Dil Felsefesi

Dil felsefesini en basit şekilde “dil üzerine felsefi soruların tartışıldığı bir alan” olarak tanımlayabiliriz. Ancak bu tanımda sözü geçen “dil” Çince ya da Türkçe gibi belirli bir dil değildir. Dil felsefesi en geniş anlamda tüm diller arasında ortak olanı araştırır.

Örneğin diller arasında tümce yapıları büyük farklılıklar taşısa bile, daha sonra tartışacağımız üzere, birçok filozofa göre tüm dillerin mantıksal yapıları özne ile yüklem ayrımını barındırır. Hatta ünlü Alman filozof Kant’a göre özne/ yüklem biçimi insan düşüncesinin temelini oluşturur.

DiL FELSEFESiNiN TEMEL KAVRAMLARI

Hem tümceleri hem de tümcelerin mantıksal parçalarını kapsayan dilsel yapılara terim diyoruz.

Özellikle Kant’ın etkisiyle felsefi terminolojiye yerleşmiş olan özne/ yüklem ayrımı, hem dilbilimde, hem dil felsefesinde ve özellikle sentaks alanında çok temel bir rol oynar.

Dil felsefesinin en temel kavramlarından biri de anlam kavramıdır. Bir yandan anlam soyut ve tanımlanması çok zor bir kavramken, diğer yandan gündelik dilde hiç sıkıntı çekmeden kolaylıkla kullandığımız bir kavramdır. Bir sözcüğü kavradığınıza o kavranan şeye “anlam” diyoruz.

Tümcelerin anlamları olan önermeler dil felsefecileri açısından çok önem taşır. Bunun en önemli nedeni önermelerin aynı zamanda düşünmemizin en temel unsurları olmasıdır.

Anlam dediğimiz şey nasıl ortaya çıkıyor, nasıl oluyor da sözcükler bir araya gelip bir anlam ifade ediyorlar, bu anlamları bizler mi kurguluyoruz yoksa bizlerden ve dillerimizden bağımsız olarak varlar mı, ve buna benzer sorular dil felsefecilerin üzerine tartıştığı temel sorulardır.

Kant’ın etkisiyle günümüzde de baskın olan bir görüşe göre kavram bizim nesneleri düşünmemizi sağlayan ve hep “genel” olan yapılardır. Yani tek tek nesnelerin kavramları olamaz, kavram birçok nesnede örneklenebilecek türde genel bir şeydir.

O halde bu görüşe göre şu sonuca varabiliriz: kavram aslında bir tür anlamdır. Bu yaygın görüşe göre kavramlar hep tümeldir, tikel olamazlar. Kavramların tümel olma nitelikleri sayesinde dünyayı kategorilere ayırma işlevleri vardır. Frege’nin kuramında kavram ve anlam birbirlerinden tamamen ayrılır.

Gönderme

Dil felsefesinin üzerine en çok yoğunlaştığı diğer bir temel kavram da gönderme kavramıdır. İngilizce’deki “reference” teriminin karşılığı olarak dilimizde “yönletim” (Arda Denkel), “yöneltim” (Vehbi Hacikadiroğlu) ve “imleme” (Harun Rızatepe) terimleri kullanılmış olsa da, dil bilimciler tarafından kabul gören ve gündelik dilde de sıklıkla kullanılan “gönderme” terimi hem diğer seçeneklere göre daha kolay anlaşılabilir olması, hem de yeni türetmelere açık bir terim olması nedeniyle bazı dil felsefecileri tarafından yeğlenir.

Sokrates adının gönderme yaptığı nesneye (bu durumda Sokrates) o adın göndergesi diyoruz. Eğer iki terim aynı nesneye gönderme yapıyorlar ise bu terimlere “eşgöndergeli” terimler diyeceğiz.

Tümcenin özne konumunda kullanılabilen “o”, “bu”, “şu”, “ben”, “sen” gibi zamirler de tekil terimler olarak gönderme yapan dilsel unsurlardır. Diğer yandan tümcenin yüklem konumundaki terimlerin neye ve nasıl gönderme yaptıkları konusunda dil felsefecileri arasında bir uzlaşım yoktur. Örneğin “Çimen yeşildir” tümcesinde kullanılan “yeşildir” yüklemi kimine göre yeşil kavramına, kimine göre yeşil nesneler kümesine, kimine göre yeşillik niteliğine ve kimine göre de yeşillik tümeline gönderme yapar.

İçlem ve Kaplam

Dil felsefesinde özellikle Rudolf Carnap’ın etkisiyle yerleşmiş olan teknik bir ayrım da “içlem” (intension) ile “kaplam” (extension) arasındaki ayrımdır. Bir yüklemin doğru olarak yüklemlenebileceği nesneler kümesine o yüklemin “kaplam”ı diyoruz.

İçlem” in tanımı konusunda felsefeciler arasında bir uzlaşım bulunmaz. Bazıları bir terimin içlemini anlamı ile özdeş tutarlar, diğerleri ise terimin içlemini o terimin kaplamını belirleyen bir tür fonksiyon olarak ele alırlar.

Bağlam

Çoğu dilbilimci ve dil felsefecisine göre terimler ancak bir bağlamda anlam ifade ederler. Bağlamın en önemli unsurlarının başında zaman ve mekan gelir. Kısaca tümcenin doğru ya da yanlış olması bağlama göre değişir.

Doğruluk Değeri

Dil-dünya ilişkisini, bir tümce ile o tümcenin doğruluk değeri arasındaki ilişki cinsinden de düşünebiliriz. İşte en yaygın doğruluk kuramına göre bir tümcenin doğru olması için karşılık geldiği bir olgu olmalıdır.

Klasik modern mantıkta yalnızca iki doğruluk değeri vardır: doğru ve yanlış. Kökeni Aristoteles’e kadar uzanan bu görüşe göre bir tümce ya doğru ya da yanlıştır. Ancak çağdaş modern mantıkta üç veya daha fazla değerli mantık dizgeleri de ortaya çıkmıştır.

Sentaks

Dil felsefesini temel soruları itibariyle üç çalışma alanına ayırabiliriz: dilin yapısı üzerine yoğunlaşan sentaks, terimlerin anlamlarını temel konu olarak alan semantik ve dil kullanımıyla ilgili felsefi soruları araştıran pragmatik.

Semantik

Anlam üzerine birçok felsefi görüşün temellerinin Antik Yunan felsefesinde atıldığını görüyoruz. Formların zihinden bağımsız varlıklar olduğunu iddia eden Platon, Frege’nin nesnel (objektif) anlam kuramının zeminini oluşturur.

Bir terimin anlamı aracılığıyla, o terimin gönderme yaptığı nesneyi zihnimizde temsil etmemiz, onu düşünmemiz, ve onun hakkında yargılarda bulunmamızın nasıl olanaklı olduğuna dair Frege’nin öne sürdüğü görüş bir çok düşünür tarafından kabul görüyor.

Tümce sentaktik bir varlık iken, o tümcenin anlamı semantik bir varlıktır. Tümce ile o tümcenin anlamı arasında bir ayrım yapmasaydık, farklı dilleri konuşan insanların düşüncelerinin aynı olabilmesini açıklamak olanaklı olmazdı. Semantiğin en temel konularından biri de dil dünya ilişkisidir.

Pragmatik

Tümcelerin yapısını araştıran sentaks ile tümcelerin anlamlarını araştıran semantik dışında, dil felsefesinin diğer bir önemli alanı olan pragmatik, tümcelerin kullanımıyla ilgili felsefi sorulara yoğunlaşır.

Bir tümcenin (bir dil içinde) ifade ettiği anlam ile, o tümceyi kullanan kişinin dile getirmek istediği anlam arasında Grice’ın yaptığı ayrım pragmatiğin en temel konularından biridir.

İsteğimiz tümcenin anlamından değil, o bağlamda kurulan iletişime dair bazı pragmatik kurallardan ortaya çıkar. Bazı durumlarda semantik gönderge ile pragmatik gönderge birbirlerinden farklı olabilir.

