Albert Camus – Sisifos Söyleni – Kitap Özeti

Albert Camus’nün 1942’de yayımladığı Sisifos Söyleni, II. Dünya Savaşı’nın karanlığı içinde, insanın anlam arayışını sorgulayan güçlü bir felsefi metindir. Camus bu eserde, evrenin anlamsızlığına rağmen yaşamaya devam etmenin, bilinci koruyarak ve yazgıyı sahiplenerek mümkün olduğunu savunur. Tanrısız ve amaçsız bir dünyada insanın özgürlüğünü, umut yerine başkaldırıda bulur.

Benim okuduğum metinde Fransızca’daki “Absurde” kelimesi türkçeye uyumsuz olarak çevrilmiş. Bence yerinde olmuş; ama başka yerlerde absürd felsefe ya da absürdizm görürseniz bilin ki bu özette bu “Uyumsuz”a karşılık geliyor.

1. UYUMSUZ BİR USLAMLAMA

UYUMSUZ VE İNTİHAR

Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır; intihar. Bu soru, yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığına dair bir karar verme zorunluluğunu beraberinde getirir. Ontolojik ya da mantıksal sorunlar bundan sonra gelir, çünkü onlar yalnızca oyundur.

Bir filozofun başkalarına öğütlediğine önce kendisi yapması gerektiği fikrini Nietzsche’den alıntılayarak, yaşama anlam verme ya da onu yadsımanın yalnızca düşünsel değil, davranışsal bir mesele olduğunu vurgular.

Camus, felsefi sorunların öncelik sırasını belirlerken, bu sorunların eylemi doğurup doğurmadığına bakar. Örneğin, dünya mı Güneş’in çevresinde döner yoksa tersi mi, bunun “hiç mi hiç önemi yok”. Oysa yaşamın değeri konusundaki yargılar, doğrudan yaşamı sürdürmeyi veya sonlandırmayı etkiler.

Ona göre yaşam ve ölüm kararları aynı tutkudan kaynaklanabilir. Bu da, intiharın yalnızca karamsarlık değil, anlam arayışının doruk noktası olduğunu ima eder. Yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de.

İntihar genellikle toplumsal bir fenomen olarak incelenmiştir. Oysa bunu bireysel bir bilinç sorunu olarak ele almak gerekir: Böyle bir edim, yüreğin sessizliğinde, tıpkı büyük bir yapıt gibi hazırlanır. Bu hazırlık genellikle kişinin kendisinin bile fark etmediği şekilde gelişir. İntihar eden bir bireyin için için yendiğini söyleyen insanlar, bu sürecin içsel, yavaş ve derinlikli doğasını açığa vurur.

İntihar yaşamın bizi aştığını ya da yaşamı anlamadığımızı söylemek gibidir. Çoğunlukla alışkanlıklar bizi yaşamaya iter; oysa intihar, bu alışkanlıkların anlamsızlığını sezmekten doğar: İsteyerek ölmek, bu alışkanlığın gülünçlüğünün… benimsenmiş olmasını gerektirir.

Burada belirginleşen kavram uyumsuzluktur (absürt). İnsan, birdenbire düşlerden, ışıklardan yoksun kalmış bir dünyada kendini yabancı bulur. Bu kopuş, insanla dünya arasındaki bağın kopmasıdır. Ve bu his sağlam insanlarca da deneyimlenebilir.

Bir kişi, varlığın uyumsuz olduğunu düşünüyorsa, bu inançla eylemlerini de şekillendirmelidir. Ancak bu, intiharın zorunlu olduğu anlamına mı gelir? Yani Uyumsuzluk ölmeyi mi buyurur? Bu soruya verilecek yanıt, insanın düşünce ve eylemde dürüst olup olmadığını da belirler. Uyumsuzluğu gören ama yaşamayı sürdüren birçok filozof olmuştur.

