Faşizm nasıl işler? – Jason Stanley – Kitap Özeti

Son yıllarda dünya genelinde birçok ülke belirli bir tür aşırı sağ milliyetçilik tarafından ele geçirildi. Her ülkenin bağlamı kendine özgü olduğundan, bu tür olgular hakkında genelleme yapma görevi her zaman can sıkıcıdır. Burada “faşizm” etiketi, ulusun kendi adına konuşan otoriter bir liderin şahsında temsil edildiği bir çeşit (etnik, dini, kültürel) aşırı milliyetçilik için kullanılıyor. Bu tarz yönetimlerin ortak özelliği Donald Trump’ın Temmuz 2016’da Cumhuriyetçi Ulusal Kongre konuşmasında ilan ettiği gibi, “Ben sizin sesinizim.” demeleridir.

Faşist siyasetin en belirgin belirtisi bölünmedir. Bir nüfusu “biz” ve “onlar” olarak ayırmayı amaçlar. Pek çok siyasi hareket bu tür bir bölünmeyi içerir. Faşist siyasetin tanımını yapmak, faşist siyasetin etnik, dini veya ırksal ayrımlara başvurarak “bizi” “onlardan” ayırmasının ve bu ayrımı ideolojiyi ve nihayetinde politikayı şekillendirmek için kullanmasının çok özel bir yolunu tanımlamayı içerir. Faşist siyasetin her mekanizması bu ayrımı yaratmak ya da sağlamlaştırmak için çalışır. 

Faşist politikacılar, şimdiki zaman vizyonlarını desteklemek için efsanevi bir geçmiş yaratırken ortak tarih anlayışını yıkarak fikirlerini meşrulaştırırlar. İdeallerin dilini çarpıtarak halkın ortak gerçeklik anlayışını yeniden yazarlar. Propaganda ve anti-entelektüalizmi teşvik ederek, kendi fikirlerine karşı çıkabilecek üniversitelere ve eğitim sistemlerine saldırırlar. Nihayetinde bu tekniklerle faşist siyaset, komplo teorilerinin ve yalan haberlerin mantıklı tartışmaların yerini aldığı bir gerçekdışılık hali yaratır. 

Ortak gerçeklik anlayışı parçalandıkça, faşist siyaset tehlikeli ve yanlış inançların kök salmasına yer açmaktadır. İlk olarak, faşist ideoloji grup farklılığını doğallaştırmaya çalışır, böylece insan değeri hiyerarşisi için doğal, bilimsel bir destek görüntüsü verir. Sosyal sıralamalar ve bölünmeler katılaştığında, gruplar arasındaki anlayışın yerini korku doldurur. Bir azınlık grubu için sağlanan herhangi bir ilerleme, baskın nüfus arasında mağduriyet duygularını körükler. Kanun ve düzen politikalarının kitlesel bir çekiciliği vardır; “bizi” yasal vatandaşlar, “onları” ise davranışları ulusun erkekliğine varoluşsal bir tehdit oluşturan kanunsuz suçlular olarak gösterir. Ataerkil hiyerarşi artan toplumsal cinsiyet eşitliği tarafından tehdit edildiğinden, cinsel kaygı da faşist siyasetin tipik bir özelliğidir. 

Faşizmin nasıl işlediğine dair Jason Stanley temel mekanizmaları aşağıdaki başlıklarda paylaşıyor.

EFSANEVİ GEÇMİŞ 

Her ulusun çeşitli tarihsel mitleri vardır. Ancak faşist mitler, seçilmiş ulusun üyelerinin diğerlerine hükmettiği, fetihlerin ve medeniyet kurma başarılarının sonucu olan şanlı bir ulusal tarihin yaratılmasıyla kendini gösterir. Örneğin, faşist tahayyülde geçmiş her zaman geleneksel, ataerkil cinsiyet rollerini içerir. Bu hayali tarih, günümüzde hiyerarşi dayatmasını desteklemek için kanıt sağlar ve çağdaş toplumun nasıl görünmesi ve davranması gerektiğini belirler. 

Faşist bir toplumda ulusun lideri, geleneksel ataerkil ailedeki babaya benzer. Lider ulusunun babasıdır ve onun gücü ve kudreti yasal otoritesinin kaynağıdır. Faşist siyaset, ulusun geçmişini ataerkil bir aile yapısıyla temsil ederek nostaljiyi, en saf temsilini bu normlarda bulan merkezi bir örgütleyici hiyerarşik otoriter yapıya bağlar. 