DİL FELSEFESİNİN PROBLEMLERINDEN ÖRNEKLER

Dil felsefesinin klasik makalesi olarak kabul edilen “Anlam ve Gönderme Üzerine” adlı çalışmasının en başında Frege özdeşlik (ya da eşitlik) üzerine bir problem tanımlar. “a = a” biçimindeki bir tümce öğretici değildir, ancak “a = b” türündeki bir tümce içinde önemli bir bilgiyi barındırabilir.

Örneğin “Tanrı yoktur” tümcesinde, özne konumundaki “Tanrı” adı eğer Tanrı’ya gönderme yapıyorsa, peşinen Tanrı’nın varlığını kabul etmiş gibi görünürüz; daha sonra onun yok olduğunu söylediğimizde de çelişkiye düşeriz. Diğer yandan, eğer “Tanrı” adının hiçbir şeye gönderme yapmadığını varsayarsak da savımızın mantıksal bir öznesi olmadığı sonucuna varabiliriz. Bir şeyin var olmadığını çelişkiye düşmeden nasıl söyleriz o halde?

Meinong’un kuramına göre her düşüncenin bir nesnesi olması gerektiğinden, yokluğunu savladığımız nesnelerin de birer “düşünce nesnesi” olduğu sonucu çıkar.

DİL FELSEFESİNİN DİĞER FELSEFE ALANLARIYLA İLİŞKİSİ

Felsefi bir sorunun gerçek bir soru olması için içinde bir bilinmeyeni barındırması gerekir.

Genel görüşe göre “bilgi nedir? “ sorusu bir kişinin bir şeyi bilmesi için gerekli ve yeterli koşulları sorar. Bazılarını göre bu soru bilginin özünü, ya da bilgiyi bilgi yapan özsel nitelikleri soran bir sorudur. Wittgenstein’ın ikinci döneminde geliştirdiği bir görüşe göre ise “bilgi nedir?” sorusu felsefi bir soru olarak aslında anlamsızdır. Bunun nedeni Wittgenstein’ın “aile benzerliği” adıyla anılan görüşüne dayanır. “Oyun nedir?” sorusuna yanıt aradığımızı varsayalım. Eğer bu soruyu yanıtlamak için bir şeyi oyun yapan özsel değişmez nitelikleri ararsak, ya da tüm oyunlar için ortak olan bir özellik ararsak böyle bir şey bulamayız. Wittgenstein’a göre tüm oyunları oyun yapan böyle bir ortaklık yoktur, bunların hepsine “oyun” dememizin nedeni tüm oyunlar arasında bir “aile benzerliği” olmasıdır.

Dil felsefesinin çok yakın olduğu bir diğer alan da zihin felsefesidir. Adından da anlaşılacağı üzere zihin üzerine felsefi sorunların tartışıldığı bir alan olan zihin felsefesi, bilinç, düşünme, algılama gibi zihinsel durumları ya da süreçleri araştırır. Zihin felsefesinin en temel kavramlarından biri de zihinsel temsil kavramıdır. Bir insanı ya da daha genel anlamda bir nesneyi zihnimizde nasıl oluyor da temsil edebiliyoruz?

zihin felsefesinin en temel kavramlarından biri olan temsil etmek ile dil felsefesinin en temel kavramlarından bir olan gönderme kavramı arasında bir ilişki ortaya çıkar.

Ontolojinin en merkezi konumunda olan varlık kavramının çözümlenmesi işi öncelikle dil felsefesinin bir konusudur.

ANLAM KURAMLARI

Antik Yunan döneminden beri tartışılan Tümeller Sorunu çağdaş felsefede anlam üzerine sürmekte olan tartışmaların kaynağını oluşturur.

“Güzellik nedir?” gibi felsefenin temel bir sorusu Platon’a göre tüm güzel şeyler arasında ortak olanın bir arayışıdır. Birçok yorumcu Platonun formlar Kuramını Tümeller Sorununa bir çözüm olarak görür. Frege’nin dil kuramında “anlam” ve “kavram” denen şeyler de tıpkı Platon’un Formları gibi zihinden bağımsız olarak var olan soyut şeylerdir.

Bir sözcüğün anlamının insanın zihninde ya da beyninde yer aldığını savlayan öznelcilik, anlamın dilden ve insan zihninden bağımsız soyut bir varlık olduğunu savunan gerçekçilik, sözcüklerin anlamlarının tek tek değil bir dilin kavramsal çerçevesi içinde bir bütün olarak kurulduğunu savunan bütüncülük, bir tümcenin anlamının o tümcenin doğruluk koşullarında yattığını iddia eden doğrulamacılık, sözcüklerin anlamlarının dış dünya tarafından belirlendiği görüşüne dayanan dışsalcılık, anlamın sözcükleri duyduğumuzda gösterdiğimiz gözlenebilir davranışlarda yattığını öne süren davranışçılık günümüz felsefesinde iz bırakmış başlıca anlam kuramlarıyken, bazı felsefeciler de anlamın varlığını reddeden kuramlar geliştirmişlerdir.

Platon’un kuramında Formlar fiziksel dünyanın nesnelerinden bağımsız olarak varlıklarını sürdürürler. Bu görüşe karşı çıkan Aristoteles, Formların, ya da diğer bir adıyla Tümellerin, nesnelerin içinde yer aldığını savunur. Örneğin Kırmızı Tümeli tüm kırmızı nesnelerin içindedir. Platon’a göre tüm kırmızı cisimler yok olsa dahi Kırmızı Tümeli varlığını sürdürürken, Aristoteles için bu tümelin varlığı kırmızı nesnelerin varlığını gerektirir. Yani tümeller Platon’da olduğu gibi fiziksel dünyanın dışında soyut varlıklar değil, fiziksel dünyanın nesnelerinin içinde olan varlıklardır.

Adcılık da birden çok tanımı ve değişik biçimleri olan bir öğretidir. Ancak bunların hepsinde ortak olan tümellerin varlığını reddetmeleridir. Yani bütün kırmızı nesnelerde ortak olan bir kırmızı tümeli yoktur; bütün demokrasilerde ortak olan bir demokrasi tümeli, ya da tüm aşklarda ortak olan bir aşk tümeli bulamayız bu öğretiye göre. Tüm kırmızı nesneler arasında ortak olan tek şey vardır: hepsine “kırmızı” deriz, ya da diğer bir deyişle hepsi “kırmızı” adına sahiptir.

Fizikselcilik (Physicalism) adlı savın savunucuları Adcılık öğretisine yakın olmuşlardır.

Öznelci anlam kuramı da Adcılık öğretisinin bir uzantısı olarak görülebilir. Diğer yandan Adcılık öğretisinin bir başka uzantısı da anlamı varlık olarak tümden reddeden birazdan tartışacağımız Negatif Anlam kuramlarıdır. Bazıları bu tür teknik bir söylem kullanmadan Öznelcilik görüşünü şu sloganla dile getirirler; “Anlam kafadadır”.

ÖZNELCİLİK (Subjectivism)

Örneğin bilgi felsefesinin klasik görüşüne göre bilme edimi olabilmesi için bir bilen, bir de bilinen olmalıdır. İşte buradaki bilen varlığa “özne” bilinen varlığa da “nesne” deniyor. Yaygın görüşe göre özne ile zihin aynı şeydir.

Özne ile nesne ayrımını burada kullanırsak anlamanın olabilmesi için bir anlayan özne bir de anlaşılan nesne olmalıdır. Anlaşılan nesne de bir sözcüğün anlamıdır.

Bu görüşe göre bir sözcüğün anlamı dediğimiz nesne öznenin zihninde olmalıdır. Yani insanların zihinleri dışında anlamların olduğu bir dünya yoktur. Bundan dolayı “anlam” dediğimiz şeyler özneldir.

Bu görüşü bir kuram olarak ayrıntılarıyla savunmuş olan ilk filozof John Locke’tır. Locke bir sözcüğün anlamının kişinin zihnindeki bir “ide” olduğunu söyler.

Gerçek iletişim olabilmesi için sözcüklere yüklediğimiz anlamların ortak olması gerekiyor. Bundan dolayı Locke ancak zihnimizde aynı ideye sahip olmamız durumunda iletişim kurabileceğimizi söyler.

