CHARLES SANDERS PEIRCE (1839-1914)
Günümüzde niceleme mantığının kurucusu Gottlob Frege olarak kabul edilmektedir. Öte yandan, Frege’nin çalışmalarından bağımsız olarak Peirce’ın niceleme kuramını geliştirdiği ve birinci ve ikinci düzey niceleyiciler arasında bir ayrıma gittiği bilinmektedir.
“Pragma” amel ya da fiil (edim) anlamlarına gelen Yunanca bir sözcüktür. Peirce, bu sözcüğü düşünsel olanla (kavramlar, kanılar, kuramlar vb.) pratik olan (edimler, eylemler vb.) arasındaki sıkı bağları ön plana çıkarmak üzere kullanmaktadır. Peirce, paragmatizim yerine bazen pratikçilik (İng. practicalism) ya da eleştirel sağduyuculuk (İng. critical common sensism) terimlerini de kullanmıştır.
Zaman içerisinde pragmatizm, Peirce’ın kastettiğinden çok farklı anlamlarda kullanılmaya başlanmıştır. Bunun üzerine Peirce, kendi görüşlerini adlandırmak üzere pragmatisizm sözcüğünü ortaya atmış ve “çalmayı düşünenlerden emin olacak kadar çirkin” bir sözcük olduğunu söylemiştir.
İnancın Sabitlenmesi
Bir konudaki kanıların ya da inançların muğlaklıkların ya da şüphelerin ortadan kaldırılarak sabitlenmesi konusunda dört ayrı yöntemden söz etmiştir.
Bu yöntemlerden ilki, inatçılık yöntemidir. Peirce’a göre, akılcılıktan ne kadar uzak olursa olsun bu yöntemin kendine özgü bir avantajı bulunmaktadır: Bir kanıya ilişkin sarsılmaz ve değiştirilemez bir inanç beraberinde zihinsel bir rahatlık / huzur getirir.
Peirce’a göre bir kanıda ya da inançta inat etme yöntemine yapılacak en doğru itiraz, bu yöntemin amacına hizmet etmeyeceği, yani şüpheyi ortadan kaldırmayacağıdır. Bu yöntemde itiraz eden bir kişinin kendisinden şüphe duymasına neden olan temel etken nedir? Peirce’a göre bu “toplumsal bir dürtü” dür.
Bu tartışma bizi, Peirce’ın ele aldığı ikinci yönteme, otorite yöntemine getirmektedir. Peirce’a göre, her toplumda bir grup insan, farklı toplumlarda ya da farklı zamanlarda, farklı otoriteler altında farklı yaklaşımların ve görüşlerin savunulduğunu görecektir.
Peirce, üçüncü yöntemi iki farklı biçimde adlandırır: doğal tercihler yöntemi veya a priori yöntem. Bu yöntemde esas olan, farklı biçimlerde ifade edilse de aşikâr olanı kabul etmektir. Söz konusu “aşikâr olan”, “akla uygun-makul”, “açık ve seçik” gibi ifadelerle anlatılabilir. Ancak bu yöntem de sorunsuz değildir. Tarih göstermiştir ki bir kişiye apaçık gelen bir şey bir başkası için hiç de öyle olmayabilir.
Tüm bu yöntemler işe yaramadığına göre ne yapmalıyız? Peirce’a göre aradığımız, inançlarımızın ve kanılarımızın insanî olmayan, dışsal olarak kalıcı bir şey tarafından sabitlenmesidir. Peirce’a göre bu yöntem, bilim yöntemidir.
Görüldüğü gibi bu dördüncü yöntem, bilim yöntemi, ilk üçünde olmayan bazı avantajlara sahiptir. Öncelikle, bu yöntem öznel düşüncelerimizin ötesinde, bizden bağımsız bir şeye gönderme yapmaktadır.
Öte yandan, bu dördüncü yöntem temel bir varsayıma, bağımsız bir gerçekliğin bulunduğu varsayımına dayanmaktadır ve söz konusu bu varsayımın nasıl temellendirilebileceği ayrı bir tartışma konusudur.
İnanç ve Şüphe
Tüm bu inançlarınız, sizi belli bazı eylemlere eğilimli kılar.
Bu anlamda, inanmak, bir alışkanlığa sahip olmak demektir. Bu alışkanlıklar, yaptığınız belli eylemlerin belli amaçlara hizmet edeceğini bekleyerek bu dünyada güvenle hareket etmenizi sağlar.
Buna karşılık şüphe etmek, bir belirsizlik durumuna işaret eder. Belirsizlik, belli bir durumda hangi davranışı sergileyeceğinizi tam olarak bilememeniz anlamına gelir. Bu nedenle, şüpheden kurtulmaya çalışırız.
İnançlarımız bizim için iş gördükleri sürece onları sorgulamak için de bir sebebimiz yok demektir. Bu nokta, Peirce’ın düşünsel konumunun neden “pratik” sıfatını taşıdığını göstermek bakımından önemlidir.
Doğruluk ve Gerçeklik
Peirce, bir şüphe ortaya çıkmadığı sürece tüm inançlarımızın doğru olduğunu düşünme eğiliminde olduğumuzu belirtir. Eğer şüphe ortaya çıkarsa, bir sorgulama başlar ve inancımız yeniden bir kesinlik / sabitlik kazandığında da sona erer. Bu bağlamda Peirce “doğru” ile neyi kastettiğimizi tartışmaya girişir.
Doğruyu, mutlak bir sabitliğe gitgide yaklaşan bir inanç olarak düşünülebiliriz. İnancımızla gerçeklik arasında bir fark olduğu halde, bizim elimizde bunu tespit edecek bir yöntem yoksa, Ockham’ın usturasına başvururuz.
Bir başka biçimde ifade edersek, Peirce’a göre inançlarımızın doğruluğuna, onları olgularla karşılaştırarak karar vermeyiz. Bunu zaten asla yapamayız. Sahip olduğumuz inançlardan ve kavramlardan bağımsız olarak bir olguyu kendimize sunamayız.
Tüm inançlarımız ve kavramlarımız, diğerlerine bir ölçüde bağımlıdır. Bir bakıma, inançlardan bağımsız saf ve dolaysız bir olgu yoktur. Bu durumda yapabileceğimiz en iyi şey, kanaatlerimizin olabildiğince sabit ve kararlı bir hale gelmesidir. Onun aradığı, inançların kesinliğinden çok inançların iyileştirilmesi ile ilgilidir.