Bu hiyerarşik tarih kurgularının stratejik amacı hakikati yerinden etmektir ve şanlı bir geçmişin icadı, uygunsuz gerçeklerin silinmesini içerir. Faşist siyaset geçmişi fetişleştirirken, fetişleştirilen asla gerçek geçmiş değildir. Bu icat edilmiş tarihler aynı zamanda ulusun geçmişteki günahlarını azaltır ya da tamamen ortadan kaldırır.

Ülkemizin ne yapması gerektiğini, hangi politikaları benimsemesi gerektiğini dürüstçe tartışabilmek için, kendi geçmişimiz de dahil olmak üzere, ortak bir gerçeklik temeline ihtiyacımız var. Liberal bir demokraside tarih, hakikat normuna sadık olmalı, siyasi nedenlerle ortaya konan bir tarih yerine geçmişe dair doğru bir vizyon sunmalıdır. Buna karşın faşist siyaset, karakteristik olarak geçmişi mitleştirme talebini içinde barındırır ve siyasi kazanç için bir silah olan ulusal mirasın bir versiyonunu yaratır. 

PROPAGANDA 

Geniş bir insan grubuna zarar verecek bir politikayı açık bir şekilde savunmak zordur. Siyasi propagandanın rolü, politikacıların ya da siyasi hareketlerin açıkça sorunlu olan hedeflerini, yaygın olarak kabul gören ideallerle maskeleyerek gizlemektir. Siyasi propaganda, insanları başka türlü sakıncalı amaçların arkasında birleştirmek için erdemli ideallerin dilini kullanır.  Yolsuzluğu yolsuzlukla mücadele kisvesi altında maskelemek, faşist propagandanın ayırt edici bir stratejisidir. 

Tarihsel olarak faşist liderler genellikle demokratik seçimler yoluyla iktidara gelmişlerdir. Ancak oy kullanma hakkının doğasında bulunan özgürlük gibi özgürlüklere bağlılık, bu zaferle birlikte sona erme eğilimindedir. 

Platon’un Devlet kitabında insanların doğal olarak kendi kendilerini yönetmeye yönelmediklerini, bunun yerine takip edecekleri güçlü bir lider aradıklarını savunur. Demokrasi, ifade özgürlüğüne izin vererek, bir demagogun halkın güçlü bir lidere olan ihtiyacını istismar etmesine kapı açar; güçlü lider bu özgürlüğü halkın kızgınlıklarını ve korkularını avlamak için kullanacaktır. Diktatör iktidarı ele geçirdiğinde, demokrasiyi sona erdirecek ve yerine tiranlığı getirecektir.

Faşistler, demokrasinin özgürlüklerini kendilerine karşı kullanmanın bu reçetesini her zaman iyi biliyorlardı. Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels bir keresinde şöyle demişti: “Bu her zaman demokrasinin en iyi şakalarından biri olarak kalacaktır, ölümcül düşmanlarına onu yok edecek araçları vermiştir.” Bugün de durum geçmişten farklı değil. Liberal demokrasinin düşmanlarını yine bu stratejiyi uygularken, ifade özgürlüğünün sınırlarını zorlarken ve nihayetinde bunu başkalarının ifadesini yıkmak için kullanırken buluyoruz. 

ANTİ-ENTELEKTÜEL 

Faşist siyaset eğitime, uzmanlığa saldırarak ve bunları değersizleştirerek kamusal söylemin altını oymaya çalışır. Farklı bakış açılarına erişim sağlayan bir eğitim, kişinin kendi bilgisi tükendiğinde uzmanlığa saygı olmadan akıllı bir tartışma mümkün değildir. Eğitim ve uzmanlığın altı oyulduğunda geriye sadece güç ve kabile kimliği kalır. 

Faşist siyaset, bağımsız muhalif sesleri barındıran kurumların güvenilirliğini, bu sesleri reddeden medya ve kurumlarla değiştirinceye kadar zayıflatmaya çalışır. Faşist ideolojide, okullardaki ve üniversitelerdeki genel eğitimin amacı mitik geçmişle gurur duymayı aşılamaktır; faşist eğitim hiyerarşik normları ve ulusal gelenekleri pekiştiren akademik disiplinleri yüceltir. Faşistler için okullar ve üniversiteler ulusal ya da ırksal gururu aşılamak, egemen zümrenin görkemli başarılarını aktarmak için vardır. 

