“Sahip Olmak Ya Da Olmak” Erich Fromm’un en önemli kitabıdır. Yıllar süren deneyim ve çalışmalarının bir sentezi olan bu kitap, adeta damıtılmış bir olgunluk ürünü gibidir. Çeşitli konularda uzun yıllar süren deney, düşünce ve araştırmalarının sonucunda Fromm, dünyanın ve insan soyunun hızla bir felâkete ve yok olmaya doğru gittiğini görmüştür. Bu büyük tehlikeden kurtulabilmenin tek yolu, insanların ve onları şartlayıp, yönlendiren toplumsal yapıların kökten değiştirilmesidir.
Böylesi bir tarihi görev ve sorumlulukla karşı karşıya olan insanlığın doğru yolu bulabilmesi için, davranışlarını ve inançlarını şimdi yaptığı gibi “sahip olmak” ilkesine göre değil, “olmak” ilkesine göre ayarlanması gerekir. Erich Fromm “sahip olmak” ile “olmak” ilkelerini ya da yönlenişlerini, insan varoluşunun iki temel kategorisi olarak değerlendirir.
- Mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye “sahip olmak” demek, onları ele geçirmek, kendine mâl etmek, onlara egemen olmak ve dilediğince kullanmak anlamına gelir. Ama bu maddesel sahip oluşların sonu yoktur.
- “Olmak” ise “sahip olmak”ın karşıtıdır. Hiç bir şeyi elde etmeye, kendine mâl etmeye ve ona egemen olmaya çalışmaz. “Olmak” herşeyi kendi bütünlüğü, canlılığı, yaşamı ve gelişimi içinde sevmek demektir. Böyle davranan bir insan, dışsal ve maddesel olana bağlanmaksızın kendini geliştirip, evrimleşmeye çalışır ve insanlık bilinci ile diğer insan kardeşlerini sevmek, onlarla bir olmak arzusunu taşır. “Olmak” sözcüklerle tanımlanıp, anlatılamaz. O, ancak yaşanılan ve içte hissedilen bir özellik, bir süreç, bir canlılıktır.
Günümüz toplumları tamamen “sahip olmak” ilkesine göre işlemektedirler. İnsanlığın kurtulabilmesi için ilk ve tek şart, “sahip olmak” ilkesinden “olmak” ilkesine geçmektir.
Büyük Vaadin Gerçekleşememesi Ve Yeni Seçenekler
Endüstri çağı başladığından beri insanları ayakta tutan umut ve güven kaynağı, sınırsız bir gelişmenin, insana her istediğine ulaşabilme imkanın vereceği vaadiydi. Doğa, insan egemenliğine girecek, sınırsız bir maddesel bolluk insana olabilecek en büyük mutluluğu getirecek ve kısıtlanmamış gerçek özgürlüğe ulaşılacaktı. Özgürlük, toplumun daha çok orta ve üst sınıflarında rastlanılan bir olgu olmasına rağmen, toplumlarda egemen olan genel kanı, endüstrileşme hızla ilerledikçe, özgürlüğün toplumun tüm bireylerine yayılacağı yolundaydı. Eğer herkes bolluk ve konfor içinde yaşarsa, bireylerin sıkıntısız bir mutluluk duygusuna kapılacakları sanılıyordu.
Artık birçok insan, endüstri çağının verdiği sözleri ve büyük vaadleri yerine getiremeyeceğini anlamış durumda. Çünkü biliyorlar ki, mutluluk ve en büyük hazzı tatmak, tüm arzuların yerine getirilmesinin bir toplamından ibaret değildir. Yaşamımızın efendisi olmak düşleri, hepimizin bürokrasi makinasının birer çarkı olmamız karşısında, suya düşmüştür.
Albert Schweitzer 1952’de Nobel Barış Ödülü’nü almak üzere Oslo’ya geldiğinde, bütün dünyaya şöyle seslenmişti: Üstün insan olmakla, gerçekte, insan dışı bir varlık olduk biz.
Endüstri çağının büyük vaadlerinin gerçekleşememesinin nedenlerini, öncelikle endüstrileşme hareketi içindeki ekonomik iç çelişkilerde aramak gerekir:
- Yaşamın tek amacının mutluluk ya da bir başka deyişle, maksimum hazza ulaşmak olarak görülmesi.
- Sistemin kendi varlığını koruyup, sürdürebilmesi için, desteklemek zorunda olduğu bencillik, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi karakter özelliklerinin, uyumu ve barışı sağlayacağı inancı.
Günümüzde artarak gelişen bir radikal hedonizm eğilimi gözlenmektedir. Yoğun çalışma ve bürokratik kısıtlamalara karşılık olarak, kendisine sunulan; televizyon, otomobil ve seks gibi şeyler ile insan, bu garip karşıtlığın içine yerleştirilmiştir. Çalışma yaşamının güç ve zorlayıcı koşullan kadar, hiç bir şey yapmamak da, insanı bunaltır ve sıkar.
Bu iki karşıt uç, yirminci yüzyıl kapitalizminin yol açtığı bir zorunluluktur. Çünkü sistemin yaşayabilmesi için, bir yandan büyük üretime ve onun için monoton bir grup çalışmasına, öte yandan da üretilen malların tüketilmesine, yani boş zamana ve tüketim eğiliminin artmasına ihtiyaç vardır. İnsanlar, önce bütün çabalarıyla kendilerine boş zaman yaratmaya çalışırlar, sonra da bu zamanı “öldürebildikleri” ya da geçirebildikleri oranda sevinç duyarlar. Ne acı bir çelişki.
