Albert Camus – Başkaldıran İnsan – Kitap Özeti

Albert Camus’nün Başkaldıran İnsan (L’Homme Révolté), 1951 yılında yayımlandığında yalnızca felsefi değil, aynı zamanda politik bir sarsıntı yarattı. II. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’nın harap olmuş vicdanı, özgürlük, adalet ve şiddet arasında kalmıştı. Camus bu eserinde, hem bireysel hem tarihsel düzlemde “başkaldırı”nın anlamını sorgular. Kitap, faşizmin ve Stalinist komünizmin zulmüne karşı insan onurunu savunan etik bir isyan çağrısıdır. Devrimci ideolojilerin cinayeti haklılaştıran doğasına karşı çıkar; başkaldırının, insanı insana bağlayan ölçülü bir ahlakla sınırlandırılması gerektiğini savunur.

Bu kitaba ek olarak benzer dönemden Simone de Beauvoir – Muğlaklığın Ahlakı kitabını da okumanızı öneririm.

GİRİŞ

Albert Camus kitaba mantık cinayeti kavramıyla başlar. Artık cinayet tutku ile değil, ideolojiyle işlenmektedir. Çağdaş cinayetlerin ardında yatan felsefi meşrulaştırmalar dikkat etmek gerekir. Bugünün katilleri arkalarında bir felsefi sistemle kendilerini aklamaktalar. Eski zamanlarda cinayet kişisel bir patlamaydı: Yapardı bu işi, o kadar; onun bütün inancı burada dururdu. Ancak artık cinayet bir öğretiye, evrensel mantığa dayanır hale gelmiştir.

2. Dünya savaşının korkunç bilançosu felsefi bir hesaplaşmayı zorunlu kılar. Totaliter rejimler, özgürlük bayrağı altında tutsak kampları kurarak, öldürmeyi etik maskelerle gizlemiştir. Bu nedenle sorulması gereken soru nettir: “Önümüzde duran şu ötekini öldürmeye ya da öldürülmesine boyun eğmeye hakkımız olup olmadığını bilmediğimiz sürece hiçbir şey bilemeyiz.

Camus, Sisifos Söyleninde incelediği uyumsuzluk (absürd) kavramını yeniden ele alarak cinayet ve başkaldırı karşısında ilerletir. Ancak uyumsuzluk duygusu, cinayet konusunda net bir eylem kuralı sunmaz. Aksine, her şeyi olanaklı hale getirir: Ne evet kalır ne hayır, katil ne haklıdır, ne haksız. Bu önemli bir tehlikedir: uyumsuzluk, her değeri yadsıdığında, cinayet de olanaklı ve önemsiz hale gelir. Bu durumda, en etkin olan, yani en güçlü olan haklı sayılacaktır.

Uyumsuzluk duygusu, insanı yaşamaya iter çünkü yaşamak saçmanın bilinçle sürdürüldüğü bir mücadeledir. Dolayısıyla, intihar da, cinayet de uyumsuzluğun reddidir. Ama bireysel intihar, başkalarının yaşamına müdahale etmez; kolektif intihar ise —örneğin Hitler’in sonundaki gibi— herkesi kendisiyle birlikte yok etmeye yönelir.

Uyumsuzluğun bir “çıkış noktası” olmalıdır. Aksi halde, insan ayna önünde yaşar ve yaranın kendisi haz verir hale gelir. Uyumsuzluk, eyleme geçmek yerine bir haz nesnesine dönüşürse yozlaşır.

Uyumsuzluk deneyinde elimdeki ilk ve tek gerçek, başkaldırıdır. Uyumsuzluk, yalnızca anlamsızlığa bir tepki değildir; bir düzene, bir adalete duyulan ihtiyaçtan da doğar: Haykırır, dayatır, karışıklık bitsin… ister. Bu noktada başkaldırı, eylem ihtiyacına dönüşür. Ancak sorun burada başlar: Eylem için insanın kendi kendini incelemeye boyun eğmesi gerekir.

Başkaldırı, evrensel bir öldürme yetkisini mi doğurur, yoksa insanı suçsuzluğa ulaşmadan, Us’a uygun bir suçluluk ilkesi bulmaya mı iter?

1. BAŞKALDIRAN İNSAN

Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri… Ancak bu “hayır”, tam bir reddiye değil; aynı zamanda örtük bir “evet” de içerir. Başkaldırı, sadece yadsıma değil, aynı zamanda bir değerin savunulmasıdır. Başkaldırı, sınır koymaktır. Bu sınırın ötesinde korumaya değer gördüğü bir hak veya değer bulunmaktadır.

Bilinç başkaldırıyla doğar. Birey, daha önce kabullendiği şeyleri artık kabul etmez hale gelir ve yalnızca kendi için değil, insanlık adına da hareket eder. Bu nedenle başkaldırının yöneldiği değer, bireyin kendini aştığı, tüm insanlarla paylaştığı bir değerdir.

Başkaldırı yalnız ezilen bireyden doğmaz, başkalarının ezilişine tanık olan birey de başkaldırabilir. Bu, bencil bir çıkış değildir. Başkaldıran insan, başkasında kendini aşar. Bu anlamda başkaldırı, doğal bir bağlılığa, insanlık durumuna kök salmış doğaötesi bir ortaklıktır.

Camus, Max Scheler’in hınç kavramıyla başkaldırıyı karşılaştırır. Hınç, bastırılmış bir güçsüzlüğün içe dönük zehirli bir salınımıdır. Ancak başkaldırı, tam tersine, varlığın kabuğunu kırar, taşmasına yardım eder. Hınç kıskançlıkla renklidir, başkaldırı ise ele geçirmeye çalışmaz ilkin, kabul ettirmeye çalışır. Hınç pasif, içe dönüktür; başkaldırı ise etkin ve yaratıcıdır. Başkaldırı, bireysel çıkarların ötesinde bir onur ve değer savunusudur.

