, Hawking’in duygusal olarak mesafeli ve ihmal edilmiş bir ailede büyüdüğünü ve hastalığın, onun “saldırgan” entelektüel yönünü serbest bırakmasına alan açtığını ileri sürer. Hawking’in başarısı, büyük ölçüde eşi Jane’in özverili desteğine dayanır.

ALS, kendini yenileme gücünü kaybederek tükenmiş bir sinir sisteminin sonucu olabilir.”Sinir sistemi, bir ömür boyu bastırılan duygular ve özveriyle işlevsiz hale gelir. Maté’ye göre, bu bastırma örüntüsünü kırmak, hastalığın ilerleyişine karşı bir tür direnç olabilir.

5. BÖLÜM – ASLA YETERİNCE İYİ OLAMIYORUM

Tıp camiası, meme kanseri ile stres arasındaki bağlantıyı çoğu zaman dışlamaktadır. British Medical Journal’da yayımlanan bir çalışmada, stresli yaşam olaylarının kanserin tekrarlamasına neden olmadığı sonucuna varılmıştır. Maté, bu indirgemeci yaklaşımı eleştirerek stresin biyolojik etkilerine odaklanır. Genetik faktörlerin yalnızca %7’lik bir etki oranına sahip olduğu, buna karşın çevresel ve duygusal faktörlerin çok daha belirleyici olduğunu ortaya koyar. Stres hormon üretimini, bağışıklık sistemini ve beyin işlevlerini etkileyen bir süper sistemle etkileşimdedir. Bunlar birbirinden ayrı dört sistem değil… yekpare bir süper sistemdir.

Meme kanseriyle ilişkilendirilen stres çoğu zaman kronik ve gizlidir, çocukluk dönemindeki duygusal yoksunluk ve bastırma yetişkinlikte hastalığa zemin hazırlar. Araştırmalar, aşırı fedakâr, sosyal destekten yoksun, duygularını bastıran kadınların meme kanserine daha yatkın olduğunu göstermektedir. Bir çalışmada sadece psikolojik profillerden yola çıkarak hastaların %94’ünde kanseri doğru tahmin edebilmek mümkün olmuştur. Almanya’daki benzer bir çalışmada bu oran %96’dır. “Aşırı öfke bastırılması”, meme kanseri hastalarında en sık gözlenen özelliklerden biridir.

Maté, psikolojide çocukluk travmalarının, özellikle stresle başa çıkma mekanizmaları üzerindeki etkisinin sistematik biçimde ihmal edildiğini vurgular. Aynı olay, bireyin çocukluktan getirdiği başa çıkma kapasitesine göre farklı etkiler yaratır. Bu da, stresin nesnel bir durum değil, öznellikten doğan bir deneyim olduğunu kanıtlar.

6. BÖLÜM – ANNE, SEN DE BUNUN BİR PARÇASISIN

Bölüm, Barbara Ellen’ın ölüm döşeğinde annesinden “ölmesine izin vermesini” istemesiyle başlar. Annesi, doktorun bu ricasına başlangıçta şiddetle karşı çıkar ve kızını bırakmak istemez. Ancak kızının ıstırabını gördükten sonra, sonunda onun vedasına izin verir. Barbara, annesinin elini tutarak “her neredeyse orada onu bekleyeceğini” söyler ve ertesi sabah ailesinin kollarında hayatını kaybeder. Barbara, konvansiyonel tedavileri reddetmiştir. Maté’ye göre bu tür tıbbi tercihler sadece biyolojik değil, aynı zamanda psikolojik ve ilişkisel faktörlerin sonucudur.

Barbara’nın annesi Betty ile ilişkisi, yoğun öfke ve kırgınlıkla örülüdür. Son altı ayında Barbara sık sık annesine öfke gösterir. Betty, bu durumu ilk başta anlamlandıramasa da, zamanla kızının iç dünyasını kavramaya çalışır. Kansere yakalanan insanlar, hayır demek ve öfkelerini ifade etmek konusunda zorluk çeker. Barbara’nın “kanseri kendisinin davet ettiğini” söylemesi, bu bilinçli içgörünün dramatik bir ifadesidir. Kendi ıstırabımızı göremediğimiz sürece çocuklarımızın ıstırabını da göremeyiz. Bu, ebeveynlikte en tehlikeli körlüktür çünkü çocuğun acısını görünmez kılar.

Maté’nin temel savlarından biri, bastırılmış duyguların ve öz benlikten kopukluğun bedensel hastalıkları tetiklediğidir.

7. BÖLÜM – STRES, HORMONLAR, BASKILAMA VE KANSER

Bu bölümde Gabor Maté, kanserin yalnızca biyolojik bir hastalık olmadığını, aynı zamanda psikolojik baskılamalar ve kronik stresin fiziksel düzeyde bağışıklık sistemi ve hücresel mekanizmalarla etkileşime girerek kanser gelişimine katkıda bulunduğunu ileri sürer. Özellikle öfke bastırma, duyguların ifade edilememesi ve erken yaşam travmaları HPA aksı üzerinden bağışıklık sistemine zarar verir.

