Çağdaş Felsefe 2 – Ayer, Carnap, Wittgenstein, Austin, Quine

MANTIKSAL POZİTİVİZM: SCHLICK, AYER VE CARNAP

Pozitivizm (ispatçılık veya olguculuk), felsefeye bir terim olarak Auguste Comte (1798-1857) tarafından kazandırılmıştır. İnsanlık tarihinin veya toplumların geçtiği üç aşamanın sonuncusunu adlandırır. Comte’a göre, insanlık gelişimi sürecinde üç aşamadan (safhadan) geçer: Teolojik, metafiziksel ve pozitivist. Bu bağlamda Bilim, gerçekliğe yaklaşan / yakınsayan bir etkinlik olarak düşünülür.

VİYANA ÇEVRESİ

Topluluk, fizikçi ve felsefeci Moritz Schlick’in önderliğinde 1924’ ten 1936’ ya kadar, düzenli olarak haftalık toplantılar yapmışlardır. Çevrenin bir diğer önemli adı Rudolf Carnap, gruba 1926 yılında katılmıştır. Viyana Çevresi’nin çalışmaları ve tartışmaları 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başlarına yayılan dönemde özelikle mantık, matematik ve fizik alanında gerçekleşen ilerlemelerin ışığında deneyciliği ve bilimi yeniden şekillendirmek üzerine kurulmuştur.

Bu bakış açısının temel nitelikleri şu şekilde özetlenebilir:

  • Metafizik karşıtlığı: Bu bakış açısına sahip düşünürlere göre felsefe, metafiziksel düşünüş biçimlerinden ve metafiziksel önermelerden arındırılmalıdır.
  • Sentetik a priori yargıların olanaklılığının reddedilmesi: Birinci bölümde ortaya koymaya çalıştığımız gibi, matematikte ve fizikte yaşanan bazı gelişmeler, Kantçı matematik ve bilim anlayışına etkili darbeler indirmiştir.
  • Matematiğin mantıkçı bir biçimde temellendirilmesi: Grup Frege, Russell ve Whitehead gibi mantıkçıların çalışmalarından haberdardır ve matematiğin önermelerinin mantıksal, yani analitik ve a priori olduğunu düşünmektedirler.
  • Doğrulamacı anlam anlayışı: Mantıkçı pozitivizm denince, belki de ilk akla gelen terim, doğrulamacılıktır. Bu anlayışa göre, bir önermenin anlamı, onun doğrulanma yöntemidir.

MORITZ SCHLICK (1882-1936)

1932-1933 tarihlerinde kaleme aldığı “Pozitivizm ve Gerçekçilik” başlıklı makalesi, tüm mantıkçı pozitivistlerin üzerinde uzlaştığı biçimiyle pozitivizmin temel tezlerini ortaya koydu. Aynı dönemde çevrenin mensupları Bilimsel Dünya Görüşü: Viyana Çevresi adlı kitabı yayımladılar.

Bir Anlam Kuramı Olarak Doğrulanabilirlik: Genel olarak ne zaman, bir sorunun anlamının bizim için açık olduğundan emin oluruz? Bir önermenin anlamı, açıkça belli olgu durumlarını (İng. state of affairs) ortaya koymasından ibarettir. Bir önermenin anlamlı olabilmesi, ilkesel olarak doğrulanabilme şartlarının belirlenebilmesini gerektirir.

Schlick Descartes’ın “Ben varım.” ya da “Zihinsel içerikler vardır.” önermelerini ele alır ve böyle bir önermenin doğru olmadığı şartların düşünülemeyeceğini öne sürer. Anlamsız olmasına rağmen bu önermeleri ifade etmeyi felsefeciler neden sürdürmektedir? Birisinin kalkıp bu önermeler anlamlı ancak doğrulanamıyorlar demesi Schlick’e göre kabul edilemez. Schlick bunun ancak psikolojik bir ihtiyaçla açıklanabileceğini savunur.

