Bilmek, bilgiyi işleyerek yeni bilgiler ve değişimler yaratmak insanın temel işlevleri arasındadır. Mesela bir hayvanın açlığının farkındalığı bir içgüdüsel farkındalık mıdır yoksa bilgi sahibi olduğundan mıdır? İnsanı bu noktada farkında olmaktan ayıran konu yaptığı şeyin bilgisine sahip olması ve bunu kavramlarla ifade edebilmesidir. Örneğin bir hayvan su içme eylemini gerçekleştirebilir ancak su içme eyleminin kavramına sahip değildir. Buna kısaca ‘logos (mantık, kelam) sahibi olma’ diyebiliriz.
Enformasyon (malumat) toplumsal olarak dolaşımda bulunan ve farklı iletişim birimleri arasında aktarılabilen bilişsel bir hammaddedir. Bilgi ise ‘bilmek’ kelimesinin gösterdiği gibi eylem kipinde ifade edilebilecek bir zihinsel durumdur.
Yaşama dair bilgiler bireyin zihnindedir, yani özneye ait olurlar. Fakat bilgi, doğruluğunun belirlenmesi ile öznellikten ayrılır. Örneğin Dünya ile Ay arasındaki uzaklığın 384400 km olması nesnel bir bilgidir.
Bilginin biyolojik veya pratik değerinin ötesinde bir öz değeri de vardır. İnsan, sürekli kandırılma halinde yaşamaktansa, gerçek dünyanın kendisini merak eder ve onu deneyimlemek ister.
Epistemoloji Nedir?
Epistemoloji bilgi kavramını felsefi açıdan inceler. Temel Soruları:
- İnsan Bilgisinin Kaynakları nelerdir?
- Bilginin Nedir ve bir şey ne zaman bilgi olur?
- Bilginin Mümkün müdür?
- Bilginin Toplumsal Boyutu ve iktidar ile ilişkisi nedir?
Felsefede tarihi metinleri okurken “varsayımsal sempati” yani eseri ve düşünürün önemli bir fikri aktarma çabasında olduğu varsayıp ona bir “şans vermek” gerekir.
Epistemolojik çözümlerdeki kullanılan bazı anahtar kavramlara değinirsek:
- Norm: en genel haliyle, “düzenleyici ilke veya kural” kavramına işaret eder. Etik kurallar normatif önermelerin en bilinen örnekleridir.
- Önermesel Bilgi: bir iddiada bulunan bir cümlenin içeriğinde barınan düşünce veya fikir.
- Önermesel Doğru: Doğruluk normatif ve betimleyici bağlamda değerlendirilir. Betimleyici bir iddia, durumun şu veya bu şekilde OLDUĞUNUN iddiasıdır. Normatif bir iddia ise, bir durumun şöyle olması GEREKLİ olduğunun iddiasıdır. Normatif iddialarda değer yargıları vardır. Tanımlayıcı iddialar değer yargısında bulunmaz.
- Bilişsel sıfatı, genelde üst düzey zihinsel işlevler yelpazesi için kullanılır.
- İnanç bilgiye yönelmenin bir parçasıdır. Bir inanç, “inanç” etiketini hak edebilmek için, doğru olmak zorunda değildir.,
- Kanıt inanca destek sağlayan kaynaktır. Ancak her kanıt doğru olmayabilir. Bazı kanıtlar bizi yanıltsa da “kanıt” kapsamında yer alır.
- Epistemolojik Gerekçelendirme: Sahip olduğumuz bilgilerin çoğunluğu, bir gerekçelendirme süreci veya yapısı sayesinde yaşam bulur. Yani hiç gerekçesiz inançlara dayalı bilgiler epistemolojik olarak sorunludur.
Bilginin Metafizik Temelleri
Eski Yunan felsefesinin temel sorusu: “değişmeyen unsurların” veya “açıklayıcı ilkelerin” ne olduğuyla ilgilidir. Thales, Anaksimenes, Empedokles gibi filozoflar doğaüstü veya mitolojik unsurlara başvurmadan bu soruya yanıt aramışlardır.
Platon Tümeller (İdealar) Kuramı ile bir kavramın (ideanın) örneklerinin (kopyalarının) o kavramın kendisine eşlenik olmadığı düşüncesidir. Bu kavram (idea), algıyla değil akılla anlaşılır. “Tikel”, nesnelerin tekliğini ve kendileri olma durumunu ifade etmek için kullanılır. “Tümel” kavramı ise, tikelleri tanımlayan tür adları ve tikellerin edindiği nitelikler için kullanılmaktadır. Tek olan bir şeyin aynı zamanda çok olması, Platon’un dikkatini çekmiştir. Mesela ayrıntıda birbirlerinden çok farklı olan domatesler, her şeye rağmen, “domates olma” kıstasına uydukları için bu adı almışlarıdır. Bizim farklı nesnelere ‘domates’ adını vermemize olanak sağlayan “domates olma”nın tanımı veya kavramı (tümel idea) ise değişmez. Bilgisine ulaşılacak tümellerin gözlemlenen dünyanın içinde olamayacağı açıktır. İnsan bilgisine ve anlayışına temel teşkil eden bu değişmezler için Platon ‘idea’ ve ‘form’ deyimlerini kullanmıştır.
Platon ve Epistemoloji: Platon “bilgi” sözcüğünü “ideaların bilgisi” statüsünde kullanmış ve normal algısal yollardan edinilen bilgi için ‘kanı’ (doksa) deyimini kullanmıştır. Her insan bakma ve görme yoluyla kanı sahibi olabilir. Ancak yalnızca bilgelik arzusu olanlar, yani felsefeciler, episteme’ye (ideaların bilgisine) ulaşmaya çalışırlar.