Başkaldırı kavramı batı düşüncesine özgüdür. Çünkü kutsalın (örneğin kast sistemlerinde ya da ilkel kabilelerde) egemen olduğu evrenlerde, başkaldırı kavramına yer yoktur. Kutsal evrende başkaldırı sorununa rastlanmıyorsa, tüm yanıtlar bir kez için, kesinlikle verilmiş olduğundandır. Başkaldırı ancak kurumsal eşitliğin görünürde sağlandığı ama gerçek eşitsizliklerin sürdüğü ortamlarda anlam kazanır. Bu nedenle politik özgürlüğün geliştiği ama eşitsizliklerin sürdüğü Batı toplumlarında başkaldırı bilinci ortaya çıkmıştır.

Başkaldırı birlik bilincidir: Başkaldırıyorum, öyleyse varız. Yani Başkaldırı yalnız bireysel değil, kolektif bir bilinç doğurur, ilk etik ve politik değerler de bu kolektif farkındalıktan doğmuştur.

2. DOĞAÖTESİ BAŞKALDIRI

Doğaötesi başkaldırı, insanın kendi koşulunun ve bütün evrenin karşısına dikilmesidir. Bu başkaldırı, kölenin efendiye karşı çıkmasından daha kapsamlıdır; çünkü burada itiraz yalnızca bir kişiye değil, tüm evrensel düzene yöneliktir. Ancak bu başkaldırının temelinde sadece bir yadsıma değil, bir değer yargısı vardır. Başkaldıran kişi… bir değer yargısı adına yadsır durumunu benimsemeyi.

Her başkaldırı, paradoksal biçimde, bir düzen özlemiyle başlar. Başkaldıran kişi kendine göre parçalanmış bir dünya üzerinde dikilir, onun birliğini ister.

Doğaötesi başkaldırı, zorunlu olarak tanrıtanımaz değildir; ancak çoğunlukla kutsalı sorgular. Başkaldırı, efendi ile köle arasında yeni bir güç ilişkisi doğurur. Bu yadsıma, o varlığı inkâr etmek değil, onunla eşit eşite konuşma talebidir.

Camus, doğaötesi başkaldırının sonunda iki yola sapabileceğini belirtir: ya insan eliyle adaletin ve birliğin kurulması (umut), ya da tüm değerlerin yadsındığı bir nihilizm (yıkım). Bu ikinci yol, başkaldıranın kendi ilkelerini unuttuğu andan itibaren başlar.

KABİL’İN OĞULLARI

Mitolojiden örnekler verirsek:

  • Prometheus, tanrılara karşı çıkarken, tanrılardan biri olarak davranır. Bu başkaldırı, bütün tanrıları yıkmak değil, yalnızca haksız bir tanrıyla hesaplaşmaktır.
  • Helen düşüncesi, ölçü ilkesine sıkı sıkıya bağlıdır. Antigone, Oidipus gibi figürler bile başkaldırırken ölçülü kalırlar: “Evet, hayırla dengelenir.”
  • Epikuros ve Lukretius’un doğaötesi başkaldırısı Tanrı’yı değil, onun insan yaşamına etkisini reddeder: Tanrıları yadsımaz, uzaklaştırır onları.

Modern başkaldırı, esas olarak Hristiyanlığın kişisel Tanrı anlayışına karşı gelişmiştir. Kişisel Tanrı varsa, ona hesap sormak da mümkündür. Bu nedenle başkaldırının tarihi, Hristiyanlık tarihinden ayrılamaz. Camus bu başkaldırıyı şöyle tanımlar: Prometheus’un öğrencilerinden çok, Kabil’in çocuklarının başkaldırısıdır.

SALTIK (MUTLAK) YADSIMA

Marquis de Sade’ın başkaldırısı, yalnızca Tanrı’yı yadsımakla kalmaz, onun yerine insanın arzularını koyar. Onun evreni, kapalı alanlar, haz manastırları ve hiyerarşik şatolarla örülüdür. Orada özgürlük, yalnızca başkalarını yıkma hakkı anlamına gelir. Sade, suçu ve cinayeti doğaya uygunluk olarak sunar. Cinayet artık bireysel patoloji değil, doğanın düzeniyle uyumludur.

Camus, Sade’ın düşsel başkaldırısını yazıya dökerek kurtulduğunu savunur. Bu bakımdan Sade kusursuz bir yazın adamıdır. Fakat Sade’ın başkaldırısı sonunda kendi üzerine çöker. Tüm hayır’dan salt evet’e doğru baş döndürücü bir yürüyüştür bu. Bu, isyanın kendi köklerini yadsıdığı andaki nihai çözülmedir.

Sade’ın öğretileri, modern toplumda yeni bir biçim kazanır. Sade’ın öngördüğü özgürlükçü başkaldırı, bugün teknikle birleşerek totaliter rejimlerin elinde bir zorbalık halini alabilir.

Romantik başkaldırı, yaratıcıya değil, yaratılmışa karşıdır. Bu başkaldırı, Tanrı’nın adaletine olan inançsızlıktan beslenir. Camus, özellikle romantik dönemin edebiyatında bireyin suçsuzluğunu savunarak kötülüğü seçtiğini belirtir. Romantik kahraman için iyilikle kötülük iç içe geçmiştir. Bu kahraman, Tanrı’nın adaletinden umut kesmiş, onun yerine kötülüğü savunarak insanın acısını ve yazgısını anlamlandırmaya çalışır. Bu durum, yazgının değerden arındırılması, sorumluluğun Tanrı yerine bireye yüklenmesidir.

Şeytani figür, ortaçağın boynuzlu iblisi değil, güzel, hüzünlü, yalnız bir gençtir. Acı çeken ama bunu haklılık aracı yapan bu kahraman, kendini meşrulaştırmak için şiddete başvurur. Romantizm, bireyin bu acısını mutlaklaştırır ve bunu başkaldırıya dönüştürür ama çelişkili bir biçimde sadece görünüş evreninde kalır. Züppe, bu görünüşe tutunan başkaldırmış kişidir. Onun varlığı, sürekli meydan okuma ve şaşırtma zorunluluğundadır.