Doğru şüphe tarafından sarsılamaz bir inanç halidir. Tüm bu söylenenler itibariyle, doğruluğun bir tür ideal olduğu ortaya çıkmaktadır.
Doğruluğun bir başka özelliği ise kamusal, yani paylaşılabilir olmasıdır. Doğruluğu tek tek bireyler değil, sorgulama ya da araştırmayı yapan topluluğun (bilim cemaatinin) çabası belirlemektedir.
Bu durumda doğru inancın, inançtan hareketle sergilediğimiz davranışın, bu davranışın sonunda arzu ettiğimiz şeye ulaşmamızı sağlayan inanç olması gerekir.
Peirce’a göre gerçeklik, herhangi birinin, onların ne olduklarını düşünmesinden bağımsız olarak şeylerin sahip oldukları özelliklerdir. Ona göre bilim, gerçekliğin ölçütüdür. Ancak burada, bilimsel etkinliğe başlamadan önce belirlenmiş bir ölçütten söz edilmemektedir ki böyle bir belirleme, Peirce’a göre olanaklı değildir.
Şeyler, oldukları haliyle kendilerini sorgulamaya sunarlar. Bu varlık anlayışına eşlik eden bilgibilim anlayışı ise şu ilke ile ifade edilebilir: Eğer bir hatayı keşfetmek imkânsız ise, hatanın olduğunu söylemek de imkânsızdır.
Peirce’a göre dil, çocukken öğrendiğimiz ve başkalarına öğrettiğimiz toplumsal bir uzlaşımdan ibarettir. Eğer anlam, kamusal ve paylaşılabilir bir şeye dayanmasaydı, dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi olanaklı olmazdı. Bu bakış açısına göre, terimlerin anlamlarının “belirlenmiş” ya da “sabitlenmiş” olduğu da söylenemez. Dil, Peirce’a göre, evrime tâbîdir.
Pragmatizmin anlam kuramının bu yanını William James, bir slogan haline getirmiştir: “Her farklı düşünce bir fark yaratmalıdır.” Bu anlam kuramının, Batı metafiziği açısından yıkıcı sonuçları bulunmaktadır. Çünkü söz konusu metafiziksel ifadeler birbirleri cinsinden tanımlanan ve anlaşılmaları, bilinen bir fark yaratmayan ifadelerdir. Peirce’a göre böyle ifadeler, anlamsız ve saçma olarak kabul edilmelidirler.
“Bir işaret bir nesneye işaret eder.” demek, yeterli değildir. “Bir işaret bir yorumlayana göre bir nesneye işaret eder.” demek daha doğrudur. Tüm bu tartışmanın önemli bir sonucu, işaretlerin bir işaretler dizgesi içerisinde bir anlamı haiz olduklarıdır. Diğerlerinden yalıtılmış olarak bir işaretin anlamından söz edilemez.
JOHN DEWEY (1859-1952)
Dewey, tüm yapıtlarında evrim kuramının sonuçlarını ortaya koymaya çalışmıştır. Platon’da en yüksek form, iyi formudur. Bilgiyi ve ahlâkı bu form olanaklı kılar. Aristoteles’in evrenindeki Tanrı “kendi kendini düşünen düşünce” olarak tanımlanır ve tüm değişimden azadedir. Tüm diğer varlıklar, onun bulunduğu eksiksizlik durumuna öykünerek hareket halinde kalırlar. Kendisi değişmeyen ve tamamen fiilî olan Tanrı, tüm doğal tözlerin kendisi hareket etmeyen hareket ettiricisidir. (Antik Yunan felsefesinin varlık anlayışını belirleyen bir düşünür olan Parmenides’e göre varlık bir ve durağandır. Bu varlık anlayışı, Platon ve Aristoteles üzerinde de etkili olmuştur.) Dewey’e göre evrim kuramı yüzyıllar boyu devam eden bu etkinin kırılmasına yol açmıştır.
Yeni felsefe, mutlak kökenler ya da mutlak gayeler peşinde koşmamalıdır. Bu dünyada karşımıza çıkan somut sorunlara ilişkin somut çözümleri olanaklı kılan bir yönteme yönelmelidir.
Klasik felsefe anlayışları, bilen ile bilinen arasında keskin bir ayrım yapmakta ve bunun sonucunda içinden çıkılmaz bilgibilimsel sorunlar yaratmaktadır. Herhangi bir anda, bilgimizin mutlak anlamda kesin olmasını istemek anlamsızdır. Belli bir anda en kesinmiş gibi görünen inançlarımız bile, gelecekte bu kesinliklerini yitirebilir.
Doğa ve Doğa Bilimi
Dewey’a göre fizik dâhil hiç bir bilim dalı öncelikli değildir. Oysa, doğa ile etkileşim halinde bulunan biz insanlar için esas olan, karşılaştığımız problemleri çözmektir. Söz konusu problemleri çözmek üzere ne kadar farklı işlem türü varsa, o kadar farklı bilgi anlayışı mevcuttur.
Dewey’in bilgiye ve bilime yönelik bu yaklaşımı, araçsalcılık olarak adlandırılmaktadır. Doğa bilimlerinin kavramları da en nihayetinde, belli amaçlara hizmet eden araçlardan ibarettir. Fiziğin ya da kimyanın kavramlarını ve kuramlarını diğerlerine göre öncelikli ve ayrıcalıklı kılacak bir durum yoktur.
Değerlerin Doğallaştırılması
Kendisi herhangi bir amaç ya da değer içermeyen bir doğanın parçası olan insan, yaşamını düzenlemeye çalıştığı değerlere nasıl yer açabilecektir? Bu değerlerin kaynağı ne olacaktır?
Söz konusu sorunun çözümünde Dewey’e göre, iki farklı yol izlenmiştir. Bir grup düşünür, değerleri doğanın ötesinde veya üzerinde bir kaynakla (Tanrı, saf akıl vb.) özdeşleştirmeye çalışırken; bir ikinci grup, öznel bir zemin (arzuların tatmin edilmesi, hazlar vb.) arayışına girişmiştir.
Ona göre değerler söz konusu olduğunda aklımızı kullanarak gerekli değerlendirmeleri yapmak, bilimsel etkinlikte bulunmaktan farklı değildir. Bu itibarla bilimin ve değerlerin alanı, birbirleriyle iç içedir.