Camus, intiharı doğrudan mantıksal bir sonuç olarak görmek yerine, insanların çoğu zaman sıvışma yolunu tercih ettiğini savunur. Bu sıvışma, ölümden değil, uyumsuzluğun sonucunu kabullenmekten kaçıştır. Bu kaçış biçimlerinden biri umuttur: Umut, ölümcül bir sıvışmadır. Yani yaşama başka bir anlam atfetmek, gelecekte anlam bulacağını varsaymak, aslında uyumsuzluğu kabul etmemektir. Bir tür hiledir.

Camus ise bu noktada kalmayı önerir: Gerçek çaba, burada elden geldiğince fazla kalmak olmalıdır. Düşünce, burada bir dans gibi olur; hem direniş hem açık görüşlülük ile uyumsuzluğu, ölümü ve umudu aynı anda izlemek gerekir.

Felsefe, sonuna kadar dürüst olmaktır; bu da, intiharı reddetmekle değil, onun kaçınılmaz sorusunu sonuna dek düşünmekle mümkündür.

UYUMSUZ DUVARLAR

Derin duygular da büyük yapıtlar gibi, söylediklerinden daha fazla anlam taşır. Bu duygular yalnız bireyin içinde kalmaz. Her duygu, bir metafizik ve tinsel tutum içerir: kıskançlık, hırs, bencillik ya da cömertlik gibi duygular, kendilerine özgü bir evren yaratırlar. Bu evrenler, tıpkı uyumsuzluk gibi, hem kesin hem de belirsiz, hem yakın hem de uzaktır. Duygular doğrudan kavranamaz, ancak sonuçlarından ve doğurdukları eylemlerden anlaşılabilirler. Bu, bilginin değil, açıklığın arandığı bir yaklaşımdır.

Uyumsuzluk (Absürdlük), her yerde zuhur edebilir: Bu duygu, dünyayla olan ilişkinin bir anda kopmasıdır ve bu ani kopuşta, birey kendisini hem yabancı hem de yersiz hisseder.

Uyumsuzluğun başlangıcı sıradan anlarla belirir: Günlük hayatın tekrarında (tramvay, çalışma, yemek…) bir gün “neden?” sorusu belirir. Bu bıkkınlık, bilincin uyanışıdır. Artık iki yol vardır: yeniden alışkanlığa dönmek ya da kesin uyanışı sürdürmek. Bıkkınlıkta tiksindirici bir şey vardır.

Uyumsuzluk, bilincin kaçamayacağı bir sorudur ve yaşamın makineleşmiş akışı birdenbire saçma görünmeye başlar. Uyumsuzluk, zamanla da ilişkilidir. İnsan geleceğe dayanarak yaşar, ama sonunda kendi zaman içindeki yerini fark eder. Bu farkındalık, yaşlanmayla ve ölümün yaklaşmasıyla birlikte benliği sarsar. Dünya, insana artık yabancıdır. Daha önce anlam yüklediğimiz nesneler, bir taş, bir ağaç dizisi, bir gökyüzü, artık anlamlarını yitirir. Bu, insanla dünya arasındaki metafizik kopuşun simgesidir: dünya yeniden kendi kendisi olmuştur ve artık anlamlandırılamaz hale gelmiştir. Uyumsuzluk yalnızca doğayla değil, insanla da yaşanır. Aynadaki kendi görüntüsü bile bir anda yabancılaşır.

Ölüm, yaşanmamış bir deneyimdir. Gerçekte ölüm deneyimi yoktur. Sadece başkalarının ölümünden haberdar oluruz. Ancak ölüm, bize gerçek bir yazgı olarak hatırlatır ki yaşamın ve çabanın ardında hiçbir ahlak ya da çabanın haklı çıkaramayacağı bir anlamsızlık yatmaktadır.

Camus, Aristoteles’in mantık tanıtlamasından hareketle usun (aklın) sınırlarına ulaşır: Gerçek bilgi, ancak insanbiçimsel olabilir. Evrenin anlamı, insanın ona yüklediği anlamdan ibarettir. Ancak evren acı çekmez, sevmez, yani insan gibi değildir.

