Nietzsche – Ahlakın Soykütüğü – Kitap Özeti

Zorunlu olarak yabancı kalıyoruz kendimize, anlamıyoruz kendimizi, yanılmak zorundayız kendimiz hakkında, “Kişi kendine en uzak olandır.” sözü geçerli bizler için sonsuza dek-kendimizi bilmeye gelince, “bilenler” değiliz biz…

Beni asıl ilgilendiren ahlakın değeriydi-ve buna ilişkin olarak da neredeyse yalnızca büyük hocam Schopenhauer’la hesaplaşmam gerekiyordu.

ahlaksal değerlerin bir eleştirisine ihtiyacımız var, bu değerlerin değeri sorgulanmalı her şeyden önce-ve bunu yapmak için de bu değerlerin oluştuğu, geliştiği ve anlam kaymalarına uğradığı durum ve koşullar hakkında bir bilgi; şimdiye dek var olmamış, hatta arzulanmamış türden bir bilgi gerekli. Bu “değer” lerin değeri veriliymiş, gerçekmiş, tüm sorgulamaların ötesindeymiş gibi alındı; “iyi” nin “kötü“ den, insanın ilerlemesi, yararı, gelişmesi açısından (insanın geleceği de dahil olmak üzere) daha üstün değerli olduğu en ufak bir kuşku duyulmaksızın ve duraksamasız kabul edildi şimdiye dek.

Birinci İnceleme “İyi ve Kötü”, “İyi ve Fena”

Onların ahlak soykütüklerinin acemiceliği, daha en başında, “iyi” kavramının ve yargısının kökenini belirlemeleri sırasında açığa çıkıyor. “Bencil olmayan eylemler,”-diye buyuruyorlar-“ilkin, eylemin yöneltildiği, yani eylemin yarar sağladığı kişiler tarafından övülüp iyi olarak tanımlanmıştır; sonradan övgünün bu kökeni unutulmuş ve bencil olmayan eylemler, alışkanlık gereği hep iyi diye övülmüş olduklarından, iyi olarak da algılanmıştır-sanki kendi başlarına iyi şeylermiş gibi.”

“iyi” sözcüğü, o ahlak soykütükçülerinin batıl inançlarının aksine, hiç de başından beri zorunlu olarak “bencil olmayan” eylemlerle ilintili değildir. Benim dilimde söylersem, sürü içgüdüsüdür bu karşıtlık yoluyla en nihayet söz alan (ve söze gelen).

Doğru yolu bana, değişik dillerde “iyi” yi imleyen sözcüklerin etimolojik açıdan ne anlama geldiği sorusu gösterdi: gördüm ki hepsi de aynı kavram dönüşümüne uğramış-hepsinde de sınıfsal anlamdaki “soylu”, “asil” kavramı temel kavram; “asil ruhlu”, “soylu”, “üstün ruhlu”, “seçkin ruhlu” anlamındaki “iyi” de zorunlulukla bu temel kavramdan doğmuş: bu evrim bir diğer evrime, “bayağı”, “avam”, “aşağı” kavramlarının en sonunda “fena” kavramına dönüşmesine yol açan evrime koşut gidiyor hep.

Şövalye aristokrasisinin değer yargıları, muazzam bir bedenselliği, dört başı mamur, zengin, hatta kabına sığmaz bir sağlığı ve bunların sürekliliğini sağlayan savaşı, serüveni, avı, dansı, savaş oyunlarını ve güçlü, özgür, sevinçli bir eylemlilik içeren her şeyi temel alır.

Dünya tarihinin en büyük kincileri rahipler olmuştur her zaman, aynı zamanda en akıllı kincileri de:-rahip kininin aklı (Geist) yanında başka hiçbir aklın (Geist) sözü edilemez. İnsanlık tarihi, acizlerin ona katmış olduğu akıl (Geist) olmasaydı, fazla ahmakça bir şey olurdu: en önemli örneği ele alalım hemen. Yeryüzünde, “asiller” e, “kudretliler” e, “efendiler” e, “güç sahipleri” ne karşı girişilmiş hiçbir şeyin, Yahudilerin onlara karşı yapmış oldukları ile karşılaştırıldığında lafı bile edilemez: Yahudiler, düşmanlarının ve efendilerinin değerlerini kökten yeniden değerlendirme yoluyla, yani en akıllı öç alma edimi yoluyla intikam almayı bilmiş olan o ruhban halk.