MATEMATİĞİN TEMELLERİNDEN ANLAMBİLİME: FREGE
Analitik felsefenin ortaya çıkışı, her şeyden önce 19. yüzyılda hâkim olan Kantçı metafizik anlayışının eleştirisi ile olanaklı olmuştur. Bilindiği gibi Kant kendi transandantal felsefesinde metafiziğin olanağını sorgulamış ve spekülatif metafiziği kıyasıya eleştirmişti. Kant’ın eleştirisinin sonrasında ruhun ölümsüz bir töz olup olmadığı, Tanrı’nın bir ispatının verilip verilemeyeceği ya da evrenin genel vasıfları hakkındaki akıl yürütmelerin bir tür yanılsama içerdiği genel olarak kabul görmüştü. Öte yandan Kant, aklın sınırları içerisinde bir tür metafiziğin olanaklı olduğunu düşünüyordu. Kantçı metafiziğin merkezinde ise Kant’ın sentetik a priori olarak adlandırdığı yargılar yer alıyordu.
Ünlü Alman felsefecisi Kant 1781 yılında yayımladığı Kritik der reinen Vernunft adlı eserinde, metafiziğin olanaklı olup olmadığını sorgulamış ve aklın kendi sınırları içerisinde neyi bilip bilemeyeceği sorusuna bir yanıt aramıştır. “Kritik” terimi, Antik Yunanca’da “sınır çizmek” kökünden türemiş bir sözcüktür. Bir anlamda Kant akla, aklın içinden bir sınır çizmeye çalışmıştır.
Sonrasında anmak istediğimiz gelişmelerden ilki, Euklidesçi olmayan geometrilerin keşfedilmesidir. Söz konusu keşif, o dönemde etkili olan Kantçı matematik anlayışını derinden etkilemiştir. Bu tartışmalar açısından son derece önemli bir başka gelişme ise Einstein’ın özel ve genel görelik kuramını ortaya koymasıdır. Bu gelişmeler, geometrinin yargılarının sentetik ve a priori olduğuna ilişkin düşünceyi temelinden sarsmıştır.
SENTETİK A PRİORİ TARTIŞMASI
Öncelikle belirtmemiz gereken nokta, Kant’ın kendi dizgesi içerisinde önermelerin değil, yargıların sınıflandırılmasından söz ettiğidir. Bu düzey farklılıkları, yapılan tartışmaları okurken gözden kaçırılmamalıdır.
Hatırlanacağı üzere Hume, bilgimizin sınıflandırılmasından söz ederken fikirlerin bağıntılarına dayalı doğrular (İng. relations of ideas) ile olguları ifade eden doğrular (İng. matters of fact) arasında bir ayrım yapmıştır.
Kant, kendi sınıflandırmasını iki farklı boyutta gerçekleştirmiştir. Birinci boyut, bilgibilimle; ikinci boyut ise anlambilimle ilgili olarak görülebilir. Birinci boyuta göre, bir yargının doğruluğuna karar verebilmek için ampirik deneyime ihtiyaç yoksa bu yargı, a priori; eğer ihtiyaç varsa, a posteriori olarak adlandırılır. İkinci boyuta göre ise yargıda, özne konumunda olan kavram içerisinde yüklem konumunda olan kavram içeriliyorsa söz konusu yargı, analitik; içerilmiyorsa, sentetik olarak adlandırılır. Kant, bu ikili sınıflandırmadan hareketle dört farklı yargı türü belirlemiştir. Öte yandan, analitik ve a posteriori yargılar bulunmamaktadır.
Kant’ın transandantal felsefesi dâhilinde ilginç ve yeni olan, sentetik ve a priori yargılardır. Kant’a göre analitik yargılar, sahip olduğumuz bir kavramda içerilen bilgiyi açıklayıcı bir özelliktedir. Sentetik yargılar ise bilgimizi genişletir. Sentetik a priori yargılar, hem bilgimizi genişletmekte hem de duyu deneyimine ihtiyaç göstermeksizin doğru olabilmektedir.
Kant’ın bu kuramının genel kabul gördüğü 19. yüzyılın ilk yarısında, bu kuramı sarsacak bir gelişme yaşanır. Euklidesçi olmayan geometriler keşfedilir. Şimdi bu keşiflerin mahiyetini ve Kantçı metafizik üzerindeki etkilerini anlamaya çalışalım.
Euklidesçi Olmayan Geometriler
Klein, temel olarak üç farklı geometri olduğunu gösterdi: Bolyai, Lobachevsky geometrisinde doğru çizgiler iki sonsuz uzaklıkta noktaya sahiptir. Riemann geometrisinde böyle sonsuz uzaklıkta bir nokta bulunmamaktadır. Euklides geometrisinde ise her bir çizgi için üst üste çakışan iki sonsuz uzaklıkta nokta vardır.
Bu geometriler birbirleriyle tutarlı olmayan, aynı yorum altında doğru olamayacak, önermeler içermektedir. Eğer Kant’ın iddia ettiği gibi, geometrinin aksiyomları evrensel zorunluluğa ve nesnel gerçerliliğe sahip ise bunların hepsinin aynı anda zorunlu ve nesnel geçerli olması gerekir.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda, geometrinin aksiyomlarının, sentetik a priori yargılar olduğu düşüncesi savunulamaz bir hale gelmiştir. Öyleyse, geometrinin aksiyomlarının anlambilimsel ve bilgibilimsel statüsü hakkında ne söylenecektir? Nasıl bir felsefî çerçeve içerisinde bu soru yanıtlanabilecektir?
Poincaré, 1880’ lerden itibaren geometrinin aksiyomlarının ne olgusal bir içeriğe sahip olduğunu ne mantıksal bir zorunluluğu ifade ettiğini ne de sentetik a priori yargılara dayanmakta olduğunu ve fakat “örtük tanımlar” olduğunu savunmuştur. (İng. definitions in disguse)
Dolayısıyla, özelde aritmetiğin, genelde de matematiğin analitik olana (mantıksal olana) indirgenmesine yönelik bir eğilim ortaya çıkmıştır.
FRIEDRICH LUDWIG GOTTLOB FREGE (1848-1925)
Matematiğin temelleri ve mantık üzerine yaptığı çalışmalar, Giuseppe Peano (1858-1932) ve Bertrand Russell (1872-1970) tarafından gelecek nesillere aktarılmıştır.
Frege’nin, aritmetiği mantıksal olana indirgeme projesi, hem sayıların tek tek tanımlanmasını hem de sayıların sırasının yakalanmasını içermektedir.