Bu noktada uyumsuzluğun tanımı kesinleşir: Uyumsuz, usa aykırı ile, insanın açıklık isteğinin karşı karşıya gelmesidir. O hem evrende hem insanın içinde vardır. Dünyanın suskunluğu ile insanın anlam arayışı arasındaki gerilimdir. Bu yüzden Camus şöyle der: Uyumsuz, dünyaya bağlı olduğu kadar da insana bağlıdır. Bu iki kutbu birleştiren tek şey, insanın düşünsel dürüstlüğü ve mantığı sonuna kadar sürdürme cesareti olabilir.

Camus, uyumsuzluğu kabul eden bireyin yapması gerekeni felsefi dürüstlük olarak tanımlar. Bu bir tür varoluşsal sorumluluktur. Fakat bu dürüstlükle yaşamak zordur. Uyumsuzluğu bir kez kabul edince o bir tutkuya dönüşür. Ancak bu tutkumuzla yaşayabilir miyiz? Bu noktada Camus, 20. yy düşünürleriyle hesaplaşır. Heidegger, Jaspers, Chestov, Kierkegaard, Husserl gibi düşünürlerin uyumsuzluğu başlangıç noktası kabul ettiklerini ve sonuçta ya umudu, ya da sonsuz karanlığı seçtiklerini ortaya koyar.

Önerilen yol: düşünceyi çelişkilerden arındırmak değil, onlarla birlikte yaşamak, onları açık görüşlülükle kabul etmektir. Çünkü uyumsuzluk, bir sorunun değil, bir varoluş tarzının adıdır.

FELSEFECİ İNTİHAR

Uyumsuzluk yalnızca hissedilmekle kalmamalı, onunla birlikte düşünmeye de başlamalıdır. Uyumsuzluk her şeyden önce bir kopuştur. Bu kopuş, insanın evrene yönelttiği anlam arayışıyla evrenin sessizliği arasındaki karşıtlıktan doğar. Uyumsuzluk ne yalnızca bilinçtir, ne de yalnızca dünyanın anlamsızlığıdır; ikisinin çatışmasıdır.

Bu noktada Camus, bir ilke koyar: Uyumsuzluk düşüncesi doğrultusunda felsefe yapılacaksa, bu düşünceye sonuna kadar sadık kalınmalıdır. Yani, uyumsuzluğu gerçekten tanıyan bir düşünür, onunla birlikte yaşamayı kabul etmelidir; onu aşmak ya da yok etmek değil. İşte bu noktada felsefi intihar kavramı devreye girer.

Bazı filozoflar (özellikle Kierkegaard, Chestov, Jaspers gibi varoluşçular) uyumsuzluğu kabul ettikten sonra, onu çözmek ya da aşmak için Tanrı’ya ya da aşkınlığa sıçrarlar. Bu sıçrama, rasyonel bir çözüm değil, bir inanç sıçramasıdır. Camus, bu sıçramayı bir felsefi intihar olarak tanımlar. Çünkü düşüncenin başlangıcında tanıdığı uyumsuz gerçekliği sonunda reddetmiş olur. Camus için bu, düşüncenin kendi üzerine düşmesi, kendi başlangıcını yok etmesidir.

Camus, Husserl’in (Fenomenoloji) soyut Tanrısı ile Kierkegaard’ın göz kamaştıran Tanrısı arasında büyük fark olmadığını ileri sürer. Her ikisi de uyumsuzluğa bir yanıt verir, ama bu yanıt açıklık ve dürüstlükle yüzleşmek yerine, bir tür teselli ve avuntu sunar.

Uyumsuz düşünce, ya açık gerçekliğe sadık kalacak ya da felsefi intihara sürüklenecektir. Ne Kierkegaard’ın inanç sıçraması, ne Husserl’in özler evreni bu gerçekliğe sadık kalmaktadır. İnsan, Tanrı olmadan da suçlu olabilir ve bu suçu kabul etmek, onunla yaşamak, esas dürüstlük biçimidir.

UYUMSUZ ÖZGÜRLÜK

Burada uyumsuzluk artık bir duygu değil, bir etik konu olarak ele alınır. Camus, insanın günlük yaşamına dönmesi gerektiğini ancak artık umutsuzluğu benimsemiş bir bilinçle dönmesi gerektiğini savunur: Uyumsuz insan, hayali uzlaşmalardan, geleceğe ertelenmiş amaçlardan, aşkınlık arayışından uzak durur. Bu noktada parçalayıcı uyumsuzu mu seçeceğiz, yoksa ortasına bir ev mi kuracağız? Bu, etik bir tercihtir.