Noam Chomsky, sözcüklerin anlamının sözlüklerde ya da dış dünyada değil, “kafanın içinde” olduğunu savlayarak Locke’un öznelciliğine dönüş yapar.

GERÇEKÇİLİK (Realism)

Öznelci görüşe karşı çıkan en önemli anlam kuramı Gerçekçilik adlı öğretidir. Bu kuramın savunucuları sözcüklerin anlamlarının zihinde yer alan öznel varlıklar olması durumunda iletişim kurmanın olanaklı olmayacağı görüşündedirler. Anlam öznel değil nesnel olmalıdır. Tarihte bu görüşün en önemli savunucusu Gottlob Frege olmuştur.

Frege’nin kuramında çok önemli bir yer tutan Almancada “Sinn” olarak dile getirdiği şeye Türkçede “anlam” diyebiliriz.

Bir tümcenin dile getirdiği anlam ise o tümcenin parçalarının anlamlarından oluşur. Frege buna “düşünce” (Gedanke) der. Düşünceler öznel değil soyut nesnel varlıklardır. Frege, insan düşüncesinin bir kuşaktan bir başka kuşağa, ya da bir dilden bir başka dile aktarmanın ve bu sayede iletişim kurmamızın olanaklı olmasını ancak bu şekilde açıklayabileceğimizi söyler.

Frege’nin gerçekçi görüşüne göre. Peki, bu soyut varlıklar nasıl ortaya çıkmışlardır? Platon’un Formları gibi zamandan ve mekandan bağımsız şeyler midir? Bu sorulara Frege açık bir yanıt getirmez. Ancak Kant’ın şeylerin kendilerini farklı biçimlerde “sunum biçimleri” olduğuna dair düşüncesinden yararlanır.

DOĞALCILIK (Naturalism)

Frege’nin Gerçekçi anlam kuramı genellikle Platonik bir kuram olarak görülür. Yani anlamlar soyut ve metafizik varlıklardır bu görüşe göre, fiziksel olgulardan oluşan doğanın içinde yer almazlar.

Bu görüşe göre sözcüklerin anlamları ve sözcüklerin bir araya gelerek oluşturdukları tümcelerin dile getirdikleri düşüncelerin nasıl var oldukları sorusuna yanıtı yine doğa içinde aramamız gerekir.

Bir başka Doğalcı anlam kuramı da Tikelcilik adı verilen ve ünlü felsefecimiz Arda Denkel’in savunmuş olduğu görüşten türetilebilir. Tümellerin varlığını tümden reddeden bu görüş var olan her şeyin “tikel” (particular) olduğunu ve doğa içinde var olduğunu söyler. Dünya yalnızca tikel nesnelerden değil aynı zamanda tikel niteliklerden oluşur. Tüm kırmızı nesneler tikeldir, ancak bu kırmızı nesnelerin her birinin ayrı ayrı sahip olduğu kırmızılıklar da tikeldir. Bu kırmızı tikellerinin hepsine “kırmızı” adını vermemiz hepsinin birbirlerine benzemeleridir. Bundan dolayı bu kuramın en temel dayanağı benzerlik kavramıdır.

DIŞSALCILIK (Externalism)

Locke’ın temellerini attığı öznelci anlam kuramlarına karşı çıkan bazı çağdaş felsefeciler anlamı “kafanın içinde” değil “dış dünyada” aramamız gerektiğini ileri sürer.

Bu görüşün önde gelen temsilcilerinden Hilary Putnam, bir sözcüğün anlamını ve o anlamın biri tarafından kavranmasını, salt kişinin zihninde olup bitenlerle açıklamanın olanaklı olmadığını savunarak Dışsalcı Anlam Kuramı’nın gelişmesinde öncü olmuştur. Putnam’a göre özellikle doğal türlere ilişkin sözcüklerimizin anlamları dünyanın durumuyla oluşur. Yaşadığımız dünya sözcüklerimizin anlamlarını belirler.

Tyler Burge “masa”, “koltuk” gibi eşya adları, “artirit” gibi hastalık adları gibi doğal tür olmayabilecek başka tür terimlerin anlamları için de Dışsalcılık öğretisinin doğru olduğunu savunur. Bu tür terimlerin anlamlarını belirleyen dış dünya bu sefer doğa değil, sosyal dünyadır.

Anlam kafada değildir. Sözcüklerin anlamları salt o sözcükleri kullananların kafasında olup bitenlerle değil dış dünyada ne olup bittiğiyle de ilgilidir.

DAVRANIŞÇILIK (Behaviorism)

Yirminci yüzyılda psikoloji, dilbilim ve felsefede büyük bir iz bırakan pozitivizmin bir uzantısı olan Davranışçılık öğretisinden yola çıkarak özellikle Quine’ın öncülüğünde bir anlam kuramı gelişmiştir.

Deneysel olarak gözlemlenemeyen soyut bir varlık olarak tümel ve anlamı tümüyle reddeder. Ancak Locke türü bir öznelcilik de yanlıştır bu bakış açısına göre, zira insan zihninin içinde olup bitenler de gözlemlenebilir şeyler değildir. Bu durumda bir sözcüğün anlamı, o sözcüğü duyduğunda kişinin vereceği davranışsal tepkilerde aranmalıdır. Davranışsal olmasının nedeni kafanızda olup bitenlerin aksine dışarıdan gözlemlenebilir olmasından kaynaklanıyor.

Bu kuram felsefe ile psikoloji alanlarını birbirine yakınlaştırır; hatta bazıları “anlam felsefesi” nin aslında psikoloji alanında ele alınması gerektiğini düşünür. Bir sözcüğün anlamını bulmak için o sözcüğün ait olduğu dili konuşan insanların o sözcüğün kullanımına yönelik davranışsal eğilimlerine bakmak gerekir.

DOĞRULAMACILIK (Verificationism)

Metafiziği tümden reddeden Mantıkçı Pozitivizm okulunun temel aldığı Doğrulamacı Anlam Kuramı bir tümcenin anlamının, o tümcenin doğruluk koşullarında olduğunu savunur. Yani, bu kurama göre, bir tümcenin anlamını kavramak, o tümcenin hangi koşullarda doğru, hangi koşullarda yanlış olduğunu kavramayı gerektiriyor. Bu kuramın sloganı haline gelmiş şekliyle “anlam doğruluk koşullarıdır”.

Yani pratikte test edilemese bile tümcenin anlamı onun doğruluk koşullarındadır. Doğrulamacı kuramın çok önemli bir sonucu da şudur: iki tümcenin doğruluk koşulları aynı ise anlamları da aynı olmalıdır.

Doğrulamacılık kuramına göre üç tür önerme bulunur: ampirik, totoloji, çelişki. Bunun dışında kalan tüm tümceler anlamsızdır.

BÜTÜNCÜLÜK (Holism)

Özellikle çağdaş bilim felsefesinde çok etkili olmuş olan Bütüncülük adlı kuramı, kabaca, sözcüklerin tek tek değil bir bütün olarak anlam kazandıkları görüşü olarak tanımlayabiliriz. Örneğin “öğretmen” sözcüğünün anlamını kavramak için, “öğrenci”, “öğrenme”, “eğitim” gibi birçok sözcüğün anlamını da aynı anda kavramak gerekir.

Bu görüşe göre sözcükler birbirleriyle girdikleri ilişkilerin oluşturduğu bir “kavramsal çerçeve” içinde anlam kazanırlar. Tümce bütüncülüğüne göre gerçekte anlam yükleyebileceğimiz tek şey tümcelerdir; sözcükler tek tek anlam taşımazlar.

Sözcükleri ilk öğrenmemiz de bu şekilde olur. Çocuklar “dünya” sözcüğünü birçok farklı tümce içinde duyduktan sonra tüm bu tümceler arasında ortak olan bir şey olduğunu fark ettiklerinde bu sözcüğün anlamını kavrarlar.

Buna Kuhn bazı yazılarında “leksikon” bazı yazılarında da “kavramsal çerçeve” adını verir. Kuhn’a göre de bir çevrevenin söylediğini diğer çerçevenin diline tam anlamıyla çeviremeyiz.

NEGATİF ANLAM KURAMLARI

Son olarak “anlam” denen şeyin varlığını tamamen reddeden görüşleri kısaca ele alalım. Böyle bir görüş “anlam” denen şeye ontolojik bir varlık atfetmez.