20. yüzyılda, mantık alanında sağlanan ilerlemelerin tamamı, Frege’nin niceleme mantığına dayanır. Bertrand Russell (1872-1970) ve Alfred North Whitehead’ın (1861-1947) mantıksal kavramları ele aldıkları ve biçimselleştirdikleri ünlü yapıtları Principia Mathematica (1910-1913), Bertrand Russell’ın belirli betimleyiciler kuramı, matematiksel mantığın ve hesap kuramının gelişiminde bir dönüm noktası olan Kurt Gödel’in (1906-1978) tamamlanamazlık teoremleri ve Alfred Tarski’nin (1901-1983) nesne dili ile üst dilin birbirinden ayrılmasına dayanan doğruluk kuramı Frege’nin geliştirdiği mantığa dayanmaktadır.
Frege’nin daha geniş bağlamdaki amacı ise aritmetiğin mantığın bir alt dalı olduğunu göstermektir.
Frege, 1884 yılında Die Grundlagen der Aritmetik’i (Aritmetiğin Temelleri) yayımlar. Bu kitap, ilki gibi teknik notasyonları içermez. Birçok felsefe tarihçisine göre Grundlagen yazılış biçimi, kanıtlamaların sunuluşu vb. itibariyle felsefe tarihinde yazılmış en başarılı analitik metinlerden birisidir.
Neden Frege analitik felsefenin kurucusu kabul edilir? Aritmetiğin mantığa indirgenmesi projesinin analitik felsefenin gelişim seyri bakımından önemi nedir? Öncelikle, analitik felsefenin temel vasıflarını hatırlayalım: Dili ve dilin mantığını merkeze almak; metafiziği elemek; felsefî söylemi muğlaklıklardan ve karışıklıklardan arındırmak. Kendisi, yazdığı metinlerde son derece kanıtlamacı bir üslup kullanmış ve analitik felsefe metinlerinin ilk örneklerini vermiştir.
Frege’nin çalışmalarını bilen ve onu yakından tanıyan düşünürler, artık kendilerine şu soruyu sormaya başlamışlardır: Acaba Frege’nin sayılar ve aritmetik söz konusu olduğunda başardığına benzer bir proje diğer felsefî konular için de söz konusu olabilir mi? Belki de dili ve dilin mantığını doğru anlamadığımız için uğraşıp durduğumuz ve içinden çıkamadığımız felsefî sorunlar mevcuttur.
Frege’nin Dil Felsefesine Katkıları
Frege’nin dil felsefesinin gelişimi bakımından belki de en önemli etkisi, Sinn (“ anlam”) ve Bedeutung (“ gönderim”) arasında yaptığı ayrım olmuştur. 1892 yılında yazdığı “Über Sinn und Bedeutung” başlıklı makalesinde Frege, anlam ve gönderimi, bir ifadenin işaret etme biçiminde belirleyici olan iki farklı cihet olarak sunmuştur. Bir ifadenin anlamı ise gönderim yapılan nesnenin sunum biçimi olmaktadır.
Metafiziğin elendiği, bilimin mahiyeti, yöntemi ve sınırları konusundaki tartışmaların odakta yer aldığı ve hepsinden önemlisi, dilin ve anlamın, felsefenin merkezine yerleştiği analitik gelenek içerisinde bu felsefecilerin yaklaşımlarınca örneklenen bir gerilim, en başından beri var olmuştur. Frege’nin gerçeklik anlayışının merkezinde, bizim inançlarımızdan ve kanaatlerimizden bağımsız düşünceler yer almaktadır. Söz konusu bu düşüceler, dilde önermelerle ifade edilir. Söz konusu bu önermelerin mantıksal bir biçimi bulunmaktadır ve bu biçim, nesnel bir biçimde unsurlarına ayrılabilir, yani çözümlenebilir. Buna karşılık Peirce, bizden bağımsız bir gerçekliğe vurgu yapmakla beraber, bu gerçekliği inançlarımıza ve kanaatlerimize göreli bir ideal olarak ortaya koymaktadır. Mantık ya da matematiğin esas itibariyle diğer bilimlerden bir farkı yoktur. Mantıksal ve nesnel bakımdan nihaî bir çözümlemeden ancak bir ideal olarak ve bir bilimsel cemaatin değerlerine ve çabasına göreli olarak söz edebiliriz. Doğal olarak, bu iki yaklaşım arasındaki farklılık, kendisini tüm felsefî tartışmalarda göstermektedir
ANALİTİK FELSEFENİN BAŞLANGICI: RUSSELL VE MOORE
Bu dönemde felsefenin birincil ilgi alanı dilin işleyişinin anlaşılması, hata ve yanılsamalardan kendimizi koruyacak biçimde kullanımının sınırlandırılmasıdır. Neyin var olduğu ya da olmadığı, neyi bilip neyi bilmeyeceğimiz gibi sorulardan önce, neyi ne ölçüde ifade edebileceğimiz sorusu felsefenin aslî konusu haline gelmiştir.
Richard Rorty’nin “dilsel dönüş” başlığını taşıyan antolojisi, bu terimi popüler hale getirmiştir: Richard Rorty (ed.) (1967) The Linguistic Turn. Terimin ilk kullanımı Avusturya’lı felsefeci Gustav Bergmann’a (1906-1987) atfedilmektedir.
Mantıksal atomculuk söz konusu olduğunda, Moore ve Russell’ın; mantıksal pozitivizm söz konusu olduğunda Schlick, Carnap ve Ayer’ın; gündelik dilin felsefesi söz konusu olduğunda ise Ryle ve Austin’in göüşlerini bu çalışmamızda tanıtmaya çalışacağız.
MODERN MANTIK
Modern mantık gerek önermeleri ve önerme eklemlerini, gerekse önermelerin içyapılarını, oldukça net bir biçimde simgeleştirebilmemizi ve bu sayede, önermeler arasındaki anlambilimsel ilişkileri sorunsuz bir surette çözümleyebilmemizi sağlar. Bir bakıma, modern mantıkta oluşturulan biçimsel dizgeler, Gottfried Leibniz’in (1646-1716) bir zamanlar hayalini kurduğu evrensel dilin, characteristica universalis’in birer örneğidir.
Belki de gündelik dil, barındırdığı sorunlar nedeniyle biz farkında olmadan karşımıza birtakım felsefî sorunlar çıkarmaktadır. Dilin kendisinden bu sorunları ayıkladığımızda, belki de bu felsefî sorunlardan kurtulmamız da mümkün olacaktır.