Aristoteles’in Töz Kavramı: Platon`un fikirlerini genel olarak benimsese de nesnelere kimliklerini veren özsel unsurların (ideaların) ayrı bir alemde olduğu düşüncesine karşı çıkmıştır. Başka bir varlığa bağlı olmaksızın var olabilen şeylere “töz” veya “cevher” der. Aristoteles’e göre, tikel her nesne bir tözdür. Sıradan her nesnenin maddesi (veya materyali) ve bir biçimi (veya formu) vardır. Nesneleri belli bir türe ait kılan “unsur” veya “sebep” Aristoteles’te nesnelerin içindedir. Biçim ve öz, bir türün tüm üyelerinde bulunan unsurlardır. İnsanın özü, diyelim ki, “akıllı hayvan” olmasıdır. İnsanlar sarışın, esmer, uzun, kısa, yaşlı, genç olabilirler. Fakat insan olmanın özü her insanda aynı olmak durumundadır.
Şüphecilik ve Bilginin Olanaklılığı Sorunu
Eski Yunanda Platon ve Aristoteles bilinebilen gerçeklik ve görünen dünyanın temelinde yatan tözsel varlıkların bilgisine ulaşılabileceğini öne sürmüşlerdi.
Descartes ise kabullerini inançlarını algı yoluyla edindiği bilişsel unsurlar olarak görmüştür. Ancak bu algılarımızın büyük oranda gerçeklikten uzak olduğunu ve mutlak bilgiye ulaşma konusunda güvenilmeyeceklerini farketmiştir. ‘Kesin bilgi’ için iyi bir aday aritmetik ve geometrik bilgidir. Descartes için şüphe, akıl yürütmenin yöntemidir. Bu şüphe yöntemsel şüphe olarak bilinir.
David Hume: Gündelik dilde sıkça Tümevarımsal çıkarımlar yapmaktayız. Bu tümevarımlar o güne kadar ki olmuş olanlara dayanan gerekçelere sahiptir. Fakat bu gerekçeler varılan sonuçları zorunlu kılmaz ancak olanaklı ve akılcı hale getirir. Yani dünya bilgimizin çoğu, gerekçelendirilmiş ancak kesinlikten uzak bilişsel unsurlardan oluşur. Örneğin her sabah güneşin doğması sebebiyle ertesi gün de doğacağını biliriz. Gerekçemiz önceki deneyimlerden gelir. Ancak bu bilgi kesin değildir, bir gün güneşin doğmaması ihtimali de vardır.
Moore’un Sağduyusal Yanıtı
Sağduyusal tavır, genelde pratik ve işe yarar sonuçlar verebilen kararlar alma ile alakalıdır. Önemli olan samimi bir düşünsel sorumluluk sahibi olmaktır. Bir şüpheci argümanın kabulü için, o argümanın sonucunu reddetmek, öncüllerini kabul etmekten daha makul olmamalıdır. Örneğin, “rüyada olmadığını bilmiyorsun” iddiasının öncülü ile “iki elinin olduğunu bilmiyorsun” sonucunu karşılaştırmamızı ister: İlk öncülün kabul edilmesi mi yoksa sonucun reddedilmesi mi daha makuldür (tabii ki sonucun reddi makuldür)? Moore`cu sağduyu argümanı işte bu soruya verilen cevaptan ibarettir.
Bilginin Kaynağı: Deneyimcilik
Bilgimizin tek kaynağının duyu verileri ve algılar olduğunu savlayan epistemolojik görüşe deneyimcilik adı verilir (Locke, Hume, Berkeley).
Descartes’ın Epistemolojik Mirası: zihin (veya ruh) ile maddenin alanları birbirinden bağımsız olarak vardır. Peki nasıl bir ilişkileri vardır? Descartes’ın der ki: ‘Zihnin içindeki ‘idea’lar gerçekliğin unsurlarına ilişkin bilgi taşırlar; bu da bizim dünya bilgisi sahibi olmamıza neden olur’. Yani idealar şeyleri temsil etmektedir.
Locke’a göre, bu karmaşık ideaların her birinin zihinde oluşabilmesi duyu verilerine ihtiyaç duyar. İnsanın zihni doğum anında ‘boş bir levha’(tabula rasa) gibidir. İnsanın bilgisi iki ana unsurdan oluşur. Deneyim ile elde edilenler ve bunların daha önce deneyimlenmiş parçalarla işlenmesidir. Özetle idealar doğuştan olamaz yani bilgi tümüyle deneyim alanına aittir.
Locke tözsel bir ontoloji tasarlamış ve tözlerin iki tip niteliği olduğunu düşünmüştür. Birincil nitelikler; maddesel gerçeklikte yer alan ve zihnimizde de temsil edilebilen özelliklerdir (uzam). İkincil nitelikler; birincil nitelikleri nedeniyle zihnimizde oluşan etkilerdir (şekil). Bu nitelikleri barındıran zemine ‘tözsel taban(substratum)’ adını verir. Locke kesinlik konusunda Descartes’ın daha kötümserdir: bilme süreçleri her zaman kesinlikten uzaktır.
İnsan bilgisinin ‘nesnel’ temellerine en keskin eleştiriyi yapan ve epistemolojik yıkıma neden olan düşünür Hume’dur. iki temel görüşüne değinirsek:
- Algımızda karşımıza nesnelerin çıktığı açıktır. Peki bu nesnelerin zihnimizde bağımsız ve sürekli olarak var olduklarına ilişkin inancın kaynağı nedir? Hume’a göre bunun yanıtı imge oluşturma yetisinde saklıdır. Bir bebek, başlangıçta bir cismin sürekliliği hakkında kesin bilgiye sahip değildir. Ancak zaman içerisinde ‘olgunun veya nesnenin tutarlı bir şekilde tekrarlanması’ ile süreklilik kabul edilir.