Endüstri çağının psikolojik yanılgısı, bireysel bencilliğin yaşanmasının, toplumsal uyuma, barışa ve huzura yol açacağı inancıdır. 18. yy yüzyıl kapitalizminin bu konuda çok önemli bir değişmeye yol açtığını görüyoruz: Artık ekonomik davranış, ahlâktan ve genel değerler sisteminden ayrılıyordu. Ekonomi, insanların istek ve ihtiyaçlarından bağımsız, kendi başına ve kendi kuralları içinde işleyen otonom bir bütünlük olarak anlaşılmaya başlanıyordu. Ekonomik sistemin gelişmesini belirleyen “insan için iyi olan nedir?” sorusu, yerini “sistemin gelişmesi için iyi olan nedir?” sorusuna bırakıyordu.
“Sahip Olmak” île “Olmak” Arasındaki Farkın Anlaşılması
Günümüz toplumsal değer yargılarına göre “hiçbir şeye sahip olmayan bir kişi, bir hiçtir” sonucuna varıyoruz. Oysa büyük yaşam ustaları, “sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farklılığı, sistemlerinin ana konusu olarak ele almışlardır. Buddha, insancıl evriminin en üst basamağına ulaşmak isteyenlerin, sahip olmak güdüsünden kurtulmaları gerektiğini öğretirken, İsa: Kim canını kurtarmak isterse, onu feda edecektir. Ama kim canını benim uğrumda verirse, onu kurtaracaktır, demiştir. Marx ise, gerçek amacın çok şeye “sahip olmak” değil, çok “olmak” olduğunu belirtir ve bu yolda lüksün de, tıpkı fakirlik gibi önemli bir yük ve engel olduğunu söyler.
Sahip olmak eğilimi, yaşamlarının ana konulan; para kazanma hırsı, şöhret ve yönetim gücüne erişmek olan Batı toplumlarına özgüdür. Batı dillerinde son yüzyıllarda görülen eylem sözcüklerinin azalıp, isim sözcüklerinin artması eğilimi, dilde bile, “olmak”tan “sahip olmaya” doğru bir gidişin habercisidir.
Günümüzün konuşma diline tipik, belki de biraz abartılmış bir örnek vermek istersek: “Doktor bey, benim bazı sorunlarım var.” Birkaç yüzyıl öncesinde ise, sözüne hiç şüphesiz: “Doktor bey, kendime bazı şeyleri dert ediyorum” diyerek başlardı. Böyle diyerek öznel deneyimi, benim dışımda olan ve benim sahip olduğum bir nesneye dönüştürmüş oluruz. Dillerin gelişimi boyunca, “o bana” deyişinin yerini “o benim” sözüne bırakmasını izlemek, oldukça ilginçtir.
Öyle anlaşılıyor ki, sahip olmak sözcüğü, özel mülkiyetin ortaya çıkması ile önem kazanmıştır.
Tüketim, günümüz aşın üretim toplumunun belki de en önemli sahip olma biçimidir. Tüketilen şeyin kişiden geri alınması imkânsız olduğu için, bu durum korku duygusunu azaltmaya yarar. Ama her tüketilen şey, tüketildiği andan itibaren. tüketiciyi tatmin edemez hale geldiği için de insanlar yeniden ve daha fazla tüketime yönelmek zorunda kalmaktadırlar. Bu çarkın sonu bir türlü gelmeyince, hep tatminsiz bir çırpınış içinde bocalayan modem tüketiciler, kendilerini şu formülle ifade etmektedirler: “Ben, sahip olduğum ve tükettiğim şeyler dışında bir hiçim.”
GÜNLÜK YAŞAMDA “SAHİP OLMAK” VE “OLMAK”
Öğrenmek: Sahip olmak yönlendirilmesi altındaki öğrenciler, bir dersi şöyle dinlerler: Bir yandan anlatılan şeyleri dinleyip, onlar arasındaki mantıklı bağlan yakalayarak, anlamı kavramaya çalışırlarken, öte yandan da bütün anlatılanları defterlerine not ederek, gelecek sınavda başarılı olmayı amaçlarlar. Ama bu arada, anlatılan şeylerin içeriği üzerine pek düşünmez, ona karşı bir tavır almazlar. Öğrencilerin tek amacı vardır: “Öğrenilmiş” olanı saklayıp, tutabilmek.
Hatırlamak: Hatırlama olayı, hem sahip olmak, hem de olmak ilkesi açılarından gerçekleşebilir. Hatırlamanın bu iki biçimi arasındaki farklılık, kişinin olayla kuracağı ilişkiye bağlı olarak ortaya çıkar. Sahip olmak kökenli hatırlama, mekanik bir işlemdir. Olmak kökenli hatırlamada ise, sözcükler, düşünceler, resimler veya müzikle bilince çağrılan aktif bir canlılık ya da tüm boyutları ile yaşanan canlı bir olaydır.
Hatırlama konusuna “olmak” açısından bakanlar, hafızalarının iyi işleyebilmesinin, o olaya karşı duydukları güçlü ve direkt ilgi ile bağıntılı olduğunu sezeceklerdir.
Sahip olmadaki yabancılaşmış hatırlamanın başka bir örneğini, hafızada tutulmak istenen şeyleri yazıp, not etmekte buluruz. Onu kâğıda dökmekle, düşünceleri ileride sahip olunacak birer bilgi verisi haline dönüştürmüş oluruz.