Faşist politikacılar uzmanlığın değerini reddederek, sofistike tartışmalara olan gereksinimi de ortadan kaldırmış olurlar. Gerçeklik her zaman onu temsil etme araçlarımızdan daha karmaşıktır. Bilimsel dil, onsuz görünmez olacak ayrımları yapmak için her zamankinden daha karmaşık bir terminoloji gerektirir. Sosyal gerçeklik de en az fizik gerçekliği kadar karmaşıktır. Sağlıklı bir liberal demokraside, ayrımlar yapmak için zengin ve çeşitli bir kelime dağarcığına sahip bir kamu dili hayati bir demokratik kurumdur. Bu olmadan, sağlıklı kamusal söylem imkansızdır. Faşist siyaset, rasyonalitenin dilini aşağılamaya ve küçük düşürmeye çalışır; faşist siyaset böylece gerçekliği maskelemeye çalışır

GERÇEK DIŞILIK 

Propaganda, idealleri kendi aleyhlerine çevirmeyi başardığında ve üniversitelerin altı oyulup önyargı kaynağı olarak mahkum edildiğinde, gerçekliğin kendisi de şüpheye düşer. Hakikat üzerinde anlaşamayız. Faşist siyaset, mantıklı tartışmanın yerine korku ve öfkeyi koyar. Başarılı olduğunda, izleyicileri istikrarsızlaştırılmış bir kayıp duygusu ve bu kayıptan sorumlu olduğu söylenenlere karşı bir güvensizlik ve öfke kuyusuyla baş başa kalır. 

Faşist siyaset gerçekliği tek bir bireyin ya da belki de bir siyasi partinin söylemleriyle değiştirir. Düzenli ve tekrarlanan açık yalanlar, faşist siyasetin bilgi alanını yok etme sürecinin bir parçasıdır. Faşist bir lider hakikatin yerine gücü koyabilir ve nihayetinde hiçbir sonuç doğurmadan yalan söyleyebilir. Faşist politikacı, bilgi alanlarını yok etmek ve gerçekliği parçalamak için özel tekniklere sahiptir. 

Komplo teorileri, faşist politikacıların kendi söylemlerine yer vermediği için önyargılı olmakla suçladıkları ana akım medyayı gayrimeşrulaştırmak için kullanılan kritik bir mekanizmadır. Komplo teorileri toplumun en paranoyak unsurlarına oynar – ABD örneğinde yabancı unsurlar ve İslam korkusu (Başkan Barack Obama’nın Kenya’da Müslüman olarak doğduğuna dair “birther” teorisinde olduğu gibi); Macaristan ve Polonya örneğinde ise anti-Semitizm ve antikomünizm. Komploların amacı yaygın bir güvensizlik ve paranoya yaratarak “liberal” medyanın sansürlenmesi ya da kapatılması ve “devlet düşmanlarının” hapsedilmesi gibi sert önlemleri haklı çıkarmaktır. 

Yirminci yüzyılın belki de en büyük totalitarizm teorisyeni olan Hannah Arendt, komplo teorilerinin antidemokratik politikalardaki önemi konusunda açık bir uyarıda bulunmuştur. Totalitarizmin Kökenleri’nde şöyle yazar: Kitleleri ikna eden şey gerçekler değil, hatta uydurulmuş gerçekler bile değil, yalnızca bir parçası oldukları varsayılan sistemin tutarlılığıdır. Tekrarlanan yalanlar yalnızca onları zaman içinde tutarlılığa ikna ettiği için önemlidir.

Komplo teorilerini engellemeyi düşündüğünüzde peki ama ya fikir ve ifade özgürlüğü? İfade özgürlüğü için “fikirler pazarı” modeli argümanı (Mill tarafından ortaya atılan) sadece önyargıların gücü karşısında aklın gücünü kabul edildiğinde işe yarar. Fakat toplum bölünmüşse, demagojik bir politikacı korku tohumları ekmek, önyargıları vurgulamak ve nefret edilen grupların üyelerine karşı intikam çağrısı yapmak için dili kullanarak bu bölünmeyi istismar edebilir. Bu tür söylemlere mantıkla karşı koymaya çalışmak, bir tabancaya karşı broşür kullanmaya benzer. 