Yahudiler olmuştur, aristokrat değerler eşitliğini (iyi = asil = iktidar sahibi = güzel = mutlu = tanrıların sevdiği) ürkütücü bir tutarlılıkla tersine çevirmeye cüret edenler ve bu ters çevrilmişliğe dipsiz bir kinin (aczin kininin) dişleriyle asılanlar, yani “zavallılardır yalnızca iyi olan’lar, yoksul, güçsüz, aşağı olanlardır yalnızca iyi olan’lar, acı çekenler, yoksunluk içindekiler, hastalar, çirkinlerdir tek imanlılar, tek cennetlikler, sadece onlar kavuşurlar rahmete,-oysa sizler, siz asiller ve kudretliler, sizler sonsuza dek kötü, zalim, şehvetli, açgözlü, tanrısız olanlarsınız, sonsuza dek de, hayır görmeyenler, lanetlenenler ve kahrolanlar olacaksınız!” …

Yahudilerle birlikte ahlakta köle başkaldırısının başlamış olduğunu; o ayaklanmanın ardında iki bin yıllık bir geçmiş vardır ve bugün gözden uzaklaşmış olmasının tek sebebi-zafere ulaşmış olmasıdır… Her şey, neredeyse gözle görülür bir hızla (söze ne gerek!) Yahudileşiyor veya Hıristiyanlaşıyor veya bayağılaşıyor. Bu zehirlenmenin, insanlığın tüm bedenini sarmasının önüne geçilemez gibi görünüyor;

Ahlakta köle başkaldırısı, hıncın yaratıcı hale gelmesi ve değerler üretmesiyle başlar: bu, gerçek tepkiden, eylem tepkisinden yoksun olan ve kendilerini yalnızca, kurmaca bir öç yoluyla zarardan koruyan yaratıkların hıncıdır. Köle ahlakı oluşmak için ilkin hep bir karşı ve dış dünyayı gereksinir, fizyolojik bir terim ile söylersek, en ufak bir eylemde bulunabilmek için bile dış uyarımlara gereksinim duyar,-eylemi, temelinde bir tepkidir. Böylesi hınçlı insanlardan oluşan bir ırk sonunda, herhangi bir asil ırka oranla, kaçınılmaz olarak daha kurnaz olur,

Hınç ahlakına göre aslında kimin “kötü” olduğu sorulsa ya önce. Tümden kesin bir yanıt verelim buna: diğer ahlakın “iyi olan” ıdır bu tam da, asil olan, güçlü olan, hükmedendir. Avrupalı insanın küçülmesi ve eşitlenmesi bizim için en büyük tehlikeyi barındırıyor içinde, yoruyor çünkü bu manzara…

Daha büyük olmak isteyen hiçbir şey görmüyoruz bugün; hep betere, daha betere gidildiğini seziyoruz, daha cılıza, daha iyi huyluya, daha akıllıcaya, daha rahata, daha vasata, daha kayıtsıza, daha Çinliye, daha Hıristiyan’a-insan, kuşkusuz, sürekli “daha iyi” oluyor…

Güç’ten kendisini güç olarak açığa vurmamasını, bir üstün gelme-isteği, alaşağı etme-isteği, efendi olma-isteği, düşmana, engele ve zafere bir susuzluk olmamasını beklemek, zayıflıktan kendisini güçlülük olarak açığa vurmasını beklemek kadar saçmadır.