Uyumsuz insan için intihar, felsefi bir yargı değil, mantıksız bir kabulleniştir. Çünkü intihar uyumsuzluğu çözmez, onu ortadan kaldırır. İntihar başkaldırının mantıksal sonucu değil, onun inkarıdır.

Camus, geleneksel “özgürlük” kavramını da sorgular. Geleneksel anlamda özgürlük Tanrı’ya dayanır, yani Tanrı yoksa özgürlüğün de geleneksel anlamda mümkün değildir. Ama bu bir yıkım değildir, çünkü uyumsuz insan yepyeni bir özgürlük kazanır: Günü gününe yaşama, geleceği önemsememe ve yalnız bilinçle var olma özgürlüğü. Bu özgürlük, Tanrı’nın bahşettiği değil, insanın kendi yadsımasından doğan bir özgürlüktür. Bu nedenle: Uyumsuzluk benim bütün ölümsüz özgürlük şanslarımı sıfıra indirirken, bana eylem özgürlüğümü verir.

Uyumsuz insana göre mesele artık en iyi nasıl yaşamalı? değil, en çok nasıl yaşanır? sorusudur. Çünkü yaşamda değer basamakları artık yoktur; yaşam ancak deneyimlerin niceliğiyle anlam kazanır. Camus bu noktada hem ahlaki değerleri hem de geleneksel amaçlı yaşam ideallerini yadsır.

Bu yaşam biçimi bir tür dünyayla sürekli karşı karşıya gelme hali, sürekli bir uyanıklık halidir. Bu nedenle Bilinç, sürekli uyanıklıktır. Özgürlük geleceğin olmayışından doğar. Tutku ve deneyimlerin derinliğini ve fazlalığını arar. Camus, sonuç olarak üç ilkeye ulaşır:

  1. Başkaldırı – Umutsuzluğun bilinciyle yaşamak.
  2. Özgürlük – Tanrı’dan değil, yadsımanın kabulünden doğan pratik özgürlük.
  3. Tutku – Deneyimlerin ve yaşamın bilinçli fazlalığı.

Bu ilkeler Camus’nün (uyumsuzluk ya da absürd) felsefesini, hem nihilizmden hem de varoluşçu kaçışlardan ayırır. Sonuç olarak felsefi intiharı değil, yaşama tutkusu içinde direnmeyi seçer.

2. UYUMSUZ İNSAN

Uyumsuz insan, yaşamın anlamını kesin olarak yadsımamakla birlikte, hiçbir sonlu ya da sonsuz gerekçeyi kabullenmeden yaşamaya devam eden kişidir. Bu tavır, hem başkaldırıyı hem de sınırlı özgürlüğü içerir. Onun ahlaki sistemi, geleneksel buyruklardan değil, bilincin sürekliliğinden doğar. Tanrısızlık, onu serbest bırakmak yerine sorumluluk yükler. Camus bu noktada “Her şeye izin verilmiştir” ilkesini ele alır ve Ivan Karamazov’a göndermede bulunur. Uyumsuz insan suçluluk duygusuyla değil, bilinçle hareket eder; Sorumlular bulunabilir, ama suçlular yoktur.

DON JUAN’CILIK

Don Juan, Camus’nün uyumsuz insan tanımına örnek bir figürdür. Onun kadınlar arası geçişi, ahlaki eksiklikten değil, yaşamı çoğaltma arzusundan kaynaklanır. Her kadını tutkuyla sevmekte, ama bir kez daha diyerek tekrar başka bir aşka yönelmektedir. Bu, aşkın metafizik anlamını değil, deneyim zenginliğini kutsar.

Don Juan aşkı bir kez yaşamakla yetinmeyip, onu her defasında yeniden arayan, ancak aşkı tek ve mutlak görmeyen kişidir. Bu da onu bencil değil, bilincin ötesinde cömert yapar. Don Juan kadınların koleksiyonunu yapmaz. Onlarla birlikte yaşam şanslarını tüketir.