Sigara içmenin akciğer kanserine yol açtığını söylemek tek boyutlu bir açıklamadır. Sigara, kuşkusuz önemli bir risk faktörüdür; ancak sigara içen herkesin kanser olmaması, başka etkenlerin de devrede olduğunu gösterir: “A faktörü B’ye yol açıyorsa, A’nın olduğu her durumda B’nin de olması gerekir.”

İngiliz göğüs cerrahı David Kissen’in araştırmalarına göre, duygularını bastıran erkeklerde akciğer kanseri riski 5 kat artar. Hatta sigara içip içine çekmeyen ama yoğun duygusal baskı altında olan bireylerde kanser daha yaygındır. Bu, bastırılmış duygular ile sigaranın sinerji içinde çalıştığını ve duygusal baskılamanın fiziksel zararı artırabileceğini gösterir.

Zihin-Beden İlişkisi ve Psikonöroimmünendokrinoloji (PNİ)

Maté, zihin ve bedenin ayrı sistemler olmadığını vurgular. Modern bilim, psikoloji, bağışıklık, endokrin ve sinir sistemleri arasında sürekli ve yoğun bir iletişim olduğunu ortaya koymuştur. Bu süper sisteme psikonöroimmünendokrin sistem (PNİ) adı verilir. Lenfositler (bağışıklık hücreleri) endorfin gibi kimyasallar salgılayabilir; bu da bağışıklık sistemi ile duyguların ne kadar yakın bağlantıda olduğunu gösterir.

Hipotalamus, hipofiz ve böbreküstü bezlerinden oluşan HPA aksı, stres karşısında vücudu savunmaya geçirir. Kortizol ve adrenalin salgılayarak “kaç ya da savaş” tepkisini aktive eder. Ancak belirsizlik, kontrol kaybı, bilgi eksikliği gibi psikolojik faktörler bu aksı kronik olarak uyarır. Bu da bağışıklık sistemi üzerinde zararlı bir etki yaratır ve kanser gibi hastalıklara zemin hazırlar.

Sigara gibi dış faktörler hücre DNA’sına zarar verebilir, fakat vücut bu zararı genellikle tamir eder. Ancak kronik stres, DNA tamir mekanizmalarını bozar. Apoptoz (programlanmış hücre ölümü) bastırıldığında, hasarlı hücreler çoğalmaya başlar. Duyguların bastırılması, kronik kortizol salgısına yol açar ve bu da apoptoz sürecini sekteye uğratır.

Kanserin gelişmesi çoğu zaman dışsal değil, bozulmuş iç ortam ile ilişkilidir. Normalde bağışıklık sistemi mutant hücreleri tanıyıp yok eder. Ancak kronik stres altında bu görev yerine getirilemez. PNİ sistemi, bu noktada hem bastırılmış bağışıklığı hem de kanserin ilerlemesini etkiler.

Duyguları ifade edememek, özellikle öfkeyi bastırmak, kansere zemin hazırlayan en tutarlı psikolojik risk faktörüdür. Bu, soyut bir özellik değil; fizyolojik stresin organizmaya yüklediği bir baskıdır.

8. BÖLÜM – BURADAN İYİ BİR YERE VARILIYOR

Bölüm, Ed adlı bir hastanın prostat kanseri teşhisiyle başlar. Prostat kanserinin hormonla olan bağlantısı bilinmesine rağmen, psikolojik etkilerin rolü tıp literatüründe göz ardı edilmektedir. Oysa Ed’in hayatı, bastırılmış öfke, özveri ve “hayır diyememe” temaları etrafında şekillenmiştir: Ed, küçük yaşta babası tarafından dövüldüğünü anlatır ve bu durumun suçluluk ve bastırma alışkanlıklarını tetiklediğini kabul eder.

Testosteronun prostat kanseri üzerindeki etkisi, sadece hormon düzeyiyle açıklanamaz. Genetik faktörler bazı etkiler sunsa da, çevresel ve sosyo-psikolojik etkenler çok daha belirleyicidir. Özellikle Afro-Amerikanlar arasındaki yüksek prostat kanseri oranı, genetikten ziyade ırkçılığın ve sistematik stresin etkisiyle açıklanır. Nijeryalı siyah erkekler aynı genetik özelliklere sahip olmalarına rağmen bu hastalığa çok daha az yakalanmaktadır.

Evlilik gibi duygusal bağların varlığı, prostat kanserine yakalanma oranlarını düşürebilmektedir. Evli olmayan, dul veya boşanmış erkekler daha yüksek risk taşır. Bu bağlamda, duygusal izolasyonun fiziksel hastalıklara davetiye çıkardığı yönündeki bulgular dikkat çekicidir.