Otorite Uygulaması : “Sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farklılığın kesin çizgilerle ortaya çıktığı bir başka konu da, otorite uygulamasıdır. “Olmak” ilkesine dayanan bir otoritede, belirli bazı toplumsal görevleri yerine getirmek temelinin yanı sıra, o kimsenin kişiliğine de önem verir. Kendisiyle bütünleşmiş ve kendisini gerçekleştirmiş olan böyle bir kişinin çevresine yayacağı otorite etkisi, tehdide, rüşvete ya da emir vermeye bağlı değildir.
Bilmek: “Sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farklılığın bilmek alanındaki belirmesi, “ben bilgiye sahibim” ile “ben biliyorum” deyişlerinde ortaya çıkar. Bizim eğitim sistemimiz, insanlara bilgiye sahip olmayı öğretmektedir. Olmaklıktaki bilmek ise, “sağlıklı insan aklı” ile algılanan gerçeklerin hiç de güvenilir olmadığını anlamakla başlar. Ana nokta, bilmekler insanın özgürleşmesidir. Bu yüzden büyük düşünürler, toplumca benimsenen düşünce şemalarını şüpheyle karşılayıp, eleştirmişlerdir.
İnanç: “Sahip olmak” ilkesinde inanç, akılcı bir kanıtı bulunamayan şeyler konusunda bir çözüme sahip olmaktır. Kişi bu durumda başkaları (özellikle bürokrasi) tarafından formüle edilmiş bazı klişeleri, kendi inancıymış gibi benimser. Çünkü aslında o bürokrasinin tutsağıdır.
“Olmak” kökenli bir inanç, ilk aşamada belirli bazı fikirlere inanmak yerine, bir içsel yönlenme biçimi ya da ortaya bir davranış, bir tavır koymak anlamına gelir. “İnancım var” demek yerine “inanç içindeyim” demek, bence daha doğru olacaktır.
Sevmek: “Sahip olmak” ve “olmak” açılarından bakınca, sevmenin de ikili bir anlamı olduğunu görüyoruz.
Gerçekte var olan, sevme eylemidir. Sevmek, yaratıcı bir etkinliktir. Bir insana (ya da şeye) ilgi duymayı, onu tanımak istemeyi, onu anlamayı, doğrulamayı ve onun yalımdayken sevinç duyabilmeyi doğurur.
Sevmek, sevilen insanı (ya da şeyi) canlandırmak, onun yaşam duygusunu arttırmak anlamına gelir. Aynı zamanda, kişinin kendisini de canlandıran, yenileyen ve hareketlendiren bir süreçtir. Eğer sevgi, “sahip olmak” türünde ele alınacak olursa, kendinin kılmak, denetimi altında tutmak anlamlarına gelecek ve böylece de canlandırmak ve hareketlendirmek yerine, boğucu, engelleyici ve kısırlaştırıcı bir eylem haline dönüşecektir.
Bu durum, çoğu kez evliliklerde olur. Evlilik sözleşmesiyle eşler birbirlerinin bedenleri, duygulan ve ilgi alanları üzerinde hak sahibi olurlar. Artık kazanılması gereken kimse yoktur. Çünkü sevgi sahip olunabilecek bir nesne, bir mülkiyet haline gelmiştir.
DİNİ YAZITLARDA “SAHİP OLMAK” VE “OLMAK” KAVRAMLARI
İbrani kavimlerinin öyküsü, ilk İbrani kahramanı olan İbrahim’in ülkesini terk etmesiyle başlar. Çöl özgürleşme hareketinin sembolik bir anahtarıdır adeta. Orası bir yurt değildir, şehirler ve zenginler yoktur çölde. Orada yalnızca, yaşamları için gereken şeyleri ve gerektiği miktarda bulunduran, ayrıca hiç bir şeye sahip olmayan göçebeler yaşamaktadırlar.
Sebt günü hiçbir şeyin zedelenip, bozulması na ya da yapılmasına izin verilmez. O gün, insanın doğayla olan savaşına ara vermesi ve ateşkes yapması istenir ondan. Bir tutam çimenin koparılması veya bir kibritin çakılması bile, bu barış havasının bozulup, uyumun zedelenmesi olarak nitelendirilir.
Sebt günü insan, hiçbir şeye sahip değilmiş gibi yaşar. Kendi güçlerini, yani dua etmeyi, okumayı, yemeyi, iç meyi, şarkı söylemeyi ve sevmeyi kullanıp, “olmaya” çalışması tek amacıdır.
“Sahip olmak” kökenli davranış biçimine karşı geliştirilen protesto Yeni Ahit’de sürdürülür. İlk Hristiyanlık, fakirlerin, toplumda saygın bir yeri olmayanların dini olmuştur. Bunun yanı sıra, Eski Ahit’in bazı peygamberlerinde görüldüğü gibi, zenginlere ve güçlülere karşı tavır aldığı da sezilir. İncilde ana fikir olarak, insanın tüm açgözlülüklerden sıyrılmasının ve mülkiyet arzusunun yıkılmasının gerektiği işlenir.
Klasik Budizm de, Eski ve Yeni Ahit’ten daha güçlü bir biçimde sahip olmaya ve ihtirasa karşı bir tavır alır. Budizm’e göre, her türlü ihtirastım arınmak gerekmektedir. Hatta insan, kendi benliğine sahip olmayı bile düşünmemelidir.