Adcılık adlı öğretinin bir versiyonunda bulabiliriz. Bu görüşe göre tüm kırmızı nesneler arasında ortak olan tek şey hepsine “kırmızı” adını vermemizdir.

Felsefi Sorgulamalar adlı ünlü ders notlarında (Philosophical Investigations) kullandığı bir örnek hakkındaki söylediklerine bakalım. “Oyun” dediğimiz tüm şeyler arasında değişmez bir ortak yan bulamayız Wittgenstein’a göre. Olsa olsa tüm oyun dediğimiz şeyler arasında bir “aile benzerliği” bulunur, ama değişmez bir ortaklık yoktur.

Negatif Anlam Kuramını açıkça savunmuş olan en önemli filozof Quine olmuştur. Çağdaş deneycilik akımının da önemli bir temsilcisi olan Quine fiziksel dünya içinde yer almayan soyut bir varlık olarak “anlam” denen bir şeyin olamayacağını savunur.

FREGE’NİN ANLAM VE GÖNDERME KURAMI

Ünlü Alman düşünür Gottlob Frege’nin dil felsefesi büyük ölçüde matematiğin temellerini araştırırken ortaya çıkmıştır.

Ona göre üm aritmetiksel nesneler aslında mantıksal nesnelerdir ve tüm aritmetiksel doğrular aslında mantıksal doğrulardır. Matematiğin en temel nesnelerinden biri olan sayı, aslında mantık dilinin en temel nesnelerinden biri olan bir kümedir. Örneğin üç sayısı, Frege’ye göre, içinde üç öğesi bulunan tüm kümelerin kümesidir.

İşte Frege’nin bu kuramını savunmak için geliştirdiği mantık dili, günümüzde artık felsefeden koparak bir bilim dalı haline gelmiş olan Yüklemler Mantığı’nın kurulmasını da sağlamıştır.

Bu görüşünden yola çıkan Frege, Aritmetiğin Temelleri’ni yayınladıktan sonra, çalışmalarını daha genel anlamda dil üzerine yoğunlaştırarak, 1892 yılında günümüzde dil felsefesinin klasiği haline gelmiş olan “Anlam ve Gönderme Üzerine” (Über Sinn und Bedeutung) adlı makalesini yayınlar.

ÖZDEŞLİK PROBLEMİ

Özdeşlik ilişkisi neyle ne arasında bir ilişkidir? Frege’nin bu soruya daha önceki bir çalışmasında verdiği yanıta göre özdeşlik dilsel imler, ya da kendi deyimiyle nesnelerin “adları” arasında bir ilişkidir. Özdeşlik ilişkisi nesnelerin imleri değil de nesnelerin kendileri arasında bir ilişki ifade etmiş olsaydı, bir özdeşlik yargısının nasıl olup da öğretici olduğunu açıklayamazdık.

Eğer özdeşlik ilişkisi nesneler arasında bir ilişki olsaydı bunu nasıl açıklardık? “Sabah Yıldızı Sabah Yıldızı’dır” dediğimizde öğretici bir şey söylemiş olmuyoruz, ama “Akşam Yıldızı Sabah Yıldızı’dır” dediğimizde öğreti bir şey söylüyoruz.

Frege’ye göre. Ancak Akşam Yıldızı’nın Sabah Yıldızı ile aynı gök cismi olması bizim dilsel seçimlerimize bağlı bir olgu değildir. Bundan dolayı Frege eski çözümünün doğru olmadığını kabullenip, özdeşlik ilişkisinin bir nesnenin kendisiyle arasında bir ilişki olduğunu savunur. Bu durumda özdeşlik yargılarının nasıl olup da öğretici olduğunu açıklaması gerekir.

Frege özdeşlik problemini çözmek için adların anlamları ile göndergeleri arasındaki ayrımı yapar. “Akşam Yıldızı” ve “Sabah Yıldızı” adlarının göndergeleri aynıdır: ikisi de Venüs gezegenine gönderme yaparlar. Ancak bunu farklı biçimlerde gerçekleştirirler, Venüs gezegenini farklı biçimlerde temsil ederler.

ANLAM VE GÖNDERME ARASINDAKİ AYRIM

Anlam ve gönderme arasındaki ayrımı yaparken, Frege, Kant felsefesinin temel bir kavramından yola çıkar. Dış dünyanın nesneleri, Kant’ın deyimiyle bizlere kendilerini “sunarlar”, ancak bu sundukları yüzleri dışında bir de sunmadıkları yüzleri vardır. Nesnelerin kendilerini bizlere “sunuş biçimleri” olduğu düşüncesi Frege’nin kuramı için bir temel oluşturuyor.

İşte nesnelerin bu farklı sunuş biçimlerine Frege “Sinn” diyor. Türkçe’de bu terime karşılık en yakın sözcük “anlam” dır. Bu sunuş biçiminden yararlanarak o nesneye bir ad verdiğimizde, o sunuş biçimi o adın anlamı haline gelir.

Bundan dolayı dil ile dünya arasındaki ilişki Frege’nin kuramında doğrudan kurulan bir ilişki olamaz. Sözcüklerimiz hep anlamları aracılıyla gönderme yaparlar. Bir ada hangi anlamı yükleyeceğimiz bizim seçimimize kalsa da, o anlamın dünyada hangi nesneyi belirleyeceği bizim kararımıza bağlı değildir.

Anlam (Sinn)’ ın üç temel işlevi bulunuyor Frege’nin kuramında: anlam sayesinde bir nesneyi zihnimizde temsil edip onu adlandırıyoruz; bir adın anlamı o adın göndergesi olan nesneyi belirliyor; anlamlar bir araya gelerek “düşünce” (ya da günümüz dil felsefesi terminolojisinde “önerme”) oluşturuyorlar.

ANLAMIN NESNELLİĞİ

Bir teleskopla aya baktığımızda doğrudan ayı değil, ayın teleskopun lensi üzerinde oluşturduğu imgeyi görürüz. Yani üçlü bir ayrım var bu örnekte: (1) ay, (2) ayın lens üzerindeki imgesi, ve (3) bir gözlemcinin gözbebeği üzerindeki ay imgesi. Şimdi benzetmeyi yapmak için bu sefer teleskop yerine bir sözcük düşünelim. Şu şekilde benzer bir üçlü ayrım yapabiliriz: (1) sözcüğün göndergesi, (2) sözcüğün anlamı, (3) ve o sözcüğünün anlamının biri tarafından kavranması.

Bu anlamda bir sözcüğün göndergesi öznel değil nesneldir. Nasıl ki teleskopun lensinin üzerindeki ayın imgesi hiç kimse o teleskopa bakmasa bile orada varlığını sürdürürse, bir sözcüğün anlamı için de bu aynen geçerlidir. Bu görüşe göre “anlam” dediğimiz şey de zihinlerde yer alan öznel bir şey değildir.

Anlamlar dünyası da bizden bağımsız gerçek dünyanın parçalarıdır. Anlam fiziksel değildir ve soyuttur, ancak varlığı bizlerden bağımsızdır.

“Masa” sözcüğünün Türkçe dilinde bir anlamı bulunur; eğer ortak bir anlam yüklememiş olsaydık bu sözcüğe, bu sözcüğü kullanarak iletişim kurmamız olanaklı olmazdı. Ancak aynı anlamı farklı kişiler farklı biçimlerde kavrayabilirler; herkesin “masa” sözcüğünü duyduğunda zihninde farklı çağrışımlar ya da imgeler oluşabilir. İşte sözcüklerin zihnimizde çağrıştırdığı bu öznel imgelere Frege “ide” der.

ÖZEL AD / YÜKLEM VE NESNE / KAVRAM AYRIMLARI

Sözcükler belirli mantıksal ulamlar içerisinde anlam kazanırlar. Bu ulamlar arasında iki tanesini temel alır Frege: özne ve yüklem. Özne tekil bir terimdir, yani tek bir nesneye gönderme yapar.