Sonunda yaşlanan Don Juan, toplumun beklentilerine uygun şekilde cezalandırılmaz; çünkü oyunun kuralını bilerek ve isteyerek oynamıştır. Don Juan’ın yazgısı, doğası gereği uyumsuz bir yazgıdır ve cezalandırılması Tanrı’nın değil, insanların arzusudur.

OYUN

Oyuncu figürü, Camus’ye göre uyumsuz insanın başka bir yüzüdür. Oyuncu, zamanın geçiciliğini sahneye taşıyan, görünüş alanında hüküm süren kişidir. Her gün farklı yazgılarla sahneye çıkan oyuncu, sürekli olarak varoluşun geçiciliğini yaşar.

Bir oyuncu ya başarır ya başaramaz. Ama her iki durumda da ölümlüdür. Oyuncunun tek kesinliği budur. Sahnedeki rollerin gerçekliği geçici olduğu gibi, oyuncunun kendisi de yaşarken tükettiği o rollerle birlikte yüz kere ölür. Bu, onun hem gücüdür hem de zayıflığı. Oyunculuk, bir sanat olduğu kadar, geçici bir yaşam biçimi olarak da uyumsuz bir varoluş biçimidir.

FETİH

Fetih uyumsuz insan modeline bir başka figürü ekler: eylem insanı, yani fatih. Bu figür, düşünceyi dışlamadan eyleme yönelmiş, gözlem ile müdahale arasında tercihini yapmıştır. Ya Tanrı vardır, ya zaman, diyerek Camus, ikili bir seçime zorlar insanı.

Uyumsuz fatih, tarihsel ve toplumsal gerçekliğe karşı kör kalmaz. Bu yönüyle devrimci ruhu taşır, ama sistematik bir ideolojiye sığınmaz. Fatihin özgürlüğü, sonuçtan ya da başarıdan gelmez. Onun için başarı değil, başkaldırı değerlidir. Bu nedenle, fatihin hiçbir şeyi sürekli değildir, öğretileri bile.

3. UYUMSUZ YARATIM

FELSEFE VE ROMAN

Uyumsuzluk, yaşamın anlam arayışına karşılık gelen bir düşünsel zemindir ve sanat bu zeminde bir tür varoluş biçimi olarak belirir.

Camus, savaşların ortasında bile görevlerini bilinçle yerine getiren insanların, yaşamın derin bir düşünceye yaslandığını ve bu düşüncenin de eşsiz bir bağlılık olduğunu söyler. Dünyanın uyumsuzluğunu sürdürmekte metafizik bir mutluluk vardır; absürd yaşamın içindeki direnişin kendisi bir anlam taşır. Uyumsuz insan, yenilgiyi baştan kabul etmiştir ama bu teslimiyet değildir: Aşk, uyumsuz başkaldırı, kişinin daha baştan yenik düştüğü bir savaş alanında onuruna sunduğu saygılardır.

Sanat, uyumsuz bilincin bir uzantısıdır; yaratmak, iki kez yaşamaktır. Sanatçının görevi bir anlam üretmek değil, yaşamanın düşünsel gerilimini betimlemektir. Sanat yapıtı, bu nedenle gerçekliğin anlatımı değil, onun görünüşlerine sadık bir yeniden yaratımıdır. Sanat bir çıkış değil, uyumsuzluğun kendisini tanıklayan bir eylemdir.

Uyumsuz bir yapıtın mümkün olabilmesi için düşüncenin orada bulunması ama açıkça ifade edilmemesi gerekir. Sanat yapıtı usun somutu uslamaktan vazgeçmesinden doğar. Yani düşünce tarafından kışkırtılan ama düşüncenin kesinliğinden vazgeçen bir üretim biçimi. 