Meister Eckhart (1260-1327): Eckhart, “sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farkı, ondan başka kimsenin erişemediği bir mükemmellik içinde, bütün derinliği ve açıklığı ile ortaya koyup, çözümlemiştir. Ona göre doğru tutum: Hiçbir şey istememek, hiçbir şey bilmemek ve hiçbir şeyi olmamaktır.
Mülkiyete, işlerine ve kendi benliğine takılan bir insanın, özgür olması mümkün değildir. Kendi benliğimize bağlı olmakla, kendimizi engellemiş ve kendimizi gerçekleştirmemizin önünü kesmiş oluruz. Eckhart’a göre, bizlerin insan olarak tek amacımız, ben’e bağlı olmamak ve egonun baskısından kurtulmak, yani “sahip olmak” ilkesinden sıyrılıp, “olmaya” çalışmaktır.
İNSANI “SAHİP OLMAK” DAVRANIŞINA YÖNELTEN ŞEY
Varlığı özel mülkiyet, kâr ve iktidar üzerine kurulu bir toplumda yaşadığımız için, düşünce ve değer yargılanınız önceden belirlenmiş gibidir. Temel ilkeyi şöyle özetleyebiliriz: “Mülkiyetimi nereden ve nasıl elde ettiğim, ayrıca onu nasıl kullandığım, kimseyi ilgilendirmez. Yasalara karşı gelmediğim sürece, haklarım mutlak ve sınırsızdır.”
Sahip olma duygusunun en önemli nesnesi, kişinin kendi benliğidir. Benliğimizin çeşitli görünüşleri ve belirişleri vardır. Bunlara bedenimiz, adımız, sosyal statümüz, sahip olduğumuz şeyler vs sıralanabilir.
Günümüzde kişi, ilişkide olduğu insanlara karşı da sahip olma eğilimiyle doludur. Doktordan, dişçiden, avukattan ve işçiden bahsederken, “benim doktorum”, “benim dişçim”, “benim avukatım” ve “benim işçim” demektedir. İnsanlar dışında eşyalar, hatta duygulardan konuşulurken bile, onlar da bir mülkiyet kapsamı içinde anlatılırlar. Buna benzer biçimde, fikirler ve inançlar da, kişilikten ayrılıp, dışlaştırılmakta ve sahip olunabilir mülkiyetin bir parçası gibi görülmektedirler.
Anlaşıldığı üzere “Sahip olmak” güdüsünü destekleyen en önemli faktörlerden bir tanesi, konuşulan dildir.
Sevgi, gurur, nefret, sevinç dediğimizde, sanki kesin ve elle tutulabilir maddelerden söz ediyor gibiyizdir. Halbuki gerçek olan, insanların içlerinde varolan süreçlerdir. Bu bir hareketlilik, bir akışkanlıktır ve koyduğumuz isimler bizim bu gerçeği farketmemizi engellemektedirler. Algılara birer isim verince, onları süreç olmaktan çıkararak, katı maddeler haline getirir ve değişmez bir gerçekliğe ulaştığımızı sanırız.
Belki de “sahip olmak” güdüsünün böylesine güçlü olmasının nedeni, ölümsüzlük duygusunu tatmin etme konusundaki etkinliğidir. “Kendimi” sahip olduğum şeylerden oluşan bir bütünlük olarak kabul edersem, onların yok olmazlığı, benim ölümsüzlüğümü sağlayacaktır.
Ekonomik ve politik alanda bence önemli olan, zenginlik ve fakirlik gibi aşın uçların törpülenerek, ortadan kaldırılmasıdır. Eşitlik, eldeki tüm maddesel varlıkların herkese aynı oranda dağıtılması demek değildir. Benim eşitlikten anladığım, çeşitli sosyal sınıflan yaratan ve bu sınıflarda farklı insancıl deneylerin yaşanmasına yol açan gelir farklılıklarının düzeltilmesidir.
“OLMAK” NEDİR?
Günümüz toplumlarında “sahip olmak” olgusu daha sık yaşandığı için, onun üzerine bildiklerimiz, “olmak” konusunda bildiklerimizden daha fazladır. Ayrıca “olmak” ilkesini kavramanın güç oluşunun bir diğer nedeni de, bu varoluş biçimini tanımlamanın zorluğudur.
Dünyada birbirinin aynı olan iki insan yoktur. Bu ayrılığı ve farklılığı ortadan kaldırabilmenin tek yolu, kişilerin birbirleriyle canlı ilişkilere girişmeleri ve hep birlikte yaşam dansına, o akışa katılmalarıdır. Bu yolla bile tam bir karşılıklı özdeşliğe ulaşılabileceğini sanmak yanıltıcı olur. Küçücük bir davranış birimini bile, tam anlamıyla tanımlayamayız. Mona Lisa’nın gülümseyişi üzerine sayfalarca yazı yazabiliriz ama, o gülücüğü sözcüklerle yakalayamayız hiç.
“Olmak” ilkesi, bağımsızlık, özgürlük ve eleştirel düşünceyi, kendisinin ön koşulları olarak alır. Onun en belirgin özelliği, aktivitedir.
Bir yaşantıyı veya bir anıyı düşüncelere ve sözcüklere dökmeye başladığımız anda, onun bizden kaçtığını, değiştiğini, ışığının sönüp, kuru bir düşünce haline dönüştüğünü sezeriz. Bu nedenle “olmak”, sözcüklerle anlatılamaz, ancak birlikte yaşanarak aktarılabilir.