Camus, züppeliği çileciliğin yozlaşmış hali olarak tanımlar. Yalnızlıkla yüzleşemeyen bu figür, yaşamı oynar, yaşamaz. Baudelaire ve Lacenaire gibi isimler, bu başkaldırının estetikleştirilmiş ama sonunda şiddeti yücelten figürleridir. Bu dünyada her şeyden cinayet sızıyor, der Baudelaire.

Kurtuluşun Yadsınması

Romantik başkaldıran birey, Tanrı ile hesaplaşırken aslında onunla aynı düzeyde konuşmak ister. Bu başkaldırı, Tanrı’yı inkâr etmekten çok, onunla rekabet halindedir. Ancak İvan Karamazov figürü ile başkaldırı daha derin bir aşamaya geçer: Tanrı’nın varlığını kabul ederek, onu ahlaken mahkum etmek. Çocukların acısı gerçeğe ermek için zorunlu acılarsa, bu gerçek bu pahaya değmez. Bu, adaletin Tanrı’dan üstün tutulmasıdır.

İvan’ın mantığı, ahlaki bir temelden yoksun dünyada her şeye izin vardır sonucuna ulaşır. Bu noktada, başkaldırı kendini yıkıcı bir çelişkiye sürükler: suçsuzluğu savunurken cinayeti onaylamak…

Camus’nün temel sorusu burada açık hale gelir: Başkaldırı içinde yaşanabilir mi? İvan’ın yanıtı, başkaldırının sonuna dek götürülmesidir. Bu da onu ya Tanrı olmak, ya da çıldırmak ikilemine iter.

Saltık Kesinleme

Stirner, Tanrı’nın yokluğundan yola çıkarak, tüm evrensel değerleri – devlet, insanlık, hukuk – yadsır. Başkaldırıyı radikalleştirerek her şeyi yadsıyan bir ben yaratır. Bu ben, cinayeti bile sıradan bir araç olarak görebilir. Onun bireyi, yalnızca tektir; kendinden başka hiçbir değeri kabul etmez. Bu noktada başkaldırı, özgürlük değil, yıkım sarhoşluğu halini alır.

Camus, bu başkaldırı biçiminin sonunda başkalarının da tek olması gerektiği sonucuna varılacağını ve bunun da ortak intihar anlamına geleceğini söyler. Bu radikal nihilizm, başkaldırının çöküşüdür.

Nietzsche başkaldırı felsefesinin bir zirvesidir, ama aynı zamanda bir sapma noktasıdır. “Tanrı öldü” derken, aslında Tanrı’ya karşı değil, onun yerini almaya çalışan değer sistemlerine karşıdır. Onun amacı, Tanrı’nın yokluğunda yeni bir değer sistemi kurmaktır. Bu, evet demeye dayalıdır: Bu evet, her şeye yöneliktir: acıya, ölüme, kötülüğe.

Bu noktada Camus, Nietzsche’nin Tanrı olma arzusunu sorunlu bulur. Çünkü her şeye evet demek, öldürmeye de evet demeyi varsayar. Nietzsche’nin özgürlük tanımı, sonunda zorbalığın, cinayetin ve yıkımın meşrulaştırılması ile sonuçlanabilir. Yine de Nietzsche bu başkaldırının sınırlarını ilk gören ve kendi çöküşünü bile felsefi bir deney haline getiren figürdür.

BAŞKALDIRAN ŞİİR

20.yy başında ortaya çıkan başkaldırmış şiir, yazınsal duyarlılık ile devrimci eylem arasında salınan bir gerilim taşır. Bu şiir, hem umutsuzlukla beslenen hayal gücünün hem de dizginlenemeyen devrimci arzu ve kudretin ürünüdür. Bu şairlerin —özellikle gerçeküstücülerin— temel gerilimi, görünüşten eyleme geçerken yaşanan çelişkilerdir.

Camus, Lautréamont ve Rimbaud’yu başkaldırmış şiirin simgeleri olarak sunar. Lautréamont’un Maldoror’un Şarkıları, insanın Tanrı’ya, ahlaka ve doğaya karşı öfkeli bir isyanıdır. Maldoror, evrene karşı bir öfkeyi ve kendi varlığını yok etme arzusunu taşır. Ona göre insan, görkemli bir cinayetle yüceltilir. Lautréamont’un başkaldırısı, başkaldırmış bir çocuğun evrene karşı duyduğu ilkel ve şiddetli öfkeye benzer.

Rimbaud ise Camus’ye göre başkaldırının en büyük şairidir, ama yalnızca Illuminations ve Cehennemde Bir Mevsim gibi eserlerinde. Hayatı, bu başkaldırının çöküşüdür: Tanrı’ya, güzelliğe söven, adalete ve umuda karşı silahlanan kişi… şimdi yalnızca geleceği parlak biriyle evlenmek istemektedir.

Gerçeküstücülük (Sürrealizm), başlangıçta başkaldırının İncili gibi görünse de zamanla tutarsızlaşır. Breton ve arkadaşları, usdışı özgürlük uğruna intiharı, cinayeti ve şiddeti kutsarlar: En basit gerçeküstücü eylem, elde tabanca sokağa inip kalabalığa rastgele ateş etmektir. Camus, bu radikal özgürlük anlayışının, başkaldırıyı yozlaştırarak nihilizme dönüştürdüğünü savunur.

Camus’ye göre bu şairler, başkaldırıyı kutsallaştırmış ama bir anlam yaratamamışlardır. Sonuçta ya sessizliğe (Rimbaud), ya da bayağılığa (Lautréamont) teslim olmuşlardır. Aşkı, ölümü ve şiiri kutsayarak bir tür tanrısız mistisizme yönelmişler, ancak birliğe ulaşamamışlardır.