MOORE (1873-1958)
Moore, sağduyuya dayalı felsefe anlayışının önde gelen savunucusudur. Ahlâk felsefesi üzerine görüşlerini ifade ettiği Principia Ethica başlıklı kitabı ile “The Refutation of Idealism”, “A Defence of Common Sense” ve “A Proof of the External World” başlıklı makaleleri en etkili eserleri sayılmaktadır.
Moore’a göre ben bazı önermelere sadece inanmakla kalmam, belli bir kesinlikle doğru olduklarını da bilirim. Söz konusu önermeleri reddetmek, bir çelişki içermez. Bu itibarla da bu önermeler, bir zorunluluk içermez. Ancak Moore’a göre, bu tür sağduyuya dayalı önermeler, felsefeye başlamak için varsayılan önermelerdir. Moore’a göre, bu önermeleri reddetmeleri o felsefecilerin kendi görüşlerini kabul edilmez kılar. Sağguyuya dayalı kanaatlerimize güvenimiz, asla bir felsefî ilkeye olan güvenimizle kıyaslanamaz.
Moore’un mücadele ettiği ve karşı çıktığı felsefe geleneği, söz konusu sağduyuya dayalı önermeleri sorgulayan bir tür idealist felsefedir. Moore, bu noktadan hareketle felsefî çözümleme yöntemini iki konuya, etiğe (ahlâk felsefesine) ve dış dünyanın bilinmesine yönlendirmiştir.
Dış Dünyanın Varlığı Sorunu
Moore’un ve Russell’ın 20. yüzyılın başlarında, kendilerini içinde buldukları ve karşı çıktıkları felesefi yaklaşımlar, genel olarak, idealizm olarak adlandırılabilir. Moore’un savunduğu pozisyon, genel olarak sağduyuya dayalı gerçekçilik olarak adlandırılır.
Moore, sağ elini kaldırarak “İşte bir el.” ve sol elini kaldırarak “Ve işte bir başka el.” diyebileceğini ve buradan hareketle de dünya da en azından iki tane benim dışımda var olan nesne bulunduğu sonucuna varabileceğini söyler. Dolayısıyla dış dünya vardır.
Ahlâk Felsefesi
Moore, felsefî kanıtlamaların, kendisinin doğalcı yanılsama olarak adlandırdığı bir sorunla malul olduğunu ifade eder. Bu sorunun kaynağında, bir terimin belli bir kanıtlama dâhilindeki kullanımının, söz konusu terimin tanımı ile karıştırılması yatar. Ahlâk felsefesi tartışmalarında bu sorunla, özellikle iyi teriminin tanımlanmasında karşılaşılır.
Bir özellik olarak “iyi”, Moore’a göre tanımlanamaz. Sadece ne olduğu gösterilebilir ve bu gösterme üzerinden kavranılabilir. “A iyidir eğer B özelliğine sahipse” biçimindeki ifadeler, B özelliğinin neden iyi kabul edildiğini açıklayamadığı için sadece “iyi” nin tanımlanmasını ertelemiş olur.
Moore, bu kanıtlamasını Principia Ethica’nın on üçüncü bölümünde sunar. Moore “Haz veren bir şey aynı zamanda iyidir.” biçimindeki bir ifadeyi ele alır. Eğer bu ifade “iyi” nin tanımını içeriyorsa “Bir şeyin haz verici olması iyi midir?” sorusu ile “Bir şeyin haz verici olması haz verici olması mıdır?” sorusunun aynı anlama gelmesi ve anlamca eşdeğer olması gerekir.
Moore bu kanıtlamasının sonucunda, değer kavramının çözümlenmesine yönelik tüm girişimlerin başarısızlığa mahkûm olduğunu ifade eder. Sonuç olarak “iyi” yi diğer sözcükleri kullanarak tanımlayamayız.
Eğer Moore haklı ise ve iyi kavramı diğer bazı özellikler cinsinden açıklanamıyorsa iyi hakkında ne söyleyebiliriz? Moore’a göre iyi, doğal olmayan bir özelliktir. Bunun anlamı, iyinin ampirik veya bilimsel olarak test edilemeyeceği veya doğrulanamayacağıdır. İyi kavramı, doğa bilimlerinin sınırlarının dışında kalmaktadır.
İyi, duyusal deneyimin sınırları içerisinde algılayıp kavrayabileceğimiz bir özellik değil ise bir şeyin iyi olup olmadığını iddia ederken neye dayanmaktayız? Moore, bu noktada dolaysız bir bilgi edinme biçimi olarak ahlâkî bir görüden söz eder. Ahlâki bilgiler, kendiliğinden aşikâr önermelerdir ki ispatları ya da değillemelerinin ispatları söz konusu değildir.
Bu itibarla Moore’un ahlâk felsefesi ödevbilimsel (İng. deontological) değil, sonuçcudur (İng. consequentialist) ve eylemleri sonuçlarına göre yargılar.
Moore’a göre değer, ahlâki bir senaryo içerisinde ortaya çıkar. Belli bir değeri deneyimleyen bir bilinçten söz etmeksizin, değerin ortaya çıkmasından söz edilemez. Değer, “güzelliğin farkına varan bilinç” te ortaya çıkar.
Moore Paradoksu
Paradoks, “Yağmur yağıyor ama ben yağmur yağdığına inanmıyorum.” biçimindeki bir ifadenin barındırdığı çelişki ile ilgilidir. Sorun, herhangi bir kişinin tutarlı bir biçimde böyle bir ifadede bulunmasının beklenmemesine rağmen, önermenin kendisinin mantıksal bir çelişki olmamasıdır.
RUSSELL (1872-1970)
1905 yılında Mind dergisinde yayımladığı “On Denoting” adlı makale, analitik felsefenin kuruluşu bakımından çok önemlidir. Bu çalışmasında Russell, belirli betimleyicilerin tekil adlar gibi bir bireye gönderim yapmasının gerekmediğini, bu düşüncenin dilin mantığının yanlış anlaşılmasından kaynaklandığını gösterir. 1910 yılında Alfred North Whitehead ile birlikte hazırladıkları Principia Mathematica’nın ilk cildi yayımlanır.
1950 yılında Russell, insancıl idealleri ve düşünce özgürlüğünü savunan yazıları dolayısıyla Nobel Edebiyat Ödülü’nü layık görülür. Bertrand Russell, Gottlob Frege, G.E. Moore ve Ludwig Wittgenstein ile birlikte analitik felsefenin kurucusu olarak kabul edilir.
