David Hume – İnsanın Anlama Yetisi – Kitap Özeti

David Hume’un insanın anlama yetisi üzerine bir soruşturma (veya inceleme) adlı kitabı 1748’de yazılmış ve ardıllarını (özellikle Kant) önemli ölçüde etkilemiştir.

Felsefenin Farklı Türleri Hakkında 

Moral felsefe, başka bir deyişle insan doğasının bilimi iki ayrı tarzda ele alınabilir; ilkinde filozoflar, insan esasen eylem için doğmuştur derler ve olanı takdim edildiği şekliyle incelerler. Diğer filozof türü ise insanı eyleyen değil, aklıyla var olan bir varlık olarak görür ve davranış tarzlarını geliştirmekten ziyade anlama yetisini biçimlendirmeye çabalar. İnsan doğasını spekülasyon konusu olarak görür ve anlama yetimizi düzenleyen, duygularımızı uyandıran ve belli bir ereği, eylemi ya da davranışı onamamızı ya da kınamamızı sağlayan ilkeleri bulmak için insan doğasını kapsamlı bir tetkikle incelerler.

İlk yöntemin yani Kolay ve bariz felsefenin, insanlığın geneli tarafından, her zaman soyut ve girift olana tercih edileceği, dahası birçokları tarafından sadece daha makul diye değil, daha yararlı diye de tavsiye edileceği kesindir. Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en kalıcı şöhret kolay anlaşılır felsefeyle elde edilmiştir.

Bugün CİCERO giderek daha çok ünleniyor; ama ARİSTOTELES dibe vurmuş durumda. LA BRUYERE denizler aşıp şöhretini korurken, MALEBRANCHE’ın şanı sadece kendi ulusuyla ve çağıyla sınırlı. Muhtemelen ADDİSON zevkle okunurken, LOCKE tamamen unutulacaktır. 

İnsan, akıl sahibi bir varlıktır ve bu haliyle gıdasını ve rızkını bilimden alır. Fakat insanın anlama yetisinin sınırları o kadar dardır ki, bu durum özelinde ne elde ettiklerinin kapsamından, ne de güvenilirliğinden çok fazla tatmin beklenebilir.

Lakin soyut felsefedeki loşluk, müphemlik acı verici ve yorucu olduğu için değil, belirsizlik ve hatanın kaçınılmaz kaynağı olduğu için itiraz konusudur. Metafizik gerçek anlamıyla bir bilim değildir ve anlama yetisi için tamamen erişilmez olan konulara giren insan kibrinin beyhude çabalarından doğar. Peki, filozofların bu tür araştırmalardan uzak durup hurafelere böyle sığınaklar bırakmaları için yeterli bir sebep midir bu?

İnsan doğasının yetilerini ve kuvvetlerini doğru bir şekilde tetkik etmenin birçok yararı vardır. Aşağıdaki soruşturmada, bu zamana dek belirsizliğiyle bilge insanları kendinden uzak tutmuş konulara ışık tutmaya çalıştık.

Fikirlerin Kökenleri Hakkında 

Bir insanın aşırı sıcağın yol açtığı acı ya da ılıklıktan haz duyduğunda zihnindeki algı ile sonrasında bu duyumla ilgili anısını hatırladığındaki zihnindeki algı arasında kayda değer bir fark olduğunu herkes kabul edecektir. Şiirin tüm renkleri, ne kadar muhteşem olursa olsun, tasviri gerçek bir manzaranın yerini alamaz. En canlı düşünce bile en donuk duyumdan daha aşağı seviyededir.  

Geçmişteki kanaat ve duygularımızı düşündüğümüzde, düşüncemiz aslına sadık bir aynadır ve nesneleri doğru bir şekilde taklit eder; ama kullandığı renkler özgün algılarımızı sarmalayan renklere kıyasla sönük ve zayıftır.

Dolayısıyla burada zihnin tüm algılarını iki sınıf ya da türe ayırabiliriz. Ayrım noktası güç ve canlılık konusundaki nicel farkları olacaktır.

  • Daha güçsüz ve cansız olanlara genelde dilimizde DÜŞÜNCE ya da FİKİR adı verilmektedir.
  • Diğer türeyse ve diğer pek çok dilde henüz bir ad verilmemiştir; Bu nedenle biraz serbest davranalım ve bunlara İZLENİM adı verelim; ama bu sözcüğü alışıldık anlamından biraz farklı bir anlamda kullandığımızı da belirtelim. İzlenim derken, işittiğimizde, gördüğümüzde, hissettiğimizde, nefret ettiğimizde ya da istediğimizde oluşan daha canlı algılarımızın tamamını kastediyorum.

Düşüncemizin sınırsız özgürlüğe sahip görünmesine karşın, daha yakından incelendiğinde aslında çok dar sınırlara hapsolmuş olduğunu görüyoruz. Zihnin tüm yaratıcı gücünün, duyumların ve deneyimin bize sağladığı malzemeleri birleştirme, dönüştürme, artırma ya da azaltına yetisinden daha fazlası olmadığını görürüz. Tüm fikirlerimiz veya daha güçsüz algılarımız izlenimlerimizin ya da daha canlı algılarımızın taklitleridir. 

