Belirsizlik (Muğlaklık) Ahlakı Üzerine – Simone de Beauvoir – Kitap Özeti

Eğer bunu okuyorsanız, varsınızdır. Başka şeyler yapabilecekken şu anda burada olmayı seçtiniz. Hayatınızın her anında tıpkı bunun gibi kararlar alırsınız. Yine de şunu merak etmelisiniz: gerçekten her durumda en iyi seçimleri yapıyor ve istediğiniz hayatı yaşama özgürlüğünüzden yararlanıyor musunuz? Yoksa sadece başkasının senaryosundaki bir karakteri mi oynuyorsunuz?

İnsanın varoluşu temelde muğlaktır

İnsan olmanın ne anlama geldiği sorusu hiç de basit değildir. Çağlar boyunca filozoflar, insanların kendilerini düşünme biçimlerinin tutarlı olmadığını ve sürekli değiştiğini gözlemlemişlerdir. Kimisi insanlığı tek bir şeye indirgeyerek çözmeye çalışmıştır: mesela hümanist bilim insanları insanı rasyonel bir hayvana, Hıristiyan teologlar ise insanı ölümsüz bir ruha indirgemiştir. Tek bir tanım bulmaya yönelik her girişim insanlığın doğasının bir yönünü yakalasa da, üzerimize oturmayan giysiler gibi hissettirir.

Varoluşçuluk insanlığı tek bir tanıma indirgemeyi reddeder

İnsanları sabit bir kimliğe zorlamak yerine, varoluşçular insanların kendilerini düşünme biçimlerinin ve yaşamlarına yükledikleri anlamın sürekli değişim halinde olduğunu öne sürer.

Bu durum, insanın ne olduğu sorusuna net bir yanıt arayanlar için can sıkıcı olsa da aslında radikal bir özgürlüğün temelini oluşturur.  Bu, asla tek bir varoluş biçimine hapsolmadığımız, kendimizi ve hayatımızı değiştirebileceğimiz anlamına gelir.

Varoluşçuluk hayatınızı ve değerlerinizi belirlemede özgürlüğü vurgular

Peki bu özgürlük nasıl uygulanır? Mesela iyi bir hayat yaşamak için hangi hedefleri belirlemelisiniz?

Çoğu din veya felsefe doktrininde bu sorulara paketlenmiş pek çok yanıt bulursunuz. Tüm ahlaki doktrinler insan hayatının karmaşıklığını her duruma uygulanabilecek kurallara indirgeme çabaları bakımından birbirine benzer. Varoluşçuluk bu şekilde çalışmaz: hayatınızı ve değerlerinizi belirlemede kişisel özgürlüğü vurgular.

Hayat karmaşık ve muğlaktır; yani herhangi bir durumda nasıl davranmamız gerektiği her zaman net değildir. Bu karmaşıklığını inkar etmek yerine, varoluşçular onunla doğrudan yüzleşmeyi önerir. Dolayısıyla, eylem için belirli kurallar koymak yerine, yapabileceğimiz en iyi şeyin her durumu benzersiz olarak ele almaktır. Çünkü sabit kurallar bu tarz öz-düşünme konusunda bireyi tembelleştirir (Güdülen koyun olunur). Bir varoluşçu için mesele, herhangi bir sorunun doğru bir çözümü olması değildir. Mesele, eylemlerinizden sorumlu olduğunuzdur.

Özgürlüğümüzden faydalanmak bir olgunlaşma sürecidir

Çocukken bize hazır dünya görüşleri verilir ve biz de bunları olduğu gibi kabul ederdik. Ancak büyüdükçe ebeveynlerimizin yanılmaz olmadığını, toplumsal normların tartışılmaz olmadığını öğreniriz. Bunu bir olgunlaşma süreci olarak ele alırsak bir hiyerarşide şu şekilde aşamalardan geçeriz:

  • Bayağı insan: Tembellikten, ilgisizlikten hayatında anlamlı bir eylemde bulunmaktan kaçınır. Özgür olduğunu bilmez. Halihazırda olduğundan daha fazla bir şey hedeflemez (cansız bir nesne gibidir).
  • Ciddi insan: Hayatında harekete geçerek iyi olduğunu düşündüğü hedeflere doğru çabalayarak durumunu iyileştirmeye çalışır (çoğu insan böyledir). Fakat ahlaki kuralların öznel doğasının farkına varamaz ve bunların nesnel şeyler olduğuna inanır. Bu da onu düşüncesiz bir takipçi (koyun) yapar.
  • Nihilist: Ahlakın öznel doğasını kavramıştır. Fakat öznel değerlerin gerçek değerler olmadığına dair inancı, tüm insan projelerinin özünde keyfi, değersiz ve anlamsız olduğu görüşüne yol açar. Nihilist, özgürlüğüyle yapıcılığı ve anlamı iterek; öznelliğinin bilincinde bir şey yapmamayı seçer.
  • Maceraperest: değerlerin öznel doğasını kabul eder ve bunu hayatı ve anlamı belirleme konusunda olumlu bir özgürlük olarak benimser. Kendi tasarladığı çeşitli projelere tutkuyla dalar. Hayatında ipleri eline almıştır fakat ben-merkezcidir. Eylemlerinin başkalarını nasıl etkilediğini pek umursamaz. 
  • Gerçek özgür: Mutlak özgürlüğün ancak etrafımızdaki insanların da özgürlüğüne bağlı olduğunu kavramıştır. Dolayısıyla, maceracı yanını diğerleri için duyduğu endişeyle birleştirir.