Baskı altındakiler, ezilmişler, zulme uğramışlar aczin öç peşinde koşan hilekârlığıyla şuna inandırırlarsa kendilerini:

  • “kötülerden farklı olalım biz, iyi olalım! Ve zulmetmeyen, kimseyi yaralamayan, saldırmayan, misillemeyen, öç almayı Tanrı’ya bırakan, bizler gibi gizlide yaşayan, tüm kötü şeylerden uzak duran ve yaşamdan fazla bir şey beklemeyen herkes iyidir; tıpkı biz sabırlı, alçakgönüllü, adil olanlar gibi.”

bu aslında, soğukkanlı ve önyargısız dinlendiğinde,

  • “biz zayıflar, zayıfız işte; yapmaya gücümüzün yetmediği hiçbir şeyi yapmamakla iyi ediyoruz.”

demekten başka bir şey değildir. Ama bu acı gerçek, büyük bir tehlike anında, “çok fazla” bir şey yapmamak için kendilerini ölüymüş gibi gösteren böceklerde bile bulunan bu en adi türden akıllılık, aczin kalpazanlığı ve kendini aldatmacası sayesinde her şeyden el etek çekmiş, sessiz, bekleyiş içindeki erdemin şatafatına büründü, sanki zayıfın zayıflığı-ki bu aslında onun özü, etkimesi, kaçınılmaz ve ondan ayrılamaz biricik ve tüm gerçekliğidir. Bu tür insan, hayatta kalma ve kendini evetleme içgüdüsünden, bu her tür yalanı kutsayan içgüdüden hareketle, kayıtsız ve seçme özgürlüğüne sahip “özne” ye inanma gereksinimi duyar.

İkinci İnceleme “Suç”, “Vicdan Rahatsızlığı” ve Benzeri Şeyler

Sorumluluk sahibi ve vaatte bulunabilen bir hayvan yetiştirme ödevi, bir koşul ve ön hazırlık olarak, insanı ilkin belirli ölçüde zorunlu, tek tip, benzerler arasında benzer, kurallı ve dolayısıyla da hesaplanabilir kılma ödevini içeriyor (görenek ahlakı).

İnsan, bu görenek ahlakı ve toplumsallığın deli gömleği yardımıyla gerçekten de hesaplanabilir kılındı. Ne var ki kendimizi bir de bu muazzam sürecin sonuna, oraya, ağacın en nihayet meyvelerini verdiği, toplumun ve onun görenek ahlakının, neyin oluşumuna yalnızca araç olduğunun gün ışığına çıktığı yere koyarsak; bu ağacın en olgun meyvesi olarak egemen bireyi buluruz karşımızda, yalnızca kendine benzeyeni, görenek ahlakının elinden yeniden kaçıp kurtulmuş olanı, “töreüstü” özerk bireyi.

Sorumluluğun olağanüstü ayrıcalığının kıvançlı bir biçimde farkında olma, ender rastlanan bu özgürlüğün bilinci, bu kendine ve yazgıya hükmetme gücü en derinlerine işlemiş ve içgüdüye, baskın bir içgüdüye dönüşmüştür onda:bu egemen insan, bu baskın içgüdüye vicdanı diyor…

Yalnızca acısı dinmeyen şey bellekte yer eder.”-bu, yeryüzündeki en eski (ne yazık ki en uzun süreli de) psikolojinin temel bir ilkesidir.

Tüm çilecilik öğretisi de bir anlamda buraya dâhildir: birkaç fikrin silinmemek, her daim canlı kalmak, unutulmamak üzere “sabit” leştirilmesi ve bu “sabit fikirler” yoluyla tüm sinirsel ve zihinsel sistemin hipnotize edilmesi gerekmektedir. İnsalığın şu ebedi “vicdan rahatsızlığı” nasıl geldi dünyaya?

Şimdinin o pek ehven, görünüşte pek doğal ve pek kaçınılmaz olan, adalet duygusunun yeryüzünde nasıl oluşmuş olduğunun açıklamasını da üstlenmek zorunda kalmış olan “suçlu cezayı hak eder, çünkü başka türlü davranabilirdi” düşüncesi, insanın yargılama ve sonuç çıkarma etkinliğinin epeyce geç ulaşılmış ve incelmiş bir biçimidir gerçekten de. Bu düşünceyi başlangıca koyan, eski insanlığın psikolojisi hakkında fena halde yanılır. İnsanlık tarihinin en uzun dönemi boyunca, eyleminden sorumlu tutulduğu için, yani sırf suçlu olanın cezalandırılması gerektiği varsayımından hareketle cezalandırılmamıştır. Daha ziyade halen ana babaların çocuklarını cezalandırdıklan gibi, zarara uğramışlığın öfkesini zararı verenden çıkarmak için cezalandırılmıştır. Ama bu öfke dizginlendi ve her zararın öyle ya da böyle bir eşdeğerinin bulunduğu ve zararın, zarar verenin canını yakmak yoluyla da olsa, gerçekten ödenebileceği düşüncesinden hareketle değişime uğratıldı. Bu kadim, köklü ve belki de artık kökü kurutulamaz düşünce, zarar ile can acısının eşdeğerliliği düşüncesi, nereden mi aldı gücünü? Alacaklı ve borçlu arasındaki geçmişi “hak sahibi” kavramının geçmişi kadar eski olan ve kökü de alım satımın, takasın, alışverişin temel biçimlerine dayanan sözleşme ilişkisinden.