Doğrulanabilirliğin Sınırları: Mantıksal pozitivizmin amprisizm / deneycilikle yakın bağları bulunmaktadır. Mantıksal pozitivistlerin anlamsız olana karşı hiçbir hoşgörüsü yoktur. Anlamsız olan, felsefî söylemin içerisinden tamamen sökülüp atılmalıdır. Anlamlı olarak geriye kalan bilimsel olandan başkası değildir.

Bazı önermeler dolaysız olarak doğrulanabilirken bazı önermeler ancak dolaylı olarak doğrulanabilir. Ayrıca, elimizde bulunan teknolojik imkânlar bir doğrulamanın yapılabilmesi için yeterli olmayabilir. Söz konusu teknolojinin olduğu varsayımı altında, bir önermenin ilkesel olarak doğrulanabiliyor olması, anlamlı olabilmesi için yeterli kabul edilmek durumundadır.

A. J. AYER VE DUYGUSALCI AHLÂK KURAMI

Doğrulanabilirlik anlamlı olmanın belirleyici şartı ise ahlâki önermeler hakkında ne söyleyebiliriz? Ayer’a göre ahlâki kavramlar “sadece sahte-kavramlardır”. “Ahlâken yanlıştır.” ifadesi sadece söz konusu önermeye ilişkin bizim tavrımızı belirtir. Bu tür ifadeler sadece bazı duyguların (onaylama-onaylamama gibi) dışavurumundan ibarettir.

CARNAP (1891-1970)

Felsefenin Sözde Sorunları kitabında pek çok felsefî sorunun aslında anlamsız olduğunu, çünkü dilin yanlış kullanımından kaynaklandığını savunur. Bu kitapta Carnap’ın savunduğu görüşlerin doğrudan bir sonucu ise metafiziğin felsefî söylemden tamamen elenmesidir.

Kendisinin en tanınmış eseri olan Logische Syntax der Sprache’yi (Dilin Mantıksal Dizimbilimi) 1934 yılında yayımladı. Bu eserinde “hoşgörü ilkesi” ni de ortaya attı. Bu ilkeye göre “doğru” olarak adlandırılabilecek bir dil veya mantık söz konusu olamaz. Herkes amaçlarına uygun olan dilsel bir biçimi benimsemekte özgürdür.

Carnap’ın Dilin Mantıksal Dizimbilimi adlı ederi Wittgenstein’ın Tractatus’una bir cevap olarak ele alınabilir. Carnap tıpkı Aufbau projesinde olduğu gibi herkesin yapılması gerektiğini söyleyip yapmadığı işe soyunan kişi olur. Carnap mantıksal dizimbilimi şu şekilde tanımlar:

  • Bir dilin mantıksal dizimbilimi ile o dilin dilsel biçimlerinin biçimsel bir kuramını dili yöneten biçimsel kuralların sistemli ifadesini ve bu kuralları izleyen sonuçların geliştirilmesini kastediyoruz.
  • Mantıksal dizimbilimin amacı, işaretlerden oluşan bir dizge oluşturarak mantıksal çözümlemenin sonuçlarını bir muğlaklığa yol açmaksızın tam olarak ifade edebilmektir.

Carnap’ın amacı; metafiziği ortadan kaldırarak bir tür felsefeye yer açmaktır. Felsefeyi tamamen ortadan kaldırmak değildir.

Carnap mantıksal dizimbilimin önermelerin yapısını ve önermeler arası bağıntıları gözler önüne sererek önermelerin doğrulanma yöntemini belirlememizi sağlayacağını düşünmektedir.

TARSKI’NİN DOĞRULUK TANIMI

Bazılarına göre Tarski, Aristoteles, Gottlob Frege ve Kurt Gödel ile birlikte gelmiş geçmiş en büyük dört mantıkçıdan birisi olarak kabul edilmektedir.