Ne kadar karmaşık veya ulvi olursa olsun düşüncelerimizi ya da fikirlerimizi tahlil ederken, bunların önceki bir his ya da duygudan taklit edilmiş basit fikirlere geri döndürülebildiğini görürüz. Mesela Tanrı fikri, zihnimizin işlemlerini düşünüp bu iyilik ve bilgelik vasıflarını sınır tanımaksızın büyütmemizden doğar.

Bütün fikirler, özellikle de soyut fikirler doğal olarak sönük ve müphemdir: Zihin bunları ancak güçsüz bir şekilde kavrar, benzer başka fikirlerle karıştırılmaları muhtemeldir. Halbuki tüm izlenimler, yani tüm duyumlar, ister dışadönük ister içedönük olsun, güçlü ve canlıdır; aralarındaki sınırlar daha kesin bir şekilde belirlenmiştir; ayrıca bunlara ilişkin yanlış veya hata yapmak kolay değildir.

Dolayısıyla felsefi bir terimin hiçbir anlamından (sık sık olduğu üzere) şüphe duyduğumuzda, bu fikrin hangi izlenimden türetildiğini incelememiz gerekir. 

Fikirlerin Çağrışımları Hakkında 

Zihnin farklı düşünceleri veya fikirleri arasında bir bağlantı ilkesi olduğu ve bellekte ortaya çıkışlarıyla belli bir yöntem içinde birbirlerini takdim ettikleri açıktır. En gelişigüzel ve serbest konuşma kayda geçirilse, tüm geçişleri içinde birbiriyle bağlantılı bir şey olduğu hemen görülecektir.

Benim açımdan, fikirler arasında yalnızca üç bağlantı ilkesi olduğu gözüküyor:

  • Benzerlik
  • Zaman veya Mekanda Bitişiklik
  • Neden veya Etki. 

Anlama Yetisinin İşlemlerine Dair Şüpheler 

İnsan aklının tüm nesnelerini doğal olarak iki türe ayırabiliriz: Fikirlerin İlişkileri ve Olgusal Durumlar.

Geometri, cebir, aritmetik bilimleri, kısacası sezgiyle ya da tanıtlama yoluyla kesin olan her ifade ilk türe dahildir. Bu türde önermeler evrende herhangi bir yerde var olan bir şeye bel bağlamadan, salt düşüncenin işleyişiyle keşfedilebilir.

İnsan aklının nesnelerinin ikinci türü olan olgusal durumlar ise aynı tarzda doğrulanamaz ve bunların hakikatine ilişkin delillerimiz ne kadar çok olursa olsun, ilk türdeki nesnelerle aynı nitelikte değildir. Her olgusal durumun tersi de yine mümkündür; çünkü hiçbir zaman bir çelişki içermez ve zihin tarafından aynı kolaylık ve açıklıkla, sanki gerçekliğe olabildiğince uygunmuş gibi düşünülür. Mesela Güneşin yarın doğmayacağı önermesi en az yarın doğacağı önermesi kadar anlaşılır ve çelişkisiz bir önermedir.

Dolayısıyla duyularımızın mevcut tanıklığı ya da belleğimizin kayıtları ötesinde, olgusal durum ve gerçek varoluş hakkında emin olmamızı sağlayan delilin mahiyetini araştırmak meraka değer bir konu olabilir.

Olgusal duruma ilişkin tüm muhakemeler Neden-Etki ilişkisine dayanıyor görünmektedir. Yalnızca bu ilişki yoluyla belleğimizin ve duyularımızın apaçık verilerinin ötesine geçebiliriz. Dolayısıyla olgu meseleleri hakkında emin olmamızı sağlayan bu delilin niteliği hakkında tatmin olmak istiyorsak, neden-etki bilgisine nasıl ulaştığımızı soruşturmak zorundayız. Bu ilişkinin bilgisine hiçbir örnekte a priori muhakemelerle ulaşılmadığını; tamamen deneyimlerimizin ürünü olarak, belli nesnelerin mütemadiyen birbiriyle bağlantılı olduğunu gördüğümüzde ortaya çıktığını doğru bulduğumu söylemeliyim.

Hiçbir nesne duyulara gözüktüğü nitelikleriyle onu yaratan sebepleri ya da ondan doğacak sonuçları açığa seremez; keza aklımız da deneyimlerimizin yardımı olmaksızın olgusal durum ve gerçek varoluş hakkında hiçbir çıkarımda bulunamaz. 

Neden ve etki mefhumunun kabulünde alışkanlıkların etkisi o kadar fazladır ki; kendisini gizler ve sadece en üst derecede bulunduğu için hiç etkisi olmuyormuş gibi görünür. Tüm doğa kanunlarının ve cisimlerin istisnasız tüm işlemlerinin yalnızca deneyim yoluyla bilinebileceğine ikna olmak için, belki de şu düşünceler yeterli olacaktır: Bize bir nesne gösterilse ve geçmiş gözlemlerden yararlanmaksızın bu nesneden doğacak etki hakkında görüş belirtmemiz gerekse, zihnin bu işlemde hangi tarzda hareket etmesi gerektiğini sormak istiyorum.