Peki Mill bu tezinde neyi atladı? Fikri anlaşmazlık, dünya hakkında paylaşılan bir dizi ön varsayım gerektirir. Düello bile kurallar hakkında anlaşmayı gerektirir. Siz ve ben Başkan Obama’nın sağlık planının iyi bir politika olup olmadığı konusunda anlaşamayabiliriz. Ancak siz Başkan Obama’nın ABD’yi yok etmek isteyen gizli bir Müslüman casus olduğundan şüpheleniyorsanız ve ben şüphelenmiyorsam, tartışmamız verimli olmayacaktır. Obama’nın sağlık politikasının maliyetleri ve faydaları hakkında değil, politikalarından herhangi birinin sinsi bir antidemokratik gündemi maskeleyip maskelemediği hakkında konuşuyor olacağız. 

Her fikrin kamusal alana girmesine ve üzerinde düşünülmesi için ciddi zaman tanınmasına izin vermek, müzakere yoluyla bilgi oluşumuna elverişli bir süreçle sonuçlanmak bir yana, bu olasılığı yok eder. Liberal bir demokraside sorumlu medya, bu tehdit karşısında gerçeği haberleştirmeye çalışmalı ve ne kadar fantastik olursa olsun, birileri ileri sürdüğü sürece her olası teoriyi haberleştirmenin cazibesine direnmelidir

Komplo teorileri siyasetin parası haline geldiğinde ve ana akım medya ve eğitim kurumları itibarsızlaştırıldığında ortaya çıkan şey, vatandaşların artık demokratik müzakere için arka plan olarak hizmet edebilecek ortak bir gerçekliğe sahip olmamasıdır. Böyle bir durumda, vatandaşların doğruluk ya da güvenilirlik dışında takip edecekleri işaretler aramaktan başka seçenekleri kalmaz. Tüm dünyada gördüğümüz gibi bu gibi durumlarda yaşanan şey, vatandaşların siyasete kabile aidiyetleri, kişisel şikayetlerin giderilmesi ve eğlence için bakmalarıdır.

Peki genel bir güvensizlik ve eşitsizlik ortamında ortak çıkarı en iyi kim temsil eder? Platon ve Aristo’nun bu konuda yazdıklarından bu yana, siyaset teorisyenleri demokrasinin eşitsizlikle zehirlenmiş topraklarda yeşeremeyeceğini bilmektedir. Mesele sadece bu tür bölünmelerin doğurduğu kızgınlıkların bir demagog için cazip hedefler olması değildir. Daha önemli olan nokta, dramatik eşitsizliğin sağlıklı bir liberal demokrasi için gerekli olan ortak gerçeklik için ölümcül bir tehlike oluşturmasıdır.

Aşırı ekonomik eşitsizlik liberal demokrasi için zehirlidir çünkü gerçekliği maskeleyen yanılsamaları besler ve toplumun bölünmelerini çözmek için ortak müzakere olasılığını zayıflatır. Büyük eşitsizliklerden yararlananlar, ayrıcalıklarını hak ettiklerine inanmaya meyillidirler; bu da gerçekliği olduğu gibi görmelerini engelleyen bir yanılsamadır. Bu noktada Faşist siyaset, gerçekliği tamamen yok etmek için liberal eşitlik idealinin yerine tam tersini koyar: hiyerarşi. 

HİYERARŞİ 

Liberal vatandaşlığın -yasalar önünde eşitliğin- tarihi genellikle bir genişleme tarihi olmuş, giderek tüm ırklardan, dinlerden ve cinsiyetlerden insanları kapsamıştır. Yirmi birinci yüzyılda çoğu liberal düşünür, evrensel insan statüsü ve haysiyetinin cömert bir şekilde tanınmasına fiziksel acı çekme, duyguları hissetme ve kimliği ve empatiyi çeşitli şekillerde ifade etme becerisini de dahil etmiştir. Faşist ideolojiye göre ise doğa, liberal demokratik teorinin öngördüğü saygı eşitliği ile taban tabana zıt olan güç ve hakimiyet hiyerarşilerini dayatmaktadır. 

O halde faşist ideoloji, insanların toplumu hiyerarşik olarak örgütleme eğiliminden yararlanır ve faşist politikacılar hiyerarşilerini meşrulaştıran mitleri değişmez gerçekler olarak temsil ederler. Hiyerarşiyi meşrulaştıran temel gerekçe doğanın kendisidir. Faşist için eşitlik ilkesi, belirli gelenekleri, daha güçlü olanları diğerlerine üstün kılan doğal hukukun inkarıdır. Doğal yasanın erkekleri kadınlardan, faşistin seçilmiş ulusunun üyelerini de diğer gruplardan üstün tuttuğu iddia edilir. 