- Nedenselliğin zorunlu olduğunu düşünmemizin kökeninde ne yatmaktadır? Bu sorunun yanıtı da benzer etki-tepki örneklerinde aynı sonucun tekrarlandığını gözlemlemekte saklıdır. Yani zorunluluk gözlemlenen tekrarlamalar sonucu zihnimizde türeyen bir kavramdır.
- Bu görüşleri kabul edersek: metafizik bilgi olanaksızdır. Çünkü insan, zihninin sınırlarından bağımsız bir tarzda gerçekliğe ilişkin iddiada bulunamaz.
Hume`a göre (1)olgusal, (2)biçimsel bilgi dışına çıkan iddialar tamamen anlamsızdır.
Berkeley ontolojik anlamda ideacılığı ve epistemolojik açıdan da deneyimciliği savunmuştur. Ona göre zihinden tamamen bağımsız maddesel nesnelerin varlığına inanmak çelişkilidir. Bizim algımızı veya ideamızı çıkardıktan sonra kalan şey nasıl tasarlanabilir (var mıdır)?
Berkeley’e göre, idea zihinsellikten arınmış maddeyi temsil edemez. Yani Düşünce, içinde düşünsel unsurlar olmayan varlığı kavrayamaz. Yani bir şey algılandığında var olur. Onun ifadesiyle ‘var olmak, algılanmaktır’. Bu hiç kimsenin algılamadığı taşlar, ağaçlar yoktur anlamına gelmemektedir.
Bilginin Kaynağı: Usçuluk
Usçuluk, insan aklının kendisinin bilginin temel bir kaynağı olduğunu veya bilginin ortaya çıkmasında insan aklının yapısının özsel ve şekillendirici rol oynadığını savunur.
Eski Yunan’da Anaksagoras, nous ’u evreni düzenleyen bir güç olarak düşünür. Platon nous’u ruhun tanrısallığa yakın olan ölümsüz ve akıl içeren kısmı olarak tanımlar. Aristoteles, nous’u bizim anladığımız ‘akıl’ kavramına yakın bir şekilde alır. Hepsi aklı, algı düzeyinden farklı bir yerde konumlandırmalarıdır.
Descartes da (Platon gibi) insan zihninin doğum anında belli ‘içeriğe’ sahip olduğunu düşünmektedir. Ona göre, yanan bir mumun değişimini duyular ile algılarız. Ancak değişime rağmen aynı nesneyi algılıyor olduğumuzun da farkında oluruz. Bu bilgiyi akıl yoluyla ediniriz. Bu tarz sürekli bir kendilik kavrayışını algılar veremez.
Kant bir usçu olsa da Hume’un ‘insan aklının deneyime başvurmaksızın bazı evrensel doğruları keşfedemeyeceği’ tezini kabul eder. Fakat felsefenin (veya metafiziğin) olanaklı olduğunu savlayarak Hume`a karşı çıkar. Varlığı fiziksel ve etik alanlarda ele alır. Fiziki eylemler gibi adaletsizliklerin veya zalim insanların eylemleri de açıklanabilmelidir. Bu etik alanın varlığı özgür iradeye bağlıdır.
Kant`a kadar epistemolojik sorunsalın ekseni: zihinden bağımsız nesnel varlık alanının olması ve zihnin bunları edilgen bir şekilde algılaması, kopyalaması üzerineydi. Kant’ın devrimsel görüşüne göre, bilen özne edilgen değil etkendir.
Deneycilikle bir anlamda usçuluğu ortada buluşturur. Bilginin malzemesinin algı verileri gelir. Ancak onu işleyecek olan bilişsel mekanizma doğuştan gelir (boş levha değildir).
Kant’ın Ontolojisi: Bize görünen dünya ve nesneler bilişsel sınırlarımız tarafından şekillenmiş ve sınırlanmış olarak karşımıza çıkar. Yani; varlık alanı kendisi olarak vardır, ancak biz onu ‘olduğu gibi’ anlayamayız.
Kant Epistemolojisindeki bazı tanımlara değinirsek:
- Analitik önermede, yüklem öznede zaten var olan bilgilere yeni bilgi katmaz (Bekârlar evli değildir). Sentetik önermede yüklem öznedeki bilginin ötesine geçer (bu masa yeşildir). Yani sentetik cümleler bizim dünya bilgimizi genişletirken; analitik önermeler ise kavramlar arası ilişkileri ortaya koyar ve yeni bilgi taşımazlar.
- Öte yandan A priori bilgi evrensel doğrudur ve deneyimler ile kazanılmaz (ör: her karenin 4 köşesi olması). A posteriori ise deneyim sonrası edinilir (ör: Gözlemsel bilgiler).
Bir yönden analitik a priori önermeler = Mutlak / ilişkisel (Hume) ve sentetik a posteriori önermeler = deneyimsel / olgusal (Hume) bilgi tipine tekabül eder. Öte yandan analitik a posteriori ’nin olanaksızdır ( analitik önermenin doğruluğu deneyimden bağımsızdır).
Peki sentetik a priori olanaklı mıdır? Kant’a göre bu soru metafizik bilginin olanaklılığı konusunda belirleyicidir. Mesela aritmetik ve geometri ona göre sentetik a prioridir. Benzer şekilde, gözlemin ötesine geçmeyi gerektiren ilke niteliğindeki ‘her doğal olgunun doğal bir nedeni vardır’ türü metafizik önermeler de sentetik a priori niteliktedir.
Bu çizgide ilerlediğimizde Kant’a göre ‘nedensellik’ de deneyimin ötesinde sentetik a priori bir kavramdır. Algıladığımız dünya bize nedensel bir yapıda görünür, çünkü nedensellik insan aklının evrensel kategorilerinden biridir.
Algının Epistemolojisi
Deneyimciler ve usçular, algıların bilgisel bir önem taşıdığı konusunda uzlaşım içindedirler. Şüpheciler ise algılardan gelen bilginin en güvenilir bilgi olduğu yönündeki inancın tartışırlar.