Belki de “olmak” ilkesini en iyi, Max Hunziger’den esinlendiğim şu sembolik düşünce anlatır: Mavi bir cam. mavi dışındaki diğer tüm renkleri özümseyip, yansıtmadığı için onu mavi diye tanımlarız. Verdiğimiz ad, sahip olduklarına değil, dışa yansıttığına ve verdiğine bakılarak yakıştırılmıştır mavi cama.
Aktivite ve Pasiflik
Genel anlamda aktivite, topluma yararlı bazı katkılarda bulunan, belirli bir hedefe yönelmiş ve genel kabul gören davranışların tümüne verilen addır.
Ekonomik ve Filozofik El Yazmalarında Marx, özgür ve bilinçli aktivitenin insan türünün karakterine en uygun davranış biçimi olduğunu yazmıştı. Marx’a göre emek, insanca aktivitenin sembolüdür ve insanca aktivite ise, yaşamdır. Buna karşılık sermaye, yoğunlaştırılmış, geçmişte kalmış ve son aşamada da ölü bir şeydir (Grundrisse). Sermaye ile emek arasındaki çatışma, Marx için çok önemliydi. Çünkü Marx’a göre, bu çatışma; canlılık ve ölüm, şimdi ve geçmiş, insanlar ve eşyalar ile olmak ve sahip olmak arasındaki bir çekişmeyi ve bir savaşı simgeliyordu.
Vermek, Paylaşmak ve Fedakârlık Yapmak
Modem toplumlarda “sahip olmak” ilkesinin, insanın varoluşundan gelen bir özellik olduğu ve bu nedenle de, değiştirilemeyeceği inancı yaygındır. Gerçek şu ki. insanın doğasında hem “sahip olmak”, hem de “olmak” eğilimleri birlikte bulunurlar.
İnsanda iki türlü eğilim vardır:
- biyolojik olarak yaşamda kalma ve yaşama arzusuna bağlı olup, ondan güç bulan “sahip olmak” güdüsü,
- insan varoluşunun gereklerinden, özellikle yalnızlık ve terkedilmişlik duygusundan kurtulabilmek için, başka insanlarla bir olmak ihtiyacından doğan “olmak” güdüsüdür.
İnsanda bu iki eğilim de yanyana ve birlikte bulunduğundan, toplumun yapısı ile onun kurallar ve değerler sisteminin alacağı biçim, insanlarda hangi eğilimin ağır basacağını belirleyen en önemli etken olmaktadır.
İnsan türünün varoluşundan kaynaklanan koşullan göz önünde tuttuğumuzda, vermek, paylaşmak ve fedakârlık yapmak duygularının böylesine yaygın ve yoğun olması bizi şaşırtmaz. Asıl şaşırtıcı olan, bu büyük ihtiyacın nasıl bastırıldığı ve bireysel çıkarı öne alan endüstri toplumlarında (ve ona benzer bir çok diğer kültürde) dayanışma duygusunun nasıl ikinci plâna itildiğidir.
“SAHİP OLMAK” VE “OLMAK” KAVRAMLARININ DİĞER BOYUTLARI
Güven-Güvensizlik
İleriye doğru gitmemek, olduğu yerde kalmak, kısaca insanın kendisini sahip olduğu şeylere bırakması, aslında bir rahatlık arayışıdır. Her yeni adım, başarısızlık tehlikesini de beraberinde getirir. İşte bu özellik, insanların özgürlükten korkup, kaçmalarının da en önemli nedenlerinden birisidir.
Önce annemiz, babamız, kardeşlerimiz, oyuncaklarımız vardır, onlara “sahibizdir”.
Sahip olmanın yarattığı bunca güvenliğe rağmen, yeni bir fikri, bir ideali elan ve yeni gelişimlere çekinmeden atılan kimselere karşı bir hayranlık duymaktan da kendimizi alamayız. Mitolojideki “kahraman” mitosu, bu özlemin bir sembolüdür. Kahraman, sahip olduğu şeyleri, evini, ailesini, yurdunu ve malını-mülkünü terkederek, bilinmeyene yönelen, yabancı yerlere gitmek cesaretini gösteren insandır.
Çok şeylere sahip olup dikkatli davrananlar; güvenlik içinde olduklarını sanmalarına rağmen, hiç de öyle değillerdir. Yitirmek kaçınılmazdır. İnsan bir gün ve bilemediği bir anda ölmek durumundadır. Yani herkes herşeyini ve de yaşamını yitirecektir sonuçta.
“Olmak” kavramında ise, sahip olunan şeylerin kaybedileceğinden doğan endişe ve korku yoktur. Olduğum gibiysem ve kişiliğim “olmak” tarafından belirleniyorsa, kimse benden bunu alamaz.
“Sahip olmak” güdüsünün etkisindeki bir kimse, sevdiği, beğendiği ya da hayran olduğu insanlara sahip olmak ister. ’’Olmak” ilkesinde ise, özel mülkiyet biçimindeki bir sahip oluş, pek önemli değildir. Çünkü bir şeyin tadına varabilmek, hatta onu kullanabilmek için, ona sahip olmak şart değildir. Bu anlayışa göre, aynı şey, hiç kimse ona sahip olmadığı ve bunu da düşünmediği için, tek bir kişiyi değil, belki de milyonlarca kişiyi sevindirip, mutlu edebilir. Bu gerçek, yalnızca kavgayı ve çekişmeyi önlemekle kalmaz, aynı zamanda insan mutluluğun çok sevimli bir boyutunun, sevincin paylaşılmasını da sağlar.