Etki, nedenden tamamen farklıdır ve dolayısıyla hiçbir zaman nedene bakarak keşfedilemez. İkinci bilardo topundaki hareket ilkindeki hareketten çok farklıdır ve birine bakarak diğeri hakkında en ufak bir ipucu elde edilmesi mümkün değildir. Bir taş ya da metal parçası havaya kaldırılıp hiçbir destek olmadan bırakılırsa, hemen düşer; ama meseleyi a priori düşünecek olursak, bu durumun kendisinde taşta ya da metal parçasında yukarıya doğru ya da başka herhangi bir türlü hareket değil de aşağı doğru hareket fikrini doğurabilecek bir şey keşfedebilir miyiz? 

İnsan aklının en üst çabasının doğal görüngülerden çıkan ilkeleri epey basitleştirmesi ve birçok tikel etkiyi benzetmeler, deneyimler ve gözlemlerden yararlanarak birkaç genel nedene indirgemeyi başarması olduğu itiraf edilir. Fakat bu genel nedenlerin nedenlerine gelince, keşfedilmelerini denemeye çalışmak boşunadır; bunlara dair belli bir açıklamayla da asla tatmin olamayacağız. Bu nihai kaynaklar ve ilkeler insan merakına ve soruşturmasına tamamen kapalıdır.

Olgusal durumlara ilişkin tüm muhakemelerimizin doğası nedir? diye sorulduğunda, uygun cevap, neden ile etki arasındaki ilişkiye dayalıdır, gibi görünüyor. Bu ilişkiye dair tüm muhakemelerimizin ve yargılarımızın temeli nedir? diye sorulduğundaysa, tek kelimeyle yanıt verilebilir: Deneyim. Fakat araştırmacı tavrımızı biraz daha sürdürür ve Deneyimden doğan tüm yargılarımızın temeli nedir? diye sorarsak, buradan cevaplanması ve izahı daha zor olabilecek yeni bir soru doğar.

Neden-etki işleyişi hakkında deneyime sahip olduktan sonra bile, bu deneyimden çıkan yargılarımız muhakemeye ya da herhangi bir anlama sürecine dayalı değildir.

Görme bize cisimlerin gerçek hareketi hakkında bir fikir aktarır. Fakat hareket eden bir cismin sonsuza dek sürekli yer değiştirmesini sağlayan ve cisimlerin asla yok olmayıp sadece başka cisimlere aktardıkları şu muhteşem kuvvet ya da güç hakkında en ufak bir kavrayışa ulaşmamızı sağlayamaz. Fakat doğal güçler ve ilkeler konusundaki bu cehalete karşın, benzer duyulabilir nitelikler gördüğümüzde, bunların benzer gizli güçlere sahip olduğunu varsaymaktan asla vazgeçmeyiz ve bunlardan deneyimlediklerimize benzer sonuçların çıkmasını bekleriz. 

Falanca bir nesneye her zaman falanca bir etkinin eşlik ettiğini tespit ettim ve görünüşte benzer olan diğer nesnelere benzer sonuçların eşlik edeceğini öngörüyorum. Bu önermeler arasındaki bağlantı görülebilir değildir.

Bütün muhakemeler iki türe ayrılabilir:

  • Tanıtlayıcı muhakeme, yani fikirlerin ilişkilerine dair muhakeme
  • Moral muhakeme, yani olgusal durumları ve varoluş hakkında muhakeme.

Varoluşla ilgili tüm argümanların neden-etki ilişkisine dayalı olduğunu, bu ilişkiye dair bilgimizin tamamen deneyimlerden türediğini ve tüm deneysel yargılarımızın geleceğin geçmişle uyumlu olacağı varsayımına göre ilerlediğini konuştuk. Yani benzer gözüken nedenlerden benzer etkiler çıkmasını bekleriz. Deneysel yargılarımızın tamamının özü budur.

Bu çıkarım hangi argüman sürecine dayandırılmaktadır?

Bir insan, geçmişteki tüm örneklerde bu tür duyulabilir niteliklerin bu tür gizli güçlerle bir arada olduğunu gördüm ve benzer duyulabilir niteliklerin her zaman benzer gizli güçlerle bir arada olacağını söylediğinde; Önermelerden birinin diğerinden çıkarıldığını söyleyebilirsiniz. Fakat çıkarımın sezgisel olmadığı gibi, tanıtlayıcı da olmadığını itiraf etmeniz gerekir. O halde, ne çeşit bir çıkarımdır bu?

En cahil ve aptal köylülerin (hatta bebeklerin, hatta ve hatta vahşi hayvanların) deneyimle yolunu bulduğu ve doğal nesnelerin niteliklerini bunlardan çıkan sonuçları gözlemleyerek öğrendiği kesindir. Bir çocuk bir mumun alevine dokunarak acı duyumunu hissettiğinde, elini bir daha muma yaklaştırmamaya dikkat edecek, ama duyulabilir nitelikleri ve görünüşü benzer olan bir nedenden de benzer bir etki bekleyecektir.