Emperyal hiyerarşi çöktüğünde ve toplumsal gerçeklik gözler önüne serildiğinde, anavatandaki hiyerarşik duygular, tanıdık ve rahatlatıcı üstünlük yanılsamasını korumak için bir mekanizma olarak ortaya çıkma eğilimindedir. Faşist siyaset, kültürel, etnik, dini, cinsiyete dayalı ya da ulusal üstünlük duygusunu savunmak için her zamankinden daha zayıf ve zor bir mücadelenin sonucunda ortaya çıkan mağduriyet ve kayıp duygusundan beslenir. 

MAĞDUR EDEBİYATI

Faşist propaganda tipik olarak egemen statü kaybına eşlik eden ıstırap duygusuna yönelik acılı yakınmalar içerir. Gerçek olan bu kayıp duygusu, faşist siyasette mağduriyete dönüştürülerek manipüle edilir ve geçmiş, devam eden veya yeni baskı biçimlerini meşrulaştırmak için istismar edilir. 

Faşist siyaset, yapısal eşitsizliğin üstünü, bu eşitsizliği gidermek için gösterilen uzun ve zorlu çabaları tersine çevirmeye, yanlış tanıtmaya ve yıkmaya çalışarak örtmektedir. Faşist siyasette eşitlik ve ayrımcılık gibi birbirine zıt kavramlar birbirine karışır. Faşist siyasi taktikler uygulayanlar bu duygudan kasıtlı olarak yararlanmakta, mağduriyet duygusu üretmektedirler. 

Çoğunluk nüfus arasındaki mağduriyeti, bundan sorumlu olmayan bir gruba yönlendirmek ve o grubu cezalandırarak mağduriyet hissini hafifletmeyi vaat etmek temel bir stratejidir. Mağduriyet, eşitlik güdümlü ve tahakküm güdümlü milliyetçi hareketler arasındaki çelişkiyi de gizleyen ezici bir duygudur. İsrail sağı, Filistinlilerin toprakları ve yaşamları üzerinde Yahudi egemenliğini iddia etmek için geçmişteli Yahudilere yapılan baskıyı kullandığında, mağduriyet duygusuna güvenmektedir. Baskı, eylem için güçlü bir motivasyondur, ancak kimin, ne zaman, hangi bağlamda ve kime karşı kullandığı soruları her zaman önemini korumaya devam etmektedir. 

Milliyetçilik faşizmin özünde yer alır. Faşist lider, doğası gereği liberal demokrasinin kozmopolit ahlakına ve bireyciliğine karşıt olan bir grup kimliği duygusu yaratmak için kolektif mağduriyet duygusunu kullanır. Grup kimliği çeşitli şekillerde ten rengine, dine, geleneğe, etnik kökene dayandırılabilir. Ancak her zaman ulusun tanımlanacağı algılanan bir öteki ile karşıtlık içindedir. Faşist milliyetçilik, grup saygınlığını yeniden tesis etmek için zaman zaman savaşılması, kontrol edilmesi gereken tehlikeli bir “onlar” yaratır. 

HUKUK VE DÜZEN 

Sağlıklı bir demokratik devlet, tüm vatandaşlara eşit ve adil davranan yasalarla yönetilir. Faşist yasa ve düzen söylemi açıkça vatandaşları iki sınıfa ayırmayı amaçlar: doğası gereği yasalara uygun olan seçilmiş ulusun vatandaşları ve doğası gereği yasalara uygun olmayanlar. Faşist siyasette, geleneksel cinsiyet rollerine uymayan kadınlar, beyaz olmayanlar, eşcinseller, göçmenler, “çökmüş elitler”, egemen dine mensup olmayanlar, varoluşları itibariyle yasa ve düzen ihlalidir. Benzer bir taktik şu anda uluslararası alanda, halkları göçmenlere karşı birleştirmek amacıyla korkuya dayalı dost-düşman ayrımları yaratmak için kullanılmaktadır. 