İdealizmin Reddiyesi
Russell, eleştirdiği idealist anlayışı içsel bağıntılar doktrini olarak adlandırıyordu. En uç noktasında alındığında bu yaklaşıma göre gerçeklik, tek bir birleşik nesne olarak tasarlanıyordu. Tüm nesneler birbirlerine doğaları ve varoluşları itibariyle bağlıydı. Sorun, bir nesnenin bilinebilmesinin nesnenin sahip olduğu tüm bağıntıların bilinmesini gerektirmesiydi.
Bu doktrinin yerine Russell ve Moore, farklı biçimleriyle de olsa gerçekçiliği koyuyorlardı.
Matematiğin Mantığa İndirgenmesi
Günümüzde matematiksel mantığın ve hesap kuramının kendisine dayandığı ünlü Gödel Tamamlanamazlık Teoremleri (1931), Principia Mathematica’da sunulan biçimsel dizgeyi varsaymaktadır. Gödel, bu teoremlerin ilki aritmetiksel önermeleri temsil edebilecek kadar güçlü bir biçimsel dizge içerisinde ne kendisinin ne de değilinin ispatı verilemeyecek doğru önermeler bulunduğunu, bu itibarla da biçimsel dizgelerin aritmetiğin doğru önermelerini temsil etmek konusundan bir eksiklik barındırdığını göstermiştir. İkinci teorem ise aritmetiksel önermeleri temsil edebilecek kadar güçlü bir biçimsel dizgenin tutarlılığının dizge içerisinde verilemeyeceğini ifade etmiştir.
Belirli Betimleyiciler Kuramı
Russell bu çalışmasında, belirli betimleyicileri içeren önermelerin, nasıl doğruluk değeri alabileceği üzerinde durmuştur.
“Görelilik kuramını geliştiren fizikçi”, “Türkiye’nin sekizinci cumhurbaşkanı” vb. ifadeler belirli betimleyicilerdir. Bu tür ifadelerin felsefî bir sorun teşkil etmesinin nedeni, belli bir gönderimlerinin bulunmadığı durumlarda ortaya çıkar. Mesela Fransa’nın günümüzdeki kralı keldir.
Frege, kendi çalışmalarında bu soruna eğilmiş ve söz konusu önermeleri anlamlı fakat ne doğru ne de yanlış olarak kabul etmiştir.
Russell’ın belirli betimleyiciler kuramı özellikle Frederick Strawson (1919-2006) tarafından eleştirilmiştir. Strawson’un eleştirisinin ana noktası belirli betimleyicilerin gönderimlerine varlık atfetmediği ve fakat onları varsaydığı yönündedir. Söz konusu varsayılan birey eğer mevcut değilse önerme biçimi ne doğru ne de yanlış olarak yorumlanmalıdır. Bu eleştiri beraberinde üç değerli bir mantığın geliştirilmesi projesini getirmiştir.
Mantıksal Atomculuk
Russell bu dersinde, dünyayı bir ayna gibi yansıtan (temsil eden) ideal ve dünyayla eşbiçimli bir dilden söz eder. Russell’a göre her anlamlı önerme, duyu deneyiminde doğrudan bir karşılığı (gönderimi) bulunan terimlerden oluşmalıdır.
Russell’ın ideal dili içerisinde “tüm”, “bazı”, “dır” gibi yardımcı terimler yer almaz. Russell’ın dünyası, birbirinden bağımsız olguların çokluğundan oluşur. Bu dünya hakkındaki bilgimiz ise dünyadaki olgularla duyu deneyimi yoluyla doğrudan karşı karşıya gelmemize bağlıdır.
Bilgibilim Anlayışı
Russell nesnelere ilişkin bilgi edinme kaynaklarımız ile ilgili ikili bir ayrım yapar: Tanışıklık yoluyla bilgi ve betimleme yoluyla bilgi.
Russell, algımızın birincil hallerinin “nesneler” ya da “özellikler” olarak ele alınamayacağını fakat “olaylar” olduğunu savundu.
Bilim Felsefesi
Russell, kendi felsefe yapma biçiminden emin olduğu kadar, elde ettiği sonuçlardan emin olmadığını söyler. Russell’a göre, fiziksel dünyanın sadece soyut yapısı hakkında bilgi sahibi olabiliriz. İçsel karakteri hakkında bilgi sahibi olamayız. Bunun belki tek istisnası, işleyişine doğrudan temas edebildiğimiz beynimizdir.
Russell’ın bu görüşleri, daha sonra yapısal gerçekçilik olarak adlandırılmış ve çağdaş bilim felsefesi tartışmalarının bir parçası olmuştur.
Russell, ahlâkî mülahazaların anlamlı olduğunu ve Ayer’ın düşündüğünün aksine kamusal anlamda tartışmaya açık olduğunu düşündü. Hume’a benzer bir biçimde, aklın ahlâkî değerlendirmelere tâbî olması gerektiğini savundu.
DİLE DAYALI YENİ BİR ANLAYIŞ: ERKEN DÖNEM WITTGENSTEIN
Wittgenstein’ın felsefe çalışmaları boyunca etkili olan temel kaygısının “Nasıl yaşamalıyız?” sorusuna bir cevap bulmak olduğu söylenebilir. Wittgenstein, yaşamı boyunca yalınlık ve uç noktada bir dürüstlük değerlerini sergilemiş, belki de bu değerler sayesinde çağın karmaşasından kendisini koruyabilmiştir.
Wittgenstein’ın konuya yaklaşımının daha çok neyin söylenemeyeceğini açığa çıkarmak olduğu söylenebilir. Söylenebilir olanı söylenemez olandan ayırmak, Wittgenstein’ın felsefî projesine ana rengini vermektedir, diyebiliriz. Wittgenstein’ın bu yaklaşımı, Kant’ın metafizik eleştirisini hatırlatmaktadır.
Wittgenstein, neyin düşünülemez olduğunu dilin sınırları içerisinde belirlemeye çalışmaktadır.
Felsefenin sorunlarının ortaya konulmasının kendisi felsefî bir sorundur ve bu sorunların ortaya çıkmasının nedeni, dilin mantığının yanlış anlaşılmasıdır. Tractatus’un yazılış amacı da bu bağlamda ortaya konulur: Kitabın tüm anlamı şu sözcüklerle ifade edilebilir: Söylenilebilecek her şey açıkça söylenilmelidir, konuşamayacağımız hakkında ise sessizliğimizi korumalıyız.