Maté, insanı merkeze alan bir bütüncül yaklaşımın prostat ve testis kanseri gibi hastalıkların tedavisinde olmazsa olmaz olduğunu vurgular. Bu yaklaşım, sadece fiziksel değil, kişinin ruhsal geçmişini, duygusal örüntülerini ve yaşam koşullarını da dikkate alır. Prostat kanseri bir tehditten ziyade, yaşamı yeniden gözden geçirme çağrısı olabilir.

9. BÖLÜM – KANSER KİŞİLİĞİ DİYE BİR ŞEY VAR MI?

Bu bölüm, genç yaşta habis melanomdan ölen Jimmy’nin hikâyesiyle açılır. Jimmy evlenmeden beş gün önce palyatif bakımda vefat eder. Eşi Linda sekiz aylık hamiledir. Linda onun duygularını nadiren ifade ettiğini, her gün içki içtiğini ve içtiğinde sevgi dolu ama ağlamaklı birine dönüştüğünü söyler.

1984’te yapılan bir çalışmada, melanom hastalarının fizyolojik stres tepkilerinin farkında olmadıkları, yani bu tepkileri inkâr ettikleri bulunur. Deneklere stres uyandırıcı cümleler içeren slaytlar gösterilirken fizyolojik tepkiler ölçülür. Kalp hastaları ile karşılaştırıldığında melanom hastalarının duygusal bastırmaları çok daha yüksek düzeydedir.

C Tipi Kişilik: aşırı uyumlu, pasif, iddiasız, duygularını bastıran ve çatışmadan kaçınan kişilik tipi. Kanaatimizce, başta öfke olmak üzere ‘negatif’ duyguları gizler veya bastırırken, güçlü ve mutlu bir görüntü çizmeye gayret ederler.

Maté, bu başa çıkma mekanizmalarının sabit kişilik yapıları değil, çocuklukta gelişen savunma biçimleri olduğunu vurgular: Kontrolcü olmak gibi doğuştan gelen bir insan temayülü yoktur. Kontrol güdüsü, derin bir anksiyeteye yanıt olarak gelişen obsesif bir başa çıkma tarzıdır.

Melbourne’de yapılan büyük ölçekli bir çalışmada, kolorektal kanseri olan kişilerle benzer sosyoekonomik özelliklere sahip bir kontrol grubu karşılaştırılır. Kanser hastalarında şu karakter özellikleri anlamlı düzeyde daha sık gözlemlenir: öfke veya diğer negatif duyguları bastırma, dışarıya ‘iyi’ insan görüntüsü verme, çatışmadan kaçınma. Ayrıca bu bireylerin çocukluk veya yetişkinlik döneminde mutsuzluk yaşadıklarını belirtme oranları daha yüksektir. Bu sonuçlar daha önce meme kanseri, prostat, lösemi ve melanom hastalarında da kaydedilen eğilimlerle örtüşmektedir.

Johns Hopkins Uzunlamasına Araştırmasında Kanser hastası olanların grubu, duygularını en az ifade eden ve ebeveynlerinden en uzak olan grup olarak belirlenmiştir. En düşük kaygı, depresyon ve öfke seviyeleri başlangıçta bu bireylerde kaydedilmiş; bu da aslında bastırmanın bir işareti olarak değerlendirilmiştir. Araştırmacılar: Kanser hastalarının, ihtilaflı dürtüleri ve duyguları diğer insanlardan daha yüksek bir oranda inkâr etme ve bastırma eğilimi gösterdiği sonucuna varmıştır.

Birçok insanın sabit karakter özellikleri gibi gördüğü davranış biçimleri aslında çocuklukta geliştirilmiş savunma mekanizmalarıdır. Maté, 25 yıllık klinik deneyiminde hiçbir hastanın “çocukken üzüldüğümde kiminle konuşacağımı bilirdim” dediğini duymadığını söyler. Bu bastırma biçimi çoğu zaman ebeveynlerin duygusal olarak çocuklarına odaklanamayacak kadar meşgul, endişeli veya tükenmiş olmalarından kaynaklanır.

Beden, çocuklukta öğrenilen sessizliği bir gün yüksek sesle dile getirir.

10. BÖLÜM – YÜZDE 55 ÇÖZÜMÜ

Bu bölüm, Martha’nın on beş yılı aşkın süredir yaşadığı Crohn hastalığı deneyimiyle başlar. Martha, üçüncü çocuğunu doğurduktan kısa süre sonra bağırsak kanamaları, kansızlık, ateş ve yorgunluk gibi semptomlarla baş ederken aynı zamanda genç yaşta üç çocukla yalnız kalmış, eşiyle birlikte Arizona’ya taşınmış, istemediği bir hayata mahkûm olduğunu hissetmiştir. Martha’nın hastalık başlangıcı, kocasının sadakatsizliği ve yalnızlık hissiyle örtüşür. Daha sonra da, hastaneden her taburcu edilişinde kanamanın başlaması, onun bilinçdışı bir şekilde evliliğe dönmeye karşı duyduğu tepkiyle ilişkilendirilir. Martha’nın hastalığı, psikosomatik düzeyde derin bir anlam kazanır.

