Bu kitap Spinoza`nın tanrı, zihin, duygular ve ahlak üzerine temel felsefesini açımlıyor. Metafizik bir girişi olsa da Spinoza eserinin ana teması: mutluluğumuzun, geçici tutkulara ve metalara esir olmuş bir yaşamdan (veya dini hurafelere bağlanmaktan) ziyade akli bir yaşamda yattığını göstermektir.
TANRI ÜZERİNE
Bu bölüm töz, sıfat ve Tanrı gibi terimlerin basit tanımlarıyla başlar. Bu kavramlar Spinoza’nın aksiyomlar ve ilk önermeyle temellendirdiği sisteminin temelini oluşturur. Spinoza`ya göre Tanrı evrenin sonsuz, zorunlu olarak var olan (yani kendi kendine neden olan), eşsiz tözüdür. Evrende tek bir töz vardır; o da Tanrı’dır ve var olan diğer her şey Tanrı’dadır.
Ana fikirler:
- Varoluş tözlerin doğasına aittir ve her töz zorunlu olarak sonsuzdur. Evrende aynı doğaya ya da niteliğe sahip iki ya da daha fazla töz bulunamaz. (Monist bir pozisyon)
- Var olan her bir şey için mutlaka var olmasını gerektiren bir neden vardır. (Sıkı Determinist)
- Bir şeyin gerçekliği ya da varlığı ne kadar fazlaysa, niteliklerinin (vasıflarının, attribute) sayısı da o kadar fazladır. Tanrı (sonsuz niteliklerden oluşan töz) zorunlu olarak vardır. Bu mutlak olarak sonsuz olan töz bölünmezdir. Tanrı’dan başka hiçbir töz verilemez veya tasarlanamaz . Her ne varsa Tanrı’dadır ve Tanrı olmadan hiçbir şey olamaz ya da düşünülemez. (Aşkın değil içkin bir tanrı anlayışı)
- Tanrısal doğanın zorunluluğundan sonsuz sayıda şey sonsuz şekillerde ortaya çıkmalıdır. Yani Tanrı sonsuz bir aklın alanına girebilecek her şeyin etkin nedenidir. Ayrıca, Tanrı’nın kendi doğasının bir rastlantısı yoluyla değil, kendi içinde bir neden olduğu sonucu da çıkar. Buradan Tanrı’nın mutlak olarak ilk neden olduğu sonucu çıkar. Tanrı ve Tanrı’nın tüm nitelikleri ebedidir. (yoktan yaratım yerine ebedi varoluşu ortaya koyar). Şeyler Tanrı tarafından gerçekte var olandan farklı bir şekilde ya da düzende meydana getirilemezdi.
- Tanrı tarafından üretilen şeylerin özü varoluşu içermez . Bu nedenle Tanrı, şeylerin yalnızca varlığının değil, aynı zamanda özlerinin de etkin nedenidir. Açarsak; belirli bir şekilde hareket etmeye koşullanmış olan bir şey, zorunlu olarak Tanrı tarafından bu şekilde koşullanmıştır; ve Tanrı tarafından koşullanmamış olan bir şey, kendisini hareket etmeye koşullayamaz. Yani Evrendeki hiçbir şey olumsal (şansa bağlı, contingent) değildir.
- Akıl, ister sonlu ister sonsuz olsun; irade, arzu, sevgi vb. gibi işlevlerde bulunur. Aktif doğa (natura naturans) değil, pasif doğa (natura naturata) kapsamında bulunur. İrade özgür bir neden olarak adlandırılamaz, yalnızca zorunlu (veya kısıtlı) bir nedendir. Çünkü kendisinden başka bir neden tarafından koşullandırılmadıkça, bu neden de üçüncü bir neden tarafından koşullandırılmadıkça ve bu sonsuza kadar böyle devam etmedikçe, hiçbir irade var olamaz ve eylemde bulunmak için koşullandırılamaz. (burada determinizm vurgusunu daha da netleştirir).
Spinoza’nın Tanrı metafiziğinin ana fikri, Bölüm 4`te belirteceği “Tanrı ya da Doğa” ifadesindedir: “Tanrı ya da Doğa dediğimiz o ebedi ve sonsuz varlık, var olduğu aynı zorunluluktan hareket eder”. Burada kastın tam olarak ne olduğu üzerine uzun bir literatür mevcut, fakat ben hem Natura naturans (aktif doğa) ve Natura naturata (pasif doğa) toplamını kastettiğini düşünüyorum. Aynı şekilde Spinoza`nın indirgemeci bir şekilde panteist olup olmadığı da tartışma konusuyken burada onun metafiziğinden iki temel çıkarımı yapıyorum:
- Spinoza dönemindeki aşkın Tanrı anlayışına bir cevap vererek doğaya içkin bir anlayış sunuyor.