Dünya, Dil ve Resmetme
Şimdi Tractatus’un açılış cümlelerini görelim:
1. Dünya olduğu gibi olandır.
1.1 Dünya şeylerin değil olguların bir toplamıdır.
Dünya hakkında fikirlerini bu biçimde ifade eden Wittgenstein, daha sonra dilin neliğine yönelir. Bir olgu durumunu resmeden bir çizim düşünelim. Olgu, gerçekte olup biten şeyin kendisidir. Çizim ise olanaklı bir olgu durumunu resmeder.
2.1 Biz olguları kendimize resmederiz.
2.141 Bir resim bir olgudur.
Çizim örneğini ele alırsak çizimdeki unsurlar (çizgiler, şekiller, belki renkler), gerçekte mevcutturlar. Resimsel biçim, bir olanaklılık olarak düşünülmelidir.
Resimler ve resmedilenler arasındaki resmetme bağıntısından söz edilebilmesi, resim ile resmedilen arasında ortak bir şeyin olmasına bağlıdır. Resim, ister resmettiği gerçekliği doğru biçimde resmetsin, ister etmesin, resimle gerçeklik arasındaki bu ortak şey, resimsel biçimdir.
Wittgenstein tüm olanaklı olguların ya da olanaklı tüm nesnelerin, olanaklı tüm bağıntılarının mevcut olduğu bir mekândan söz eder ve bu mekâna mantıksal uzay adını verir. Mantıksal uzay sadece fiilî olgu durumlarını değil, tüm olanaklı olgu durumlarını da kapsar. Mantıksal uzayı bu şekilde ortaya koyan Wittgenstein, resimlerin neliğini şu şekilde ortaya koyar:
2.202 Bir resim mantıksal uzayda olanaklı bir durumu temsil eder.
2.223 Bir resmin doğru veya yanlış olduğunu söyleyebilmek için onu gerçeklikle karşılaştırmalıyız.
2.224 Sadece resme bakarak resmin doğru veya yanlış olup olmadığını söylememiz mümkün değildir.
2.225 A priori olarak doğru olan resimler yoktur. Bir resmin doğru olması, resmettiği olgunun fiilî olmasını gerektirir. Bunu anlayabilmek için ise resmin olgu ile karşılaştırılması zorunludur.
Eğer Wittgenstein haklı ise bu, akılcı tüm epistemoloji anlayışlarının yanlış yolda olduğunu gösterir. Herhangi bir resim ne kadar açık ve seçik olursa olsun, olgulardan bağımsız olarak doğru ya da yanlış olamaz.
Düşünce ve Dil
3. Olguların mantıksal resmi bir düşüncedir.
3.001 “Bir olgu durumu düşünülebilirdir”: Bunun anlamı onu kendimize resmedebilmemizdir.
3.01 Doğru düşüncelerin toplamı dünyanın bir resmidir.
3.1 Bir önermede bir düşünce duyular tarafından algılanacak surette dışavurulur.
Dolayısıyla, düşünceler ifadelerini algılanabilir işaretlerde, dilde, bulur. Bu noktada, Wittgenstein’ın dilin sınırlarını çizerek düşünceye nasıl sınır çekebileceği anlaşılır hale gelir.
Wittgenstein, dille karşılaştığımızda, dilin mantığını kolayca çözemeyebileceğimizi ve bu nedenle dilin düşünceyi gizlediğini öne sürer (4.002).
Dilin saklı özünü açığa çıkaran, mantıktan başka bir şey değildir.
Dilin sakladığı düşünceyi açığa çıkarmak, bir çözümlemeyi gerektirir. Dil, bir resim olduğuna göre, belli unsurları ve bu unsurların belli bir düzenlenişini içermelidir. Bir önermeyi dikkate aldığımızda, önermeyi oluşturan unsurlar nelerdir? Wittgenstein, söz konusu bu temel unsurların adlar olduğunu söyler.
Cümleler, belli bir bağıntı içerisindeki adlardan oluşur. Bu cümlelerdeki adlar, nesnelere karşılık gelir.
Dünya, nesnelerin değil, olguların bir toplamıdır. Mantıksal uzaydaki olgular, dünyayı oluşturur ve bu itibarla, dünya olduğu gibi olanların tümüdür.
Temel önermeler, adların dolaysızca ilişkilendirildiği basit önermelerdir. Temel önermelerin önemli bir özelliği ise doğruluk değerlerinin bir başka önermeden türetilememesidir.
İşte bu önermeler, mantıksal atomculukun tam bir tarifini içerir.
Mantıksal Doğruluk
Bir önceki bölümde altını çizdiğimiz gibi, Wittgenstein’a göre hiçbir resim, a priori olarak doğru olamaz. Bu itibarla temel önermelerin her biri olumsaldır; yani doğru da yanlış da olabilirler.
Birinci bileşik önerme, tüm olanaklı dünyalarda doğrudur. Bir başka deyişle bu önerme biçimi, zorunlu olarak doğrudur ve mantıksal bir doğrudur. Böyle bir önermeye (önerme biçimine) Wittgenstein, totoloji adını verir. İkinci bileşik önerme ise tüm olanaklı dünyalarda yanlış değerini almıştır. Bir başka deyişle bu önerme biçimi, zorunlu olarak yanlıştır ve mantıksal bir yanlışlıktır. Bu önerme biçimine, çelişki adı verilir.
Bu değerlendirmelerden çıkacak bir sonuç şudur: Mantıksal doğru ve mantıksal yanlış önermeler, bileşik önermeler olmak durumundadır. Basit (temel) önermeler, olguları resmettikleri için olumsaldır ve mantıksal olarak doğru ya da yanlış olamaz.
Totolojiler ve çelişkiler, bir olguyu resmetmez. Temel önermeler, bir olgu durumunun olup olmadığını söylediği için içeriği olan bir şey söylemekte, bu itibarla da bir olguyu resmetmektedir.
Söyleme ve Gösterme
Wittgenstein’a göre önermeler bir şey söyler ve gösterir.