Algı Psikolojisi
Algı, duyulardan gelen verilerin zihinsel yapımız tarafından seçilmesi, organize edilmesi ve yorumlanması olarak anlaşılmalıdır. Biz genellikle nesneleri ‘anlamlandırarak’ algılama eğilimindeyizdir. Dahası, bir nesneye bakarken içinde bulunduğumuz ‘beklentiler’ de algımızı etkiler. 20. yüzyılda J. Gibson gibi deneysel psikologlar algının özellikle bu yönünü vurgulamışlar ve algısal süreçlerin önemli bir oranda yukarıdan-aşağıya (yani genelden-tikele veya varsayımdan-olguya) diyebileceğimiz bir özellik taşıdığını savlamışlardır. Böyle durumlarda, bağlamsal dünya bilgisi (yani ‘genel olan’), algının nesnesini (yani ‘özel durumu’) tanımlamada işlevsel olmaktadır.
Felsefecileri en fazla düşünmeye sevk eden algısal durumlardan biri göz yanılsamaları veya illüzyonlardır. Yanılsama olduğu bildikleri halde bile, o yanılgının üstesinden gelip ‘gerçek durumu’ algılamayı başaramamalarıdır. Bu durum, algının kendine özgü bir çeşit iç mantığı olduğunu ve bizim bazen düşünsel yollarla onun işleyişine etki edemeyeceğimizi göstermektedir.
Algı Felsefesinin Temel Kuralları
Felsefecilerin algı konusunda üç görüş ele alınacaktır: temsilcilik , görüngücülük ve gerçekçiliktir.
Temsilcilik
Algı adını verdiğimiz olgu veya süreç esnasında, insanların zihinsel durumları zihinden bağımsız gerçekliği temsil eder. Algı zihinsel bir olaydır. Ancak algının nesneleri zihnimizin işleyişinin ürünleri değillerdir. İkinci olarak belirtilmesi gereken nokta, algı süreçleri sırasında zihinsel olanın zihinsel olmayanı temsil etmekte olduğudur. Ana temsilcileri John Locke ve Bertrand Russell’dır.
Görüngücülük
‘Görüngü’ (‘fenomen’) , bizim deneyimlediğimiz dünyaya ait olan olgulara verilen genel addır. Öncül savunucusu David Hume’dur. Hume’cu perspektife göre biz, bir anlamda, algısal deneyimden gelen görüntülerin oluşturduğu zihinsel bir sinema perdesini izleyen seyircilere benzeriz. Günlük yaşamda üzerinde fazlaca düşünmesek de, algı sonucunda zihnimizde beliren bir görüntüden hareketle, zihinsel olarak yaşadığımız deneyimin ötesinde bir varlık olduğunu varsaymak aslında büyük bir ontolojik adımdır.
Gerçekçilik
Gerçekliğe göre, biz algı sırasında deneyimlerimizi algılamayız. Algı esnasında algılanan şey fiziksel gerçekliğin içindeki nesnelerin kendileridir.
Searle’ün Gerçekçi Yaklaşımına göre temsilci ve görüngücü felsefeciler deneyimin nesnesiyle deneyimin sürecini karıştırmaktadırlar. Zihin ve gerçeklik tartışmaları bağlamında yanıltıcı bir iç-dış ikilemi varsayarak hareket etmeleridir. Searle, zihinsel durumlarımızın ve temsil kapasitelerimizin ardında zihinsel temsilleri önceleyen bedensel kapasitelerin olduğunu vurgular.
Doğrudan gerçekçi görüşe göre algılanan şey nesnedir. Ancak Searle bu fikir üzerinde önemli bir değişiklik yaparak, dünyada algıladığımız şeylerin yalın olarak nesneler değil de olgular ve durumlar olduğunu savlar. Deneyim söz konusu olduğunda; örneğin, ‘bir kediye inanıyorum’ eksik ve hatalı bir ifadedir. ‘Bahçemdeki kedinin siyah olduğuna inanıyorum’ ise daha doğru ve anlaşılabilirdir.
Buna temel itiraz bir insan sanrıya kapılması ve örneğin uçan kurbağalar görmesidir. Yani, fiziksel dünyada gerçekten olması beklenemeyecek şeyleri de algılayabiliriz. Bu da şunu gösterir: Algılanan şey zihinsel durumlardır, dışımızdaki nesneler değildir. Serale’ün bu itiraza yanıtı, bu tür durumlarda aslında hiçbir şeyin algılanmadığıdır.
Searle’ün vardığı sonuç açıktır: Algı fiziksel bir süreçtir ve bu sürecin epistemolojik koşulları zihnin içini değil gerçek dünyada olanları gündeme getirerek ifade edebilir.
Önermesel Doğru
Doğru kavramını epistemoloji kapsamında ciddiye alan felsefecilere göre, bu kavramı bilgi açısından kritik kılan en temel neden, bizim etrafımızdaki dünyaya dair düşünce ve inançlarımızın doğal olarak doğruya yönelmiş olmalarıdır. Bir kavramın insanlar tarafından yaygın bir şekilde kullanılması o kavramın ne olduğunun ve nasıl oluştuğunun iyi anlaşıldığını göstermez.
Karşılık Kuramı
Doğruluğun iki unsurun birbirine uygun düşmesi, örtüşmesi veya birisinin diğerine karşılık gelmesi sonucu ortaya çıktığını öne sürer. Doğruluk ilişkisinin bir tarafında özneye veya öznelliğe ait olan şeyler, diğer tarafında ise nesneye veya nesnelliğe ait olan unsurlar yer alır. Öncüleri Aristoteles’in Aquino’lu Aziz Thomas’tır.
