Bugün, dünü anlamlı kılar.—EMILY DICKINSON
Homo sapiens’i hominidlerden farklı kılan evrimsel yenilik ekonomi değil aile idi. Ailede erkeğe baba rolünü alarak eril ve dişil rolleri ilk defa aynı çatıda buluşarak testesteron evcilleşmeye başladı.
Kadınların çapayla tarlada çalıştığı yerde, Tanrı kadınken; erkeklerin çapayla tarlada çalıştığı yerde, Tanrı erkek idi. Saban icat edildiğinde, neredeyse tüm üretken işleri erkekler üstlenmeye başladı ve anaerkil üretim biçimleri yerini baba odaklı biçimlere bıraktı ve tanrı figürleri Baba odağına geçti. Bu şeklide biyosferin temelde olduğu bir kültür biçimi erkeğin egemenliğinde gelişti.
Tarihsel olarak birkaç KÜLTÜREL (WE) transformasyona değinirsek:
- BÜYÜLÜ-ANİMİSTİK: Erkeğin aileselleşmesi ve insanın sosyokültürel evriminin ortaya çıkmasıyla, arkaikten büyüye geçiyoruz. Bu devrede zihin ve beden hala nispeten farklılaşmamıştır ve bu nedenle zihinsel imgeler ve semboller genellikle temsil ettikleri fiziksel olaylarla karıştırılır; Vudu, ezoterik mantra, fetiş, büyü ritüeli gibi fiziksel dünyayı “büyülü bir şekilde” değiştirebilmek inancı buna örnektir.
- MİTOLOJİK: Karmaşık mitoloji sistemleri, yerine getirdikleri diğer işlevler ne olursa olsun, her şeyden önce halkları salt kan soyunun / akrabalığın ötesinde birleştirmenin bir yolu olarak hizmet etmeye başladı.
- MİTİK-RASYONEL: Akılcılık inançlarınız için “makul nedenler” aramanız anlamına gelir. Mit ile yeni ortaya çıkan akıl arasındaki bu çatışmada geleneksel mitolojik yapılar ilk başta rasyonalize edildi. (Ortaçağ mesela)
- RASYONEL: Akıl ve akabinde bilim noosferi farklılaştırdı. Bu süreçte rasyonel dinler / ideolojiler ortaya çıktı. “İçine bak” Gautama Buda’nın temel mesajı şu ifadede özetlenebilir: “Tanrılar, ruhlar, ölümden sonraki yaşam vs hakkında endişelenmeyin – bunun yerine, kendi öznenizin doğasına, kendi benliğinize çok dikkatli bakın. Bunun dibine inmeye çalışın, çünkü aydınlanma varsa, öznenin kendisini anlamaktan ve onu aşmaktan geçer”.
Biyosfer ve noosferin farklılaşması (ve Üç Büyük’ün farklılaşması) ciddi olarak yalnızca modernite ile başlamışsa da, göreceğimiz gibi, bu farklılaşmanın birçok bakımdan ayrışmaya doğru kayma eğiliminde olduğu doğrudur. Bu süreçte karşıtları birleştirme ve farklılık içindeki özdeşliği görme kapasitesi kritiktir. Tüm perspektiflerin birbiriyle ilişkili olduğu veya hiçbir perspektifin nihai olmadığı (aperspektivizm) yine de bir perspektiftir.
Evrimin belirleyici yönlerinden birinin, yeni olasılıkları ve dolayısıyla yeni patolojileri getirmesi olduğunu hatırlayın. Mesela kolektif bir siyasi düzenin [mitik ve mitsel-akılcı] getirilmesiyle birlikte, sosyal sistemin kendi kendini düzenlemesi sorunu ortaya çıktı.
Diğer bir örnek olarak çok-kültürlülük gösterilebilir. Bütünsel bakış açısına dayalı yapıya geçmek için asil bir girişimdir, ancak hiçbir perspektifin nihai olmadığı fikri “her duruş eşit derecede kabul edilebilir” sorununu doğurur.
EGO`nun (I) gelişim süreçlerinde değinirsek
Dünya ile sürekli etkileşim, öznenin sonunda düşüncelerinin dünyayı benmerkezci bir şekilde kontrol etmediğini, yaratmadığını veya yönetmediğini fark etmesine yol açar. Her şeyin oluşunun öznenin iç dünyasına bağlı olduğu yanılgısı zamanla geçerliliğini yitirmiştir.
Ego basitçe Latince’de BEN demektir. Hindular Atman (ya da kendisine hiçbir zaman tanık olunmayan -asla bir nesne olmayan- ama tüm nesneleri kendi içinde barındıran saf tanık) derler. Batıda iki anlamda kullanılır; bir yanda farkındalığın ve iç gözlemin bir nesnesi öte yanda saf öznellik olan Saf Ego veya aşkın Ben (Kant, Fichte, Husserl).
Freud’un harika kitabı “Ben ve O”`da anlatmak istediği; insanların bir “BEN”`lik duygusuna sahip iken, bazen bu benliklerinin bir parçasını yabancı (“o”) olarak görünür (“O beni rahatsız ediyor” veya “Yeme arzusu, benden daha güçlü!” deriz). Ben’in bu parçaları bastırıldığında, bunlar üzerinde hiçbir kontrolümüz olmayan semptomlar veya “O”`nun olarak ortaya çıkarlar. Freud’un terapideki temel amacı, bu nedenle, BEN ve O’yu yeniden birleştirmek ve böylece aralarındaki bölünmeyi iyileştirmekti.
İnsan için Akıl, bir olasılıklar alanıdır, bariz olana, verili olana, dünyevi olana bağlı olmayan olasılıklar… Akıl, görünmeyene açılan büyük kapı, görünmez dünyaların başlangıcıdır. Her ne kadar çevreciler, meditasyonun bir şekilde “kaçışçı” veya “benmerkezci” olduğunu ve bu “içeri girmenin”, dışarıdaki “gerçek” dünyadaki “gerçek” sorunları basitçe görmezden geldiğini iddia etse de; Aslında kişi ne kadar çok içine girebilirse, o benlikten ne kadar kopabilirse, o benliğin sınırlı bakış açısının üzerine o kadar yükselebilir ve böylece daha az narsisistik olur.
Yogiler, bilgeler ve derin düşüncelere dalmış kişiler “Bütün dünya tek bir Benliğin tezahürüdür” gibi bir açıklama yaptıklarında, bu, üzerinde düşünmemiz ve mantıklı olup olmadığına bakmamız gereken yalnızca rasyonel bir ifade değildir. Daha ziyade doğrudan bir kavrayışın ya da doğrudan bir deneyimin şiirsel bir tanımıdır. Bazen manevi deneyimler dildeki kelime ve işaretler ile ifade edilemeyebilmektedir.