Ona göre Doğruluk yüklemi bir dilin içerisinde diğer yüklemler gibi kullanılabildiğinde yalancı paradoksu gibi birtakım paradokslara yol açmaktadır. Örneğin, “Bu cümle doğru değildir.” cümlesi eğer doğru ise kendisinin doğru olmadığını, yanlış ise kendisinin doğru olduğunu ifade etmektedir. Bu tür sorunları ortadan kaldıracak biçimde Tarski nesne dili (İng. object language) ile üst dil (İng. metalanguage) arasında bir ayrım yapar ve doğruluk yüklemini üst dilde tanımlar. Doğruluk kuramının teoremleri P nesne dilinde bir önerme olmak üzere üst dilde şu önerme biçimini sağlar: “ ‘P’ doğrudur ancak ve ancak P”.

Ona karşı temel eleştiri: Doğruluğun bu şekilde tanımlanmasının, söz konusu önermenin doğruluk koşulları ile ilgili hiçbir şey söylememesidir.

DİL OYUNLARI: GEÇ DÖNEM WITTGENSTEIN

Wittgenstein, resim kuramının kendisinde ve buna bağlı olarak geliştirdiği ad ve nesne anlayışında bir sorun olduğunu düşünmektedir. P. Sraffa arasında bir trende geçen şu konuşma Wittgenstein’ın neden fikirlerinin değiştiği konusuna ışık tutar niteliktedir: Bir gün (sanırım bir trende seyahat ederken) Witgenstein bir önermenin ve önermenin betimlediğinin aynı “mantıksal forma”, aynı “mantıksal çokluğa” sahip olması gerektiğinde ısrar ediyorken Sraffa, Neapolitan’lara tanıdık gelen ve iğrenme veya hoşlanmama anlamına gelen bir jest yapar, bir elinin parmak uçlarını çenesinin altını fırçalar gibi dışarıya doğru hareket ettirir. Daha sonra sorar: “Bunun mantıksal formu nedir?”. Sraffa’nın örneği, Wittgenstein’ın bir önerme ile önermenin betimlediğinin aynı “form” a sahip olması gerektiğinde ısrar etmekte bir saçmalık bulunduğu hissini uyandırır. Bu olay, bir önermenin betimlediği gerçekliğin bir “resmi” olması gerektiğine dair kavrayışını terk etmesine yol açar.

İletişim sırasında kullanılagelen öyle ifadeler, öyle mimikler, öyle jestler bulunmaktadır ki bir anlamı gayet güzel iletebilmektedir. Ancak bunlarda mantıksal bir form, basit adlar vb. aramak çok anlamlı görünmemektedir.

Felsefî Yanılsama

Gündelik dil yanıltıcıdır ve dilin gerçek mantığını saklamaktadır. İfadeler çözümlenerek nihaî bir biçime ulaşılmaya çalışılmaktadır. Modern mantık, bu konuda bize yardımcı olmaktadır. Biz, dili betimlemeye (tasvîr etmeye) çalışmaktan çok, dilin ne olması gerektiğini dile dayatmaya çalışmışızdır. İşte, Tractatus’ta yanlış olan budur. Bu yanılsamadan kurtulmanın yegâne yolu, bu dayatmadan kurtulup betimlemeye (tasvîr etmeye) geri dönmektir.

Sorunlar yeni bilgiler vererek değil, fakat zaten daima bildiklerimizin düzenlenmesiyle çözülür. Felsefe, zekâmızın dil vasıtasıyla büyülenmesine karşı verilen bir savaştır. Bizim yaptığımız, sözcükleri metafiziksel kullanımlarından gündelik kullanımlarına geri getirmektir (Felsefi Soruşturmalar). Felsefe, dilin fiilî kullanımına hiçbir surette karışmaz. En nihayetinde sadece onu tasvir edebilir. Çünkü ona herhangi bir temel de temin edemez.

Dil Oyunları

Wittgenstein, bizi “beş” sözcüğünü bir ad olarak almak ve “elma” sözcüğündeki gibi bir nesneye eşlemek konusunda uyarmaktadır. Sözcüğü kullanırken ve elmaları sayarken sorunlu hiçbir şeyle karşılaşmayız. Ancak sayıyı bir nesne olarak düşünmeye başladığımızda sorunlar çıkmaya başlar. Bu nesne nasıl bir nesnedir? Nerededir? Ben onu nasıl bilirim?