YOKSAYICILIK VE TARİH

Doğaötesi başkaldırılar (örneğin Sade, Nietzsche, Dostoyevski’nin karakterleri) Tanrı’yı, düzeni reddederken, aynı zamanda kendi kural ve düzenlerini yaratmak istemişlerdir. Bu başkaldırılar, ölümle, intiharla veya cinayetle sonuçlanır. Çünkü yaratıcıya duyulan kin, yaratılışa duyulan kin ya da var olana duyulan tam ve kışkırtıcı bir aşk biçimine dönüşebilir.

Camus’nün temel tezi şudur: Başkaldıran insan ölmek istemez, anlamlı bir yaşam ister. Bu anlamı ararken Tanrı’yı yadsır; ama Tanrı’yı yadsırken, aslında yerine koyacağı bir aktöre ya da birlik hayali taşır. Ölümü reddetmek, yaşamın nedenlerini istemek demektir.

Başkaldırının kökeninde kötülüğe ve nedensiz acıya karşı duyulan bir öfke vardır. Camus’nün ifadesiyle modern insan Tanrı’yı öldürür, ancak bu özgürlük duygusu uzun sürmez. Hemen ardından yeni bir kilise kurmaya, yeni bir düzen yaratmaya yönelir. Bu başkaldırının nihai yönü, totaliter ideolojilere, evrensel kurtuluş projelerine ve tarihsel cinayetlere açılır. Tanrı ölünce, insanlar, yani anlaşılması ve kurulması gereken tarih kalır.

Bir kutsalı öldürmek, başka bir kutsalı yaratmayı gerektirir. Her başkaldırı, eğer olumlanacak bir değer içermezse, sonunda yok oluşa, öldürmeye ya da köleliğe çıkar.

3. TARİHSEL BAŞKALDIRI

Camus, tarihsel başkaldırının merkezine özgürlük ve adalet arasındaki gerilimi yerleştirir. Özgürlük bütün devrimlerin özündedir. Ancak, devrimler ilerledikçe, bu özgürlük arayışı yerini adalet adına özgürlüğün bastırılmasına bırakır.

Her başkaldırı bir suçsuzluk özlemidir… Ama bir gün olur, özlem silahları kendi eline alır.

Başkaldırı bireysel ve sınırlı bir eylemdir; bir tanıklıktır. Buna karşılık devrim, düşünsel bir sistem üzerine inşa edilmiş, dünyayı değiştirmeye yönelen tarihsel bir harekettir. Devrim düşünceyle şekillenir ama uygulamada bu düşünce hem insanı hem ilkeleri yok etmeye başlar. Bu nedenle Camus, tarihte şimdiye dek bir devrim olmadığını iddia eder. Her devrim, halkayı kapatmadan yeni bir baskı düzenine kapı açar.

Spartacus’un isyanı, eşitlik arzusunu temsil eder. Ancak bu isyan, Roma toplumuna yeni bir ilke getirmemiştir; köleler özgürlük isterken eski efendilerini kendi köleleri yapmaya çalışır. Camus burada ilkesel devrimin eksikliğine dikkat çeker. İnsanları öldürmek daha çok insan öldürmekten başka sonuç vermez.

KRAL ÖLDÜRÜCÜLER

Camus, krallıkların tarihte çok kez sona erdiğini ancak 1789 Fransız Devrimi ile ilk kez ilkenin (Tanrısal hak) öldürüldüğünü vurgular. Daha önce kralı öldürmek, başka bir kral istemekti. 1789’da ise Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak kral ortadan kaldırılır.

Rousseau’nun doğa hukuku ile Saint-Just’ün görüşleri birleşerek XVI. Louis’nin idamını meşrulaşmıştır. Kral artık dokunulmaz değildir; halkın genel istemine karşı geldiği için saltık kötülüğün simgesidir.

YENİ İNCİL

Rousseau’nun Toplumsal Sözleşmesi kitabı, yalnızca siyasal değil, aynı zamanda bir din kitabıdır. Burada egemenlik Tanrı’dan değil, halkın genel isteminden türetilir. Yeni bir kutsal inşa edilir.

Saint-Just’ün erdem dini, Roma Cumhuriyeti idealiyle beslenir. Cumhuriyet yalnızca senato değil, aynı zamanda erdemdir. Bu da her türlü uymazlığın suç sayılması ve yıldırıya (teröre) gerekçe oluşturur. Onun yasaları idealize etmesi, sonunda giyotin biçemi dediği mutlak cezalandırmaya varır. Erdemsiz yurttaş, fesatçıdır ve halkın birliğine tehdit oluşturur.

TANRI ÖLDÜRÜCÜLER

Camus, Hegel’i devrimci şiddetin felsefi temellendiricisi olarak eleştirir. Hegel’in tarih anlayışı, her şeyi tarihin sonundaki nihai uzlaşma ile haklı çıkarır. Bu anlayış, Hegel’den Marx’a, Marx’tan Lenin ve Stalin’e kadar uzanan bir çizgide devrimci yıkıcılığı meşrulaştırır. Hegel’in düşüncesi ya öldürmek ya köleleştirmek ikilemine indirgenebilir.

Hegel’in efendi-köle diyalektiği, tanınma arzusunun şiddetle, yıkımla ve boyun eğmeyle mümkün olduğunu savunur. Her bilinç, başka bir bilinççe tanınmak ister. Bu da çoğu zaman ölümle mümkündür. Bu, başkaldırının ahlaki sınırını yok eden bir görüştür.

Feuerbach ve Hegel sonrası düşünürlerde Tanrı yerine insanın konur, ama bu da sonunda devletin tanrılaştırılmasına yol açar. Gerçek tanrı, insansal tanrı devlet olacaktır.