Bu Şüphelerin Skeptik Çözümü 

Bir insanın akıl ve tefekkürün en güçlü yetileriyle donanmış olmasına karşın bu dünyaya birdenbire getirildiğini varsayalım. Gerçekten de nesnelerin birinin giderken diğerinin geldiğini ve bir olayın ardından öbürünün geliştiğini hemen gözlemleyecek, ama bundan daha öte bir şey keşfedemeyecektir. Bir defada, herhangi bir muhakeme yoluyla neden-etki fikrine ulaşmayı başaramayacaktır. Zira her türlü doğal işlemin yapılmasını sağlayan tikel güçler asla duyulara gözükmezler; dahası salt tek bir örnekteki tek bir olay diğerinden önce geldiği için, birinin neden, diğerinin de etki olduğu yargısına ulaşmak da akla yatkın değildir. Bunların bir aradalığı keyfi ve rasgele olabilir. Birinin ortaya çıkışından diğerinin var olduğu çıkarımını yapmak için hiçbir neden olmayabilir. Özetle, böyle bir insan, daha fazla deneyim elde etmeden bir olgusal duruma ilişkin muhakemesini ya da kestirim gücünü asla kullanamaz, ya da belleği ve duyularının doğrudan ulaşabildiği şeylerin ötesinde hiçbir şeyden emin olamaz

Yine varsayalım ki, daha fazla deneyim elde etti ve dünyada o kadar uzun yaşadı ki, tanıdık nesnelerin ya da olayların hep bir arada bulunduğunu gözlemledi; bu deneyimin sonucu ne olur? Derhal bir nesnenin ortaya çıkışından diğerinin var olduğu çıkarımını yapar. Fakat tüm bu deneyimleriyle, nesnelerden birinin diğerini üretmesini sağlayan gizli güç hakkında bir fikir ya da bilgi elde etmemiştir ve onu bu çıkarımı yapmaya götüren de herhangi bir muhakeme süreci değildir. Onu bu tür bir sonucu çıkarmaya iten başka bir ilke vardır. 

Bu ilkeye ADET ya da ALIŞKANLIK adını veriyoruz. Belli bir edimin ya da işlemin tekrar herhangi bir muhakemenin ya da anlama sürecinin itkisi olmadan aynı edimi ya da işlemi yenileme eğilimi doğurursa, bu eğilime her zaman Alışkanlığın sonucu deriz. Dolayısıyla deneyimden yapılan tüm çıkarımlar muhakemenin değil, alışkanlığın sonucudur. Yani alışkanlık insan yaşamının büyük kılavuzudur. Alışkanlığın etkisi olmasa belleğimiz ve duyularımızla doğrudan ulaşabildiklerimizin ötesindeki olgusal durumlar hakkında tek kelime bilgi sahibi olamazdık 

Olgu meseleleri ya da gerçek varoluş konusundaki her türlü inanç bir nesne ile başka bir nesnenin alışılageldik biraradalığından türetilir. Başka bir deyişle, iki tür nesnenin (ısı ile alev, kar ile soğuk) her zaman bir arada olduğunu birçok örnekte tespit ettikten sonra; eğer duyular aleve ya da kara yeniden maruz kalırsa, zihin alışkanlık gereği sıcaklık ya da soğuk bekler ve böyle bir niteliğin gerçekten var olduğuna ve daha yakından bakıldığında ortaya çıkacağına inanır. Bu inancın ve onun kaynağı olan alışılageldik bir aradalığın doğasını nasıl inceleriz?

Kurmaca ile bunun arasındaki fark istence bağımlı olmayıp dilediğimiz gibi yönetemeyeceğimiz bir histe saklıdır. Bu hissin gerçek ve doğru adı İNANÇ’tır ve herkes bu kelimenin anlamını bilir, çünkü her insan her an onun temsil ettiği duygunun bilincindedir. Fakat bu duygunun bir tarifini yapmaya çalışmak zordur.

Ben inanç, nesne hakkında tek başına muhayyilenin (hayal edenin) asla erişemeyeceği kadar renkli, canlı, tesirli, sağlam ve tutarlı bir tasavvurdan başka bir şey değildir diyebilirim. Felsefedeyse inancın, yargı gücünün fikirlerini muhayyilenin kurgularından ayıran zihnin hissettiği bir şey olduğunu iddia etmekten daha ileri gidemeyiz. İnanç fikirlere daha fazla ağırlık ve nüfuz kazandırır; daha önemli görünmelerini sağlar; zihne yerleşmelerini mümkün kılar ve onları eylemlerimizin yönetici ilkesi haline getirir.

Benzer nedenlerden benzer sonuçlar çıkarmamızı (ve tersini) sağlayan zihnin bu işlemi, her türlü beşeri varlığın idamesi için aslidir.

Olasılık ve Zorunlu Bağlantı Hakkında

Dünyada rastlantı diye bir şey yoktur, ama bir olayın gerçek nedenini bilmememiz; anlama yetimizi böyle etkiler ve bu tür bir inanç ya da kanı doğurur. Bir neden alışıldık sonucu üretmediğinde, filozofların bunu doğadaki düzensizliğe yormak yerine, parçaların tikel yapısındaki bazı gizli sebeplerin işlemi engellediğini varsaydıkları doğrudur.

Matematik bilimlerinin moral bilimler karşısındaki büyük üstünlüğü, matematik fikirlerinin duyumsanır nitelikte olmaları sebebiyle her zaman açık ve belirli olması, aralarındaki en küçük ayrımın hemen idrak edilebilir olması ve aynı kelimelerin muğlaklık ya da anlam kayması olmadan aynı fikirleri ifade edebilmesidir.