Crohn hastalığı ve ülseratif kolit, bağırsakların farklı katmanlarını etkileyen, inflamatuvar özellikte kronik hastalıklardır. Tıbbi literatürde bu hastalıklar hâlâ “idyopatik”, yani nedeni bilinmeyen olarak tanımlansa da, hastaların çoğu kendi sezgileriyle stresle bağlantı kurmaktadır.

Dr. Douglas Drossman gibi öncü gastroenterologlar, İBH’nin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda sıkıntı dolu yaşamların bir ifadesi olduğunu savunur. Vücutta bağışıklık sistemi, iltihap düzenleyici ve iltihap karşıtı moleküller arasında hassas bir denge kurar. Duygusal stres, bu dengeyi bozarak bağırsak mukozasında iltihabı tetikleyebilir. Sinir sistemi, bağırsaklardaki bağışıklık sistemiyle doğrudan bağlantılıdır. Stresli duyguların, nöropeptitler aracılığıyla bağışıklık hücrelerini iltihap üretimine yönlendirdiği gösterilmiştir.

Dr. Hershfield, plasebonun düşünce gücüyle değil, somut fizyolojik süreçlerle ilişkili olduğunu savunur. Klinik deneylerde, plaseboya verilen yanıtın %55’e kadar çıkması, iyileşme kapasitesinin kişinin psikodinamiğiyle doğrudan ilgili olduğunu göstermektedir. İyileşme, dışsal müdahaleden çok, içsel kaynakların seferber edilmesiyle mümkündür.

11. BÖLÜM – İŞ KAFADA BİTİYOR

Patricia ve Fiona gibi hastaların İrritabl Bağırsak Sendromu (İBS) fiziksel bir bozukluk saptanamayan ama semptomlar yaşayan hastaları tanımlar. İBS, sanayileşmiş toplumlarda nüfusun yaklaşık %17’sini etkiler. Ancak semptomları yaşayan pek çok kişi, ya ciddiye alınmadıkları için ya da teşhis konulamayacağını düşündükleri için doktora başvurmaz.

Güncel araştırmalar İBS’nin sadece bağırsak değil, beyin ve sinir sistemiyle de ilgili olduğunu göstermektedir. Beyin taramaları, İBS hastalarının alın korteksinde —duygusal hafızanın merkezi— anormal aktivasyon gösterdiğini ortaya koymuştur. Alın korteksi, geçmiş duygusal deneyimlere göre algıyı yorumlayan bölgedir.

Araştırmalar, İBS hastalarının büyük bir kısmında çocukluk döneminde fiziksel veya cinsel taciz yaşandığını göstermiştir. Ancak taciz olmadan da düşük ağrı eşiği gelişebilir. Patricia’nın çocukluğunda istenmeyen bir çocuk olduğu algısıyla büyümesi, bu duruma güçlü bir örnektir. Annem hep ‘Sana yanlışlıkla bu aileye verdiler’ derdi. Bu tür duygusal yükler, ağrı eşiklerini düşürerek bireyleri kronik rahatsızlıklara açık hale getirir.

Maté, karın ağrısının yalnızca bir semptom değil, bilinçdışı tarafından gönderilen bir mesaj olduğunu savunur: Görmezden gelinen duygusal sinyaller fiziksel sinyale dönüşür.

İBS tedavisinde, bilişsel davranışçı terapilerin uzun vadeli etkili olduğu kanıtlanmıştır. Sadece sekiz seanslık grup terapisi bile iyileşme sağlamıştır.

12. BÖLÜM – ÖNCE BAŞIM ÇÜRÜYECEK

Alzheimer hastalığının modern çağda özellikle yaşlanan nüfus için korkutucu bir salgına dönüşmüştür. 1999 yılı itibariyle ABD’de dört milyon insan bu hastalıkla yaşıyordu; bu sayının 2050’ye kadar 15 milyona ulaşması beklenmektedir.

Alzheimer’ın zihinsel çöküşü ne kadar acımasızca ilerlediğini, bir hastanın sözleriyle anlatır: Kendinizin, tüm içinizin ve dışınızın paramparça olduğunu hissedebiliyorsunuz. Bu tanıklık, bireysel farkındalığın ve öz benliğin yavaş yavaş yok oluşuna tanıklık etmeyi ifade eder. Önce başım çürüyecek ifadesi, hastalığın zihinsel yıkımını sezgisel olarak tanımladığı andır.

Alzheimer’ın erken evrede etkilediği yapılar arasında yer alan hipokampus, hem hafızadan hem de stres düzenlemeden sorumludur. Kronik kortizol (stres hormonu) seviyeleri hipokampusu küçültebilir. Maté burada, Alzheimer ile kronik stres arasındaki bağlantıyı kurar.

Düşük dilsel becerilere sahip genç rahibelerin daha sonra Alzheimer’a yakalanma oranının yüksek olduğu; buna karşılık zengin dil kullananların hastalığa karşı korunduğu bulunmuştur. Dilsel zenginlik, erken dönemdeki duygusal bağların bir yansımasıdır.