Birey yadsınmış, değerler tarihe terk edilmiş, her şey güce indirgenmiştir. Camus, bu gidişatın sonunda Tanrı’ya ait olan her şeyin Sezar’a verilmesini, devrimin dinselleşmesinin ve kutsallığın yer değiştirmesinin trajedisi olarak tanımlar.

BİREYSEL YILDIRICILIK (Terör)

Rusya’da Alman idealizmi –özellikle Hegel’in düşüncesi– genç Rus aydınları üzerinde yıkıcı ve dönüştürücü bir etki yaratır. Bu genç insanlar, Hegel’in soyut sistemine kanı bulaştırır, onu yaşanmış bir deneyime dönüştürürler.

Camus, 19. yy önemli figürlerinden biri olan Bielinski’nin evrimini örnek gösterir. Başlangıçta Hegel’in tarihe verdiği anlamdan büyülenen Bielinski, her şeyin ussal olduğu fikrine kendini kaptırır. Ancak çok geçmeden, bu evrensel ussallığın gerçek hayatta zulmü, köleliği ve adaletsizliği de doğruladığını fark eder. Bu fark ediş, onu Hegel’e karşı çıkmaya iter. Ona göre önemli olan usun mutlaklığı değil, varlığın tümlüğüdür. Bu noktada başkaldırı, yalnızca düşünsel bir red değil, aynı zamanda etik bir talep olur:

Pisarev’de yoksayıcılık (nihilizm), bireyin doyumunu sağlayamayan her şeyi –din, sanat, ahlak, gelenek– ortadan kaldırmayı hedefleyen radikal bir tutum alır. Bazarov (Turgenyev’in Babalar ve Oğullar romanından), bu figürün simgesidir: her şeyi reddeder, yalnızca ussal bencilliğe inanır. Pisarev’in sorusu bu nihilizmin uç sınırlarını gösterir: İnsanın kendi annesini öldürüp öldüremeyeceğini sorar, sonra da yanıtı verir: Neden olmasın, bunu arzuluyorsam, yararlı buluyorsam, neden olmasın? Bu tür bireyler, büyük bir çelişkiyle yaşarlar: her şeyi yadsırken, yine de özveriyle kendi inançları için ölürler. Bu, yoksayıcılığın kendi kendini yadsımasıdır.

Bakunin, devrimci romantizmin en uç örneğidir. Hegelci geçmişiyle yüzleşmiş, sonra Hegel’i ve onun temsil ettiği devlet usunu yıkmak için saltık yıkımı savunmuştur. Ünlü sözü bu anlayışı özetler: Yıkma tutkusu yaratıcı bir tutkudur. Ona göre, tarih iki ilkeden ibarettir: devlet (kötülük) ve devrim (iyilik). Bu karşıtlık, başkaldırının romantik bir metafiziğe dönüşmesidir. Ancak Bakunin’in getirdiği çelişki şudur: Devleti yıkmak adına güçlü bir diktatörlük çağrısı yapar. Bu, özgürlük adına totaliterliğin davetidir. Böylece, anarşi ve despotizm aynı ağızdan çıkabilmiştir.

Neçayev, Bakunin’in teorilerini uç noktaya taşır. “Her şeye izin vardır” ilkesine dayanarak, devrim uğruna her türlü şiddeti, yalanı ve ihanetin meşru olduğuna inanır. Devrimci adından bile sıyrılmalıdır. Her şeyi bir tek tutkuda: devrimde toplamalıdır. Bu anlayış, devrimi etik kaygılardan tamamen koparır. Devrim artık sadece bir teknik ve irade meselesidir; amaç uğruna araçların kutsandığı bir siyasal nihilizmdir.

Camus, bireysel yıldırıcıları kibar katiller olarak tanımlar. Onlar, kendi canlarını vermeye hazır oldukları ölçüde başkalarının canını almaya cüret ederler. Bu insanlar için: Öldürme, intiharla özdeşleşmiştir. Kurban verdikleri kadar kurban olmayı da seçerler. Bu trajik eşitlik anlayışı, Camus’ye göre başkaldırının bir ahlaki formudur.

Ancak bu bireysel ahlaki başkaldırılar, çok geçmeden yerini totaliter ve kurumsallaşmış devlet yıldırıcılığına bırakır. Şigalev, insanlığın eşitliğe ulaşabilmesi için %90’ının köleleştirilmesi gerektiğini savunur: Sınırsız özgürlükten yola çıkarak sınırsız zorbalığa ulaşır. Bu mantık, Stalin’in, Hitler’in ve diğer totaliter rejimlerin temelidir. Böylece, bireyin etik başkaldırısı yerini tüm insanlık için şiddet anlayışına bırakır. Şiddet artık kurumsaldır, kolektiftir, teknikle donanmıştır ve özür dilemez.

DEVLET YILDIRICILIĞI VE USDIŞI YILDIRI

Başlangıçta özgürlük vaat eden devrimler, sonunda mutlak devlet egemenliği doğurur. Faşist rejimlerde, eylem kendi başına bir değer haline gelir. Nazi Almanyası’nda, devlet tek önder, tek parti, tek halk sloganı ile tüm değerleri yok eder. Herkes yalnızca bir aygıttır. Bu devrimler artık başkaldırı değil, mutlak teslimiyettir. Çünkü değerin yerini saltık güç almıştır.

Gerçek başkaldırı, değer yaratır. Başkaldıran birey, hem isyan eder hem de bir sınır çizer. Oysa yoksayıcılar (nihilisteler) bu sınırı yok eder, başkaldırının etik temelini ortadan kaldırır. Sonuç ya totaliter rejimler ya da etik çöküştür. Öte yandan ölmeyi, bir yaşamın karşılığını gene bir yaşamla ödemeyi benimseyen kişi, yoksamaları ne olursa olsun, tarihsel birey olarak kendisini aşan bir değerin varlığını kesinler. Bu nedenle, başkaldırı eyleminin asıl doğrulaması, şiddetin değil, özveriyle sınırlandırılmış etiğin kendisidir.