- Öte yandan Tanrı’nın antropomorfik anlayışına da bir cevap vererek bu pozisyonu reddediyor. Bunu aşağıdaki kısımda daha net açıklıyor.
Başlangıç noktası olarak kabul edilmesi gereken şey; tüm insanların şeylerin nedenlerinden habersiz doğdukları, hepsinin kendileri için yararlı olanı arama arzusuna sahip oldukları ve bu arzunun bilincinde olduklarıdır. Buradan şu sonuç çıkar:
- Birincisi, insanlar kendi istek ve arzularının bilincinde oldukları için kendilerini özgür sanırlar ve cehaletlerinden dolayı onları bu şekilde arzu duymaya iten nedenleri hayal bile edemezler.
- İkinci olarak, insanlar her şeyi bir amaç için yaparlar. Bu nedenle, yalnızca dışsal olayların da nihai nedenlerinin bilgisini ararlar ve bunları öğrendiklerinde, daha fazla şüphe duymak için bir neden görmezler.
Özetle diğer doğaları kendi doğalarına göre yargılarlar. Bu yüzden doğanın tamamını kendinlerine bir araç olarak görmeye başlarlar. Bu nedenleri kendilerinin bulduğunun ve yapmadığının farkında olduklarından, başka bir varlığın bunları kendi kullanımları için yaptığına inanmak için nedenleri olduğunu düşünürler. İnsanlar yaratılan her şeyin kendileri için yaratıldığına kendilerini ikna ettikten sonra; şeylerin doğasını açıklamak için iyilik, kötülük, düzen, karışıklık, sıcaklık, soğukluk, güzellik gibi soyut kavramlar oluşturmak zorunda kalırlar. Ve özgür failler oldukları inancından övgü ve suçlama, günah ve sevap kavramları ortaya çıkar.
Halbuki Tanrı’nın yeti ve yargıları insan anlayışını çok aşar. Özetle bizim anladığımız anlamda doğanın belirli bir amacı olmadığını ve nihai nedenlerin yalnızca insan uydurması olduğunu görüyoruz.
Burada şunu da ekler: Tanık olduğumuz tüm tartışmaların nihayetinde şüpheciliğin ortaya çıkmasına artık şaşırmamalıyız. Çünkü insan bedenleri pek çok bakımdan aynı olsa da, pek çok bakımdan farklıdır; öyle ki birine iyi görünen diğerine kötü görünür; birine iyi düzenlenmiş görünen diğerine karışık görünür; birine hoş gelen diğerine hoş gelmez ve bu böyle devam eder. Doğaya ilişkin yaygın olarak yapılan tüm açıklamaları yalnızca hayal etme biçimimiz olarak görmeliyiz (hiçbir şeyin gerçek doğası değil). Bu bize hayal gücümüzün yapısını gösterir.
ZİHİN (Mind) ÜZERİNE
O dönemde Descartes’ın düalizminin belki de en ünlü mirası, zihin ve beden gibi birbirinden tamamen farklı iki tözün bir insanda nasıl bir araya gelerek birbirlerinde etkilere neden olduğu sorunudur. Uzamlı beden, uzamsız zihinle nedensel olarak nasıl ilişki kurabilir? Spinoza bu bölümde insanın iki tözün birliği olduğunu reddeder. İnsan zihni ve insan bedeni, tek ve aynı şeyin, yani insanın iki farklı ifadesidir. Zihin ile beden arasında nedensel bir etkileşim olmadığı için (aynı şey olduklarından), zihin-beden sorunu denilen şey teknik olarak ortaya çıkmaz.
Bununla birlikte, ikisi arasında tam bir korelasyon ve paralellik vardır. Nispeten istikrarlı bir madde topluluğu (beden) olan uzamdaki her durum için, düşüncede (bir fikir veya zihin) karşılık gelen bir durum vardır. Aslında, bunlar bir ve aynı şeydir, ancak iki şekilde ifade edilir. Bölüm 5`te şunu da ekler: Düşünceler ve şeylerin fikirleri zihinde nasıl düzenlenir ve ilişkilendirilirse, bedenin durumları veya şeylerin imgeleri de tam olarak aynı şekilde bedende düzenlenir ve ilişkilendirilir.