Bağdaşım Kuramı
Öncülüğünü F. H. Bradley ve B. Blanshard’ın yaptığı Bağdaşımcılığa göre, belli bir inancın veya önermenin doğru olması onun diğer inançlarla veya önermelerle bağdaşmasına, onlara uymasına bağlıdır.
Doğrunun ortaya çıkması için nesnel dünyanın unsurlarına gereksinim olduğu düşüncesi hem sağduyusal anlamda çekicidir hem de pek çok felsefeciye oldukça mantıklı gelir. Fakat bu şüpheli bir savdır. Bağdaşımcılığın şüpheli görünmesinin başka bir nedeni ise, bir sistem içinde bağdaşım sergilemenin ‘doğru’ özelliğinin ortaya çıkması için yeterli olmadığı yönündeki sezgidir.
Gereksizlik Kuramı
Frank Ramsey ve Peter Strawson öncüsüleri olduğu kurama göre: doğrunun ‘gereksiz’ bir nitelemedir. Bir önermenin dile getirdiği düşünce veya yargı için ‘doğrudur’ dediğimiz zaman o düşünceye bir katkı yapılmış olmaz.
Karşılık veya bağdaşımcılık kuramını savunan felsefeciler doğrunun bir yapısı ya da en azından değişmez bir özü olduğunu varsayarlar. Gereksizlik görüşünün savunucuları ise bu noktaya karşı çıkarlar.
Faydacılık
Pragmatik bir perspektiften bakıldığında karşılık kuramı gerçekliği kavramaya çalışan özneleri temelde edilgen bir konumda tasarlamaktadır. Peirce,W. James ve Dewey bu kuramın öncüleridir.
Bizim önermenin veya yargının doğruluğundan söz etmemiz, yaşadığımız dünya içinde gerçekleştirdiğimiz eylemlerden, nesneleri anlama ve dönüştürme yetilerimizden kopuk olamaz.
‘Bilgi’ adını verdiğimiz zihinsel durum ve ‘doğru’ adını verdiğimiz nitelik, doğa ve toplum içinde eylemde ya da işlevde bulunan insanların ilgileri ve beklentileri tarafından belirlenir ve şekillendirilir.
James, insandan bağımsız gerçekliğin doğruları ontolojik bir şekilde oluşturup evrene dağıtmasının olanaksız ve hatta anlamsız olduğunu söylemektedir.
Ona göre, zihinsel veya öznel olanla nesnel olan arasında gerçekten bir örtüşüm veya karşılık bağıntısı var ise, bu bağıntı ancak deneyim içinde ve etkileri gözlemlenebilecek bir şekilde olmalıdır.
Bilgi Kavramının Çözümlemesi
Bilgi gerçeklik veya dünya içindeki nesnelerin ya da oluşumların özneler tarafından kavranması ile ilgilidir; bilginin ‘doğruyu’ yakalamakla ilgili bir yönü vardır.
Bilginin oluşmasının kavramsal ve deneyimsel koşullarını ayırt etmeyle ilk ilgilenen düşünür Platon olmuştur. Theaitetos diyaloğunda bilginin ‘gerekçelendirilmiş doğru inanç’ olabileceğine ilişkin irdelemeler sunar.
İnançla bilgi arasında bir açıklamaya gidilmesi gerekmektedir. İnançlar üzerinde çok büyük ontolojik ve epistemolojik kısıtlamalar yokken, bilgi iddiaları üzerinde ciddi kısıtlamalar olacağı açıktır. Bilginin oluşmasında inançlarımız deyim yerindeyse, gerçekte ne olduğu konusunda ‘sorumluluk taşımak’ durumundadır. Önermesel bilgi, ‘ inanç ’ olmaktan ziyade ‘ doğru inanç ’ olmak zorundadır.
Tesadüfen doğru çıkan inançları bilgi saymak, aslında, insan bilgisinin en ayırt edici özelliği olan logos yetisini devre dışı bırakması nedeniyle oldukça sorunlu bir yaklaşımdır.
Edmund Gettier’in Yıkıcı Argümanı ve Sonrası
1963’de yayımlanan ‘Gerekçelendirilmiş Doğru İnanç Bilgi midir?’ başlıklı makalesinde Gettier’in Karşı Örnekleri ile bilginin gerekçelendirilmiş doğru inanç tanımının bazı yetersizliği ortaya konmuştur. Filozoflar bazı eklemeler ile bilgi tanımı ‘kurtarmaya’ çalışmışlardır.
(1)Yanlış öncülleri engelleme: bir öznenin gerekçelendirilmiş doğru inancının bilgiye dönüşmesi için, öznenin o inancın herhangi bir yanlış önermeye dayanmaması gerekir.
(2)Nedensel ilişki şartı: Konuyla ilgili sorunu yaratan durumun aslında gerekçeli inançlarla o inançların dünyadaki kökenleri arasında nedensel bağın kopukluğu olduğunu düşünenler vardır.
(3)Dördüncü bir koşulun tanıma eklenmesi
Bilgisel Gerekçelendirme
‘Gerekçe’ kavramının epistemolojideki yerine ve önemine ilişkin iki farklı yaklaşım vardır. J. K. Pollock gibi bazı bilgi kuramcıları, epistemolojinin merkezinde yatan esas konunun bilgisel gerekçelendirme olduğunda ısrar etmişlerdir.
Birinci gruptaki düşünürler, gerekçelerin ve gerekçelendirme süreçlerini epistemolojinin temeline yerleştirirken, ikinci grup felsefeciler önermesel doğruya ulaşma konusunu asıl amaç olarak belirlemişlerdir.