Wittgenstein’ın yaptığı “sözcükleri metafiziksel kullanımlarından gündelik kullanımlarına geri getirmektir”. Wittgenstein, sözcükleri bir alet çantasındaki farklı aletlerle ya da bir lokomotifteki farklı kumanda kollarıyla kıyaslar. Benzerliklerine rağmen nasıl aletlerin her biri farklı işlevlere sahipse sözcükler de öyledir. Aslolan bu işlevleridir.

İsimler dil için esastır ve biz adları belli bir yöntemle öğrenir ve dili öğrenenlere öğretiriz. Bu yöntem, örnekleyerek (göstererek) tanımlama yöntemidir. Ben birisine “elma” sözcüğünü öğretirken kalkıp “İşte şu masanın üstünde duran meyve “elma” diye adlandırılır” diyebilirim. Bu durumda karşımdaki “elma” sözcüğünün ne için kullanıldığını anlayacaktır.

Wittgenstein, söz konusu sözcüğün öğrenilmesinin, sözcüğün içinde kullanıldığı dil oyununda üstlendiği rolün anlaşılmasına bağlı olduğunu, bu itibarla da örnekleyerek tanımlamanın dil için temel olamayacağını düşünmektedir. Örneklemeli bir tanımlama ancak bir dil oyunu içerisinde bir işe yaramaktadır.

Öncelikle Wittgenstein, bir adın anlamı ile neyi kastettiğimizi açıklamaya çalışır. Bir adın anlamı ile o adı taşıyan şey, bir ve aynı değildir. Wittgenstein’ın bu ayrımı ortaya koymak için verdiği bir kanıtlama şu şekildedir: Bir adı taşıyan bir kişi öldüğünde adın anlamı ortadan kalkmaz. Aksi takdirde o kişinin öldüğünü dahi söyleyemeyiz. Eğer adın anlamı, adı taşıyan değilse nedir? Wittgenstein’ın görüşüne göre bir sözcüğün anlamı onun dildeki kullanımıdır. Söz konusu anlamlar dil oyunları içerisinde belirlenmektedir.

Ailevi Benzerlikler

Düşünmeyin, fakat bakın! Bu mottonun önemli nedenlerinden birisi, düşündükçe açıklamaların ve kuramların peşine düşmemiz ve Wittgenstein’ın bizi uyardığı yanılsamalara kolayca kapılmamızdır. Wittgenstein özcü yaklaşımları eleştiren ve aşan bir “benzerlik” kavramı geliştirmiştir.

Sonuç olarak dil ideal, kesin sınırları olan bir kalkül değildir. Dil, sonsuz çeşitlilikte etkinlikler (yaşam formları) içerisinde şekil alır, değişir, gelişir ve ailevi benzerlikler üzerinden bize bir bütün olarak görünür. Dili bu şekilde anlamamak bizi birtakım şişelerin içerisine birer sinek gibi tıkıştırıverir.

Kural İzleme ve Kesinlik

Biz kendimizi bir topluluğun içerisinde belli şeyleri doğru varsayar, belli kuralları izler olarak buluruz. Kural izleme, bir topluluk içerisinde öğrenilen bir pratiktir. Dolayısıyla dili kullanırken de kullandığımız kuralları ve diğer kuralları izlediğimizde de bunun nedenine ilişkin bir sorgulama, en nihayetinde bir bilginin açığa çıkarılması ile değil, “bizim basitçe böyle yaşadığımız” gerçeğine gelip dayanır. Söz konusu kuralların ve diğer pek çok inancımızın arkasında “yaşam biçimlerimiz” bulunmaktadır. Dil oyunları söz konusu yaşam biçimleri içerisinde oynanır.

Dünyaya ilişkin sahip olduğumuz görüşler, bizim ampirik olarak test ettiğimiz ve dolayısıyla bildiğimiz şeyler değillerdir. Biz, bir bakıma bize miras kalan bir bütünle işe başlarız. Biz bir şeye inanmaya başladığımızda, inandığımız şey tek bir önerme değildir, önermelerin bütün bir dizgesidir (Işık derece derece bütünün üzerinde yayılır.).