Fikirlerin (idea) düzeni ve bağlantısı, şeylerin (maddi) düzeni ve bağlantısıyla aynıdır. İnsan zihnini oluşturan fikrin nesnesi bedendir, başka bir deyişle gerçekte var olan belirli bir uzamsal biçimidir, başka bir şey değildir. Örneğin hafıza da insan bedeninin dışındaki şeylerin doğasını içeren fikirlerin belirli bir birlikteliğidir. Bu birliktelik, insan bedeninin modifikasyonlarının (affectiones) düzenine ve birlikteliğine göre zihinde ortaya çıkar.
İnsan zihni, kendi bedenindeki değişikliklerin fikirleri dışında, herhangi bir dış bedeni gerçekten varmış gibi algılamaz. Yani insan zihni dış cisimler hakkında yeterli değil, yalnızca karışık ve bölük pörçük bir bilgiye sahiptir. Bu türden bilgi yanlışlığın tek kaynağıdır. Öte yandan iki tür bilgi daha vardır ve onlar doğrudur. Bunlar tüm insanlar için ortak olan kavramlara ve şeylerin özelliklerine dair yeterli fikirlere sahip olduğumuz (şüphe edemediğimiz) akli bilgi ve Tanrı’nın ezeli ve ebedi özü hakkındaki bilgimizden doğan sezgidir.
Zihinde mutlak ya da özgür irade yoktur; ancak zihin bir neden tarafından şunu ya da bunu istemeye yönelir (belirlenimlenir); bu da başka bir neden tarafından belirlenir ve bu sonuncusu da başka bir neden tarafından belirlenir ve bu sonsuza kadar böyle devam eder. Bu doktrini bilmenin davranışlar üzerindeki avantajları vardır:
- Böyle bir doktrin ruhumuzu tamamen sakinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda bize en yüksek mutluluğumuzun ya da kutsanmışlığımızın nerede olduğunu, yani yalnızca Tanrı’nın bilgisinde olduğunu gösterir; böylece yalnızca sevgi ve dindarlığın bize emrettiği gibi davranmaya yönlendiriliriz.
- Bize, talihin armağanları ya da bizim elimizde olmayan ve doğamızdan kaynaklanmayan konularla ilgili olarak nasıl davranmamız gerektiğini öğretir. Çünkü her şeyin Tanrı’nın ebedi hükmünden aynı zorunlulukla çıktığını görerek, olanlara katlanmamız gerektiğini gösterir.
- Bu öğreti bize hiç kimseden nefret etmemeyi, hiç kimseyi küçümsememeyi, alay etmemeyi, kıskanmamayı ya da hiç kimseye kızmamayı öğrettiği için toplumsal yaşamı geliştirir.
DUYGULAR (Emotions) ÜZERİNE
Spinoza’nın bu bölümlerdeki amacı, insanı ve onun iradi ve duygusal yaşamını doğadaki uygun yerine oturtmaktır. Çünkü insan zihni de dahil hiçbir şey doğanın dışında değildir. Ona göre doğa ve onun yasaları her zaman ve her yerde aynıdır. Dolayısıyla, hangi türden olursa olsun herhangi bir şeyin doğasını anlamanın yolu aynı şekilde doğanın evrensel yasaları ve kuralları aracılığıyla olmalıdır.
One göre duygularımız diğer tekil şeylerle aynı zorunluluktan ve doğa gücünden kaynaklanır. Bu nedenle Spinoza bu duyguları hareket halindeki bir cisim ve matematiksel bir şeklin özellikleri gibi açıklar.
Duygularımız eylemsel (etkinlik) olanlar ve tutkular olarak ikiye ayrılır. Bir olayın yeterli nedeni biz isek bu zihnin eyleme geçtiği bir durumdur. Öte yandan, nedeni bizim doğamızın dışında yatan bir şey ise (pasifçe harekete geçiriliyorsak) bu da tutkudur. Her ikisi de zihinsel ve fiziksel kapasitelerimizde yani Spinoza’nın “eyleme veya yaşam gücümüz” olarak adlandırdığı Conatus`ta bir artış ya da azalma olarak cereyan eder. Tüm varlıklar doğal olarak Conatus`a sahiptir ve bu onların özünü oluşturur. (“Her şeyin kendi varlığında devam etmek için gösterdiği çaba, söz konusu şeyin gerçek özünden başka bir şey değildir”).
Ana amacımız tutkuları nasıl denetleyip dizginleyeceğimizi öğrenmek ve aktif, özerk varlıklar olmaktır. Bunu başarabilirsek, o zaman başımıza ne gelirse gelsin bizim dışımızdaki şeylerle olan ilişkilerimizden değil, kendi doğamızdan kaynaklanacağı ölçüde “özgür” olacağız. Bunun yolu bilgimizi (yeterli yani akli veya sezgisel fikirlerimizi) arttırmak ve yetersiz eksik fikirlerimizin ağırlığını azaltmaktır. Başka bir deyişle kendimizi duyulara ve hayal gücüne güvenmekten kurtarmalı ve elimizden geldiğince yalnızca rasyonel yetilerimize güvenmeliyiz.