Bir tümcenin öznesini kaldırdığımızda geriye kalan terime “yüklem” diyor

Frege’nin kuramında dilin tüm terimlerinin iki temel semantik işlevi bulunduğunu anımsayalım: bir terim öncelikle bir anlam taşır ve bu anlam aracılığıyla gönderme yapar. Anlam ile gönderme arasındaki bu ayrım dilin her türlü terimleri için geçerlidir. Özne konumunda kullandığımız terimlerin göndergelerine Frege “nesne” diyor.

Tekil terimler boşlukları olmamalarından dolayı, Frege’nin eğretilemesiyle, “doymuş” terimlerdir. Doymuş bir terim doymuş bir şeye gönderme yapar.

Diğer yandan yüklemler tanım gereği boşluğu olan doymamış terimlerdir. Doymamış bir terimin göndergesi de doymamıştır. İşte bundan dolayı yüklemler hiçbir koşulda nesnelere gönderme yapmazlar.

RUSSELL’IN BETİMLEMELER KURAMI

TANIŞIKLIK VE BETİMLEME YOLLU BİLGİ AYRIMI

Russell’ın semantik kuramının temeli onun epistemolojisine dayanır.

Bir önermeyi anlayabilmemiz için, o önermenin her parçası ile doğrudan tanışık (directly acquainted) olmamız gerekir. Russell’a göre doğruların bilgisine sahip olabilmek için öncelikle şeylerin bilgisine sahip olmamız gerekir.

Peki şeylerin bilgisine nasıl ulaşıyoruz? Bunun da iki yolu bulunur. Bunun asıl yolu birşey ile “doğrudan tanışık” olmak. Buradaki “doğrudan” şu anlama geliyor: Bir şeyi dilin yardımına başvurmadan ve hiçbir kavram kullanmadan bilebiliyorsak bu bilgi türü “doğrudan tanışıklık” yoluyla elde edilmiştir. Peki neleri bu şekilde bilebiliriz? Örneğin önümde duran masayı ele alalım. Bu “şey” ile doğrudan tanışık mıyım? Russell’a göre değilim. Olamam da. Çünkü gözümü açıp önümdeki masaya baktığımda doğrudan farkında olduğum masanın kendisi olamaz. Russell’a göre bir insanın kendi zihni dışındaki herhangi bir şey ile “doğrudan tanışık” olması olanaklı değildir.

Doğrudan tanışıklık yoluyla bilemediğimiz dış dünyanın nesnelerini ancak “dolaylı” olarak bilebiliriz ve bunun için de dil bir temel oluşturur. Buradan yola çıkarak Russell şeylerin bilgisine ulaşmanın ikinci bir yolu olduğunu savunur. Buna da “betimleme yollu bilgi” der.

Algı yoluyla dış dünyanın nesnelerinin kendileriyle değil, o nesnelerin zihnimizde bıraktığı “izler” ile doğrudan tanışık hale gelebiliriz. Bu duyu verilerinin hepsi birer tikeldir (tümel değildir).Duyu verileri kişiye özel ve bu anlamda tamamen öznel olan ve çok kısa sürede varlıklarını kaybeden tikellerdir. İşte bu tikel duyu verileri bizim tüm dünya hakkındaki bilgimizin temelini oluşturur. Masanın varlığını bilebilmemiz için, zihnimizde oluşan duyu verilerinin “neden” i olan bir masa olduğuna dair bir çıkarım yapmamız gerekir.

Ancak bu tür betimlemeleri yapabilmemiz için sadece duyu verilerinin bilgisi yeterli değildir. Tikellerden tümellere geçmemiz gerekir. Tikeller arasındaki benzerliklerden bir tümelin bilgisine varmaya Russell “soyutlama” (abstraction) der. Bu zihnimizin en önemli işlevlerinden biridir. Her öğrendiğimiz tümel için dilde bir yüklem bulunur. Kısaca bir dili anlamak ve konuşmak için doğrudan tanışıklık yoluyla iki şey bilmemiz gerekir: duyu verileri ve tümeller.

DEĞİŞKENLER VE ÖNERMESEL FONKSİYONLAR

Russell’ın çok önem verdiği şu soruyla başlayalım: İlk defa duyduğumuz bir tümceyi nasıl anlıyoruz?

Frege’nin bu soruya basit bir yanıt vardır: o tümcenin parçaları olan (özne, yüklem vb.) terimlerin anlamlarını daha önceden biliyorsak, o “anlam” ları bir araya getirerek yeni tümcemizin anlamını kavrar hale geliriz. Russell ise, Frege gibi, bir terimin “anlam” ı ile “gönderge” si arasında ayrım yapmaz . Ona göre anlam göndergedir. Bir tümcenin anlamını kavramak için, o tümcenin parçalarının göndergelerini bilmek gerekir. Russell yüklemlerin boşluklarını belirtmek için “değişken” kullanır.

Önermesel fonksiyonlar tanım gereği “x” gibi bir harf ile temsil edilen bir boşluk içerir; bir önermesel fonksiyonun bu boşluğu doldurulmadan kendi başına bir anlam ifade etmez.

BELİRLİ VE BELİRSİZ BETİMLEMELER

Zihnimiz dışındaki tüm dünya hakkındaki bilgimiz dolaylıdır ve Russell’a göre bu tür bilgiyi edinmek her durumda dilsel bir çabayı gerektirir. Eğer tümeller olmasaydı ortak bir dile sahip olmamız da, dil yoluyla birbirimizi anlamamız da, iletişim kurmamız da olanaklı olmazdı.

Bir başkasını doğrudan bilebilmeniz Russell’a göre olanaklı değildir. Bir insanı, ya da bir masayı ya da bir gezegeni, bilebilmek hep o söz konusu insanı ya da nesneyi betimleyebilmeniz sayesinde oluyor. Kısaca dil sayesinde doğrudan tanışıklık yoluyla bilebildiğimiz tümelleri kullanarak doğrudan bilemediğimiz dünya üzerine düşünebilir ve bunlar üzerine konuşabilir hale geliyoruz. Dil aracılığıyla bildiklerimiz cinsinden bilmediklerimizi betimleyebiliyoruz.

Diyelim ki şöyle bir tümce kurduk: “Türkiye’nin bazı şehirleri büyüktür”. Bu tümcede geçen “Türkiye’nin bazı şehirleri” terimi belirli bir şehri betimlemez ve bundan dolayı bir “belirsiz betimleme” dir. Eğer ki bir tümce tekil bir nesneden bahsetmiyorsa, o tümce genel kavramlar üzerine bir tümcedir.

Şimdi öznesi bir kavram değil de tekil bir nesne gibi görünen bir tümceye bakalım. “Türkiye’nin başkenti büyüktür.” Bu tümcenin öznesi konumunda yer alan “Türkiye’nin başkenti” Russell’a göre bir “belirli betimleme” dir. Bu sefer betimlemenin “belirli” olmasının nedeni sözü edilen tek bir nesne olmasından kaynaklanıyor; Tümcemizin yüklemi konusunda bir sorun bulunmuyor: “x büyüktür” teriminin göndergesi olan büyük olma kavramı ile doğrudan tanışığızdır Russell’a göre.

Peki, nasıl oluyor da “Türkiye’nin başkenti” terimini kavrayabiliyoruz?

“Türkiye’nin başkenti” gibi tek bir nesneye gönderme yapar gibi gözüken belirli betimlemelerin yüzey yapıları yanıltıcıdır. Tümcelerin özne konumundaymış gibi görünürler, ancak mantıksal açıdan bir tümcenin öznesi olamazlar.

“Türkiye’nin başkenti büyüktür” tümcesinde aslında doğrudan tanışık olmadığımız (ve olamayacağımız) Ankara şehrine gönderme bulunmaz. Gerçekte yaptığımız, bu şehri doğrudan tanışık olduğumuz kavramlar cinsinden betimlemektir. Bu tümce ile aslında birbiriyle ilişkili olan üç ayrı şey söylemiş oluruz: a. Türkiye’nin başkenti olan bir şey vardır, ve b. o şey dışında Türkiye’nin başkenti olan başka bir şey yoktur, ve c. o şey büyüktür.