‘Geriye Gitme’ veya ‘Gerekçenin Gerekçesi’
Bu konu İngilizcede ‘the regress problem’ adıyla anılır ve Türkçeye ‘geriye gitme sorunu’
GGS’nin bir felsefe sorunu olarak ortaya çıkmasındaki esas neden, insanların inanma ve gerekçelendirme sistemlerinin ağırlıklı olarak çıkarımsal bir yapıya sahip olmasıdır. İnanç sistemlerimizin ve dünya bilgimizin önemli bir bölümü bu anlamda ‘çıkarımsaldır’.
- Bilgi kuramcıları GGS için ilkesel olarak dört olası çözüm yolu olabileceğini düşünmüşlerdir. Bunlar: gerekçelerin sonsuza gitmesi
- geriye gitmesinin gerekçesi olmayan inançlarda son bulması
- gerekçelerin kendi aralarında bağdaşımsal bir sistem veya ağ oluşturması
- gerekçelerin geriye gitmesinin ‘temel inançlarda’ son bulması.
Bu tartışmalar, temelcilik-bağdaşımcılık ile içselcilik-dışsalcılıktır bağlamında ele alınır.
İçselcilik ve Dışsalcılık
Dışsalcılığın ana fikri, bir özne belli bir gerekçeli inanca sahipse, o inancı gerekçelendiren olgulara bilgisel erişiminin olması şart değildir. Önemli olan, öznenin inancını gerekçelendiren bir olgunun gerçekten var olmasıdır. Gerekçe, öznenin zihinselliği veya bilgisi dışında olabilir.
İçselciler ise, bir inancın veya önermenin bir özne için gerekçeli olabilmesi için, gerekçenin özne tarafından bilinmesi, öznenin zihinsel dünyasının kapsamı içinde olması gerektiğini öne sürerler.
Bağdaşımcıların büyük çoğunluğu içselci görüşü benimserken, temelci düşünürler dışsalcılığı kabul eder. Öncelikle kısaca bahsedilen görüşlerin neler olduğuna değinmek gerekmektedir.
Temelcilik
Descartes dünya bilgimizin temelini zihinsel varlığında bulunur. Temelci felsefecilere göre, gerekçelendirilmesi gereken inanç veya önerme ne kadar uzun ve karışık bir haklılaştırma zinciri gerektirirse gerektirsin, en nihayetinde algısal inançlara gelindiğinde gerekçelendirme süreci sonlanmak zorundadır. Temelciliği savunan felsefeciler insanın inanç/bilgi sisteminin çıkarımsal inançlardan ve temel inançlardan oluştuğunu söyler. İki türünden bahsedebiliriz:
- Fiziksel Olgulara Dayanan Temelcilik (D. M. Armstrong): Zeki bilişsel canlılar da doğanın nedensel düzeni içinde yer alan varlıklardır. Bizim zihinsel durumlarımız da nihayetinde doğanın işleyişinin bir parçasıdır. Temelciliğe göre, temel bir inancın gerekçelendirilmiş inanç veya bilgi olması için fiziksel dünyanın o inanca neden olması yeterlidir. En büyük sorunu gerekçelendirmeyi tamamen dışsallaştırmasıdır.
- Algı Verilerine Dayanan Temelcilik: Temelciliğin bu türünde, bilgisel gerekçelendirmeyi olanaklı kılan unsur doğadaki olgular değil, insanların zihninde oluşan algı verileridir. En büyük sorunu inanç gibi kavramlaştırılmış bir unsurla algı verisi gibi duyulara ait, yani kavramlaştırılmamış bir unsurun nasıl bir bağıntı içine girebileceğinin belirsizliğidir.
Bağdaşımcılık
Tutarlı olan bir inanç sisteminin elemanları birbirleriyle çelişmezler. Bağdaşımı olan bir inanç sisteminin elemanları ise içeriksel olarak birbirlerini destekler ve birbirlerini doğru olma olasılığını yükseltirler. Bağdaşımcılık, kavramsal olarak, mantıksal tutarlılıktan daha fazlasını içerir. Bağdaşımcılar Geriye Gitme Sorununu öznelerin inanç sistemleri çerçevesinde kalarak çözerler.
Bağdaşımcılığın temel sorunları onun haklılaştırma için (1) yeterli ve (2) gerekli olmamasıdır.
Etik, Estetik ve Dinsel Bilgi Türleri Üzerine Tartışmalar
Etik-Ahlak Farkı
İngilizce olarak ifade edildiğinde ‘morality’ ve ‘ethics’ kelimelerine tekabül etmektedir.
‘Moralite’ veya ‘ahlak’ , belli bir toplumdaki bireyler tarafından hoş görülen, uygun bulunan ve kabul edilen eylem kalıplarına ve bu tür bağlamlarda insanların yaptığı iyi-kötü nitelemelerine ilişkindir.
‘Etik’ kavramı, değerler bağlamında doğrulara ve ilkelere ilişkin kullanılır. ‘Ahlak’ kavramından farklı olarak, ‘etik’ genel ve evrensel ilkelerle ilgilidir.
Etik Bilginin Kökenine İlişkin Düşünceler
Etik önermeleri bilme sorusuna verilebilecek dört temel yanıt vardır:
- a. Etik ilkelerin bilgisini sezgiler veya benzer hisler yoluyla edinmek.
- b. Etik ilkelerin bilgisini din aracılığıyla edinmek.
- c. Etik ilkelerin bilgisini algılar aracılığıyla edinmek. Eleştirisi ise gözlemlenemeyen durumlarda nasıl bir etik anlayışına gidilmesi gerektiğidir.
- d. Etik ilkelerin bilgisini akıl aracılığıyla edinmek.
Örneğin Kant en temel etik ilkelerin genel olarak geçerli olduğunu, yalnızca insanları değil tüm akılcı varlıkları bağladığını ve bu ilkelerin aslında yalnızca entelektüellerin zihninde değil her insanın ‘içinde’ bulunduğunu savlar. Kant’a göre, insanı diğer hayvanlardan ayıran bir özellik, onun kurallar ve normlar tarafından bağlanabilme yetisidir. Yalnızca insan aklını kullanarak doğal arzularını kısıtlama tercihinde ve iradesinde bulunabilir, bu anlamda tüm hayvanlar içinde yalnızca insan özgürdür.