DEVLET YILDIRICILIĞI VE USSAL YILDIRI

Marx 19. yy İngilteresinde kapitalizmin doğurduğu sefalet ortamında etkili bir çözümleme sunar (Kapital kitap özeti). Ancak sosyalizm fikri, tarihsel deneyime değil, geleceğe ilişkin soyut bir önbiliye (önceden bilme) dayanmaktadır. Eleştirel yöntemle ütopyacı gelecek inancı Marx’ta iç içe geçmiştir. Marksistlerin bir kısmı Marx’ın yöntemine bağlı kalırken, birçoğu öğretinin önbili yanına, yani tartışmasız inanç boyutuna sarılmışlardır. Böylece Marksçılık, bilimsel olmaktan çok tarihsel kaderciliğe dönüşür.

Marx’ta burjuva ve Hristiyan kökenli bir tarih anlayışı vardır; tarihi çizgisel ve amaca yönelmiş görür. Camus, bu anlayışın insan-doğa uyumunu yıktığını ve tarihi doğadan üstün gördüğünü vurgular. Bu noktada Katolik gerici filozof Maistre ile Marx arasında paralellik kurar. Her ikisi de tarihin sonunu bir birlik anı, bir tarihin doruk noktası olarak tahayyül eder. Maistre için bu Tanrı’nın krallığıdır; Marx için sınıfsız toplum. İkisi de tarihsel şiddeti zorunlu görürler.

Marx’ın devrimci şeması, tarihin sonunu sınıfsız toplum olarak tasarlar. Ancak bu tasarım, şiddetin kaçınılmazlığını meşrulaştırır. Marx önbilisi ile, her ne kadar iyi amaçlara sahip olsa da, kurbanlar adına verilen mücadeleyi geleceğin iyiliğine feda eder: Yargıç tarihtir. Yargının uygulayıcısı da proletarya.

Marx’ın “Haksız yollara başvurmak gereksiniminde olan bir erek haklı bir erek değildir” sözü, Camus’ye göre onun gerçek büyüklüğünü gösterir. Ancak onun öğretisinin bir yanı, istemese de, devlet şiddetini ve totaliterliği haklı çıkarmıştır. Böylece başkaldırıyla başlayan bir fikir, devlet adına başkaldırıya karşı savaşla sonuçlanabilir hale gelir.

Camus, Hegel’in 1807’de tarihi bitirdiğini ilan etmesinden başlayarak Saint-Simoncular, Comte ve Marx gibi düşünürlerin “son tarih” vizyonlarını eleştirir. Bu tür önbililer, insanlarda canlı bir umut yaratır, ancak gerçekleşmediklerinde umudu azgınlığa, başkaldırıyı şiddete dönüştürürler. Beklenen gelmezse, inanç kurumsallaşır ve bir kilise yaratılır; aynı şekilde devrimler de kurumsallaşır.

Öte yandan Camus, Marx’ın ekonomik yasalarının tarih tarafından yalanlandığını belirtir:

  • Kapitalizm beklenenin aksine çökmemiş, planlamayı öğrenmiştir.
  • Küçük üretici sınıfı ortadan kalkmamış, tersine “teknisyenler” gibi yeni bir orta sınıf doğmuştur.
  • Fordist sistemde küçük atölyeler büyük işletmelere bağlanmış ama yok olmamıştır.
  • Proletarya da Marx’ın sandığı gibi evrensel bir görev üstlenmemiştir. İşçiler savaşlara katılmış, politik olgunluk göstermemiştir. Enternasyonal başarısız olmuştur.

Özellikle Simone Weil’e atıfla, teknikleşen üretim sürecinin işçiyi mekanikleşmiş, yaratıcı olmayan bir pozisyona ittiğini, kapitalizmin olduğu kadar sosyalizmin de işçiyi alçalttığını ileri sürer. Marksist ideallerle gerçeklik arasındaki uçurum büyümüş; devrim, artık insanın özgürleşmesini değil, daha fazla üretim, daha fazla birikim uğruna yeni bir köleliği doğurmuştur.

Lenin, Marx’ın birçok ilkesini stratejik nedenlerle çarpıtır. Devrimi bir askerlik işi olarak görür ve bu yüzden kitlelerin kendiliğindenliğini reddeder. Devrimi çekirdekten devrimcilerin yürütmesi gerektiğini savunur; bu anlayışla ajanlar örgütü kurar. Lenin’in Devlet ve Devrim adlı yapıtı, bir yandan devletin ortadan kalkması gerektiğini savunurken, öte yandan uzun süreli bir proletarya diktatörlüğünü meşrulaştırır.

Devrim, adalet uğruna adaleti feda eder hale gelir. Adalet sömürüsü doğar. Sonsuz bir üretim ve savaş içinde, devrim iktidarını korumak için her türlü özgürlüğü bastırır. Mucizevi bir sonu beklemek adına, şiddet ve yalan kutsanır. Bu, devrimin yıldırıya dönüşmesidir.

Camus, tümlük idealinin (birliğin) başkaldırının içini boşalttığını, özgürlükten feragat eden bir evrensel imparatorluğa dönüştüğünü söyler. Bu imparatorlukta bireysellik bastırılır; bireyin yerine dava geçer. İnsan artık yalnızca nesneleşmiş bir üretici, bir propaganda aracı, bir hafiyedir. Bu bağlamda, Prometheus’u simgesel olarak izler: Tanrılara başkaldıran figür, sonunda Sezar olur. Başkaldırı tanrısızlıktan doğmuştu ama sonunda kendisi tanrılaşır ve efendi olur. Böylece tarihsel başkaldırı, sonunda bir yeni yıldırıya, davaya, köleliğe dönüşür.