Sevinç-Hoşnutluk
Zengin ve şöhretli olabilmek için, ticari anlamda çok aktif olmak gerekir. Ama bu, içsel bir aktiviteye karşılık değildir. İstenilen amaca ulaşıldığında, kişi bir heyecan ya da “yoğun bir tatmin” duyar ve “doruğa” eriştiğine inanır. Ama neyin doruğuna? Belki bir heyecanın, tatminin ya da bir trans durumunun doruğuna ulaştığını sanmaktır bu. İnsanı bu duruma iten, her ne kadar insana özgü olsalar da, patolojik kökenli tutkulardır.
Eğlence veya sinirsel uyaranlardan gelen haz, doruk noktası aşıldıktan sonra, arkalarında bir boşluk ve bir üzüntü bırakırlar. Çünkü maddesel tatminler, duygusal heyecanlara hiçbir zaman ulaşamazlar ve bu sürekli bir hayal kırıklığı getirir kişiye.
Günah ve Bağışlanma
İnsanlar yasalara, yalnızca ceza almaktan korktukları için saygı göstermezler. Onları bu davranışa iten, itaatsizliğin içlerinde uyandırdığı suçluluk duygusudur. Bu suçluluk duygusundan kurtulabilmeleri için tek yol, otorite tarafından bağışlanmaktır.
Ama bazı insanlar, kendilerini bu çarpıklıktan kurtarmayı bilmişlerdir. Böyle kişilere en iyi örneği mitolojideki Promete sembolünde buluruz. Zeus’un onu suçlamaları ve verdiği cezalar, Promete’de ne bir suçluluk duygusu, ne de bir teslimiyet çabası doğurmaz. Çünkü o, ateşi Tanrılar’dan çalıp, insanlara verirken itaatsizlik ettiğini, ama bu davranışı bir dayanışma örneği olduğu için, günah işlemediğini biliyordu.
Kişilerin birbirlerinden arada sevgi köprüsü olmadan ayrılmaları ve yabancılaşmaları, katolik teolojideki “cehennem” tanımında dile gelir. Bu dayanılmaz bir durumdur. Kişi tümden izole edilmiştir, yalnızdır ve bu katlanılması güç acının, ne pahasına olursa olsun, atlatılması gerekmektedir.
Özetlersek: “Sahip olmak” türündeki bir yaşam anlayışında ve otoriter bir yapı içinde günah; pişmanlık, ceza ve artan bir teslimiyet çizgisini izler. “Olmak”ta; yani anti-otoriter bir yaşam anlayışında ise günah, insan doğasının bir sonucu olan ve giderilemeyen ayrılık ve yabancılaşmanın sonucudur.
Ölümden Korkmak-Yaşamın Doğrulanması
Çeşitli törenlerde ve inançlarda sergilenen, insan bedenini “konserveleyerek” saklama fikri, ölümsüzleşme arzusunun en belirgin biçimidir. “Sahip olmak” anlayışına bağlı olduğumuz oranda, ölümden korkarız ve bunun akılcı bir açıklamasını da bulamayız.
Ama bu korkudan sıyrılmanın yalnızca bir tek yolu vardır. Bunu bize Buddha, İsa, Stoacılar ve Meister Eckhart gibi bilgeler öğretmeye çalışmışlardır: Yaşama sıkı sıkıya bağlanmamak ve onu sahip olunacak bir şeymiş gibi görmemek gerek.
“Olmak”ta da zaman kabul edilir, ama ona teslim olunmaz. O, yaşamımızı belirleyen bir tiran değildir ve tahtından indirilmiştir. Endüstri toplumlarında ise zamanın egemenliği hüküm sürmektedir.
DÎN, KARAKTER VE TOPLUM
Ortalama ve sıradan bireyler ile bu bireylerin içinde yaşadıkları toplumun sosyo-ekonomik yapısı arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Bireysel psişik yapı ile sosyo-ekonomik yapı arasındaki ilişkinin sonucuna “sosyal karakter” adını verelim. Toplumun sosyo-ekonomik yapısı, bireylerin sosyal karakterlerini öylesine biçimler ki, kişiler toplum gerekleri doğrultusunda yapmak zorunda oldukları şeyleri, gerçekten de yapmak istediklerini sanmaya başlarlar.
İnsan, sadece ona nasıl davranması gerektiğini söyleyen bazı güdülerin etkisi altında değildir. Ayrıca kendi bilinci, akıl ve hayal edebilme gücü gibi (ondan önceki hiçbir türde olmayan) özellikleri vardır. İşte bu yüzden insanın yaşayabilmek için, kendine yön verecek bir düşünsel sisteme ve yücelteceği bir nesneye ihtiyacı vardır. Bir anlamda din inancı, insan türünün doğal bir özelliğidir.
Elimizde, toplumsal ve doğal çevremiz içinde nasıl davranacağımızı ve bunun yollarını gösteren bir “harita” olmazsa, yani beynimizde dünyanın yapısal ve anlamsal bir tasarımı ve bizim o dünya içindeki yerimiz hakkında bir fikrimiz bulunmazsa, insan şaşırır ve doğru davranma imkanını yitirir. İlginç olan, hiçbir kültürün böyle bir davranış çerçevesi ve onlara yön veren bir sistemleri bulunmadan yaşayamamış olmalarıdır.