“Bizden” biri olarak gördüğümüz biri kötü bir şey yaparsa – örneğin bir çikolata çalarsa – eylemi somut olarak tanımlama eğiliminde oluruz. Öte yandan, “onlardan” biri olarak gördüğümüz biri aynı şeyi yaparsa, eylemi gerçekleştiren kişiye kötü karakter özellikleri yükleyerek eylemi daha soyut bir şekilde hırsızlık veya suç olarak tanımlama eğiliminde oluruz. “Onlardan” biri bir çikolata çalarsa, hırsız ya da suçlu olarak tanımlanma olasılığı çok daha yüksektir. Bu yaklaşım, makul karar vermenin demokratik sürecini baltalamakta ve onun yerine korkuyu koymaktadır. 

Faşist propaganda elbette hedef grupların üyelerini sadece suçlu olarak sunmaz. Bu gruplar hakkında doğru türde bir ahlaki panik yaratmak için, bu grupların üyeleri faşist ulusa yönelik belirli türde tehditler olarak temsil edilir. Sonuç olarak, faşist siyaset de bir tür suça vurgu yapar.

CİNSEL ANKSİYETE 

Eğer demagog ulusun babası ise, o zaman ataerkil erkekliğe ve geleneksel aileye yönelik her türlü tehdit faşist güç vizyonunun altını oyar. Transgender bireyler ve eşcinseller, geleneksel erkek cinsiyet rollerine yönelik tehdide ilişkin kaygı ve paniği arttırmak için kullanılır

Ataerkil erkeklik, erkekleri toplumun onlara ailelerinin tek koruyucusu ve sağlayıcısı rolünü vereceği beklentisiyle yetiştirir. Aşırı ekonomik kaygı dönemlerinde, toplumsal cinsiyet eşitliğinin artmasından kaynaklanan statü kaybı algısıyla zaten kaygılı olan erkekler, cinsel azınlıklara yönelik demagojiyle kolayca paniğe sürüklenebilir. Burada faşist siyaset kaygının kaynağını kasıtlı olarak çarpıtmaktadır. Bir siyasi lider, cinsel kaygı siyasetini kullanarak, dolaylı da olsa, özgürlük ve eşitliği tehdit olarak temsil eder.

Bir kadının kürtaj yaptırma hakkı da bir özgürlük kullanımıdır. Faşist siyaset, kürtajı çocuklara ve erkeklerin onlar üzerindeki kontrolüne yönelik bir tehdit olarak göstererek liberal özgürlük idealini zedelemektedir.

Cinsel kaygı politikası eşitliğin de altını oymaktadır. Kadınlara eşitlik sağlandığında, erkeklerin aileleri için tek sağlayıcı olma rolü tehdit altına girmektedir. Cinsel kaygı siyaseti, özgürlük ve eşitliği açıkça reddediyormuş gibi görünmeden temel tehditler olarak sunmanın güçlü bir yoludur. Cinsel kaygı siyasetinin güçlü varlığı, liberal demokrasinin erozyona uğradığının belki de en canlı işaretidir. 

SODOM VE GOMORRA 

Faşist siyaset, mesajını en çok gurur duyduğu büyük şehirlerin dışındaki nüfusa yöneliktir. Faşist siyaset, küreselleşen ekonominin kırsal bölgelere yaptığı yanlışları vurgulamakta ve buna liberal şehirlerin kültürel ve ekonomik başarısının riske attığı varsayılan geleneksel kırsal kendine yeterlilik değerlerine odaklanmayı da eklemektedir. 

Büyük kent merkezleri özellikle yüksek derecede çoğulculuğa eğilimlidir. Faşist ideoloji çoğulculuğu ve hoşgörüyü reddeder. Faşist siyasette, seçilmiş ulustaki herkes bir dini ve bir yaşam biçimini, bir dizi geleneği paylaşır. Bu nedenle büyük kent merkezlerindeki çeşitlilik ve buna eşlik eden farklılıklara hoşgörü faşist ideoloji için bir tehdittir. Faşist siyaset mali elitleri, kozmopolitleri, liberalleri ve dini, etnik ve cinsel azınlıkları hedef alır. Birçok ülkede bunlar karakteristik olarak kentli nüfuslardır.

SONUÇ OLARAK

Faşist siyasetin çekiciliği güçlüdür. İnsan varlığını basitleştirir. Bize bir “onlar” verir, dünyayı anlamlandırmamıza yardımcı olan, dünyadaki “hak etmeyen” insanlarla ilgili açık sözlülüğü ferahlatıcı olan güçlü bir liderle özdeşleşmemizi teşvik eder. Demokrasi başarılı bir iş gibi görünse de faşist politikalar hor gördüğümüz kişilerin daha fazla acı çektirerek kendi acımızı katlanılabilir kılar. 