Borçlu, geri ödeyeceğine dair verdiği sözün güven uyandırmasını sağlamak, verdiği sözün ciddiyetine ve kutsallığına ilişkin güvence vermek, kendi vicdanına da geri ödemeyi bir ödev, bir yükümlülük olarak belletmek için, sözleşmenin yaptırım gücü yoluyla, borcunu ödememe durumu için, “sahibi olduğu”, hala tahakkümü altında bulunan başka bir şeyi, örneğin bedenini, ya da karısını ya da özgürlüğünü, hatta yaşamını (veya belirli dinsel koşulların geçerli olduğu durumlarda, kendi ebedi mutluluğunu, ruh selametini, hatta mezardaki huzurunu bile: alacaklıya rehin olarak gösterir.

Eşdeğerlilik, zararı doğrudan karşılayacak bir yarar yerine (yani para, toprak, mal-mülk yoluyla tazmin edilmek yerine), alacaklıya geri ödeme ve telafi olarak sunulan bir tür tatmin duygusu ile sağlanır (gücünü bir güçsüz üzerinde sakınmadan gösterebilmenin verdiği tatmin duygusu, hazzı). Alacaklı, borçluya verilen “ceza” sayesinde bir efendiler-hukukundan pay alır: nihayet o da bir kez, bir varlığı “kendi altında” görerek aşağılama ve hırpalama hakkına sahip olmanın verdiği yüceltici duyguya ulaşmıştır. Dolayısıyla tazminat, bir zulüm güvencesinden ve hakkından oluşmaktadır.

Kraliyet düğünlerinin ve şatafatlı halk şenliklerinin idamsız, işkencesiz düşünülemediği zamanlar pek de geride kalmış değil. Acı çekildiğini görmek iyi gelir, acı çektirmek daha da iyi gelir. Zulümsüz şenlik olmaz: böyle öğretiyor insanın en eski, en uzun tarihi-ve cezada da şenlikli çok şey var!

insan özgür istenç ile kendini, değer ölçen, değer biçen ve ölçen bir varlık, “değerlendiren hayvanın kendisi” olarak tanımladı. Alış ve satış, tüm psikolojik eklentileriyle birlikte, herhangi bir toplumsal örgütlenme biçiminin ve loncaların başlangıcından daha eskiye dayanır:

Göz, bu bakış açısına ayarlanmıştı artık bir kez: ve eski insanlığın, zor harekete geçirilen, ama harekete geçirildikten sonra da aynı yönde amansızca ilerleyen düşünüş tarzına özgü o hoyrat çıkarımsal tutarlılıkla, büyük bir genellemeye, “her nesnenin bir bedeli vardır; her şey geri ödenebilir”; adaletin en eski ve naif ahlak yasasına; yeryüzündeki her tür “iyi yürekliliğin”, “hakkaniyetin”, “iyi niyetin”, “nesnelliğin” başlangıcına varıldı çok geçmeden. Adalet bu ilk aşamada, birbirlerine aşağı yukarı eş güçte olanların birbirleriyle uzlaşmak, bir tazminat yoluyla yeniden “anlaşmak” için gösterdikleri iyi niyettir. Daha az güçlü olanları ise kendi aralarında bir uzlaşmaya zorlamaktır.