Moral ya da metafizik bilimlerde ilerleme kaydetmemizin önündeki başlıca engel fikirlerin müphemliği ve terimlerin muğlaklığıdır. Metafizikte güç, kuvvet, enerji ya da zorunlu bağlantı fikirleri kadar muğlak başka bir fikir daha yoktur, fakat bunları bütün mütalaalarımızda her an kullanmak zorundayız.

Bütün fikirlerimizin izlenimlerimizin suretlerinden başka bir şey olmadığı, başka bir deyişle daha öncesinde dış veya iç duyularımızla hissetmediğimiz bir şeyi düşünmemizin imkansız olduğu sanırım fazla tartışma gerektirmeyecek bir önermedir.

Çevremizdeki nesnelere bakıp nedenlerin işleyişini düşündüğümüzde, tek bir örnekte asla herhangi bir güç ya da zorunlu bağlantı, sebebi sonuca bağlayan ve birini diğerinin şaşmaz neticesi kılan bir nitelik keşfedemeyiz. Tek bulabildiğimiz, birinin gerçekten de diğerini takip ettiğidir. Bir bilardo topunun itkisine diğer topun hareketi eşlik eder. Dışadönük duyulara gözüken tam olarak budur. Zihin bu nesnelerin ardışıklığında hiçbir duygu ya da içedönük izlenim hissetmez. Dolayısıyla neden-etkinin hiçbir örneğinde zorunlu bağlantı fikrini akla getirebilecek bir şey yoktur

Bunun gerçekleşmesini sağlayan güç ya da enerji, yine diğer doğa olaylarındaki gibi, meçhul ve tasavvur edilemez niteliktedir. Genellikle neden adı verilen bu şeylerin aslında vesileden başka bir şey olmadığını ve her sonucun gerçek ve doğrudan ilkesinin doğadaki herhangi bir güç ya da kuvvet değil, bu tür tikel nesnelerin sonsuza dek birbirine bağlı olmasını isteyen Yüce Varlık’ın iradesi olduğunu iddia edenler vardır.

Her fikir önceki bir izlenimden ya da duygudan kopyalanır ve hiçbir izlenimin olmadığı yerde, hiçbir fikir olmadığından emin olabiliriz. Buradan hareketle diyebiliriz ki düşüncede ya da hayalde bir nesne ile genelde ona eşlik eden şey arasında alışkanlık gereği bağlantı kurarız. Bu duygu bizim aradığımız fikrin kökenidir.

Özgürlük ve Zorunluluk Hakkında 

İnsan cehaletine ilişkin bu yargımız bu konunun en sıkı şekilde incelenmesinin sonucu da olsa, insanlar doğanın güçlerini daha derinlemesine bildiklerini ve nedenle sonuç arasında zorunlu denebilecek bir bağlantı algıladıklarını düşünmeye güçlü bir eğilim duymayı sürdürürler.

Özgürlük derken; istencimizin belirlenimlerine göre hareket edip etmeme gücünden başka bir şey kastediyor olamayız. Eğer olduğumuz yerde durmayı tercih edersek, bunu yapabiliriz; yok eğer hareket etmeyi tercih edersek, onu da yapabiliriz. Özgürlüğün ahlak için de zorunludur. Ve eksik olduğu yerde hiçbir insan eyleminin ahlaki niteliklerinden bahsedilemez.

Sözgelimi eğer istemli eylemler maddenin işlemleriyle aynı zorunluluk yasalarına tabi tutulursa, her şeyin ilk nedeninden her insanın tek tek her istencine kadar uzanan önceden belirlenmiş ve önceden yazılmış süreğen bir zorunlu sebepler zinciri olduğu söylenebilir. Eğer insan eylemlerinin izleri zorunlu bir zincirle Tanrısal Varlık’a kadar sürülebilirse, bunlar asla suç sayılamaz. Zira bunların kaynağı olan ve tamamen iyi ve güzel şeylerden başka bir şey isteyemeyecek olan Varlık sonsuz bir kusursuzluğa sahiptir. Veya ikincisi, eğer bunlar suçsa, Tanrısal Varlık’a atfettiğimiz mükemmeliyet vasfını geri almamız ve dünyaya saldığı tüm canlılardaki suç ve ahlak düşkünlüğünün nihai yaratıcısı olduğunu kabul etmemiz gerekir. 

Bunlar doğal aklın yardım almadan tek başına başa çıkamayacağı gizemlerdir ve aklımız hangi sisteme başvurursa başvursun, bu tür konularda attığı her adımda muazzam zorluklarla karşılaşacak, hatta çelişkilere düşecektir. İnsan eylemlerinin tesadüfiliğini ve olumsallığını ileri görüşlülükle uzlaştırmak ya da mutlak hükümleri savunurken Tanrısal Varlık’ı günahların nedeni olmaktan azade kılmak felsefenin boyunu aşan bir iş olmuştur.

Hayvanların Aklı Hakkında 

Olgu meselelerine ilişkin tüm muhakemelerimiz bir tür ANALOJİYE yaslanır: Herhangi bir sebepten aynı olayların doğacağını bekleriz, zira daha öncesinde benzer nedenlerden bu olayların doğduğunu gözlemlemişizdir.