Maté kendi klinik pratiğinden, Alzheimer hastalarının geçmişlerinde duygusal travma, erken kayıp ve bastırma örüntüsüne dikkat çeker. Birçok hasta çocuklukta travmatik olaylar yaşamış, ilgisiz ebeveynlerle büyümüştür. Bu örnekler, travmatik duyguların bastırılmasının uzun vadeli fizyolojik etkilerine işaret eder.

13. BÖLÜM – BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİN KAFASI KARIŞTI

Duygusal bastırma ve kronik stres, otoimmün hastalıkların temel tetikleyicisidir. Otoimmün hastalıklarda, bağışıklık sistemi vücudun kendi dokularına saldırır. Bunun psikolojik yansıması, kişinin kendi ihtiyaçlarını inkâr etmesi, öfkesini bastırması ve kendi varlığını ihmal etmesidir. Maté, romatoid artrit, lupus, skleroderma ve ankilozan spondilit gibi hastalıkların, kendisine ait olanla olmayanı ayırt edememe psikodinamiğiyle doğrudan bağlantılı olduğunu ileri sürer.

Romatoid artrit hastalarının ortak özellikleri arasında mükemmeliyetçilik, yetersizlik hissi ve öfkenin inkârı yer alır. Bowlby’nin savunma amaçlı dışlama olarak adlandırdığı bu mekanizma, kişinin yaşadığı travmatik bilgiyi farkında olmadan zihninden uzaklaştırmasına yol açar. İfade edilmeyen öfke, kişinin kendi benliğine yönelir. Bu da, bağışıklık sisteminin kendi bedenini “yabancı” görmesine neden olur.

Duygular, bağışıklık sistemi kadar hayatta kalmak için gereklidir. Öfke gibi duyguların işlevi, tehdit ile mücadele etmeyi sağlar. Ancak bastırılan öfke, bağışıklık sistemini yanıltır. Sınırlar bulanıklaştığında, bağışıklık hücreleri kendine saldırır. Öfke gibi duyguların amacı tehditleri bertaraf etmektir; bağışıklık sistemi de benzer şekilde dış tehdide karşı vücudu korur. Her iki sistemin temel görevi: kendine ait olanı ayırt edebilmektir. Eğer birey psikolojik düzeyde bu ayrımı yapamazsa, bağışıklık sistemi de yapamaz.

Evren, çocuklukta öğrenilememiş dersleri yetişkinlikte hastalıklar aracılığıyla öğretir.

14. BÖLÜM – HASSAS BİR DENGE: İLİŞKİLERİN BİYOLOJİSİ

Maté, çocuklukta yaşanan bir ameliyat örneğiyle başlar: Hastane personeli, çocuğun anestezi altına girene kadar anne babasının yanında bulunmasına ilk başta karşı çıkar, ancak sonradan izin verilir. Bu süreç gösterir ki: Nörokimyasal üretim, beynin duygu merkezlerindeki elektriksel aktivite, nabzı, tansiyonu ve stresle ilişkili hormonlar gibi biyolojik göstergeler ebeveyn varlığına göre değişir.

İçsel dengeyi koruma işlevi bir termostata benzetilir: Soğukta ısınır, sıcakta soğuruz. Ancak çocuklar ve yavru hayvanlar bu tür bir biyolojik öz-düzenleme kapasitesine sahip değildir; onların fizyolojisi, bakım verenlerin varlığına bağlıdır. Stres, bu bağın tehdit altında olduğu durumlarda ortaya çıkar.

İnsanlar birey değil, sosyal varlıklardır. Sinir sistemi, hormonlar ve bağışıklık sistemi gibi fizyolojik sistemler, başkalarıyla olan ilişkilerden etkilenir. Aynı cümle farklı tonlamalarla söylendiğinde bile bambaşka fizyolojik tepkiler doğurabilir. Hastalığın ve sağlığın psikoduygusal ağlarımızdan bağımsız biçimde anlaşılabilmesini tahayyül bile etmek saçmadır.

Gelişim, dış denetimden özdenetime geçiş sürecidir. Ancak duygusal bağımlılık sürdükçe, özdenetim gelişemez. İlişkinin güvenliği için özerklikten vazgeçmek stres yaratır. Öte yandan, duygusal kapanma da sorunu çözmez; kişi görünürde soğukkanlı olsa da, içten içe fizyolojik stres sürer.