Bir topluluk, gücü arttıkça, tek tek kişilerin başına gelenleri artık fazla önemsemez olur; çünkü artık bütünün varlığı açısından eskisi kadar tehlikeli ve yıkıcı görmez onları. Bir topluluğun iktidarı ve özbilinci arttıkça, ceza kanununun öngördüğü cezalar da hafifler hep; her güçten düşüş, her ciddi şekilde tehlike altında oluş, ceza kanununun daha katı biçimlerini yeniden gün ışığına çıkarır.

Bundan böyle eylemin, gitgide daha kişisellikten uzak bir değerlendirmesi belletilir göze; hatta zarara uğrayanın kendi gözüne bile (gerçi, daha önce de belirtildiği gibi, en sonda olacak bir şeydir bu).-Dolayısıyla, ancak yasanın koyulduğu andan itibaren vardır “haklılık” ve “haksızlık”.

Bir şeyin oluşum nedeni ile o şeyin son yararlılığı, fiili kullanımı ve bir amaçlar dizgesi içindeki konumu birbirlerinden toto coelo (bütünüyle) ayrı şeylerdir. Mevcut olan, bir şekilde meydana gelmiş olan bir şey, kendinden üstün bir güç tarafından yeni amaçlar doğrultusunda sürekli olarak yeniden yorumlanır, yeniden ele geçirilir, yeni bir yarar doğrultusunda yeniden yapılandırılır ve yönlendirilir. Canlılar dünyasında olagelen her şey bir boyun eğdirme, bir efendi olmadır; öte yandan tüm boyun eğdirmeler ve efendi olmalar da o zamana kadarki “anlam’’ ı ve “amaç’’ ı zorunlu olarak bulanıklaştıracak ya da bütünüyle silecek birer yeniden yorumlama, yeniden düzenlemedir.

Nitekim cezanın da cezalandırmak için bulunmuş olduğu düşünüldü. Oysa tüm amaçlar, tüm yararlılıklar bir iktidar istencinin, daha az güçlü bir şeyi egemenliği altına almış olduğu ve ona, kendinden hareketle, bir işlev anlamı yüklemiş olduğunun göstergeleridir. Buna göre bir şeyin, bir göreneğin, bir organın “evrimi” hiç de onun bir ereğe doğru ilerlemesi değildir. Tersine, o şey üzerinde cereyan eden, az ya da çok derine işleyen, birbirlerinden az ya da çok bağımsız olan boyun eğdirme süreçlerinin birbiri ardına sıralanışı, buna ek olarak da, bu süreçlere karşı her defasında gösterilen dirençler, savunma ve tepki maksadıyla denenmiş biçim dönüştürmeler ve başarıya ulaşmış karşı eylemlerin sonuçlarıdır. Biçim akışkandır, “anlam” ise daha da akışkan…

Cezanın “anlamı” nın ne denli belirsiz, ne denli sonradan konulma, ne denli rastlantısal olduğuna en azından bir fikir vermek için yasalardaki ve törelerdeki ceza tiplerinin listesine bakmanız yeterlidir.

Ceza, suçluda suçluluk duygusu uyandıracak değere sahip olmalıymış; insan, “vicdan rahatsızlığı”, “vicdan azabı” diye adlandırılan o ruhsal tepkinin asıl aracını cezada arıyor. Oysa gerçek vicdan azabı, özellikle de suçlular ve mahkumlar arasında son derece az rastlanan bir şeydir. Genel olarak düşünülürse duyarsızlaştırır ceza; yoğunlaştırır; yabancılaşma duygusunu keskinleştirir; direnme gücünü arttırır.

Spinoza morsus conscientiae’yı (vicdan azabı) nasıl tanımlamıştı? “Gaudium’un (sevinç) karşıtı” demişti en sonunda Spinoza kendi kendine,-“geçmişte kalmış, tüm beklentilerin aksine yeniden gerçekleşmemiş bir olayın imgesi eşliğinde bir hüzün.” Yani bir şeyin beklenmedik şekilde ters gitmesi gibi duyumsanıyor.

Ceza insanı ehlileştirir ama “daha iyi” yapmaz.

Vicdan rahatsızlığını, insanın kaçınılmaz olarak yakalandığı ağır bir hastalık olarak görüyorum ben. Deniz hayvanlarının kara hayvanı olmaya, aksi halde yok olup gitmek zorunda kaldıklarında başlarına gelenden farklı değildir bu.