Demokratik bir yönetim alanı, demokratik olmayan hiyerarşik bir ekonomik alan ve iyi bir yaşamın farklı vizyonlarına bağlı kuruluşlara sahip bir devlette yaşamanın yarattığı gerilimler arasında gezinmek sinir bozucu olabilir. Demokratik vatandaşlık, hepimizden çok şey talep eden bir empati, içgörü ve nezaket derecesi gerektirir. Değil mi?

Burada belirtmek gerekir ki keskin ekonomik eşitsizlik koşulları altında, liberal eğitimin ve farklı kültür ve normlara maruz kalmanın faydaları yalnızca varlıklı azınlık tarafından elde edilebildiğinde, liberal hoşgörü sorunsuz bir şekilde elit ayrıcalığı olarak temsil edilebilir. Günümüzde ekonomik eşitsizlik, faşist demagojiye zengin bir şekilde elverişli koşullar yaratmaktadır. Liberal demokratik normların bu koşullar altında gelişebileceğini düşünmek hayalciliktir. 

Faşist siyasetin tüm mekanizmaları birbiri üzerine inşa edilir ve birbirini destekler. “Biz” ve “onlar” arasında, “biz “in olduğu ve “onlar”`ın olmadığı romantikleştirilmiş kurgusal bir geçmişe dayanan ve zor kazandığımız parayı alan ve geleneklerimizi tehdit eden yozlaşmış liberal elitlere duyulan kızgınlıkla desteklenen bir ayrım efsanesi örerler. Faşist siyaset, bariz gerçekleri göz ardı ederek “biz” ve “onlar” arasında bu türden sahte ayrımlar yaratan sanrıların ticaretini yapar

Tekrarlanan bu söylem bir normalleştirmeye yol açar. Normalleştirmenin yaptığı şey, ahlaki açıdan olağanüstü olanı sıradan hale dönüştürmektir. Bir zamanlar tahammül edilemez olanı, sanki her zaman böyle olmuş gibi göstererek tahammül edebilmemizi sağlar. Faşist ideolojinin normalleşmesi, tanımı gereği, normları bu endişe verici çizgide dönüşen toplumlarda bile “faşizm” suçlamalarının aşırı bir tepki gibi görünmesine neden olacaktır. Normalleşme, tam da ideolojik olarak aşırı koşulların, normal görünmeye başladıkları için fark edilmemesi anlamına gelir.

Artan iklim değişikliği ve etkilerinin kaçınılmazlığı, yukarıda tartışıldığı gibi çağımızın siyasi ve sosyal istikrarsızlığı ve artan küresel ekonomik eşitsizliğin doğasında var olan gerilim ve çatışmaları iyi okumamız gerekir. Yakında kendimizi, İkinci Dünya Savaşı’ndaki mülteci hareketleri hariç, önceki dönemlerdekileri gölgede bırakan sınır ötesi dezavantajlı insan hareketleriyle karşı karşıya bulacağız. Travma geçirmiş, yoksullaşmış ve yardıma muhtaç mülteciler, hiyerarşik grup ayrıcalıklarını sürdürmeye ve faşist politikaları kullanmaya kararlı liderler ve hareketler tarafından ırkçı stereotiplere uyacak şekilde yeniden şekillendirilecek. Dünya genelinde pek çok düşünceli vatandaş bu sürecin halihazırda işlemekte olduğuna inanmaktadır. Bu tür insanların bile temel tehditler olarak resmedilebilmesi, faşist mitin yanıltıcı gücünün bir kanıtıdır.

Bu süreçte ortak insanlık duygusunu nasıl koruyacağız?

Faşist politikaların doğrudan hedeflerinde -mülteciler, feminizm, işçi sendikaları, ırksal, dini ve cinsel azınlıklar- bizi bölmek için kullanılan yöntemleri görebiliriz. Ancak şunu asla unutmamalıyız ki faşist siyasetin asıl hedefi, hedef kitlesidir. Hayali kıskacına almak istediği, insan statüsüne “layık” görülen herkesin kitlesel yanılsamayla giderek daha fazla boyun eğdirildiği bir devlete kaydetmek istediği kişilerdir. Faşist mitlerle büyülenmeyi reddederek bu süreci engellemeye başlayabiliriz.