15. BÖLÜM – KAYBIN BİYOLOJİSİ

Rachel’ın prematüre doğumu ve ilk haftalarında küvezde hiçbir temas olmadan kalması, hem biyolojik hem duygusal açıdan hayatının gidişatını belirler. Onun hayatı erken temas yoksunluğunun travmatik etkisini gösterir. En temel korkusu terk edilmek olur. Rachel, özellikle öfke duygusunu tanımakta ve ifade etmekte zorlanır. Rachel’ın tavşanı, onun bilinçsiz öfkesini sezdiğinde yaklaşmaz. Bu, limbik sistemin insanlarla hayvanlar arasındaki ortak duygusal iletişimine dair güçlü bir örnektir. Bu sezgisel bağ sayesinde, Rachel bazen kendi duygularını hayvanı aracılığıyla fark eder. Hiçbir bebek duyguları bastırma eğilimiyle dünyaya gelmez; bu, hayatta kalma ihtiyacından kaynaklanır.

Rachel’ın çocukluk deneyimleri —örneğin ağabeyi ve babasıyla yaşadığı reddedilme hissi— bilinçdışı düzeyde bir davranış şablonu oluşturur. Bu davranışlar gelişiminin erken aşamalarında beynine işlenmiş hiç teklemeyen bir hafıza sistemini temsil ediyor. Yüzden fazla hastayla yapılan görüşmelerde, erken dönemde duygusal yoksunluk ya da ebeveyn kaybı ortak bir tema olarak belirir. Sevilme hissiyle ilgili basit ve doğrudan oranlar sağlık durumuyla hayli ilişkilidir. Temas, yeni doğanın dünyayla ilk ilişkisi ve sevgiyi alma biçimidir.

Eksiklikten Gelen Hasar: Kaybın Biyolojisi

Travma ya da taciz yaşamayan birçok kişide de strese bağlı hastalıkların görülmesinin sebebi, olumsuzluk değil, olumlu şeylerin yokluğudur. Her stres kaynağı, yaşamsal önemdeki bir özelliğin tehdit altında olduğuna dair sinyaldir.

İnsan beyninin büyüme ve gelişimi doğum sonrası dönemde hız kazanır. Duygusal çevre, bu gelişimin yönünü belirler. Mutlu deneyimlerde endorfinler, stresli ortamlarda ise kortizol devreye girer. Kronik kortizol yüksekliği, beynin bazı bölgelerinde büzüşmeye yol açar. Beynin görsel devresi gibi, duygusal sistemleri de çevreden gelen girdilerle şekillenir. Bu yapıların gelişimi için ebeveynin duygulara hassas ve uyumlu tepkiler vermesi gerekir.

Ebeveyn sevgisi mevcut olsa bile, uyumlanma eksikliği çocuğun gerçek anlamda görülmediği hissini yaratabilir. Yalnızca kabul edilebilir duygular sergilenmeli eğilimi başlar. Bu da çocuğun kendi duygularını inkâr etmesine yol açar. Fiziksel olarak yan yana olunan ama duygusal temasın eksik olduğu bu duruma yan yana ayrılık adı verilir. Yan yana ayrılık yaşayan bireyler, bu çocukluk dinamiğini yetişkinlikte yeniden üretirler. Bu kişiler, sevgi ve kabul görmeyi ararken, yine kendilerini “anlamayan” ya da “görmeyen” partnerler seçebilirler.

16. BÖLÜM – NESİLLERİN DANSI

Ebeveyn sevgisi sınırsızdır. Ebeveynler çocuklarına koşulsuz sevgiyi iletemediklerinde, bunun sebebi onların kendi çocukluklarında maruz kaldıkları incinmeler, travmalar ve karşılanmamış duygusal ihtiyaçlardır. Araştırmalar gösteriyor ki, hem hayvanlarda hem de insanlarda ebeveynlik tarzı, ebeveynin çocuklukta yaşadığı deneyimlerin bir yansımasıdır.

Mary Ainsworth’un geliştirdiği “Yabancılık Durumu” testi, bebeklerin ebeveynlerine nasıl bağlandığını ölçmek için kullanılmış ve güvenli bağlanmanın, çocuğun hayat boyu sürecek duygusal, sosyal ve akademik gelişimini olumlu etkilediği gösterilmiştir. Sakıngan veya düzensiz bağlanan bebekler ise ilerleyen yıllarda stresle daha az uyumlu hale gelir. Bu bağlanma örüntüleri, bebeklerin bir yaşında dahi gelecekteki kişiliklerinin temellerini taşıdığını gösterir.

Yetişkin Bağlanma Görüşmesi (YBG) bireyin çocukluğundaki bağlanma deneyimlerini, kullandığı dil ve anlatım tarzı üzerinden değerlendirir. Yetişkinin bu testteki anlatımı, henüz doğmamış çocuğunun bir yıl sonra göstereceği bağlanma davranışlarını bile öngörebilir. Bu, ebeveynlik tarzlarının kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığını bilimsel olarak ortaya koyar.

Hans Selye’nin kavramsallaştırdığı “uyum enerjisi”, bireyin stresle başa çıkma kapasitesini ifade eder. Bu enerji tüketildiğinde, hem fiziksel hem de duygusal tükenmişlik başlar. Uyarlanırlık, bireyin duygusal esnekliği ve çevresel değişikliklere tepkileriyle ilgilidir ve çoğu zaman kuşaklar boyunca süren ailevi süreçlerle şekillenir. Yüksek uyarlanırlık, daha az hastalık ve daha iyi yaşam kalitesi ile ilişkilidir.