4.022 Bir önerme anlamını (İng. sense) gösterir.
Mantıksal önermelerin doğruluğuna, sadece işaretlerin dizilimine (sentaksa) bakarak karar verilebilir. Bu itibarla da mantıksal önermeler a priori önermelerdir. Doğruluklarına karar vermek için, gerçeklikle bir karşılaştırma yapmak gereksizdir. Bu itibarla mantıksal uzayın yapısı, mantıksal doğruluk üzerinden tam olarak bilinebilirdir. Wittgenstein bunu, “Mantıkta asla sürprizlere yer yoktur.” sözleriyle ifade eder (6.1251).
Düşüncenin Sınırlanması
Elimizde, tüm temel önermelerin bulunduğunu varsayalım. Olanaklı tüm birli ve ikili doğruluk fonksiyonları da tanımlanmış olsun. (Sıra sizde 2 numaralı sorunun cevabında belirtildiği gibi 4 adet birli 16 adet ikili doğruluk fonksiyonu bulunmaktadır.) Bu durumda, olanaklı tüm önermeleri içeren bir küme oluşturabiliriz. Bu kümenin bir kısım elemanları, totolojiler ve çelişkiler olacaktır. Geriye kalan önermeler ise olanaklı tüm olguları temsil edebileceklerdir. Bir başka deyişle, mantıksal uzayın tamamını temsil edebileceklerdir. Bu olanaklı önermelerin dışında kalan, sadece anlamsız olandır.
Dolayısıyla, düşünülebilir olanın sınırı dilin içerisinden çizilmiş olmaktadır. Söylenemez bir şeyi söylemeye kalktığımızda bu sınır, kendini gösterecektir.
6.5 Cevap sözcüklere dökülemediğinde, soru da sözcüklere dökülemez.
6.522 Esasen sözcüklere dökülemeyecek şeyler vardır. Bunlar kendilerini aşikâr kılarlar. Bunlar mistik olanlardır.
4.111 Felsefe doğa bilimlerinden birisi değildir.
4.003 Felsefî çalışmalarda bulunan soruların ve önermelerin çoğu yanlış değil, fakat anlamsızdır. Sonuç olarak, biz bu çeşit sorulara cevap veremeyiz, sadece anlamsızlıklarını ortaya koyarız.
6.53 Felsefede doğru yöntem gerçekten de şu olmalıdır: söylenilebilir olandan (yani, doğa bilimlerinin önermelerinden yani, felsefe ile hiçbir ilgisi olmayan şeylerden) gayrı bir şey söylememek ve sonra, eğer birisi metafiziksel bir şey söylemek isterse, ona önermelerindeki bazı işaretlere bir anlam vermekte başarısız olduğunu göstermek…
6.54 Benim önermelerim şu anlamda tarifler olarak iş görürler: Beni anlayan kişi-onları basamaklar olarak kullandığında ve onların ötesine tırmandığında-sonunda onların anlamsızlığını fark eder. (O, lafın gelişi, tepesine tırmandıktan sonra merdiveni atmalıdır.) O bu önermeleri aşmalıdır ve o zaman, dünyayı dosdoğru görecektir.
Wittgenstein, Tractatus’u yayımlatma aşamasında bir yayıncıya yazdığı mektupta, bu konuda ne yazıp ne yazmadığını şu şekilde açıklar: Kitabın temel noktası, etikle ilgilidir.
Benim kitabım ahlâk felsefesi ile ilgili olana kendi içinden bir sınır çekmektedir ve şuna kaniyim ki bu söz konusu sınırları çizmenin karışıklık ve muğlaklık içermeyen (İng. rigorous) yegâne yoludur.
Ben kitabımda onun (etiğin) hakkında sessiz kalarak her şeyi tam olarak yerli yerine yerleştirmeyi başardım (Letters from Ludwig Wittgenstein, s. 143-4).
6.41 Dünyanın anlamı dünyanın dışında yer almalıdır. Dünyada her şey olduğu gibidir ve her şey, meydana gelmekte olduğu gibi meydana gelir: Onun içinde hiçbir değer yoktur ve eğer var olsaydı, hiçbir değeri olmazdı. Eğer değeri olan herhangi bir değer varsa, o olanın ve meydana gelenin alanının dışında yer almalıdır.
6.42. Ve öyleyse etiğin önermelerinin var olması olanaksızdır. Önermeler, daha yüksek olan hiçbir şeyi ifade edemezler.
6.421 Açıktır ki etik sözcüklere dökülemez.
5.641 Felsefî benlik (kendilik) insan değildir, insan bedeni veya psikolojinin ilgilendiği insan ruhu değildir, fakat metafiziksel bir öznedir, dünyanın sınırıdır, onun bir parçası değildir.
6.373 Dünya irademden bağımsızdır. 6.374 Arzuladığımız her şey meydana da gelse, yine de bu, sözün gelişi, sadece talihin bize bahşettiği bir lütuf olabilir.
6.422 “… yapacaksın” biçiminde bir etik yasa ortaya konulduğunda, akla gelen ilk düşünce “Eğer bunu yapmazsam ne olur?” sorusudur. Ancak açıktır ki etik sözcüklerin genel geçer anlamında ceza ve ödülle ilgili değildir. Dolayısıyla, eylemin sonuçları hakkındaki sorumuz önemsizdir. Ortaya koyduğumuz soruyla ilgili doğru olan bir şey olmalıdır. Etik bir tür ödül ve ceza gerçekten olmalıdır, ancak bunlar eylemin kendi içinde bulunmalıdırlar.
Söz konusu ödüller ve cezalar eyleme dışsal olan, bu dünyaya eklenen şeyler değilse nasıl şeylerdir? Wittgenstein bunu şu şekilde açıklar:
6.43 Eğer iradenin iyi ya da kötü kullanımı dünyayı değiştirirse, o sadece dünyanın sınırlarını değiştirir, olguları değil dil tarafından açıklanabilen şeyleri değil. Sonuçta ortaya çıkan etki, bambaşka bir dünya olmalıdır. Sözün gelişi, bir bütün olarak dünyayı genişletmeli ya da soldurmalıdır. Mutlu insanın dünyası, mutlu olmayan insanın dünyasından farklıdır.
Wittgenstein, 1929 veya 1930 yılında verdiği ve 1965 yılında yayımlanan “Lectures on Ethics” adlı dersinde, bu tür iki deneyimden söz eder: “Dünyanın varlığına karşı hayrete düşmek” ve “mutlak olarak güvende hissetmek” (“ Lectures on Ethics”, s. 8).
6.44 Dünyada şeylerin nasıl olduğu değil, onun var olması mistiktir.
7. Konuşamadığımız hakkında sessizliğimizi korumalıyız.