BAŞKALDIRI VE DEVRİM

Devrim, Tanrı’yı değil, artık insanı yadsır. İlkeler devrimi, Tanrı’yı temsilcisiyle yok ederken, 20. yy devrimi ilkelerde Tanrı’dan geriye kalanı da siler. Böylece tarihsel yoksayıcılık (nihilizme yakın) bir temel halini alır. Tarih adına yapılan her hareket, tiranlığa varır. Tarihe anlam yüklemeyenler de (örneğin faşistler), tarihe salt anlam atfedenler de (örneğin Marksistler), sonunda benzer şekilde toplama kamplarına ulaşırlar.

Faşizm ile komünizm, araçta değil amaçta ayrılır. Biri üstün insan mitiyle seçilmişleri kurtarır, diğeri herkesi köleleştirerek tüm insanları kurtarma peşindedir. Ancak ikisi de yoksayıcılıktan (nihilizmden) beslenir; hem insana hem tarihe ihanet ederler.

İnsan Tanrı rolünü üstlenince, ölümün uşağına dönüşür. Kendi elleriyle ölümler üretir ama kendisi de alt-insan olur. Devrim, başkaldırının doğurduğu değer umudunu yadsıyarak onu tersine çevirir.

Yoksayıcı devrim, başkaldırının değerini yok sayar. Oysa çağdaş devrim bile başlı başına bir değer önerisidir: insan egemen olmak ister. Ama hiçbir şeyin anlamı yoksa egemenliğin ne anlamı olur?

4. BAŞKALDIRI VE SANAT

Sanat da başkaldırının bir biçimidir. Sanatçı gerçeği yadsır ama onsuz da yapamaz. Sanat, dünyayı yadsırken ona eksik olanı katmaya çalışır. Bu hem yadsıyan hem yücelten bir eylemdir. Devrimler, sanata karşı düşman olmuştur. Fransız Devrimi bile büyük bir sanatçı çıkarmaz. Sanatın toplumsal yarara indirgenmesi (örneğin Saint-Simoncular’da) onu yoksayıcı hale getirir. Yoksayıcı sanat, biçemden ve gerçeklikten uzaklaşır.

Sanat, yadsıyan ama biçemleştiren bir eylemdir. Van Gogh’un “Tanrı’yı dünyaya bakarak yargılamamalı” deyişi gibi, sanat dünyaya biçim katma arzusudur; geçiciliğe karşı kalıcılığın arayışıdır.

Roman, modern başkaldırının estetik biçimidir. Klasik dönemin onay yazınına karşı, roman, bireyin bütünselliğini, yazgısını, eksikliğini ortaya koyar. Roman yazarı, Tanrı’yla yarışan bir yaratıcı gibidir. Roman dünyası eksiksiz bir evren kurma çabasıdır. Gerçeklikte ulaşılamayan birlik, romanın bütünlüğünde sağlanır. Tutkulu karakterler, hayatı romanlaştırır. Bu, başkaldırının en içsel biçimidir.

Proust, bireysel belleğin iç gerçekliğini kullanarak birliğe ulaşır. Zamanın parçalanmışlığını yeniden inşa eder. Amerikan romanı ise iç yaşamı silerek yalnızca dış hareketleri betimler. Bu, yoksayıcı ve mekanik bir dünyadır. Gerçek bir başkaldırı değil, umutsuz bir protestodur.

Sanat, yadsıma ile kabulün dengesidir. Gerçeği tümden yadsıyan sanat biçimci soyutlama olur. Gerçeği tümden kabul eden sanat ise yavan gerçekçilik olur. Her sanat eseri bir seçimdir, dolayısıyla her gerçekçilik saymacadır. Biçem, bu seçimin sonucudur. Gerçeğe karşı direnen biçim, sanatçının dünyaya kendi yasasını koyma girişimidir. Shelley’nin dediği gibi: Ozanlar dünyanın benimsenmemiş yasa koyucularıdır.

Sanat ve devrim aynı çelişkiyle yaşar: Yaratıcı da devrimci de başlangıçta umutla yola çıkar ama sonunda yıldırıya veya yadsımaya varabilir.

Çağdaş devrim, üreticidir ama yaratıcı değildir. Sanayi toplumları üretimi kutsar ama yaratımı unutur. Devrim, sonunda yaratıcı bireyi yok ederse kendini de yok eder. Sanat, devrimin hayatta kalma koşuludur. Güzellik olmadan devrim yaşayamaz. Estetik, insan doğasının tanıklığıdır. Shakespeare’siz kunduracı, tiranlık için kolay yemdir.

Sanat, insani olanı kurtarır. Bir toplama kampında sessiz piyano yapan Alman subayı örneği gibi: cehennemin ortasında bile insan yaratıma sığınır.

Güzellik, devrimlerin bir gün ihtiyaç duyacağı şeydir. Estetik umut, tarihin gaddarlığına karşı biricik karşı duruştur. Gerçek bir uygarlık, bu umudu içermek zorundadır.

5. ÖĞLE DÜŞÜNCESİ

BAŞKALDIRI VE ÖLDÜRME

Camus, çağdaş Avrupa’nın yaşam kaynağından uzaklaştığını, dinsel baskılardan kurtulmuş ama onları daha da katı biçimlerde yeniden üreten bir toplum haline geldiğini belirtir. Erdem ölür ama daha da azgın doğar; insancılık, gösterişli bir acımaya indirgenir. Bu ahlaki çöküş, cinayeti sıradanlaştırır; cinayetin kanı kutsal bir dehşet uyandırmaz hâle gelir.

Polis düzenine sığınmış bu uygarlıkta işkence düşkünü insanseverler sessizlik içindedir. Artık ne ozanlar ne halk, kurbanlara değer verir; herkes dalgın dalgın sırtını çevirir bu suça. Başkaldırının trajedisi burada başlar: Başkaldıran kişi ya öldürecek ya da ölecektir. Ama öldürdüğünde benzerliğini kabul ettiği bir kimseyi yok etmekte, yalnızlaşmaktadır.