Bireyler sadece ailelerinin değil, içinde yaşadıkları toplumun ve kültürün de ürünüdür. Kentleşme, çekirdek ailenin yalnızlaşması ve ekonomik baskılar gibi modern faktörler, çocukların yetişme ortamlarını bozarak, duygusal gelişimlerini olumsuz etkiler. Bu toplumsal bağlam, bireysel stresin ve dolayısıyla hastalıkların arka planında yer alır.

Bir nesli etkilemiş ancak tam anlamıyla çözülmemiş her şey bir sonraki nesle geçecektir. Ebeveynleri suçlamayı bırakmak, iyileşmenin ve sorumluluk almanın önünü açar. Suçlamak yerine anlayış ve şefkatle yaklaşmak, hem bireysel hem de toplumsal dönüşümün temelidir.

17. BÖLÜM – İNANÇ BİYOLOJİSİ

Gabor Maté, moleküler biyolog Bruce Lipton’un görüşlerine yer verir. Lipton’a göre, hücrenin karar merkezi çekirdek değil, hücre zarındadır. Zar, çevre ile iletişim kuran, dış uyaranlara yanıt veren ve kararları tetikleyen organdır. Bu temel gerçek, insan sağlığını belirleyen asıl faktörün çevre ve algı olduğunu ortaya koyar. Genler pasif kodlardır; asıl belirleyici, bu genlerin çevresel etkileşimlerle nasıl aktive edildiğidir.

2000’lerin başında genom şifresinin çözülmesi büyük beklentiler yaratsa da, bu projenin sağlık alanına katkıları sınırlı kalmıştır. Maté’ye göre genetik belirlenimcilik, sadece bilimsel değil aynı zamanda ideolojik bir eğilimdir. Hastalıkların çevresel, toplumsal ve kültürel nedenlerini göz ardı etmek için genetik nedenlere sığınmak, bireyleri ve toplumu sorumluluktan uzaklaştırır. Bu yaklaşım, aynı zamanda kârlıdır: Genom projesine yatırım yapan şirketlerin hisseleri fırlamış, biyolojik indirgemecilik medya ve sermaye tarafından desteklenmiştir.

Bruce Lipton’un araştırmaları, hücrenin kaderinin genetikten çok çevresel uyarıcılara bağlı olduğunu gösterir. Aynı kök hücre, farklı çevresel koşullarda kemik, karaciğer veya sinir hücresine dönüşebilir. Lipton’un en temel savı şudur: Hücre ya savunma modundadır ya da büyüme modunda — her ikisi birden mümkün değildir.

Lipton’un tanımıyla “inanç biyolojisi”, kişinin erken çocukluk döneminde çevresel algılarına göre oluşan bilinçaltı inançların fizyolojik sistemleri biçimlendirmesidir. Bu inançlar daha sonra stres tepkilerini, bağışıklık sistemini ve hastalık eğilimini etkiler. Maté, şu tür bilinçaltı inançların bireyleri sürekli savunma durumunda tuttuğunu vurgular:

  • Güçlü olmam lazım.
  • Sinirli olursam beni kimse sevmez.
  • Ben her şeyin altından kalkabilirim…

Hastalıkların kökeninde yatan stres yükü bilinçaltındaki inançlar tarafından üretilir ve ancak bu inançlar fark edilip dönüştürüldüğünde iyileşme mümkündür. Maté, İyileştirici güç içimizdedir derken, fiziksel tedavilerin yanı sıra, iç ortamımızın dönüşümünü vurgular. İnsan hangi şifa yöntemini seçerse seçsin (psikoterapi, meditasyon, geleneksel tıp, yoga, bitkisel tedavi), önemli olan bu dönüşümün özgür iradeyle ve aktif bir katılımla gerçekleşmesidir.

18. BÖLÜM – NEGATİF DÜŞÜNCENİN GÜCÜ

Kanser gibi hastalıkları bir “savaş” olarak tanımlamak hem fizyolojik hem psikolojik açıdan sağlıksızdır. Hastalık, mutlak bir güç savaşından ziyade denge ve uyumun bulunmasına yönelik bir itme-çekme sürecidir.

Geleneksel tıp, mikrop merkezli bir hastalık modelini benimsedi. Ancak Claude Bernard’ın dediği gibi, Mikrop hiçbir şeydir, bünye her şeydir. Modern tıbbın hastalıkları yalnızca dış etkenlere dayandırması, bireysel bağlamı (psikolojik, sosyal, duygusal zemin) görmezden gelmektedir.

Anahtarı evde kaybeden Nasrettin Hoca, ışığın altını daha iyi gördüğü için sokakta arar. Aynı şekilde, hastalıkların nedenlerini kolayca incelenebilir (mikroplar, genetik vb.) yerlerde aramak, asıl nedenleri görmemize engel olur. İyileşmenin yolu, karanlık ve karmaşık olan iç dünyamıza cesaretle bakmaktan geçer.