O ana değin suyun taşımış olduğu bu hayvanlar, bundan böyle ayakları üzerinde yürümek ve “kendi kendilerini taşımak” zorundaydılar: korkunç bir ağırlık çökmüştü üzerlerine. En basit işler için bile beceriksiz görüyorlardı kendilerini, bu yeni ve bilinmeyen dünyada, onların eski yol göstericilerine, o düzenleyici ve bilinçsizce güvenliğe ulaştıran dürtülere yer yoktu artık. Dışa boşalmayan tüm içgüdüler içe yönelirler-benim, insanın içselleşmesi diye adlandırdığım şey budur.

Devlet örgütünün, eski özgürlük içgüdülerinden korunmak için dikmiş olduğu o korkunç kaleler (cezalar) yabanıl, özgürce dolaşan insanın tüm içgüdülerinin geriye, insanın kendisine karşı yönelmesine yol açmıştır. Düşmanlık, zulüm, takipten, baskından, değişimden, yıkıp dökmekten alınan haz-bunların tümünün, böylesi içgüdülere sahip olan insana karşı cephe alması: budur “vicdan rahatsızlığı” nın kaynağı.

Bu “ehlileştirmek” istenilen hayvan, bu yoksun olan ve çöle duyduğu sıla özleminin yiyip bitirdiği, kendi kendinden bir serüven, bir işkence yeri, güvenliksiz ve tehlikeli bir yabanıllık yaratmak zorunda kalmış olan insan vicdan rahatsızlığının mucidi oldu. Ama bununla, insanlığın bugün bile atlatamamış olduğu, en vahim ve en dehşetli hastalığın yolu açıldı; insanın insandan, kendinden acı çekmesi: hayvan olarak yaşadığı geçmişinden zorla koparılmasının, yeni durumlar ve varoluş koşullan içine düşmesi ve adeta yuvarlanmasının, o ana kadar kuvvetinin, hazzının, korkunçluğunun temellerini oluşturmuş olan içgüdülere karşı açılmış savaşın sonucu olarak.

Vicdan rahatsızlığı ve kendine hor davranma istenci bencil olmayanın değerinin önkoşullarıdır. “Borç” ve “ödev” kavramlarının ahlaksallaştırımı, vicdan rahatsızlığı alanına itilmeleri aslında tümüyle,borcu ödeyip hesabı kapatma umudunun sonsuza dek ve karamsarca yitmesi gerekiyordur artık.

Hıristiyanlığın o dahiyane hilesini ansızın karşımızda bulana dek: insanın borcu için kendini kurban eden Tanrı, kendi alacağını kendi ödeyen Tanrı, insanın karşılayamaz hale geldiği şeyi karşılayabilecek tek şey olarak Tanrı-borçlusu için kendini kurban eden alacaklı. Tanrı’ya karşı bir suç: bu düşünce onun işkence aleti olur. Asıl ve sökülüp atılamaz hayvansal içgüdülerinin, bulabildiği en son karşıtlarına tutunur “Tanrı” da, bu içgüdülerin kendilerini de Tanrı’ya karşı işlenen bir suç olarak yeniden yorumlar

Üçüncü İnceleme Çileci ideallerin Anlamı Nedir?

Çileci idealin insan için bu denli çok şey ifade etmiş olmasında, insan istencinin bir temel olgusu, onun horror vacui’si (boşluk korkusu) dile gelmektedir. Bir ereğe ihtiyaç duyar o ve hiç istememektense hiçliği istemeyi yeğler.

Kant, güzel’in sıfatları arasından, bilgiye şan şeref getirmiş olanları yeğleyip ön plana çıkarmakla sanata bir saygınlık verdiğini düşünmekteydi: kişisel olmama ve genelgeçerlik. Benim altını çizmek istediğim şey, Kant’ın, sanatçının (yaratıcının) deneyimlerinden yola çıkarak estetik sorunsalı hedeflemek yerine, tüm filozofların yaptığı gibi salt “seyirci” den yola çıkarak sanat ve güzel olan üzerine düşünmüş ve böylelikle, farkına varmaksızın “seyirci” nin kendisini “güzel” kavramına taşımış olduğudur. “Güzel olan,” dedi Kant, “ilgi olmaksızın beğenilendir.”