İyi temellendirilmiş inançların temelinde iyi temellendirilmemiş inançlar yer alır (Kesinlik Üzerine). Bizim yaşam biçimimizin dayandığı ve varlıklarından şüphe duymadığımız kesin inançlarımız vardır ve fakat bu inançlar temelsizdir. Bir temel arama çabası ise beyhudedir.

GÜNDELİK DİLE DÖNÜŞ: RYLE VE AUSTIN

RYLE (1900-1976)

1931 yılında yayımladığı ve felsefeyi felsefî sorunların kaynağında yer alan dilsel karışıklıkları ortaya çıkarmak ve düzeltmekle özdeşleştirdiği “Systematically Misleading Expressions” adlı makalesiyle tanınmıştır. Dil felsefesinden felsefe tarihine, düşünme kavramından Platon’a, pek çok konuda yayın yapmış bulunan Ryle’ın en tanınmış eseri The Concept of Mind’dır. Bu eserinde Ryle, Kartezyen İkiciliği ortadan kaldırmayı ve yerine felsefî (veya analitik) davranışçılığı ikame etmeyi amaçlamıştır.

Ryle’a göre bir dili yetkin bir biçimde konuşan kişilerle felsefeciler arasındaki ilişki, belli bir yöreyi orada uzun yıllar yaşadığı için bilen köylülerle o yörenin haritasını çıkaran bir haritacı arasındaki ilişki gibidir. Söz konusu yerli, yöreyi kendi deneyimleri ve hafızası üzerinden bilir. Nereden nereye nasıl gideceği hakkında kişisel fikirleri vardır. Oysa yörenin haritasını çıkarmak isteyen uzman, bu kişisel bakış açılarını terk etmek ve daha genel bir bakış açısıyla konusunu ele almak durumundadır.

Dili konuşmayı öğrenirken dili belirleyen kuralları ifade etmeyi öğrenmemiz gerekmez. Ryle’ın verdiği bir başka örneği kullanırsak, biz, aynı anda hem insanların özgür olduklarından hem de davranışlarının bir nedensellik ağı içerisinde öngörülebilir ve açıklanabilir olmasından söz ederiz.

Sistemli Muğlaklık

Farklı sözcük ve ifadelerin farklı bağlamlarda farklı içermelere sahip olması, sistemli bir muğlaklık yaratmaktadır. Felsefe, anlamların bu farklılaşma ve sapmalarını dikkate almak ve izlemek durumundadır. Ryle’a göre sistemli muğlaklık sadece sözcükler ve karmaşık ifadelerle sınırlı değildir. Gramere ilişkin inşalarda da bu muğlaklık etkili olabilmektedir.

Kavramları ve anlamları kendi başlarına, yalıtılmış şeyler olarak düşünmek, dilin bazı kullanımlarının bizi yanıltmasının bir sonucudur. Dolayısıyla, ifadeleri ancak bazı şeylere karşılık geldikleri sürece anlamlı olduklarını söylemek kabul edilebilir bir görüş değildir.

Gündelik Dil

Ryle felsefenin gündelik dile odaklanması gerektiğini savunur ve bu bağlamda kendisi bir gündelik dil felsefecisidir. Gündelik dile dayalı felsefe anlayışı söz konusu dili, teknik terimlerin kendi anlamlarından çok genel anlamda sözcüklerin kullanımına odaklanarak yapar. Ryle’a göre felsefeciler sözcüklerin nasıl işlediklerine odaklanırlar. Felsefî sorunlara biçimsel bir dil içerisinde çözüm bulunabileceğini düşünmek, biçimselleştirmecilerin rüyasından ibarettir.

Gündelik dile dönelim!” sloganı biçimselci rüyalardan uyanmamız gerektiğini ifade eder

The Concept of Mind adlı çalışmasında, Kartezyen İkiciliği (zihin ve bedenin iki ayrı töz olarak sunulmasını), Descartes’ın miti olarak adlandırır. Ryle’a göre zihin başlı başına bir nesne değil, insanın davranışlarının ve etkinliklerinin belli bir düzenlenişidir.