Doğuştan gelen sebat etme çabamız (zihinsel irade veya bedensel iştah) nedeniyle doğal olarak (özümüz bu olduğu için) eyleme gücümüzü artırarak şeylerin (fayda sağlayan) peşinden gideriz ve eyleme gücümüzü azaltan (zarar veren) şeylerden kaçınırız. Bu, Spinoza’ya insan tutkularını (dışsal duygulanımları) kataloglamak için bir temel sağlar. Örneklersek:
- Neşe , Zevk (Haz) büyük bir eylem kapasitesine geçiş iken üzüntü (acı) ise, azalışa geçiştir.
- Sevgi Conatus artışını sağlayan dışsal nedenin farkındalığının eşlik eden neşedir. Nefret ise Conatus azalışının farkındalığına eşlik eden üzüntüdür.
- Umut sonucundan emin olmadığımız bir şeyin imgesinden doğan bir sevinçtir. Korku da bunun tersidir. Emin olmadığımız şey netleştiğinde, umut güvene, korku ise umutsuzluğa dönüşür.
Neşeye yol açacağını düşündüğümüz her şeyin ortaya çıkmasını sağlamaya ve üzüntüye yol açacağını düşündüğümüz şeyleri engellemeye çalışırız. Fakat tutkularımızın nesneleri, bizim dışımızda olduklarından kontrolümüzün dışındadır. Dolayısıyla, kendimizin onlar tarafından kontrol edilmesine izin verdiğimizde o kadar az aktif ve özgür oluruz.
İNSANIN ESARETİ VE ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE
4. Bölüm mükemmellik ve kusur dair bir açıklama ile başlıyor.
- Bir insan belirli bir şeyi yapmayı amaçladığında ve onu tam yaptığında, eseri sadece kendisi tarafından değil, yapıcısının niyetini doğru bilen herkes tarafından mükemmel olarak telaffuz edilecektir.
- Fakat henüz tamamlanmamış bir eseri gören kişi eğer yapıcısının amacının biliyorsa ona kusurlu diyecektir; ardından yapıcısını eseri sona ulaştırdığında, ona mükemmel diyecektir.
- Ancak bir insan daha önce benzerini hiç görmediği bir eser görürse ve yapanın niyetini bilmiyorsa, bu eserin mükemmel mi yoksa kusurlu mu olduğunu açıkça bilemez.
Bu açıklama şurada önem kazanıyor. Doğa bir amaç doğrultusunda çalışmaz. Bu nedenle, doğaya veya doğal olaylara nihai olarak adlandırdığımız (atfettiğimiz) bir neden insan arzusundan başka bir şey değildir.
Spinoza duygulanımları denetleme ve dizginleme gücünden yoksun olmayı esaret olarak adlandırır. Bu bölümde insanın güçsüzlüğünü ve aklın (zihnin) duygular üzerindeki gücünü ele alır.
Esaretin çözümünü şöyle özetleyebiliriz: Dış nesneleri kontrol edemeyeceğimize göre, onlar hakkındaki değerlendirmelerimizi kontrol etmeye çalışmalı ve böylece dışsal nedenli duygularımızın üzerimizdeki etkisini en aza indirmeliyiz. Pasif etkileri tamamen ortadan kaldıramayız çünkü doğanın bir parçasıyız ve bu dışsal nedenlerden kendimizi asla tamamen soyutlayamayız. Fakat nihayetinde tutkuları kontrol edebilir ve yarattıkları karmaşayı minimize edebiliriz. Bir tutku olan bir duygu, biz ona dair açık ve net bir fikir oluşturur oluşturmaz tutku olmaktan çıkar. Bir duygu bizim tarafımızdan daha fazla bilindiği oranda daha fazla kontrolümüz altına girer ve zihin ona karşı daha az pasif olur.
Duyguların esaretinden kurtuluş ya da onların dizginlemesi erdemden geçer. Peki Erdem nedir? Tüm varlıklar doğal olarak (özü itibarı ile) kendi varlıklarını korumak ve Conatuslarını artırmayı ararlar. Ancak bunu yeterli bilgi (akli veya sezgisel) ile başarabiliriz. İşte erdem de bundan ibarettir (bir anlamda doğaya uyumdur). Biraz açarsak: Akıl doğaya aykırı hiçbir talepte bulunmadığından, her insanın kendisini sevmesini, kendisi için yararlı olanı aramasını, arzulamasını talep eder. Erdem de kişinin kendi doğasının yasalarına uygun hareket etmesinden başka bir şey olmadığına göre, ilk olarak, erdemin temelinin kişinin kendi varlığını koruma çabası olduğu ve mutluluğun insanın kendi varlığını koruma gücünden oluştuğu sonucu çıkar. İkinci olarak erdemin kendi uğruna istenmesi gerektiği ve uğruna onu istememiz gereken, bizim için daha mükemmel ya da daha yararlı hiçbir şey olmadığını söyleyebiliriz.