Şimdiye kadarki büyük filozofların hangisi evliydi? Herakleitos, Platon, Descartes, Spinoza, Leibniz, Kant, Schopenhauer-evli değillerdi; dahası onları evli olarak düşünmek bile mümkün değildir.

Çileci idealin üç büyük sloganının neler olduğu malum: yoksulluk, alçakgönüllülük, iffet:

Tüm iyi şeyler vaktiyle kötü şeylerdi; her kalıtsal günahtan bir kalıtsal erdem oluştu. Sözgelimi evlilik, uzun bir süre topluluk hakkının ihlali olarak görüldü; bir kadını sırf kendine mal edecek denli kibirli olanlar ceza öderdi bir zamanlar.

Tüm olguyu kısa formüller halinde özetleyelim: felsefi tin önce hep, daha önceden saptanmış düşünür insan tipine bürünmek, o kılığa girmek zorunda kalmıştır. Rahip kılığına, büyücü kılığına, kâhin kılığına, genel olarak dindar bir insan kılığına, ki ne ölçüde olursa olsun olanaklı olabilsin: çileci ideal uzun süre, bir tezahür biçimi ve var olma önkoşulu olarak işine yaramıştır filozofun. Filozof olabilmek için çileci ideali temsil etmek, onu temsil edebilmek içinse ona inanmak zorunda kalmıştır. Filozofun, en yakın zamana değin elden bırakılmamış ve böylelikle neredeyse kendi başına filozof tavrı olarak geçerlik kazanan, kendine özgü biçimde dünyayı reddeden, yaşama düşman, duyulara güvenmez, duyusallıktan arınmış kendini-soyutlama tavrı…

Çileci yaşam bir “özçelişki” dir. Bu büyüleyici eziyet imgesinde görmüştür en aydınlık ışığını, selametini, en nihayetindeki zaferini. Çileci rahip, ete kemiğe bürünmüş başka-türlü-olma, başka-yerde-olma arzusudur, bu arzunun en yüksek derecesidir üstelik, onun asıl coşkusu ve tutkusudur.

Sağlıklılar için en büyük tehlike hastalardır; felaket kuvvetlilere en kuvvetlilerden değil en zayıflardan gelir. En zayıf olanlardır insanlar arasında yaşamı en fazla baltalayanlar, yaşama, insana, kendimize güvenimizi en tehlikeli biçimde zehirleyenler ve sorgulayanlar.

Böylesi bir kendini aşağılama zemininde, bu gerçek bataklık zemininde her tür yabani ot, her tür zehirli bitki yetişir ve hepsi de pek küçük, pek saklı, pek sahtekâr, pek yapmacıktır. Burada intikam ve kuyruk acısı duygularının solucanları kaynar;

Bu zayıflar erdemi iyiden iyiye sahiplendiler artık: “yalnızca biziz iyi olanlar, adil olanlar” diyorlar. Sanki sağlık, nasiplilik, kuvvet, kıvanç, iktidar duygusu kendi başlarına utanılacak şeylermiş gibi, ileride kefareti ödenmesi, hem de acı şekilde ödenmesi gereken şeylermiş gibi: ah, kendileri nasıl da hazırdır ödetmeye aslında, nasıl da can atarlar cellat olmaya!

Çileci rahibi, hasta sürünün önceden belirlenmiş kurtarıcısı, çobanı ve savunucusu olarak görmemiz gerekiyor: ancak bu yolla anlarız onun o muazzam tarihi misyonunu. Talihsizlerle temelden akraba olması gerekir onları anlayabilmesi. Ama kuvvetli olması da gerekir, başkalarına olduğundan daha da çok kendine hükmetmesi, her şeyden önce de güç istencinin sağlam olması gerekir ki hastalarda güven ve korku uyandırsın; onlara tutunacak bir dal, direnç, destek, baskı, eli maşalı eğitimci, despot, tanrı olabilsin.