Hayvanlarda terbiye ve eğitimin sonuçlarına bakarak bunu daha iyi anlayabiliriz. Zira ödül-ceza sisteminin düzgün bir şekilde uygulanmasıyla, hayvanlara doğal içgüdü ve eğilimlerine en aykırı olan eylemler bile öğretilebilir. Bir köpeği tehdit ettiğinizde ya da elinizdeki kırbacı vurmak üzere kaldırdığınızda, onda acı duyacağı hissini uyandıran deneyim değil midir?

Hayvanların duyularına temas eden her nesneden ona genellikle eşlik eden şeyi çıkarsamaya götüren yalnızca alışkanlıktır.

Hayvanlar bilgilerinin çoğunu gözlem yoluyla elde etseler de, birçok kısmını da doğadan birinci elden öğrenirler. Bu bilgiler olağan durumlarda onların boyunu fazlasıyla aşar ve uzun süreli pratikle ve deneyimle de çok az ilerletilebilir, hatta ilerletilemez. Biz bunlara İÇGÜDÜ adını veriyoruz ve insanın anlama yetisinin tüm tetkikleriyle açıklanamayan olağanüstü bir şey olarak hayranlık duyuyoruz. 

İnsana ateşten sakınmayı öğreten bir içgüdüdür, tıpkı kuşa böyle mükemmel bir şekilde kuluçka sanatını icra etmeyi ve yavrularına bakmayı öğretenin içgüdü olması gibi.

Mucizeler Hakkında 

Bilge bir adam inancını delillerle orantılar. Şaşmaz deneyimlere dayandırılan yargılarda olayın gerçekleşeceğine dair güvencesi en üst düzeydedir ve geçmiş deneyimleri bu olayın gelecekte gerçekleşeceğinin tam bir ispatı olarak görür.

Tanıklara ve tarihlere itimat etmemizin nedeni tanıklık ile gerçeklik arasında a priori bir bağlantı olduğunu algılamamız değil, bunlar arasında bir uyum bulmaya alışkın olmamızdır.

Her mucize doğa yasalarının ihlalidir ve bu yasalar sağlam ve değiştirilemez deneyimlerle yerleşmiştir. Bütün insanların bir gün öleceği, kurşunun kendi başına havada asılı kalamayacağı, ateşin odunu yakacağı ama suyla temas ettiğinde söneceği niçin olasılıktan da ötedir? Bu olaylar doğa yasalarına uygun olduğundan bunları engellemek için bir mucize gerekir. Doğanın olağan seyri içinde gerçekleşen hiçbir şey mucize diye görülemez.

Mucizenin kabul edilmesi için hiçbir tanıklık yeterli değildir, velev ki o tanıklığın yanlışlığı, kabul ettirmeye çabaladığı olgudan daha mucizevi olmasın.

Muhakemelerimizde genellikle bize kılavuzluk eden düstur, daha önce hiç deneyimlemediğimiz nesnelerin deneyimlediğimiz nesnelere benzediği, en alışılageldik bulduklarımızın her zaman en olası olduğu ve argümanların karşıt olduğu yerde tercihimizi daha fazla sayıda geçmiş gözleme dayalı olanlardan yana kullanmamız gerektiğidir.

Sahte kerametler, kehanetler ve doğaüstü olaylarla ilgili birçok örnek her çağda ya karşıt delillerle tespit edilmiş, ya da saçmalıklarıyla kendi kendini ele vermiştir. Ama yine de bu örneklerin çokluğu insanlığın olağanüstü ve hayret verici olaylara güçlü bir meyli olduğunu yeterince kanıtlar ve bu türde tüm anlatılara şüpheyle yaklaşmayı gerektirir.

Bu mucizeci tarihçileri inceleyen dikkatli bir okur, bu tür olağanüstü olayların günümüzde hiç yaşanmamasının tuhaf olduğunu söyleyebilir. Fakat umarım insanların bütün çağlarda yalan söylemesini tuhaf bulmuyorsunuzdur. Bu zayıflığın sayısız örneğini bizzat gördüğünüze eminim. Bu türde birçok mucizevi hikayenin anlatıldığına ve bilgili, aklı başında kişilerin hor gördüğü bu hikayelere sonunda avamın bile inanmaz olduğuna hepiniz şahit olmuşsunuzdur.

Fakat yeni dinlerin başlangıcında bilge ve eğitimli kimseler meseleyi genellikle ilgi veya dikkatlerine değmeyecek kadar önemsiz görürler. Sonrasında, kandırılmış kalabalıkların gözünü açmak için sahtekarlığı teşhir etmek istediklerindeyse, artık iş işten geçmiştir ve meseleyi açıklığa kavuşturabilecek kayıtlar ve tanıklar geri getirilemeyecek şekilde yok edilmiştir. 

İnsan tanıklığına otorite kazandıran tek şey deneyimdir. Bizi doğa yasaları konusunda temin eden de deneyimdir. Dolayısıyla bu iki tür deneyim birbirine aykırı olduğunda, birini diğerinden çıkartıp geriye kalandan doğan güvenceyle iki taraftan birindeki görüşlere sarılmak tek seçeneğimizdir. Fakat burada açıklanan ilkeye göre, bu çıkartma işlemi sonuçta bütün halk dinlerinde tümden bir yok oluşa varır ve dolayısıyla şunu bir düstur haline getirebiliriz: Hiçbir insan tanıklığı bir mucizeyi kanıtlayacak ve böyle bir din sistemi için haklı bir temel oluşturacak kadar güce sahip olamaz. 