Kant, etik alanında zorunluluğun değil özgür iradenin olduğunu savlar. Kant bu ilkelere ‘zorunlu buyruk’ veya ‘koşulsuz buyruk’ adını verir. Koşulsuz buyruk, en yüksek etik normu ifade eder ve evrensel olarak herkesi ve her eylem durumunu kapsar.
Evrensel Boyutta Etik Bilginin Olanaklılığı Konusunda Çekinceler
iki önemli itiraz dile getirilmiştir.
‘Görececilik’ itirazı: Kavrayacak aklın aslında kültürel olarak ‘sınırlı’ olduğu gerçeğiyle ilgilidir. Örneğin ‘kölelik etik olarak yanlıştır’ önermesi eski çağlarda geçerli değildi. Buna paralel bir durum, bizim şu anda sahip olduğumuz etik ilkeler için de geçerli olabilir. Doğal olarak bu durum ‘evrensel anlamda doğru’ olan etik bilgiye erişimin olanağı konusunda ciddi bir soru işareti yaratır.
‘Bilişsel olmama’ itirazı: Pozitivist felsefecilere göre, etik içerikli ifadeler bilişsel içeriğe sahip değildir. Etik yargı içeren bir cümle o cümleyi dile getiren kişinin duygularını, eğilimlerini ve tercihlerini aktarır; ancak etik yargılar bilişsel veya bilgisel içerikten yoksundur. O yüzden de etik içeriği olan cümleleri ‘bilmek’ söz konusu olamaz. Pozitivistlerin söylemeye çalıştığı, etik veya estetik nitelikteki yargıların önemsiz veya işlevsiz olduğu değildir. Bu düşünürler yalnızca bu tür ifadelerin öznel tercihleri yansıttığı ve nesnel dünyaya dair bilgi taşımadığını söylemektedirler.
Estetik Yargıların ve Sanatın Bilgiye Bir İlgisi Var Mıdır?
‘Güzel olanın’, ‘incelikli olanın’ veya estetik anlamda ‘yücelmiş olanın’ anlaşılması, değerlendirilmesi ve yaşam içinde konumlandırılması insana özgü, oldukça özel yetilerdir.
Platon’un Sanat-Bilgi İlişkisine Yaklaşımı
Platon’un sanatsal ürünlere metafizik sıralamasında en alt sırayı vermesi (idealar, matematiksel nesneler, doğadaki nesneler ve son olarak nesnelerin taklitleri ve tasvirleri) felsefe tarıhınde iyi bilinen ve çok tartışılan bir olgudur. Dolayısıyla ona göre sanatsal ürünlerin temel olarak bilgisel bir değeri yoktur.
Romantizm akımı: hem insana hem de onun dünyasına farklı açılardan yaklaşılabileceğini ve imgelemin gücünün insanı ve dünyayı önemli bir biçimde dönüştürebileceğini göstermiştir. Bu bağlamda özellikle belirtilen konu, dinamik ve yaratıcı bir yeti olarak imgelemin itici gücünün nasıl ufuk açıcı olduğu ve yeni anlama türlerini nasıl olanaklı kıldığıdır.
Tanrı’nın Varlığının Akılcı Yöntemlerle Kanıtlanması
Aziz Anselm’in Ontolojik Kanıtı: Tanrı tanım gereği sıfatları veya nitelikleri eksiksiz olandır. Eğer kafamızda oluşan Tanrı düşüncesi ‘varlık’ sıfatını içermezse, o durumda, her zaman ondan daha üstün, bu sıfatı da içeren bir Tanrı düşünmek olanaklı olurdu. Fakat bu geçerli bir ispat ise, bu yöntemi kullanarak gerçek olamayacak pek çok şeyin varlığını ispatlamak olanaklı hale gelir.
Aziz Aquinas’ın Kozmolojik Kanıtı: Nedensellik zincirinin en başında neyin olduğu konusunu gündeme getirir.
- Bazı şeyler hareket eder;
- Bir şeyin hareketinin nedeni her zaman kendisi dışında bir şeydir;
- Hareket konusunda nedensellik zinciri sonsuza dek uzanamaz;
- Sonuç: Başka bir şeyin hareket ettirmediği bir ‘ilk hareket ettirici’ var olmak zorundadır.
Bu ispattaki sorun ikinci öncülün doğruluğunun a priori bir şekilde ortaya konulamayacak olmasıdır.
Tanrı’nın Varlığının Bilinmesinde Ölçüt Sorunu
Robert Audi’ye göre Tanrı’nın varlığı ile karşılaşma deneyimimiz bir gün bir şekilde gerçekleşse bile, bunun gerçekten Tanrı’yla karşılaşma deneyimi olduğunu bilemeyiz. Felsefi deyimlemeyi kullanırsak, bu konuda epistemolojik bir ölçütümüz olmadığı için, bu tür bir deneyimin gerçekliğini saptamamız söz konusu olamaz.
Epistemolojide Eleştirel Yaklaşımlar ve Yeni Gelişmeler
Gerekçelendirme Konusunda Yeni Yaklaşımlar
David Annis gibi bilgi kuramcıları tarafından öne sürülmüş olan bağlamcılık görüşüdür(bağlamcılık terimi bağdaşımcılık ile karıştırılmamalıdır). İnsanların belli bir önermeyi bilmesinin ya da gerekçeli bir şekilde o önermenin doğruluğuna inanmasının olanaklılığı ancak bağlamsal koşullar yoluyla anlaşılabilir.