Aslında söylemiş olduğumuz kısaca şudur: “Türkiye’nin tek bir başkenti vardır ve o büyüktür.” Yani çözümlememiz doğrudan Ankara şehrini içermez. Tamamen tanışık olduğumuz kavramlardan oluşur. Bu sayede Ankara gibi dış dünyanın tanışık olmadığımız tekil nesneleri hakkında yargılarda bulunmamız ve onlar hakkında düşünmemiz olanaklı hale gelir.

Yani “Türkiye’nin başkenti büyüktür” tümcesini anlayabilmemizin nedeni, bu tümcenin dile getirmiş olduğu önermenin parçaları olan tüm kavramlar ile doğrudan tanışık olmamızdır.

ÖZEL ADLAR

Anımsayacağınız üzere Frege’ye göre bu tür özel adların iki semantik değeri vardı: anlam ve gönderme. Örneğin “Aristoteles” adının kullanım bağlamına göre bir anlamı vardır. Kişiler bu ada farklı anlamlar yükleyebilirler. Ancak iletişim kurmamızı sağlayan şey tüm bu kullanımlarda gönderme yapılan kişinin aynı olmasıdır. Daha önce söylediğimiz gibi Russell Frege’nin anlam ile gönderme arasındaki ayrımını kabul etmez.

Şu tümceye bakalım: “Aristoteles akıllıdır”. Russell’ın deyimiyle, hiçbirimiz Aristoteles ile “tanışık” değiliz, onun hakkında “tanışıklık yollu” bilgi sahibi değiliz. Ama tümceyi yine de anlıyoruz. Bu tümcede geçen “Aristoteles” adı doğrudan Antik çağın o meşhur filozofuna gönderme yapamaz. Ancak bir betimleme yoluyla bu filozoftan dolaylı bir şekilde bahsetmek olanaklıdır dili kullanarak. Yani Russell “Aristoteles” gibi bir özel adın aslında bir betimleme olmak zorunda olduğu sonucuna varır. Bu betimlemenin ne olduğu bağlama göre değişebilir.

Yani bir özel ad gerçekte bir betimlemenin kısaltmasıdır, ya da diğer bir deyişle, bir örtük betimlemedir aslında.

Gündelik dilde ve hatta bilim dilinde kullandığımız tüm “olağan” özel adlar bu şekilde çözümlenmelidir Russell’a göre. Bu tür adlar hiçbir koşulda doğrudan gönderme yapmazlar; hep bir tekil betimleme içerirler, ve ancak bu betimlemede geçen kavramlarla tanışık olmamız durumunda bu özel adların geçtiği bir tümceyi kavrayabiliriz.

Russell’a göre bir şeye hiçbir betimleme içermeden doğrudan gönderme yapmamız için o şeyle tanışık olmamız gerekir. Daha önce de belirttiğimiz üzere iki tür şey vardır tanışık olduğumuz: kavramlar ve duyu verileri.

Russell bu tür adlara örnek olarak “bu” ve “şu” sözcüklerini gösterir. Eğer zihnimdeki bir duyu verisinden bahsetmek istersem ona “bu” ya da “şu” diye işaret ederek doğrudan gönderme yapabilirim. Böyle bir kullanımda bu sözcükler hiçbir betimleme içermeden doğrudan bir şeye gönderme yapabilirler.

GÖNDERİMSİZ TERİMLER

Russell, birçok felsefeci gibi, bir tümcenin anlamlı olabilmesi için bir “sav” içermesi gerektiğini savunur. Dolayısıyla bir tümce ne doğru ne de yanlış bir şey söylüyorsa bir sav içermiyor demektir; bu da o tümcenin anlamsız olduğunu gösterir.

Günümüz dil felsefesinde çok-anlamlılık kavramı (İngilizcede ambiguity) “semantik” ve “sentaktik” olarak ikiye ayrılmıştır. Bazı tümceler birden çok sentaktik yoruma sahip oldukları için sentaktik açıdan çok-anlamlıdırlar; bazı tümceler ise, tümcenin içinde geçen terimlerden en az birinin birden çok anlamı olması nedeniyle semantik açıdan çok-anlamlı olurlar.

VARLIK TÜMCELERİ

Bir şeyin var olmadığını söylemek nasıl olanaklı oluyor?

Meinong’un kuramına göre her düşüncenin bir nesnesi olması gerektiğinden, yokluğunu savladığımız nesnelerin de birer “düşünce nesnesi” olduğu sonucu çıkar. Bu durumda Meinong’a görezaman-mekan içinde yer almayan ve varlığı olmayan nesneler bulunur.

Frege’nin de Russell’dan bağımsız olarak savunduğu görüşe göre varlık yüklemi nesnelere değil kavramlara yüklenen ikinci-dereceden bir yüklemdir. İşte bu sav modern mantığın kurulmasında çok önemli bir yer tutan “niceleyici” kavramının doğmasını da sağlamıştır.

“Atom içi parçacıklar vardır” dediğimizde, önce elektron gibi atom içi parçacıklara gönderme yapıp, sonra onların var olma özelliği olduğunu söylemiş olmayız. Yine tümcemizin mantıksal öznesi bir kavramdır: atom içi parçacıklar kavramı. İki düşünür de var olma yükleminin nesnelere bir özellik yüklemek için kullanılamayacağını savunur.

Eğer var olma nesnelerin bir özelliği olsaydı, her nesne bu özelliğe sahip olurdu. Bu da bu görüşün hatalı olduğunu gösterir.

Yani nesneleri “var olanlar” ile “var olmayanlar” diye iki kategoriye ayıramaz böyle bir yüklem. Dolayısıyla var olma nesnelerin bir özelliği olsaydı, varlık yükleminin yararlı hiçbir dilsel işlevi olamazdı. Sonuç olarak var olma dilsel açıdan yararı olan bir yüklem ise, nesnelere değil başka şeylere yüklenen özel türde bir yüklem olmalıdır.

Benzer biçimde “Tanrı vardır” dediğimizde de, “Tanrı” adını mantıksal anlamda kullanmıyor olmamız gerekir. Anlamlı bir şey söylüyor olmamız için “Tanrı” adının bir betimsel içeriği olmalıdır. Diyelim “Tanrı” adıyla dile getirdiğimiz betimleme şu olsun: “Her şeyi bilen, her şeyi yapacak gücü olan, mutlak olarak iyi olan biricik varlık”. Bu durumda “Tanrı vardır” dediğimizde bir kavramdan bahsetmiş oluruz: Her şeyi bilen, her şeyi yapacak gücü olan, mutlak olarak iyi olan biricik varlık kavramı tek bir nesne için doğrudur.

KRİPKE VE DOĞRUDAN GÖNDERİM KURAMI

Bir şeyi düşünebilmek, o şeyi zihnimizde temsil etmek ve dil yoluyla o şeyden söz edebilmek nasıl olanaklı oluyor? Frege ve Russell’ın kuramları bu soruya yanıtları açısından bir noktada birleşirler. Dil yoluyla dış dünyanın bir nesnesinden söz edebilmemiz için iki kurama göre de öncelikle o nesnenin betimlemesini yapmamız gerekiyor.

Frege ile Russell’ın ortak görüşü özel adlar dışında basit kişi ve işaret zamirleri gibi tüm tekil terimler için geçerlidir.

Doğrudan Gönderme Kuramının bu denli etkili olması, Saul Kripke’nin şimdiden bir klasik haline gelmiş olan Adlandırma ve Zorunluluk (Naming and Necessity) adlı kitabında Betimlemecilik Kuramına getirdiği eleştirilerden kaynaklanıyor.

BETİMLEMECİ GÖNDERİM KURAMINA KARŞI ARGÜMANLAR

Bunlar arasında en fazla etkili olmuş olan özel adlara dair olup daha sonraları “modal argüman” olarak anılmış olan argümandır.

“Orhan Veli” ile “İstanbul’u Dinliyorum’u yazan şair” tekil betimlemesi aynı insana gönderme yaparlar, yani eşgöndergeli terimlerdir. Ancak bu gönderme biçimleri aslında çok farklıdır. Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum” adlı şiiri yazması tarihin zorunlu bir olgusu değildi; olaylar farklı şekilde gelişseydi bu olgu da gerçekleşmeyebilirdi. Burada kullandığımız zorunluluk kavramı bir anlamda “mantıksal” ya da “metafiziksel” bir kavram olarak kabul edilir.