Camus, romanı bu yaratımın özel bir biçimi olarak görür. Romancı, artık yalnızca öykü anlatmaz; bir evren yaratır. Balzac, Dostoyevski, Kafka gibi yazarların ortak noktası, açıklamaya çalışmak yerine imgeler aracılığıyla bir düşünceyi taşımalarıdır. Gerçeği yüceltmeye gücü yetmeyen düşünce, onu yansıtmakta karar kılar. Roman, bu anlamda hem felsefenin hem sanatın sınırlarını birleştiren bir tür olarak konumlanır.

KİRİLOV

Camus, Dostoyevski’nin Cinler (Ecinniler) romanındaki Kirilov karakteri üzerinden, intihar ve tanrı kavramı arasındaki ilişkiyi tartışır. Kirilov, uyumsuzluk felsefesinin sınırlarında yer alır, ama onu aşarak sıçramaya geçer.

Dostoyevski’nin kahramanları yaşamın anlamını tutkuyla sorgular. Kirilov’un mantıksal intiharı, Tanrı’ya olan inancın yitimiyle birlikte, yaşamın anlamsızlaşması sonucunda gelen bir eylemdir. Tanrı yoksa, ben tanrıyım… Tanrı olmak için kendimi öldürmeliyim. Bu paradoksal önerme, hem intiharın hem de tanrılığın metafizik temellere dayandığını gösterir.

Kirilov’un tanrılığı, dinsel değil, dünyevidir. Tanrı yoksa, insan kendi yasasını kendi belirlemeli, hiçbir otoriteye boyun eğmemelidir. Bu anlayış, Nietzsche’yle de örtüşür: Tanrı’yı öldüren kişi, kendi tanrısı olur.

Kirilov, insanlara yol göstermek adına kendini öldürür. Bu bireysel bir çaresizlik değil, bir eylemdir. Onda İntihar, umutsuzluk değil, özgürlüğü ilan etme arzusudur. Bu bağlamda intihar eğitici bir jesttir.

Ne var ki Dostoyevski, Kirilov’la başladığı uyumsuz düşünce çizgisini Karamazov Kardeşler’de terk eder. Alyoşa’nın ölümden sonra kavuşmaya dair verdiği yanıt, metafizik bir umudu temsil eder: Elbette, yeniden göreceğiz birbirimizi. Camus için bu noktada Dostoyevski, uyumsuzluktan varoluşçuluğa, hatta Hristiyanlığa geri döner.

Uyumsuz yapıt ile varoluşçu yapıtın ayrımı konusunda Camus nettir: Uyumsuz yapıt yanıt sağlamaz. Bu nedenle, Cinler ya da Karamazov Kardeşler, bir uyumsuz yapıt değil, uyumsuz sorunu ortaya atan yapıtlardır.

YARINSIZ YARATIM

Uyumsuz düşünce, nihai bir anlamın yokluğunu kabul etmekle başlar, ancak insan zihni bu boşluğu yaratımla doldurmaya çalışır. Yaratım bir çaba, bir direniştir ve sonuçsuz kalacağını bile bile yapılan bu eylem, insanın en onurlu tavırlarından biri hâline gelir.

Uyumsuzluk ve yaratıcı tutum çelişkili bir birlikteliktedir. Yaratıcılık umutsuzluğu aşan değil, onu kabul eden bir tutumdur. Boş yere çalışıp yaratmak, kumdan heykel yapmak… yapıtının bir gün içinde yıkıldığını görmek, uyumsuz düşüncenin izin verdiği zor bilgeliktir. Bu bilgelik, hem her şeyi yadsır hem de yücelten bir anlam estetiği sunar.

Uyumsuz sanatçı, yaratımın geleceği olmadığını bilerek yaratır.

Sanatçının tüm yapıtları, bir bütünün parçalarıdır. Bazen birbiriyle çelişebilir, ama ölüm anında bütünleşirler. Yaratıcının ölümü, deneyimini ve dehasının kitabını kapayan ölümdür. Eserler sanatçıyı, sanatçı da eserini tanımlar. Uyumsuz yaratım, bireyin yazgısına biçim vermesidir; onun bir devamıdır.