AUSTIN (1911-1960)

Austin, konuşma edimleri kavramının önde gelen savunucusu olarak bilinir. Austin, konuşmanın kendisini bir eylem türü olarak çözümlemesiyle tanındı. Dili verili bir gerçekliği betimleyen edilgin bir pratik olarak değil, gerçeklikleri etkilemek ve ortaya çıkarmak üzere kullandığımız bir pratik olarak düşünmemiz gerektiğini savundu.

Ryle’ın da açığa çıkardığı gibi felsefede kategori hataları ve benzeri hatalar yapmak bu kadar kolay ise, bu sorunlardan sakınmak nasıl mümkün olabilir? Austin’in bu konudaki reçetesi ne zaman ne söylememiz gerektiğine azamî özen göstermemizdir. Austin’e göre sözcükler ve onların kullanımları ile ilgili farkındalığımızı artırmamız, görüngüleri algılamamızı keskinleştirmemizi sağlayacaktır.

Edimsel Sözler

Austin’in How to Do Things With Words başlıklı kitabı, şüphesiz en tanınan ve en etkili olmuş eseridir. Ona göre doğruluk değeri taşıyan cümleler sözlerin (İng. utterance) çok küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Austin bu kitabında ne doğru ne de yanlış olabilen birkaç cümle örneği verdikten sonra kendisinin edimsel söz olarak adlandırdığı cümleleri ele alır.

Bu tür cümleleri niteleyen iki temel vasıf bulunmaktadır.

  • Bunlardan birincisi bir doğruluk değeri almamalarıdır.
  • İkincisi ise belli uygun şartlar altında bu cümlelerden birini ifade etmek, sadece bir şey söylemek değil, bir eylemde bulunmaktır. Edimsel bir söz (İng. performative utterance), arzu edilen sonucu üretmediğinde yanlış olmaktansa sonuçsuz olur. Soru sormanın dışında sergilenebilecek farklı pek çok edim bulunmaktadır: Emir vermek, söz vermek, vaatte bulunmak vb. söyleme yoluyla sergilenen söyleme dışı bir edimde bulunmak bir söyleme edimini belli bir etki (İng. force) ile birlikte kullanmaktır.

Duyum ve Duyulurlar

Austin “yanılsama” ve bununla ilişkili “delüzyon”, “halüsinasyon” gibi sözcükler ile “görünür”, “tezahür eder” vb. fiilleri dikkate alır. Bu sözcüklerin felsefeciler tarafından icat edilmiş özel bir kullanımı olduğuna dikkat çeker. Austin’e göre bu sözcükleri biz söylediklerimizin doğruluğu ile ilgili çekince ve kayıtlarımızı ifade etmek üzere kullanırız.

A Priori Kavramlar ve Sözcüklerin Anlamları

Austin’in “Are there A Priori Concepts?” adlı çalışması, genel anlamda idealizmin bir eleştirisini içerir. Kullanılan sözcüğün tek ve özdeş olmasının, gönderimde bulunulan şeyin tek ve özdeş olmasını gerektirmediğini öne sürer.

“Şöyle bir kavrama sahip miyiz?” ya da “Şu kavrama nasıl sahip oluruz?” gibi soruların anlamsız olduğunu, çünkü kavramların “sahip olunan” şeyler olmadığını ifade eder.

BÜTÜNCÜLÜK (HOLİZM) VE DOĞAL GERÇEKÇİLİK

20. yüzyılın başından itibaren felsefenin gelişimine baktığımızda, felsefenin bilimlerden ayrıldığını ve konusunun dil ve dilin mantığı ile sınırlandığını görürüz. Felsefe dil hakkında, özellikle bilimin dili hakkında konuşur. Amacı bilgi vermek, sentez yapmak vb. değil, ifadeleri açıklığa kavuşturmaktır.

İnsanlık, elde ettiği bilimsel bilgilerin herhangi bir aşamasında, mutlak bir kesinliğe ulaşamaz. Farklı ve yaratıcı varsayımları dener, söz konusu varsayımlar sonuç verdiği sürece mevcut bilgi dağarının bir parçası haline gelir.