(1) Orhan Veli “İstanbul’u Dinliyorum” adlı şiirin yazarıdır. Bu tümcenin dile getirdiği önerme “olumsal” (contingent) bir doğrudur. Burada “olumsal” sözcüğünü “zorunlu olmayan” anlamında kullanıyoruz.

Şimdi dil felsefecilerinin hepsinin kabul ettiği temel bir dil ilkesini anımsayalım: İki terim eşanlamlı ise bir tümce içinde biri yerine diğerini koyduğumuzda tümcenin anlamı ve doğruluk değeri değişmez.

Dolayısıyla Ali’ye göre “Orhan Veli” adı “‘ İstanbul’u Dinliyorum’ adlı şiirin yazarı” betimlemesi ile eşanlamlı olamaz. İşte Kripke bu tür bir argüman yoluyla özel adların hiçbir durumda bir betimleme ile eşanlamlı olmayacakları sonucuna varır.

DOĞRUDAN GÖNDERİM KURAMI

Özel adların nasıl gönderme yaptığına dair bu açıklaması daha sonra başka felsefeciler tarafından geliştirilerek tarihe “Nedenselci Gönderim Kuramı” olarak geçmiştir. Buradan yola çıkan bazı dil felsefecileri ise son yirmi yılda felsefe dünyasında çok büyük bir etki bırakmış olan “Doğrudan Gönderim Kuramı” nı geliştirmişlerdir.

Kripke’ye göre bir özel ad bir “adlandırma töreni” ile dile sunulur. Bunu yapmanın iki yolu bulunur: “gösterim” ve “betimleme”. Bu tür bir adlandırma töreni sonrasında o ad o nesnenin bir “etiketi” haline gelir ve dilde kullanılmaya başlar. Adın böyle bir “kullanım zinciri” olmalıdır ve sonuçta bu zincirin ilk halkası mutlaka Ayşe’yi ilk adlandıran insana kadar gitmelidir. Bu şekilde kullanım zincirinin halkaları arasında bir “nedensellik” ilişkisi oluşur. Önemli olan bu zincirin varlığının bilinmesi değil gerçekte var olmasıdır.

“Uranüs’ün yörüngesinde sapmalara neden olan gezegene ‘Neptün’ adını verelim”. Daha sonra gerçekten de böyle bir gezegen olduğu keşfedilmiş ve bu da tarihe Neptün gezegenin keşfi olarak geçmiştir. Yani ilk adlandırma töreninde henüz Neptün daha keşfedilmemiş olduğu için, bu gezgenin gösterip “bunun adı ‘Neptün’ olsun” denemezdi; gösterim yerine adlandırmayı gerçekleştiren bir betimleme vardı: “Uranüs’ün yörüngesinde sapmalara neden olan gezegen”. Kripke’ye göre adlandırmanın betimleme yoluyla olduğu bu nadir durumlarda bile o betimleme ile özel ad aynı anlama gelmezler.

Ardından “Doğrudan Gönderim Kuramı” (Direct Reference Theory) olarak geçen kuramı geliştirilmiştir. Bu kurama göre özel ad ve basit zamirler bir tümce içinde kullanıldıklarında doğrudan göndergelerine gönderme yaparlar. Kısaca Doğrudan Gönderim Kuramına göre özel ad türündeki basit tekil terimler için sloganımız şudur: Anlam ile Gönderge aynı şeydir.

Doğrudan Gönderim Kuramına göre “Dünya” sözcüğünün anlamı “üzerinde yaşadığımız gezegen” ya da “üzerinde sıvı su bulunan tek gezegen, ya da bir başka herhangi bir betimleme olamaz. “Dünya” sözcüğünün anlamı dünyanın kendisidir. Anlam göndergedir.

OLUMSAL A PRIORI VE ZORUNLU A POSTERIORI

Bir önerme hiçbir duyu deneyimine başvurmadan bilinebiliyorsa bu bilgiye “a priori bilgi” diyoruz. Kripke öncesi Kant da dahil bu konuda yazmış olan tüm felsefeciler a priori olarak bilebileceğimiz önermelerin zorunlu olarak doğru olan önermeler olduğunu düşünmüşler. İşte Kripke evrensel kabul görmüş olan bu düşünceyi sarsacak örneklerin olduğunu öne sürer.

Kısaca tam t anında çubuk tam tamına bir metre uzunluğundaydı ama bu çubuğun olumsal bir özelliğiydi. Bu durumda şu tümce Kripke’ye göre zorunlu olmayan, yani olumsal bir doğruyu dile getirir: SM. Standart Metre çubuğu t anında 1 metre uzunluğundadır.

Kripe bu anlamda olumsal a priori önermelerin varlığını savunur. Bu durumda tüm olumsal yargıların a posteriori olduğu ve tüm zorunlu yargıların a priori olduğuna dair Kant görüşüne de karşı bir örnek elde etmiş oluruz Kripke’ye göre. A priori ile a posteriori arasındaki ayrım bizim bilme biçimlerimize dair bir ayrımdır; yani epistemik bir ayrımdır. Ancak zorunlu ile olumsal doğrular arasındaki ayrım ise metafizik bir ayrımdır.

Suyun H2O olduğu a priori bir doğru olamaz. Bu olgunun bilinebilmesi için gözlem, deney ve duyu deneyimi gereklidir. Yani bu a posteriori bir önerme olmalıdır. Bundan dolayı bu tür kuramlara bazen “doğa yasası” da deniyor. Bilimin keşfettiği doğa yasaları var ise bunlar zorunlu doğrular olmalı. Kripke’nin deyimiyle “Su H2O’dur” önermesi tüm olanaklı dünyalarda doğrudur ve zorunlu a posteriori bir önermedir. Birçok bilimsel buluş için de durum aynıdır. Son yıllarda felsefecilerin büyük çoğunluğu tarafından kabul gören Kripke’nin bu savı felsefe tarihinde önemli bir değişime yol açmıştır. Etkisi sadece dil felsefesine dair değil, epistemoloji ve metafizik alanlarına uzanmış aynı zamanda bilim felsefesinde de önemli bir yenilik getirmiştir.

Kripke’nin zorunlu a posteriori doğrular bulunduğuna dair çarpıcı savına yönelik verdiği bu örnek felsefede Özcülük adının verildiği metafizik bir öğretiye dayanıyor. Farklı türleri olan bu öğretinin en yalın haliyle temel savını şu şekilde dile getirebiliriz: Var olan her şeyi o şey yapan değişmez özsel nitelikleri bulunur.

Kripke’ye göre “su” ve “H2O” adları tür adlarıdır ve ikisi de aynı türe gönderme yapar. Kripke her iki adın da zorunlu imleyici olduğunu savunur. Anımsarsanız bir ad zorunlu imleyici ise her olanaklı dünyada aynı nesneye gönderme yapar.

GENEL TERİMLER VE TÜR ADLARI

Doğrudan Gönderim Kuramı öncelikle özel ad ve zamir gibi basit tekil terimlerin semantik çözümlemesine yönelik ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı tekil bir nesneye gönderme yapma yolları üzerine bir kuram olarak ele alınabilir.

Kripke Adlandırma ve Zorunluluk adlı yapıtının üçüncü ve son bölümünde özel adlar için geliştirdiği düşüncelerin büyük ölçüde bazı “genel terimler” için de geçerli olduğunu savlar. Bu terimlerin hepsinin ortak olan özellikleri birden çok nesneye uygulanabilir olmalardır.

PRAGMATİK DİL FELSEFESİ

AUSTİN VE SÖZ EDİMLERİ

John Austin How to Do Things with Words (Söylemek ve Yapmak) adlı ünlü kitabında dilin temel işlevinin bilgi ya da enformasyon aktarmak olduğuna dair geleneksel görüşe karşı çıkar. Austin sözcüklerin iki ayrı şekilde kullanılabileceğini söyler: edimseller (performatives) ve saptayıcılar (constatives). İlkine örnek olarak “Özür dilerim!”, ikincisine örnek olarak da “Dünya yuvarlaktır” tümcelerini düşünelim. İlkinde tümceyi kullanan kişi bir bilgi aktarmak amacında değildir; bu tümceyi dile getirerek özür dileme edimini gerçekleştirmiş olur. Bu türde tümce kullanımları bilgi aktarmak, gerçekliği açıklamak, betimlemek, ya da saptamak amacında değildir; yani bunlar “saptayıcı” dil kullanımları değillerdir.