Çeşitli farklılıklara ve yorumlara rağmen, bütün Hristiyan inançlarında ortak olan yan, insanlara olan sevgisi yüzünden, onları kurtarmak için kendisini feda eden, kurtarıcı bir İsa inancıdır. İsa. şiddet kullanan bir yönetici ya da yönetmeyi ve iktidar sahibi olmayı isteyen biri değil, hiçbir şeye sahip olmak istemeyen ve sevginin kahramanı olandır.
Fakat günümüzde hakim olan endüstriyel din insanları, kendi elleriyle yaratmış oldukları ekonominin ve makinaların kölesi haline sokmaktadır. Ve bu, gerçek dinin özü ile taban tabana zıttır. Bu dinde kutsal olan şeyler; çalışmak, özel mülkiyet, kâr, güç ve iktidardır. Aslında bunlara bile gerçekten ulaşabilmek, bireyselliğe ve kişisel özgürlüğe ihtiyaç gösterir.
Günümüz toplumlarının karakter yapılarını ve gizli dinlerini anlamanın anahtarı pazar ekonomisidir. Çağdaş toplumlarda bireylerin kendilerini birer mal gibi görmeye ve kendi değerlerini “değişim değeri” olarak algılamaya başlamalarındandır. Başarılı olmak, bir kimsenin pazarda kendini nasıl sattığına bağlıdır. Pazar karakterinin en üst hedefi, kişilik pazarında her koşulda başarılı ve aranılır olmayı sağlayacak olan, “kayıtsız şartsız bir uyumu” sağlamaktır. Ana ilke: “Ben, bana sahip olmak istediğin gibiyim” sözüdür.
Pazar karakteri, sevgi ve nefret duygularından da yoksundur. Pazar karakteri ne kendisine, ne de diğer insanlara yakınlık duymadığı için, hiçbir şey onu çok ilgilendirmez. Duyguların yitirilmesi. bu karakter biçiminin olaylara kolay ve pratik bir gözle bakmasını sağlamaktadır. Yakın ilişki kurma yetersizliği, bu karakter biçiminin insanlara karşı da umursamaz ve değer vermez oluşunu doğurur.
Salt bilimsel ve yabancılaşmış bir zekânın insanın kişiliği üzerine yaptığı etkileri, en yoğun biçimiyle Charles Darwin‘in yaşamında bulabiliriz. Kendi biyografisinde, otuz yaşına dek müzik, şiir ve sanattan büyük zevk aldığını, ama sonraki yıllarda bu yeteneğinden yoksun kaldığını anlatır ve şöyle yazar: “Aklım, büyük bir bilgi birikimi arasından habire yeni yasalar filtre eden, koca bir makineye dönüşmüştü sanki… Darwin’in burada anlatmak istediği süreç, zamanın çok tutulan ve hızla yayılan bir özelliğinin, zekânın gönülden ayrılmasının bir göstergesidir.
Hümanist Protesto
“Özgürlüğün gerçekten belirebilmesi için, zorunluluktan doğan ve dış güçler tarafından belirlenen çalışma biçiminin sona ermesi gerekir. Bu konuda ilk yapılması gereken şey de, insanların kendilerine daha çok zaman ayırmalarının sağlanabilmesi için, çalışma gün ve saatlerinin kısıtlanmasıdır.
Marx şöyle yazar “Ekonomik ve Filozofik El Yazmalan”nda: “Özel mülkiyet bizi öylesine aptal ve tek yanlı yapmış ki, bir şeye ancak tümüyle sahip olabildikten, yani onu bizim için bir sermaye öğesi kıldıktan sonra, bizimdir diyebiliyoruz. Ya da onu yiyip, içtikten, ele geçirdikten veya üzerimizde taşıyıp, içinde oturduktan kısaca kullandıktan sonra, bizim oldu sanıyoruz… Böylece fiziksel ve ruhsal olanlar, yerlerini “sahip olmak”ın. o yabancılaşmış anlamına bırakmış oluyorlar. İnsanların içlerinde gizli olan hazinelerin ortaya çıkabilmesi için, onların dışsal bir fakirlik düzeyine indirgenmeleri gerekecektir.”
Radikal hümanist düşünürler aşağıdaki noktalarda aynı temel düşünceleri paylaşmaktadırlar:
- Üretim, ekonominin değil, insanların gereklerine ve ihtiyaçlarına göre ayarlanmalıdır.
- İnsan ve doğa arasında, sömürüye değil, ortaklığa ve işbirliğine dayalı yeni bir denge kurulmalıdır.
- Karşılıklı uzlaşmaz tutumlar terkedilip, insanlar arasında bilgiye ve dayanışmaya önem vermek gereklidir.
- Tüm ekonomik çabalar, insanların acılarının azaltılıp, onların iyiliğine ve huzuruna hizmet eder biçimde düzenlenmelidir.
- En çok tüketim yerine, en akıllıca tüketimin, insanın iyiliğine ve yaranna olduğunu kabul edip, akılcı tüketim desteklenmelidir.
- Bireyler toplumsal yaşama aktif ve etkin bir biçimde karış maya teşvik edilmeli ve herkesin kendince bir çaba göstermesi desteklenmelidir.
Eğer insanlık, doğal kaynaklan sorumsuzca tüketmeye devam eder ve doğanın insanın yaşamını sağlayan dengesini bu hızla bozacak olursa, yüzyıldan daha kısa bir zamanda, toptan yok olma felâketi ile karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Yaşamın ana hedefinin ekonomi olmaması gerektiği, bütün büyük öğretilerde belirtilmiştir.