QUINE (1908-2000)

Deneyciliğin İki Dogması olduğunu söyler: İlki analitik ve sentetik önermeler arasında keskin bir ayrım olduğu; ikincisi ise anlamlı ifadelerin dolaysız deneyimle bire bir karşılaştırılabilecek basit önermelere çözümlenebileceği dogmasıdır. Quine bu ikinci dogmayı indirgemecilik dogması olarak da adlandırmaktadır. Çünkü en nihayetinde nesneler hakkında bir konuşma, duyu deneyiminde mevcut basit içeriklere indirgenmektedir.

Quine’a göre bu iki dogma da adı üstünde dogmadır ve savunucuları bunlara temelsiz bir inançla bağlıdırlar. Quine her iki dogmanın da neden savunulamayacağını kanıtlarla ortaya koymaya çalışır. Quine’a göre bu dogmalar ortadan kalktığında, felsefe ile bilim arasında ve dolayısıyla spekülatif metafizik ile doğa bilimleri arasında çizmeye alışık olduğumuz sınırlar keskinliğini kaybedip bulanıklaşacaktır.

Bütüncülük

Hume’un fikirler arası bağıntılara dayalı doğrular ile olgusal bir içeriğe dayalı doğrular arasında yaptığı ayrım, deneyciler için son derece belirleyici olmuştur.

Gündelik dili bir yana bırakıp biçimsel bir dizge oluşturarak analitikliği böyle bir dilde tanımlamaya çalışmak da sonuçsuz kalacaktır. Çünkü hangi önerme biçimlerinin analitik olduğunu belirleyecek kural ya da kurallara, dışarıdan bizim karar vermemiz gerekecektir. Bu durumda, analitik olanın ne olduğuna biçimsel dilden bağımsız olarak karar verebiliyor olmamız gerekir.

Quine bilgimizin duyu deneyimine dayandığını düşünmektedir. Bilimsel önermelerin duyu deneyimiyle karşılaştırılması atomsal bir varsayımın doğruluğuna karar vermekle sınırlandırılamaz. Quine’a göre karşılaştırmanın bir tarafında duyu deneyimi yer alırken diğer tarafında ise bilimsel önermelerin tamamı yer almaktadır. Quine’ın savunduğu bu yaklaşım bütüncülük (İng. holism) olarak adlandırılmaktadır. Quine bu yaklaşımını bir başka metaforla aktarmaya çalışır: İnsan bilişi bir inançlar ağı gibidir. Tıpkı bir örümcek ağındaki her bir parçanın diğerleriyle doğrudan ya da dolaylı bir bağ içerisinde olması gibi bizim inanç ve kanaatlerimizin hiçbiri de tek başına değildir. Hemen tamamı dünyayla (duyusal deneyimle) dolaylı bir bağ içerisindedir.

Bu resim içerisinde cevaplanması gereken bir sorun ise her biri diğeriyle ilişkili olan bilimsel kuramların, nasıl olup da değişikliğe uğrayacağıdır. Bilgisel dizgemizde en az sarsıntıyı yapacak surette değişikliğe gitme eğilimindeyizdir. Quine bunu bir düstur olarak ifade eder ve en az sakatlama düsturu (İng. maxim of minimal mutilation) olarak adlandırır.

Quine’a göre öndeyide bulunma gücümüzü artırdığı ve çoklaştırdığı sürece bilimsel değişim kabul edilebilirdir. Benzer öndeyilerde bulunan iki farklı kuram söz konusu olduğunda ise Quine’a göre daha basit olanı tercih etme eğilimindeyizdir.

Gözlem önermeleri bilgimizi içeren kuvvet alanının sınırlarında bulunmakta ve diğer tüm bilgilerimiz tarafından etkilenmekte ve belirlenmektedir. Öte yandan, dünyayla temasımızı sağlayan önermeler olarak bilimi nesnel kılan da bu gözlem önermeleridir.