Dil yoluyla normal şartlarda başka hiçbir yolla yapmayacağımız bazı şeyleri gerçekleştiririz. Dil kullanarak gerçekleştirilen bu tür “iş” lere Austin “söz edimi” (speech act) der. Söz edimleri arasında bir ayrım yapmak yerine, bir söz ediminin içinde yer alan üç ayrı söz edimi parçasından söz eder; düzsöz edimi (locutionary act), edimsöz edimi (illocutionary act) ve etkisöz edimi (perlocutionary act). Daha önce semantik kuramlar başlığı altında tartıştığımız Frege’nin kuramı Austin’e göre dilin yalnızca bir boyutu olan düzsöz edimlerini kapsar.

Edimsöz söz ediminde doğruluk ya da yanlışlık değil edimin başarılı ya da başarısız olmasının koşulları önem kazanır.

Austin’in söz edimleri ile bir başka çağdaş dil felsefecisi olan Paul Grice’ın “sözel ima” (conversational implicature) kavramı arasındaki ilişkiye de dikkat çekmek gerekir. Grice bir tümcenin dildeki anlamı (sentence meaning) ile o tümceyi bir sözel bağlamda kullanan kişinin iletmek istediği anlam (utterer’s meaning) arasında bir ayrım yapar.

WITTGENSTEIN VE DİL OYUNLARI

Her oyun gibi bir dil oyununun da kuralları vardır ve o dil oyununu öğrenmek için o kuralları da öğrenmek gerekir. Bir dil öğrenmek ve bir dili konuşur hale gelmek bir oyunu öğrenip o oyunu oynar hale gelmek gibidir Wittgenstein’a göre.

Saklambacın tüm kurallarını öğrense bile bir çocuk bu oyunu oynamadan öğrenmiş olmaz. Dolayısıyla her dil oyunu aynı zamanda bir etkinlik içerir. Buna Wittgenstein “yaşam biçimi” diyor. Dil oyununu öğrenmek demek belirli bir yaşam biçimini benimsemek demektir.

Wittgenstein dilin olabilmesi için belirli kurallar dizgesini kabul etmiş bir topluluk olması gerektiğini savunur. Bu kurallar dizgesi dil oyununu oluşturur ve oyun tek başına oynanamaz. Yani Wittgenstein’a göre kişinin kendi kendine kurallarını koyduğu özel bir dil oyunu olamaz; insanın kendi kafası içinde oluşturduğu ve başkasının anlayamayacağı bir “özel dil” düşüncesi bir saçmalıktır. Dil oyunu durağan bir şey değildir, kuralları zamana ve bağlama göre değişir.

Bu dil oyununu oynamak için, yani bir şeyin uzunluğunu metrik sistemde ölçmek ve bunu dilde söylemek için belirli kabul edilmesi gerekir. Dil oyunlarının kuralları sayesinde “söylemek” olanaklı oluyor. Ancak bize bu söyleme olanağını sağlayan kuralların kendileri dil oyunu içinde “söylenebilir” şeyler değildir.

Buradan şu sonuçlara varabiliriz: bir dil oyunu bize bir şey “söylemek” olanağı veriyor, ancak o dil oyununun kurallarının kendileri o dil oyunu içinde “söylenebilir” şeyler değildir. Burada ancak çok kısa bir şekilde anlatabildiğimiz Wittgenstein’ın geç dönemindeki dile yönelik bu bakış açısı bir anlamda semantik ile pragmatik dil felsefesi arasındaki ayrımı reddeder. Semantik dil felsefesi kullanımından bağımsız olarak tümcelerin anlamlarını incelerken, Wittgenstein bir tümcenin içinde yer aldığı dil oyunundaki kullanımı dışında bir anlamı olmadığını savunur. “Anlam kullanımdır” (“ meaning is use”) şeklinde sloganlaşmış olan bu yaklaşıma göre pragmatikten bağımsız semantik bir alan olamaz.

DİL VE DÜNYA GÖRÜŞÜ

Carnap deneyci felsefe açısından sorun yaratan sayı, önerme, anlam, nitelik gibi soyut şeylerin varlığına bir açıklama getirmeye çalışırken felsefe tarihinde ilk kez dilsel çerçeve kavramını geliştirir. Carnap’ın deneyci felsefesi gereği her şeyin fiziksel dünya içinde yer alması gerekir, ancak, örneğin “üç sayısı” dediğimiz şeyin dünyada fiziksel bir karşılığını bulamayız. Bu da görünürde derin bir metafizik soruna yol açar: sayılar gerçekten var mıdır?

İşte bu tür soruların aslında “anlamsız” sorular olduğunu göstermeye çalışan Carnap matematik dilini kullanan herkesin peşinen sayıların varlığını da kabul etmesi gerektiğini söyler. Yani matematiğin bir dilsel çerçevesi bulunur ve bu çerçevenin tanımlanmasında sayıların varlığı gerekir. O çerçevenin “içinden” “sayı var mıdır?” diye sorarsak, bunun yanıtı basitçe “evet” olacakken, o çerçevenin dışına çıkıp, aynı soruyu metafizik bir soru olarak sorduğumuzda anlamsız bir soru sormuş oluruz. Carnap’a göre anlamlı bir soru ancak bir dilsel çerçeve içerisinden sorulabilir; dilin dışına çıkmayı deneyip diller üstü bir soru sormaya kalkıştığımızda “metafizik” denilen ve gerçekte anlamsız olan bir soru sormuş oluruz. Sorular ve önermeler ancak bir dilsel çerçeve içinde anlam kazanırlar.

Örneğin çağdaş tıp bilimi her hastalığın bir nedeni olduğunu kabul eder. Bir tıpçıya “peki neden her şeyin bir nedeni olsun ki?” diye sorduğumuzda kendi tıp dili içinde buna bir yanıt getiremez. “Bu bizim sorgusuz olarak kabul ettiğimiz bir şeydir” demek zorunda kalacaktır Collingwood’a göre.

Kuhn’a göre her bilimsel kuram parçası bir “paradigma” içinde ortaya çıkar. Bilimsel paradigmaların en temel öğelerine Kuhn önce “leksikon” daha sonra da “kavramsal çerçeve” der.

Ancak dilin bizim dünya görüşümüzün oluşmasında katkısı yalnızca bilimsel konularla sınırlı değil. Siyaset konuşurken, alış veriş yaparken, arkadaşlık ederken ve yaşamın birçok farklı alanında birçok farklı kavramsal çerçeve kullanıyoruz. Bunların her biri bize birer “dünya görüşü” sunuyorlar.

BİLİNMEYENİ SORMA VE MERAK

1950’ lerden sonra bir grup felsefeci soru tümceleri üzerine çalışmaya başladı. Ancak bu çalışmalar semantik dil felsefesi alanının bir konusu olarak sınırlı kaldı. Erotetik Mantık veya Sorular ve Yanıtlar Mantığı başlığı altında gelişen bu alanda soru tümcelerinin semantik çözümlemesi ve soru ile yanıt arasındaki mantıksal ilişkiler ele alındı.

Yalnızca sonu noktayla ya da ünlem imleciyle biten tümcelerimiz olsaydı ne olurdu? Soru sormanın önemi bilgi edinme isteğimizden kaynaklanıyor, bilgi edinme isteğimiz ise merak eden varlıklar olmamızın doğal bir sonucu. Merak etmek için bilmediğinin farkına varabilecek düzeyde bir dil gerekir.

Russell’a göre dış dünyayı bilebilmek için nesneleri betimlemek gerekiyor ve bunu da ancak bir dil kullanarak yapabiliyoruz. Ancak dilin bize kazandırdığı betimleme gücü sayesinde aynı zamanda bilmediğimiz şeyleri de betimleyebiliyoruz. Bu sayede “soru” dediğimiz dilsel yapılar ortaya çıkıyor.