Rahip hıncın yön değiştiricisidir. Her acı çeken, içgüdüsel olarak acısına bir neden arar çünkü; daha doğrusu bir fail. Duygulanımları boşaltma, acı çekenin en büyük rahatlama-yani uyuşturma-girişimidir çünkü, her tür ıstıraba karşı elinde olmaksızın arzuladığı uyuşturucusudur.

Ama aslında bir doktor mudur ki bu çileci rahip? Yalnızca acı çekmenin kendisi ile, acı çekenin hoşnutsuzluğu ile savaşır o, bunun nedeni ile değil, asıl hasta oluş ile değil. Bu benim, genel olarak “din“ diye adlandırılan şey için bulduğum en kapsamlı formülümdür.

Sürü olan her yerde güçsüzlük içgüdüsü sürüyü istemiş ve rahip kurnazlığı da onu örgütlemiştir. Çünkü şunu gözden kaçırmamalıyız: zayıflar nasıl birleşmeye yönelirlerse, güçlüler de aynı doğal zorunlulukla birbirlerinden ayrılmaya gayret ederler. Modern kitapların en esaslı özelliği yalan değil, ahlakçı yalancılığın iliğine dek işlemiş olan masumiyettir.

Günah” budur zira: vicdan rahatsızlığının çileci rahip tarafından yapılmış yeniden yorumu-hasta ruhun tarihinde şimdiye kadar olmuş en büyük olaydır: dinsel yorumun en tehlikeli ve en felaketli şaheseridir.

İnsan, çileci rahipten acısının “nedeni” ne ilişkin ilk ipucunu alır: kendinde aramalıdır bu nedeni, bir suçta, bir parça geçmişte, bir cezalandırılmışlık olarak algılamalıdır acısını… Çileci rahibin bu hasta bakma yöntemini kabul ettirmiş olduğu her yerde, hastalıklılık her defasında tekinsiz bir hızla enine boyuna yayılmıştır. Avrupalı insanın sağlık geçmişindeki asıl felaket diye adlandırılabilir o.

Çileci idealin aradığımız muhalifi bilim midir? onun karşı-idealistleri? Bir kendini-uyuşturma yolu olarak bilim: bilir misiniz bunu? Çileci idealin Tanrı’sına olan inancın reddedildiği andan başlayarak yeni bir sorun ortaya çıkıyor: hakikatin değeri sorunu.

“Önkoşulsuz” bilim yoktur. Önce hep bir felsefe, bir “inanç” var olmalıdır ki, ondan hareketle bilim bir yön, bir anlam, bir sınır, bir yöntem, bir var olma hakkı kazansın.

Bilim, hizmetinde kendine inandırma hakkını elde edeceği, değerler yaratan bir iktidarı gereksinir. Bilimin kendisi değer yaratıcı değildir hiçbir zaman. Bir halkın yaşamında bilginlerin ön plana çıkmış olduğu dönemlere bakın: bitkinlik, çoğunlukla da gece ve çöküş dönemleridir,

Tam bir kesinlikle soracak olursak; nedir Hıristiyan Tanrı’yı yenmiş olan şey aslında? Yanıtı “Şen Bilim” kitabımın 290’ ıncı sayfasındadır: “Hıristiyan ahlakın kendisi: hep daha köktenci bir biçimde alınan doğruculuk kavramı, Hıristiyan vicdanının günah çıkaran papaz inceliği ve bu vicdanın bilimsel vicdana, kayıtsız şartsız düşünsel-temizliğe aktarılıp yüceltilmesi.

Çileci ideali hesaba katmazsak, insanın, insan hayvanının bir anlamı yoktu şimdiye kadar. İnsan kendi kendini gerekçelendiremiyor, açıklayamıyor, evetleyemiyordu; kendini anlamlandıramama sorunundan dertliydi. Başka dertleri de vardı; hastalıklı bir hayvandı esasında: ama onun sorunu acı çekmenin kendisi değil, “ne uğruna acı çekiyorum?” sorusunun çığlığına yanıt olmayışıydı. Ve çileci ideal bir anlam sundu ona!

İnsan kurtarılmıştı bununla; bir anlamı vardı; rüzgarda savrulan bir yaprak değildi artık, saçmalığın, “anlam yokluğu” nun oyuncağı değildi, bir şey isteyebilirdi bundan böyle.