Etliye sütlüye karışmayan (ilgisiz) bir pozisyon mümkün değildir

Objektif olmak maskesi altında önyargılarımızı ve değerlerimizi bir kenara bırakarak olaylara bakmak ve kenarda tarafsız bir izleyici olmak mümkün değildir. Bu ilgisiz bakış açısı, siyaset ve küresel olaylar söz konusu olduğunda pek çok entelektüelin, bilim insanının ve sanatçının benimsediği bir pozisyondur. Dünyadaki olaylar etraflarında gelişirken onlar işlerine sığınırlar.

Taraf tutmadıklarını iddia ederler ve partizan olmamak adına harekete geçmeyi reddederler. Bu bakış açısının her şeyin üstünde olduğuna inanırlar. Birçoğu temelde işlerinin aksamasını istemez. Fakat sanatta ya da politikada tarafsız bir pozisyon olmaz. Ahlaken güçlü tarafın suç ortağı olmanıza neden olur.

Özellikle siyaset konusunda tarafsız bir tutum açık bir siyasi duruştur. Bu, sorumluluktan kaçmak ve mevcut rejimle suç ortaklığı yapmaktan başka bir şey değildir. Başka bir deyişle, biz var olduğumuz sürece, eylemlerimizin ve eylemsizliğimizin dünyada sonuçları olacaktır.

Baskıya direnmek varolabilmemiz için ortak sorumluluğumuzdur

Varoluşçuların insan özgürlüğü konusundaki görüşleri: radikal özgür irade ama sınırlı güç olarak özetlenebilir.  Öznel düzeyde seçimler yapmakta tamamen özgür olsak da, bu seçimleri dünyada nasıl ifade edebileceğimiz konusunda sınırlıyız derler. Fakat irade gücüyle kötü bir rejimi deviremeseniz de, bu sizi sorumluluktan muaf tutmaz.

Özgürlüğümüzün ifadesi üzerinde iki tür sınırlama vardır. Doğal dünyanın fiziksel sınırlamaları ve diğer insanlar tarafından bize konulan sınırlamalar. Belki fiziksel sınırlar konusunda bahaneler üretebiliriz ancak diğer insanlar özgürlüğümüzü sınırladığında, bu farklı bir konudur.

Bir varoluşçu için baskı, bir grup insanın başka bir grubun geleceğine onlar adına karar verdiği ve bu vizyonu onlara dayattığı bir durumdur. Baskı, egemen gruba hizmet eder. Baskıya başkaldırıyı engellemek için zalimle; bunun doğal bir durum olduğunu veya bununla gelen faydalara değeceğine dair argümanlar üretir. İyi gözlemlerseniz bu tarih boyunca böyle olmuştur ve olmaktadır.

Somut insanların Soyut ideallerden daha önemlidir

Siyasi ideolojilerin uygulanmasında insanlar yer yer önemsizleştirilir. Fakat somut bireyler her zaman soyut ideallerden önce gelmelidir. Aynı durum ekonomi ya da ütopik gelecek gibi diğer soyut kavramlar için de geçerlidir. Bu gibi kavramlar ancak gerçek insanlara fayda sağladıkları ölçüde değer taşırlar. Liderler gerçek insanları tamamen soyut ideallere tabi (ikincil) kıldıklarında, bu idealler değersizleşir.

Peki bu baskıya karşı nasıl bir pozisyon alınabilir? Baskı durumlarında, ezilenlerin iki seçeneği vardır: ya şiddetin devam etmesine izin verirler ya da buna karşı mücadele ederler. Pratik olarak ifade etmek gerekirse, köleleştirilmiş kişi ya özgür olmadığını kabul etmeli ya da bunu isyan yoluyla ifade etmelidir.

Tarihte haklı olduğu düşünülen bir amaca ulaşmak için gerçek insanların emniyet ve güvenliğini feda etmek gerektiği zamanlar olmuştur (Mesela Amerikan iç savaşı). Ancak bu bir ikilem yaratmaktadır. Baskıya karşı savaşmak da bir grup somut insana şiddet demektir. DeBeauvoir şiddete ve baskıya karşı şiddetin özel durumlarda kullanılabileceğini belirtir. Buradaki asıl endişe, ezilenleri özgürleştirmeyi amaçlayan siyasi hareketlerin, mücadele ettikleri zalimlere benzemeye başlamalarıdır. Bu yüzden ezilenlerin asla ihtiyaç duyduklarından daha fazla güç kullanmamak için daima tetikte olmaları gerekir. Şiddet yalnızca son çare olarak, gerçek insanlar adına ve açık, somut hedeflere yönelik olarak kullanılmalıdır.