Geleneksel Dil Anlayışının Eleştirisi
Wittgenstein kelimelerin nesnelerle ilişkilendirdiğimiz durağan simgeler olmasından çok, toplumsal/sözel eylem kapsamında kullandığımız araçlara benzetir. Bu yüzden sözlerin dünyayı bir ayna gibi yansıttığını söylemek yanıltıcıdır. Wittgenstein’ın dil anlayışına göre, bir cümleyi kullanarak bir düşünceyi ‘doğru’ ve anlaşılır olarak karşıya iletmek belli bir yaşam biçiminin içinde olmayı, belli bir dilsel ve davranışsal kurallar zincirine uygun şekilde eylemde bulunmayı gerektirir (dil oyunu).
Bir kişi tek başına bir dil yaratamaz. Çünkü bir insan kendi kendisini sözel/davranışsal anlamda koşullandıramaz. Bu Wittgenstein’ın tek kişiye özgü bir dilin olanaksızlığı argümanı olarak bilinir.
Anlam zorunlu olarak özneler arası alandadır. Bu düşünceler bizi şüphecilik konusunda çok ilginç bir noktaya götürür. Doğal bir dili konuşabilen bir öznenin, gerçekliğin varlığından veya diğer insanların var olduğundan şüphe etmesi oldukça anlamsızdır. İnsanın doğal bir dil konuşması, üzerinde konuşulabilecek bir dünyanın ve o dünyanın içinde yer alan toplumsal bir örgütlenmenin varlığını gerektirir.
Epistemolojide Doğalcılık
Evrende her ne varsa doğanın bir parçasıdır ve evrende doğal unsurlar dışında bir şey yoktur. Doğalcı bilgi kuramcıları, bilinebilecek tüm doğruların doğaya ait olduğunu, bizim için doğanın dışında bilgi nesneleri olmadığını düşünürler. (Aristoteles, Hume)
Quine insanı fiziksel ortamında baş edip ayakta kalabilen gelişmiş organizma ve ‘dilsel unsurları gözlemlenen olgu ve davranışlarla bağdaştırabilen ve bunu dilsel davranışlarla iletebilen canlı’ gibi kavramsallaştırır. Temel iddiası: Belli bir inanca veya yargıya nasıl varmamız gerektiği sorusu, insanların aslında o türden yargılara genelde nasıl varıyor oldukları sorusundan bağımsız olarak irdelenip yanıtlanamaz. O yüzden, epistemoloji ile fen bilimleri arasında büyük oranda bir alışveriş olması gerekir.
Toplumsal Epistemoloji ve Feminist Epistemoloji
Quine’ın doğalcılığı, epistemolojinin ‘soyut’ ve ‘zihinsel’ doğasına indirilmiş bir darbedir. Onu doğaya, deneyime ve bilime yönelterek devrimsel bir adım atmıştır.
Toplumsal epistemoloji de çözümleme ve açıklamalarında öznelerden ve onların öznelliklerinden uzaklaşıp, bilginin toplumsal koşulları ve toplumsal bilgiye yöneltmiştir. Temel sorunsallardan birisi, bir toplum içinde bilme işlevlerinin nasıl organize edildiği ve bilginin öznelerarası alanda nasıl ortaya çıktığıdır. Görürüz ki düşüncenin normlarını ağırlıklı olarak tarihsel ve toplumsal yapı belirler.
Feminizmin esas tezine göre bu normlar genel olarak erkek-egemen bir toplumsal örgünün ve tarihselliğin sonucudur. Hem ılımlı doğalcıların hem de feminist düşünürlerin ortak bir noktası, Quine’dan çok farklı olarak, normatif işlevi epistemolojik irdelemelerde ciddiye almalarıdır.
Richard Rorty’nin Pragmacı Tepkisi
Rorty’nin karşısına aldığı temel görüş, Kartezyen felsefe ve onun en temel özelliklerinden biri olan temsil epistemolojisidir. Rorty’nin ‘gerçeklik’ ve ‘doğru’ gibi kavramlara ilişkin yorumuna göre, esas olan, eylem, yorumsal çeşitlilik ve insanlığın kendini geliştirmesidir- saf hakikatin bulunması değil.
Rorty’ye göre, dünya ve insan sürekli olarak karşılıklı etkileşim ve değişim içindedir. İnsanlar için esas olan, eylemsel başarı, hayatta kalma ve gelişimdir. Soyut veya kuramsal düşünme ‘daha öncelikli’ ve ‘daha temel’ değildir. O yüzden, ‘bilgi’ ve ‘fayda’ kavramları birbirleriyle sıkı sıkıya ilişkili olmak zorundadır. Bunu eleştiren felsefeciler ‘fayda’nın öznelere bağlı bir kavram olduğunu savunurlar.
İroni ve Olumsallık: Rorty esas olarak, felsefenin kutsallarına karşı kökten bir karşı çıkışı temsil eder. Rorty, insanlar açısından hiçbir şeyin ‘mutlak’ veya ‘değişmez’ olmadığını düşünür. İronik birey büyük sorulara nihai yanıtlar bulma merakını hafife alan kişidir. İroni kavramı ile yakın ilişki içinde olan bir diğer kavram da olumsallıktır. Olumsallık, felsefi olarak, ‘zorunluluk’ veya ‘mutlaklık’ kavramının tersini ifade eder.
Bu yaklaşımları benimseyen kişiler, kendi inanç sistemlerinin doğruya veya hakikate karşılık geldiğini değil, farklı bakış açılarından dünyaya bakabilmenin düşünsel bir meziyet olduğunu düşünürler (Amerikan Post-modernizmi). Rorty’nin yaklaşımına göre, bilginin kuramsal olarak temellendirilmesi veya gerekçelendirilmesine gerek yoktur.
-> Kaynak – Epistemoloji – Demet Taşdelen – AÖF Ders Kitabı