YENİ BİR İNSAN VE TOPLUM
Aşağıdaki noktalar gerçekleştirildiği takdirde, insan karakterinin istenilen olumlu yönde değişebilir:
- Durumdan acı çekmek ve bunun bilincinde olmak.
- Huzursuzluğumuzun nedenlerini tanımak ve bilmek.
- Bu bunalımı atlatabilecek bir yol, bir imkân bulmak.
- Belirli davranış biçimlerini kendimize özgü kılmak ve acıları aşabilmek için, çağdaş yaşam pratiğimizi değiştirmemiz gerektiğine inanmak.
Bu dört nokta, Buddha’nın insan varoluşu üzerine kurduğu öğretisinin çekirdeğini oluşturan “dört yüce gerçek” ile hemen hemen aynıdır.
Şimdi, yeni bir toplumun kurulması çabasında, karşımıza çıkabilecek önemli sorunlardan bazılarını ele alalım:
- “tam rekabet piyasası” düşüncesinden vazgeçilerek, merkezilikten uzak bir biçimde hazırlanmalıdır.
- Sınırsız ekonomik gelişme amacı terk edilmeli, onun yerine selektif (seçici) bir gelişme hedef alınmalı,
- Çalışma koşullarını ve işe bakış açısını kökten değiştirmek gereklidir. Bu alanda maddesel kazancın yerine, psişik tatminlerin öne alınarak insanların mutlu olabilmelerini sağlamak en doğrusudur.
- Ekonomi ve politikanın insanların ihtiyaçlarına göre düzenlenebilmesi için, yeni toplum modelinin, yabancılaşmamış ve “olmak” kökenli davranış biçimlerine uygun olarak hazırlanması gerekir. Bu konuda ilk olarak, sağlıklı ve akılcı bir tüketime uygun bir üretim biçimini geliştirmek çabasına girişilmelidir.
- Bireylerin politik yaşama aktif olarak katılabilmeleri için, ekonomi ve politikada merkezileşmeden mümkün olabildiği kadar uzaklaşmak gerekmektedir. Yönetim görevi devletlerden alınıp, daha küçük boyutlu yönetim birimlerine devredilmelidir. Canlı olan insan, bir rakam haline dönüştürüldüğü zaman, bürokrat onun durumunu tüm acımasızlığı ile ele alıp, öyle davranacaktır. Çünkü durumuyla ilgilendiği insanla arasında, hiçbir insanca ilişki veya bağ kalmamıştır. Bürokratlar bir sadistten daha az utanç duymalarına rağmen, onlardan daha tehlikelidirler. Çünkü vicdanları ile görevleri arasında bir çatışma duymazlar.
- Politik, ekonomik ve her türlü reklâmda, beyin yıkama yöntemleri yasaklanmalıdır. Reklâmlarda ve politik propagandalarda kullanılan hipnotize edici yöntemler, insanların ruhsal dengesini, özellikle de açık ve eleştirel düşünce yetenekleri ile duygusal bağımsızlıklarını sarsıcı bir etki yaratmaktadırlar.
- Herkese belirli bir asgari gelir düzeyinin sağlanması, bir çok sorunun çözülmesini sağlayabilir. Garanti edilmiş yıllık asgari gelir, gerçek özgürlük ve bağımsızlığın sağlamasında ilk adımdır.
- Kadınları ataerkil esaretten kurtarmak gereklidir. Kadınları erkeğin üstün olduğu ataerkil bir baskı altından kurtarmak, toplumun insancıllaştırılmasının ilk adımlarından biridir.
Bizleri umutlandıran bir nokta, çağdaş toplum düzeninin beğenilmemesi konusundaki şikayetlerin artmasıdır. Bütün bastırma çabalarına rağmen, her gün bir öncekinden fazla sayıda insan bu toplumsal düzen içinde bunalıp, mutsuz olduklarının farkına varmaktadırlar.
Günümüzde iktidar gücüne sahip olmayan ve ancak belirli bir sorumluluk taşıyan orta sınıf vatandaşlar, anlamsız bir tüketim biçimine tutulmuşlardır. Batı dünyasının çoğu insanı, tüketimin verdiği tadı bilmekte, ama giderek bunun kendilerini doyuma ulaştırıp, mutlu etmediğinin de farkına varmaktadır.
Kurulacak yeni toplum, kimsenin mülkiyetini elinden almayacaktır. Gelir konusunda amaç, alt sının yükseltmek, yani fakirlerin yaşam standardını yükseltmektir.
Uygulama için önemli olan nokta, hümaniter anlamda ve çeşitli dogmalardan, kurumlardan uzak, dinsiz bir “dindarlığın” oluşup, oluşamayacağı konusunda düğümlenmektedir. Böyle bir dindarlığa ilk dönem Buddhizm’inden, Marx’ın düşüncelerine dek bir çok yerde rastlamak mümkündür. Olayı “bencil bir maddecilik” ile “Hristiyan Tanrı kavramı” arasında bir seçim yapmak düzeyine indirgemek yanlış olur.
Geç dönem Ortaçağ dünyasının dinsel özü ile Rönesans’tan sonraki bilimsel düşüncenin evrimi ve bireyciliğin gelişimini bir ettiğimizde, ortaya aradığımız sentez çıkacaktır.