Hiçbir hastalığın tek bir nedeni yoktur. Hastalıklar, kişilik yapısı, stres düzeyi, bastırılmış duygular gibi birçok faktörün etkileşimiyle ortaya çıkar. Buna sistemler modeli ile denir: Sağlık, fiziksel, psikolojik ve sosyal faktörlerin dinamik bir etkileşimidir.

Pozitif düşünceye körü körüne bağlılık, gerçekliği inkâr etmenin bir yoludur. Birçok hasta, hep pozitif düşünmesine rağmen neden hasta olduğunu anlamamaktadır. Maté bu durumu eleştirerek, pozitif düşünce yerine düşüncenin gücünü savunur. Hakiki pozitif düşünce, gerçekliğin tüm yönlerini kucaklama cesaretinden doğar. Pozitif düşünce, negatif olanı bastırma pahasına kuruluyorsa, iyileştirici değil, hastalığı teşvik edici olabilir. Zorlayıcı iyimserlik de çocukluktan kalan bir savunma mekanizmasıdır.

Negatif düşünce, karamsarlık değil; işlemeyen şeylere dürüstçe bakabilme becerisidir. Bu sayede, “denge nerede bozuldu?”, “bedenim neye hayır diyor?”, “neyi görmezden geldim?” gibi sorular sorulabilir. Negatif düşünme cesareti geliştirmek, kendimize gerçekte olduğumuz gibi bakabilme olanağı verir. Negatif düşünce insanı suçlamaya değil, sorumluluk almaya yönlendirir. Kendi yaşamımızı ve ilişkilerimizi yeniden değerlendirmek, hastalıklarla mücadelede en önemli psikolojik araçlardan biridir.

19. BÖLÜM: İYİLEŞMENİN YEDİ ANAHTARI

Gabor Maté bütüncül sağlık anlayışını yedi anahtar çerçevesinde ortaya koyar. Bunlar: Kabul, Farkındalık, Öfke, Özerklik, Bağlılık, Kendini Ortaya Koymak ve Olumlamadır.

1. Kabul: Olayların şu anki haliyle inkar edilmeden tanınması ve karşılanmasıdır. Bu, pasif bir boyun eğme değil, gerçekliği inkar etmeyi reddetme cesaretidir. Maté, hastalarının çoğunda bu kabulün gelişmediğini, kendilerine karşı acımasızca yargılayıcı olduklarını aktarır.

2. Farkındalık: Kişinin duygusal gerçekliğini tanıması ve bedensel sinyallerle yeniden ilişki kurması anlamına gelir. Fizyolojik tepkiler (terleme, kalp çarpıntısı, gerginlik vb.) bedenin zihinden önce verdiği tepkilerdir. Bunlara kulak verilmesi, bedenin mesajlarını yorumlama konusunda iyileşmenin anahtarıdır.

3. Öfke: Öfke, sınırlarımızı koruma enerjisidir. Bastırılmış ya da patlayıcı şekilde dışavurulan öfke, hem bağışıklık sistemini hem de duygusal sağlığı zedeler. Çocuklukta öğrenilen bastırma alışkanlığı, erişkinlikte hastalık riskini artırır. Sağlıklı öfke, bir güç ve bir gevşeme sağlar. Kaslar gevşer, sesin tonu düşer, yüz yumuşar. Öfkenin bastırılması da, kontrolsüz şekilde dışa vurulması da aynı derecede sağlıksızdır.

4. Özerklik: Bireyin kendi benliğini sınırlarla tanımlayabilmesi ve kendi kararlarını alabilme kapasitesidir. Çocuklukta sınırları çizilemeyen bireylerde, yetişkinlikte hastalık bir tür sınır koyma şekline dönüşebilir.

5. Bağlılık: Kişinin dünya ile kurduğu sağlıklı ilişkileri ifade eder. Yalnızlık, pek çok çalışmada hastalık riskini artıran önemli bir değişken olarak belirlenmiştir. Bağlılık, hem duygusal destek hem de kimlik inşasında temel bir yer tutar.

6. Kendini Ortaya Koymak: Bireyin Ben buradayım ve varım deme cesareti ile ilgilidir. Eyleme geçmeden, yalnızca varoluşla ilişkilidir. Kendini ortaya koymak, başarıyla değil, varlığın kendisiyle ilgilidir. Varoluşumuzu haklı çıkarmamız gerekmediği fikri, iyileşme sürecinin merkezindedir. Bu farkındalık, bireyin yapmadıklarıyla bile değerli olabileceğini kabul etmesini sağlar.

7. Olumlama: Olumlama iki düzeyde gerçekleşir: yaratıcı benliği olumlamak ve evrenle bağlantıyı kabul etmek. Spiritüel bağlantılar, kişinin yalnız olmadığını, daha büyük bir bütünün parçası olduğunu hatırlatır.