Anlamın Belirsizliği

Quine’ın geleneksel biçimiyle felsefeye yönelik eleştirisi analitik doğrularla sınırlı değildir. Quine doğalcı bakış açısını genel olarak dil anlayışına ve anlambilime taşır.

Quine’a göre dil öğrenme sürecinde, bir kişinin diğerlerinin sergilediği davranışların ötesinde nüfuz edebileceği başka bir veri kaynağı mevcut değildir. Anlamın davranışçı bir biçimde ele alınmasının ise derin sonuçları bulunmaktadır. Quine’a göre doğalcı bir dil anlayışını ve davranışa dayalı bir anlam kuramını benimsediğimizde, anlamın belirliliğinden de vazgeçmiş oluruz.

Dili yeni öğrenen bir çocuğun elinde de gözlemlediği davranışların ötesinde bir veri bulunmamaktadır. Aynı dili konuşan iki kişiden birinin bir sözcüğü kullandığında neye işaret ettiği ya da neyi kastettiği de aynı ölçüde belirsizliğe tabidir. Sonuçta Quine bu sorunu gönderimin netleştirilememesi (İng. inscrutability of reference) olarak adlandırmaktadır.

Evet, gönderim saçmadır, ama sadece bir koordinat sistemine göreli olmadığı sürece. Bu görelilik ilkesinde bizim açmazımızın çözümü yatmaktadır. Söz konusu bütüncülük ve belirsizliğin iki farklı türde sınırlanması söz konusudur.

  • İlki, her ne kadar inançlarımız ve bilgilerimiz birbirleri tarafından belirlenen bağdaşık bir dizgede oluştursalar deneyimle temas ettikleri bir nokta bulunmaktadır. Gözlem önermeleri bu itibarla bütüncülüğe ve bağdaşıklığa bir sınır çekmektedir.
  • İkinci sınır ise her bir dilin anlamlı ve farklı gönderimleri ayırt edici bir referans çerçevesi oluşturmasıyla çizilmektedir. Evet, farklı dilleri birbiriyle kıyaslayacak dil dışı bir nirengi noktamız bulunmamaktadır ama bu dilin anlamsız ve tamamıyla belirsiz olduğu anlamına gelmemektedir.

Varlıkbilimsel Bağlanma

On What There is?” adlı makalesinde Quine, varlıkbilimle ilgili tartışmasına “var olmayanın bilmecesi” adını verdiği bir sorunla başlar.

Quine’a göre genel terimlerin anlamlı olması tümellerin varlığını gerektirmez. Quine bu düşünüş çizgisini kendi anlam anlayışını savunmak üzere sürdürür ve sözcüklerin ve ifadelerin anlamlı olabilmeleri için kendi başlarına anlamların bulunması gerektiği fikrini de eleştirir. Quine bu durumu şu ifadeyle özetlemiştir: “Bir şey olarak var sayılmak, saf ve basit biçimde ifade edersek, bir değişkenin değeri olarak kabul edilmektir”.

Bu açıdan ele alındığında tüm kuramlar, bağlı değişkenlerinin değer aldığı bir varlık alanını var sayarlar ve bu itibarla ontoloji ile ilgili tartışmalar bir ölçüde dile ilişkin tartışmalarca belirlenir. Quine’ın burada altını çizmek istediği nokta şudur: Varlıkbilim hakkındaki sorular dile ilişkin sorulara tercüme edilebilir ama bu, sorunun kendisinin dilsel olduğu anlamına gelmez.

Tüm bu tartışmalardan şu sonucu çıkarabiliriz. Quine geleneksel dile ve dilin mantığını çözümlemeye dayalı felsefe anlayışını eleştirmekte, doğalcılığa ve pragmatizme doğru felsefenin dönüşmesini arzu etmektedir. Öte yandan, geliştirdiği anlayışın bilime ve bilimsel ilerlemeye engel olmamasını da gözetmeye çalışmaktadır. Bir bakıma hem bütüncü ve bağdaşıklığa dayalı bir doğruluk anlayışını savunmakta hem de duyusal deneyimin bilginin gelişimindeki kontrol edici rolünü korumaya çalışmaktadır.