Başkaldırı, benzerliğe dayalı bir dayanışma önerirken, öldürmek bu benzerliği yadsır ve dünyayı ıssızlaştırır. Öldürmeye yönelen başkaldırının tek çıkış yolu vardır: kendi ölümünü de kabul etmek.

Camus burada iki tür öldürmeyi ele alır:

  • Usdışı (irrational) cinayet: Sade’ın ya da Karamazov’un temsil ettiği her şeyi yadsıyan, kendinde öldürme yetkisi gören cinayettir. Burada hiçbir sınır tanınmaz. Bu tür öldürmede her türlü umut ilkesi silinir.
  • Ussal (rational) cinayet:

Başkaldırı ortak bir yazgının karşılıklı tanınmasını hedefler ve biçimsel olmayan ama ilkeli bir davranış kuralı önerir. Başkaldırmış kişi için adaletsizlik kötüdür. Gerçek başkaldırı özgür konuşmayı, açık dili, duru sözü savunur. Tüm tragedyaların doruğu kahramanların sağırlığındadır.

Başkaldırı tüm özgürlükten davacıdır. Bu özgürlük, başkasının varlığını ve başkaldırı gücünü tanımakla sınırlıdır. Öldürecek olursa, ölmeyi de kabul edecektir. Gerçek başkaldıran, kendi özverisinde ve ölümünde onurunu bulur.

Tarihte başkaldırının karşılaştığı paradoks, adalet ve özgürlük arasındaki çatışmadır. Her devrim bu çatışmayı yaşar: Mutlak adalet özgürlüğü yadsır, mutlak özgürlük ise adaletsizliği sürdürebilir. Gerçek başkaldırı, şiddeti sınırlayan kurumlar için mücadele etmelidir. Ölüm cezasını kaldıran ya da şiddeti kişisel özveriye bağlayan devrimler uğruna mücadele edilebilir.

ÖLÇÜ VE ÖLÇÜSÜZLÜK

Başkaldırının sınırı ve ölçü ilkesinin unutuluşu, devrimlerin yoldan sapmasının başlıca nedenidir. Sınırı reddeden yoksayıcı düşünceler, durmaksızın hızlanan bir devinime kapılarak, kendilerini fetişleştirilmiş yıkıma ve sınırsızlığa sürükler. Oysa başkaldırının ortaya çıkardığı sınır hem bireysel hem tarihsel düzlemde insanı yıkımdan koruyan ölçü kavramını temsil eder.

Her düşüncenin —ister olumlayıcı ister yadsıyıcı— ölçüyü içinde taşır. Modern fizik dahi göreliliği ve ölçüye bağlı tanımı temel alır. Gerçeklik, ancak yaklaşık düşünce ile kavranabilir. Us, gerçeğe inanabilmemiz için düşündüğümüzü sonuna dek götürmeme yeteneğimizdir.

Ölçü yalnız felsefi değil, teknik ve toplumsal düzeyde de gereklidir: Makineleşme kötü değildir; kötü olan insanı küçülten ölçüsüz iş bölümüdür. İnsan, üretim araçlarında yeniden bir zanaatkâr onuru bulabilir.

Başkaldırı ve ölçü arasındaki bağ, yalnızca epistemolojik değil, etik ve estetik bir değerdir: Gerçek tümüyle ussal değildir, ussal da tümüyle gerçek değildir. Camus, Nemesis figürüyle (ölçü tanrıçası) bu sınıra simgesel bir anlam yükler: Ölçü, başkaldırının temelidir.

Değer, tarihin ya da yaşamın üstünde değil; ancak bir insanın uğruna can verdiği şeyde gerçeklik kazanır. Arı erdem öldürücüdür. Umursamazlık kadar saf erdem de yok edicidir. İnsan ne tamamen suçlu ne tamamen suçsuzdur; ölçülü bir suçluluk ve ölçülü bir ahlak gerekir.

Ne saf iyilik ne saf kötülük mümkündür: Özveri olmadan adalet, özgürlük olmadan hukuk yoktur. Ölçü başkaldırının karşıtı değildir. Başkaldırıdır ölçü olan. Herkesin suçsuz olduğu bir dünya olanaksızdır ama herkesin suçlu olduğu bir dünya da kabul edilemez.

YOKSAYICILIĞIN ÖTESİNDE

Camus’nün siyasal önerisi, ölçülü ve gerçekçi bir başkaldırıya dayanır. Somut gerçeklerden, insanın mesleğinden, yaşadığı köyden beslenir. Sendikacılığı bu tutumun örneği olarak sunar: Gerçeği zorla öğretiye sokmaya çalışan Sezarcı devrimlerin aksine, aşağıdan yukarıya yönelmek gerekir.

Bu anlayış, Helen geleneğine uzanan bir doğa ile tarih çatışması içinde şekillenir. Alman tarihsel düşüncesi (örneğin Hegel-Marx çizgisi), doğaya karşı verilmiş boşu boşuna savaşı temsil eder. Camus’nün konumlandığı yer, Akdeniz geleneğidir: Usun katı ışıkla kardeş olduğu bir bölge.

20. yy devrimleri, özgürlüğü ve ölçüyü yitirdikçe, kendi kaynaklarına ihanet etmiştir. Avrupa’nın gizi artık yaşamı sevmemesidir. Sevinç ertelenmiş, soyut geleceklere feda edilmiştir. Camus bu yüzden yeni bir başkaldırı çağrısı yapar: Tanrı olmak yerine insan olmayı öğrenmek gerekir.

Başkaldırı, yalnız bir yok ediş değil, biçimlendirici bir yaratım gücüdür. Başkaldırı, her şeyi çözemez ama her şeye göğüs gerebilir. Avrupa’nın ölçüsüzlüğe ve güç sarhoşluğuna kapıldığı bu çağda, Camus, bireyin direnciyle başlayan bir yeniden doğuş umudunu önerir.