En iyi bilgi türü, şeylerin özlerine dair entelektüel bir sezgidir. Bu sezgi şeyleri tüm zaman ve mekandan soyutlanmış ve Tanrı ile ilişkisi içinde konumlandırılmış olarak kavrar. Bunu açarsak, şeyleri: ya belirli bir zaman ve yerle ilişkili olarak ya da Tanrı’da içerildiği ve doğanın zorunluluğundan kaynaklandıklarını düşündüğümüz ölçüde kavrayabiliriz. Burada sezgi ile ikinci kavrayışı imliyor Spinoza. Bu bir anlamda Tanrı (ya da Doğa) bilgisi için çabalamaktır çünkü onun bilgisi aklın en büyük iyiliği ve en büyük erdemidir.
Bunu kavradığımızda gördüğümüz şey, her şeyin ve her fikrin deterministik zorunluluğudur. Bu kavrayış bir kabul, dinginlik, özdenetim ve soğukkanlılık getirerek tutkuların üzerimizdeki gücünü zayıflatır. Örneğin bir kaybımıza duyulan üzüntünün, o kaybı hiçbir şekilde muhafaza edemeyeceğimi anladığımız anda azaldığını görürüz (Bu stoacı doktrini anımsatır). Zihin, şeylerin tüm bedensel değişimlerinin ya da imgelerinin Tanrı fikrine gönderme yapmasını sağlayabilir. Kendisini ve duygularını açık ve net bir şekilde anlayan kişi Tanrı’yı sever ve kendisini ve duygularını daha çok anladığı oranda Tanrı’yı daha çok sever. Hiç kimse Tanrı’dan nefret edemez.
Sonunda, geçici tutkuların yerini alan şey, ebedi Tanrı’ya (ya da doğaya) duyulan entelektüel bir sevgidir. Bu insanı tutkulardan özgürleştirir ve kurtuluşa götürür.
İnsanlar tutkular olan duygulanımlar tarafından parçalandıkları ölçüde birbirlerine karşıt olurlar. insanlar aklın rehberliğine göre yaşadıkları ölçüde aklın rehberliğine göre yaşadıkları sürece, her zaman kendi aralarında anlaşabileceklerdir. İnsan için insandan daha yararlı hiçbir şey yoktur. Bu nedenle, akılla yönetilen, yani akla uygun olarak kendileri için yararlı olanı arayan insanlar, insanlığın geri kalanı için de istemedikleri hiçbir şeyi kendileri için istemezler ve sonuç olarak davranışlarında adil, sadık ve onurludurlar. İnsanın toplumsal yaşamına katkıda bulunan ya da insanların uyum içinde bir arada yaşamasına neden olan her şey yararlıdır. Akıl tarafından yönlendirilen insan, genel bir hukuk sistemi altında yaşadığı bir devlette, bağımsız olduğu yalnızlıktan daha özgürdür.
Spinoza’nın özgür insanı:
- Şans gibi görünen şeyleri ve kayıplarını soğukkanlılıkla karşılar
- Yalnızca önemli olduğuna inandığı şeyleri yapar. Kendini onamayı gerçekte en yüksek amaç olarak görür.
- Diğer insanların refahına ve erdemli bir şekilde gelişmesine özen gösterir (rasyonel bir yardımseverlik). Bunu egoist güdülerle yapar çünkü erdemli bireylerle bir arada olmanın kendi çıkarına olduğunu görür. (Beauvoir muğlaklığın ahlakı buraya çok benzer).
- Ölüm konusunda endişeli değildir.
- Ödüller ve cezalardan etkilenmez.
- Ruhun kişisel anlamda ölümsüz olmadığını, yalnızca bütünsel bir tür sonsuzluğa sahip olduğunu bilir.
Not: Bu bölümde Spinoza Alçakgönüllülüğün bir erdem olmadığını çünkü akıldan kaynaklanmadığını belirtir. Alçakgönüllülük, bir insanın kendi kusurlarını düşünmesinden kaynaklanan acıdır. (Ayn Rand`ın düşünceleri ile bir paralellik vardır.)