Bizim bu en mukaddes dinimiz akla değil İmana dayanır ve onu hiçbir şekilde geçemeyeceği bir sınava sokmak tehlikeye atmanın kesin bir yoludur.

Belirli Bir İnayet ve Bir Müstakbel Durum Hakkında 

Doğada zeka ve tasarım izleri öyle belirgindir ki, bunun sebebini tesadüfe ya da maddenin kör ve kılavuzsuz güçlerine yormanın mantıksızlık olduğunu düşünüyorsunuz. Bunun sonuçlardan nedenlere doğru götürülen bir argüman olduğunu kabul ediyorsunuz.

Bir sonuçtan belli bir nedeni çıkardığımızda, birinin diğeriyle orantılı olması gerekir. Nedene sonucu üretmek için kesinkes yeterli olanlar haricinde bir özellik atfedilmesine asla izin verilemez. Bir terazide on kiloluk bir ağırlığın kaldırılması, terazinin öbür kefesinde on kilodan fazla bir ağırlık bulunduğunun ispatı olabilir; ama asla yüz kiloyu aştığına dair bir gerekçe sunamaz.

Doğada bazı görüngüler bulursunuz. Bir neden ya da yaratıcı ararsınız. Onu bulduğunuzu sanırsınız. Ardından beyninizin doğurduğu bu yavruya o kadar aşık olursunuz ki, bu denli kötülük ve düzensizliğin hüküm sürdüğü mevcut durumdan daha yüce ve daha kusursuz bir şey üretmemiş olmasının mümkün olmadığını zannedersiniz. Bu üstün zeka ve ihsanın tamamen hayali ya da akli bir temelden yoksun olduğunu ve ona üretimlerinde gerçekten sergilediği ve ortaya çıkardıkları haricinde herhangi bir nitelik atfetmenizin mesnetsiz olduğunu unutursunuz.

Bu konudaki tüm muhakemelerinizin sadece sonuçlardan nedenlere ilerleyebileceğini ve nedenlerden sonuçlara varan her argümanın kaba bir safsatacılık olmasının kaçınılmazlığını unutuyor gibisiniz. Zira neden hakkında daha öncesinde sonuçtan çıkarsadığınız değil, sonucun içinde bütün olarak keşfettikleriniz dışında bir şey bilmeniz mümkün değil. 

Tanrısal Varlık’ı sadece ürettikleri yoluyla biliriz. Sahip olduğu herhangi bir vasıf ya da niteliği deneyimleyemeyiz. Bu akıl yürütmelerimizdeki yanlışımızın büyük kaynağı, kendimizi Yüce Varlık’ın yerine koymamız ve onun durumunda olsak akla yatkın ve uygun diye benimseyeceğimiz davranışı her durumda onun da sergileyeceği sonucunu çıkarmamızdır. 

Din hipotezinden hiçbir yeni olgu çıkarılamaz; hiçbir olay öngörülemez ya da önceden söylenemez. Pratik ve gözlem yoluyla zaten bilinenlerin ötesinde beklenecek hiçbir ödül ya da korkulacak hiçbir ceza olamaz. İki tür nesnenin daimi olarak bir arada olduğu durumda birini diğerinden çıkarsayabiliriz. Tamamen müstesna olan bir sonuç sunulsa, bunun nedenine ilişkin bir kestirim ya da çıkarımda bulunabileceğimizi sanmıyorum.

Onların bu muhakemesinin doğru olup olmadığının önemi yok. Yaşamlarına ve davranışlarına etkisi her halükarda aynı olacaktır. Onları bu tür önyargılardan kurtarmaya çalışanlar ise, bildiğim kadarıyla, iyi muhakemeciler olabilirler, ama iyi yurttaş ve siyasetçi olduklarını kabul edemem. Zira insanları tutkuları üzerindeki kısıtlamaların birinden kurtarıyor ve toplumun yasalarının çiğnenmesini bir açıdan daha kolay hale getiriyorlar

Akademik ya da Skeptik Felsefe 

Felsefi ilkeler olan şüphe ve belirsizliği ne kadar ileriye götürmek mümkündür? 

Descartesçı şüphe herhangi bir insan tarafından elde edilmesi mümkün bir şey olsaydı bile (ki olmadığı açıktır), şifası hiçbir zaman mümkün olmazdı. Hiçbir muhakeme bizim herhangi bir konuda güven duyup ikna olmamızı sağlayamazdı. 

Bir küreğin suyun içinde çarpık görünmesi gibi sayısız örnekte organlarımızın kusurlu ve hatalı niteliğinden dolayı her çağdaki skeptiklerin duyuların tanıklığı aleyhinde kullandıkları meseleler üzerinde durmama gerek yok. Duyular aleyhinde öyle kolay bir çözüme kavuşturulamayacak daha derin argümanlar da vardır. 

Bizim beyaz gördüğümüz ve sert olduğunu hissettiğimiz şu masanın bizim algımızdan bağımsız olarak var olduğuna ve onu algılayan zihnimize dışsal bir şey olduğuna inanılır. Ona varlığını bahşeden bizim mevcudiyetimiz olmadığı gibi, yokluğumuz da onu yok etmez.