Camus net bir sav ortaya koyan yapıtları eleştirir; çünkü onlar felsefenin kopyalarıdır. Uyumsuz yapıt, sınırlı, ölümlü ve baş kaldırmış bir düşüncenin açık simgelerini sunmalıdır. Yaratıcı da fatih gibi son kertede yaptığı işin var olmayabileceğini kabul edebilmelidir. 

Bu bilinç, Camus’nün uyumsuz kahraman anlayışına dayanır: Her türlü bireysel yaşamın derin yararsızlığını sonuna kadar götürmek. Bu reddediş, aynı zamanda derin bir özgürlüğün ifadesidir. Sevinç ya da mutluluk, her şey özgürlüktür.

4. SİSİFOS SÖYLENİ

Camus, Uyumsuz insan kavramına somut bir örnek olarak Sisifos Efsanesini örnek verir.

Tanrılar Sisifos’u, bir kayayı sonsuza dek bir dağın tepesine çıkarmaya mahkum ederler. Kaya her defasında tepeye ulaşır ulaşmaz aşağı yuvarlanır. Bu tekrarın hiçbir anlam taşımaması, absürdlüğü, cezanın en acımasız yanıdır: Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdir.

Sisifos’un bu cezaya çarptırılmasının nedenleri çeşitlidir: Tanrıları kandırması, sırlarını ifşa etmesi, Ölüm’ü zincire vurması ve dünyaya dönmeyi reddetmesi gibi eylemler onun cezaya layık görülmesine neden olur. Camus, bu anlatıları önemli görür, fakat esas ilgisini çeken sonsuz tekrarda yatan felsefi durumdur.

Sisifos’un fiziksel mücadelesini ayrıntılı bir şekilde betimler: ter içinde kalan bedeni, taşı yukarıya iterken yaşadığı zorlanma, yeniden ve yeniden aynı uğraşı yapması. Ama asıl önemli olan, tepeye ulaşıldıktan sonraki birkaç saniyedir: kaya tekrar aşağı iner ve Sisifos yeniden aşağıya inmeye başlar. Camus’nün ilgilendiği tam da bu dönüş anıdır.

Sisifos’un trajedisi, bu dönüş anındaki bilinçlilik durumudur. Yazgısının farkındadır, ama yine de yürümeye devam eder. Bu bilince sahip olduğu için uyumsuz kahraman olur. Umut beslemez, kurtuluş aramaz. Ancak yazgısını kabullenir ve ona rağmen yaşar.

Camus, insanın da tıpkı Sisifos gibi anlamsızlığa mahkum olduğunu ama bu bilinçle onuru ve direnci sürdürebileceğini savunur. Sisifos’un kayasına doğru yürüyüşü bazen acı verici olabilir. Ama bu acı bile, farkındalıkla birlikte bir sevinç anına dönüşebilir. Sophokles’in Oidipus’u bu bilinçli yazgı kabullenmesine bir örnektir. Oidipus’un şu cümlesi, bu bilincin ifadesidir: Bunca acı deneyime karşın, ilerlemiş yaşım ve ruh büyüklüğüm her şeyin iyi olduğu yargısına götürüyor beni. İşte bu, Sisifos’un da ulaşabileceği bir uyumsuz mutluluk formülüdür.

Uyumsuzluk ve mutluluk birbirine zıt değil, kardeştir. Yazgıyı bir insan işi haline getirmek mümkündür. Uyumsuz insan, çabası anlamsız olsa bile, bu çabanın içinde yaşamın güzelliğini ve özgürlüğünü bulur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.

Sisifos’un zaferi, tanrılara karşı değil, anlamsızlığa karşı bilinçli bir evet demesidir. O, yazgısına boyun eğmez; onu sahiplenir. Ve bu sahipleniş bir anlam bulma değil, anlam yokluğuna rağmen yaşamı kabul etme biçimidir.

Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir. Bu cümle, Camus’nün bütün uyumsuzluk (absürd) felsefesinin doruk noktasıdır. İnsan, yaşamın anlamsızlığı karşısında özgürlüğünü yalnızca başkaldırarak ve bilinci koruyarak kazanabilir. Sisifos’un eylemi, bu başkaldırının en yalın ve en güçlü biçimidir.