Fakat bütün insanların bu evrensel ve asli kanaati; bize zihne bir görüntü ya da algıdan başka hiçbir şeyin ulaşamayacağını, zihin ile nesneler arasında dolaysız bir ilişki üretmekten aciz olduğunu öğreten en basit felsefe karşısında çok geçmeden darmadağın olur. Gözlerimizle gördüğümüz masa biz ondan uzaklaştıkça küçülüyor gibi görünür; oysa bizden bağımsız olarak var olan gerçek masa hiçbir değişiklik geçirmez. Dolayısıyla zihne görünen onun görüntüsünden başka bir şey değildir. 

Bu mesele nasıl karara bağlanabilir? Benzer nitelikteki tüm sorunlarda olduğu gibi, kuşkusuz deneyim yoluyla. Fakat burada deneyim kuşkusuz sessizdir ve tamamen sessiz kalmalıdır. Zihin ona asla algılar dışında bir şey sunmamıştır ve algıların nesnelerle bağlantısının deneyimine ulaşması da mümkün değildir. Dolayısıyla böyle bir bağlantının varsayılmasının muhakemede bir temeli yoktur. 

Moral delillere ya da olgusal duruma ilişkin muhakemelere yönelik skeptik itirazlar ya halktan ya da felsefeden gelir.

  • Halktan gelen itirazların kaynağında insanın anlama yetisinin doğal zayıflığı gibi birçok düşünce vardır.
  • Felsefi itirazda ise:
    • Duyularımızın ya da belleğimizin tanıklığının ötesinde yer alan herhangi bir olgusal duruma ilişkin tüm delillerimizin tamamen neden ile sonuç arasındaki ilişkiden türediği
    • bu ilişki hakkındaki tek fikrimizin sık sık bir arada bulunan iki nesne arasındaki ilişkiden doğduğu
    • kendi deneyimlerimizde sık sık bir arada olduğunu gördüğümüz nesnelerin diğer örneklerde de aynı şekilde bir arada bulunacağına ikna olmamızı sağlayacak hiçbir argüman olmadığı
    • bu çıkarıma bizi götüren şeyin alışkanlık ya da doğamızdaki belli bir içgüdüden başka bir şey olmadığı konusunda haklı olarak ısrar eder.

Skeptikler bu konularda ısrarcı olurken bir süreliğine her türlü güvenceyi ve inancı yok ediyor görünürler. Fakat aşın skeptikliğe yöneltilen başlıca ve en kafa karıştırıcı itiraz burada saklıdır: En güçlü ve dirayetli haliyle skeptiklikten asla kalıcı bir iyilik gelmez. Bir skeptiğe sadece şu soruyu sormamız gerekir: Derdin ne? Tüm bu merak uyandırıcı araştırmalarla önerdiğin şey ne?

Bin deney yaptıktan sonra neden bir taşın düşeceğine ya da ateşin yanacağına inandığımıza tatmin edici bir cevap veremezken, dünyaların kökeni ve doğanın ezelden ebedi durumu hakkında varabileceğimiz herhangi bir karara ilişkin tatmin olmamız mümkün olabilir mi? Soruşturmalarımızın çerçevesi işte böyle sınırlıdır.

Hipotenüsün karesinin diğer iki kenarın çarpımına eşit olduğu, terimler istediğiniz kadar kesin tanımlansın bir dizi muhakeme ve inceleme olmadan bilinemez. Fakat mülkiyetin olmadığı yerde adaletsizliğin de olamayacağı önermesine bizi ikna etmek için, kelimelerin tanımını yapıp adaletsizliğin mülkiyetin çiğnenmesi olduğunu açıklamak tek zorunluluktur.

İnsanların diğer tüm soruşturmaları sadece varoluş ve olgusal durumla ilgilidir ve bunların da tanıtlanamaz olduğu açıktır. Var olan her şey var olmayabilir de. Hiçbir olgunun yadsınması çelişki içeremez. Bir varlığın var olmayışı, istisnasız, var oluşu kadar açık ve belirgin bir fikirdir. 

Bize neden ile sonucun doğasını ve sınırlarını öğreten ve bir nesnenin var oluşunu diğerinin var oluşundan çıkarmamızı sağlayan sadece deneyimdir.

Tanrıbilim ya da İlahiyat, bir Tanrısal Varlık’ın varlığını ve ruhların ölümsüzlüğünü ispatladığında, kısmen tikel kısmen de genel olgularla alakalı muhakemeler kullanır. Deneyim tarafından desteklendiği ölçüde bir temeli akıldadır. Fakat en iyi ve en sağlam temeli iman ve ilahi vahiydir

Bu ortaya koyduğumuz ilkelere ikna olmuş vaziyette kütüphaneleri karıştırsak ne zararlar veririz? Sözgelimi ilahiyat ya da okul metafiziği hakkında bir kitabı elimize alsak, soruyorum: Nicelik ya da sayıyla alakalı soyut bir muhakeme içeriyor mu? Hayır. Olgusal durum ve var oluş hakkında deneysel bir muhakeme içeriyor mu? Hayır. O halde yakın gitsin, zira içinde safsata ve yanılsamadan başka bir şey yok demektir.