Modern Sosyoloji Tarihi 6 – Frankfurt Okulu

1923’te Almanya’da Frankfurt Üniversitesine bağlı olarak kurulan Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü 1960’larda kısaca “Frankfurt Okulu” olarak anılmaya başlanmıştır. Bu okulun üyeleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde faşizm, otorite/lik, bürokrasi, sanat ve popüler kültür gibi konularda önemli çalışmalar yapmışlardır. Bu okulun önde gelen üç ismi Theodor W. Adorno, Max Horkheimer ve Herbert Marcuse’dür. Frankfurt Okulu, literatürde yaygın olarak Eleştirel kuram ya da Eleştirel teori olarak da adlandırılır.

Farklı ilgi ve çalışma alanları olsa da Frankfurt okulu temsilcilerini birbirlerine bağlayan nokta, insan özgürlüğüyle ve özgürlüğün modern dünyada farklı tahakküm ve toplumsal baskı biçimleriyle nasıl sınırlandırıldığıyla ilgilenmeleridir.

Friedrich Pollock, Leo Löventhal, Thedor W. Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Franz Neumann, Eric Fromm ve Jurgen Habermas Enstitünün önemli üyeleri arasındadır.

Frankfurt Okulu veya bir diğer adıyla eleştirel teorinin, önemli ölçüde Lukacs ve Gramsci gibi Hegelyan Marksistlerin çalışmalarından doğduğu kabul edilir.

POZİTİVİZM ELEŞTİRİSİ

Frankfurt Okulunun pozitivizm eleştirisi üç ayrı boyuta sahiptir.

  • Toplumsal dünyayı doğal dünyanın devamı niteliğinde gören pozitivizm, toplumsal gerçekliği de “doğal” bir gerçeklik olarak görür. Bu nedenle de toplumsal gerçekliğin oluşumunda aktörlerin görüşlerini göz ardı ederek onları “doğal güçler” tarafından belirlenen kişilere indirger.
  • Pozitivizm gerçekliğin başka türlü olabileceği ihtimalini göz ardı ederek gerçekliği görünenden ibaret olarak kabul eder.
  • Pozitivizm yeni bir egemenlik biçimini, yani “teknokratik egemenliği” desteklemektedir

Toplumsal gerçekliğin doğasına yönelik düşünceleri açısından kuramcılar araştırma nesnesinin “araştırmacıdan” bağımsız bir biçimde var olduğu varsayımını korur. Ancak onlara göre temel sorun bu gerçekliğin bilgisinin nasıl elde edileceğidir.

Horkheimer’ın pozitivizm eleştirisi şu üç noktada yoğunlaşır:

  • Pozitivizm, insan varlığına mekanik bir belirlenimcilik/determinizm şeması içerisinde yaklaşır.
  • Pozitivizm, dünyayı yalnızca deneyde dolaysız olarak verilen biçimiyle algılar. Öz ve görünüş arasında bir ayrım yapmaz.
  • Olgu ve değer arasında mutlak bir ayrım koyarak bilgiyi insan isteminden ayırır.

Adorno, Hegel’in “Diyalektik” yaklaşımındaki olumsuzlama düşüncesinin nihayetinde bir olumlamaya dayandığını belirtir. Bundan dolayı, Adorno negatif diyalektik kavramını öne sürer. Negatif diyalektik, diyalektik’ten farklı olarak, sürekli bir olumsuzlamaya dayanır.

AYDINLANMANIN DİYALEKTİĞİ

Frankfurt Okulu kuramcıları Marksist gelenek içinde yer alsalar da kültürel ve siyasal süreçlerin üretim alanından özerk bir varoluşa sahip olduğunu öne sürerek, ekonomik determinizmi reddederler.

Kuramcılar araçsal rasyonalitenin köklerini sadece kapitalizme değil, bizzat Aydınlanma projesine kadar götürürler. Adorno ile Horkheimer’in birlikte yazdıkları Aydınlanmanın Diyalektiği kuramcıların aydınlanmanın belirsizliklerini keskin bir şekilde kavramış olduklarını gösterir.

Bu, sadece kapitalist sistemin adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri meselesi değildir. Esas sorun, çok dar bir akıl ilkesine göre, yani Weber’in “araçsal akıl” dediği olguya göre bütün modern toplumların ve toplumsal kurumların düzenlenmesidir.

Eleştirel teorinin rasyonalite konusundaki görüşlerinin büyük ölçüde Weber’in formel rasyonalite (formal rationality) ile tözsel rasyonalite (substantive rationality) arasında yaptığı ayrıma dayandığı savunulur. Eleştirel kuramcılara göre formel rasyonalite herhangi bir amaca ulaşmak için en etkili araçları, nihai insani değerleri düşünmeksizin araştıran akıl olarak tanımlanabilir.

Kuramcılar, kültür endüstrisinin kapitalizmin tahakkümünü yaygınlaştırmak ve insanları ve onların kültürel anlatımlarını metaya dönüştürmek için teknolojiyi nasıl kullandığını ve aklı nasıl araçsallaştırdığını göstermeye çalışmışlardır.

Anlamın yitimi yabancılaşmış dünya anlamına gelmektedir. Toplumsal yaşamın rasyonelleşmesindeki artışla birlikte modern birey özerk anlamını tanıyamaz hâle gelir ve yabancılaşmış dünya yerini dünyevi konformizme bırakır.

Frankfurt Okuluna göre Aydınlanma ile birlikte ön plana çıkan “akıl” süreç içerisinde kendine eleştirel olmaktan çıkıp eleştirdiği diğer mitler gibi kendisi de bir mite dönüşerek bireyleri her yönüyle düzenlenmiş bir sistemin köleleri haline getirmiştir.

Bu süreçte hem akıl hem de düş gücü körelmiştir. Bu görüşler Marcuse’ün önemli eseri Tek Boyutlu İnsan’da benzer bir şekilde yankılanır. Marcuse göre doğanın bilim ve teknoloji yoluyla egemenlik altına alınması zorunlu olarak insanlar üzerinde de yeni bir egemenlik biçiminin oluşmasına yol açmıştır.

Frankfurt Okulu, kapitalist bir sömürü sisteminde kurumsallaşan ve son çıkış yolunu Faşist Almanya’nın gaz odalarında bulan ‘araçsal aklın’ olumsuz sonuçlarına verilen bir yanıttır.

Eleştirel kuramcılar tarafından “kültür endüstrisi” kavramı önemli ölçüde modern kültürü kontrol edip denetleyen rasyonel olarak örgütlü-bürokratik yapılara (örneğin, televizyon şebekeleri gibi) gönderme yapmada kullanılmıştır. Kültür endüstrisi “kitle kültürü” olarak da adlandırılan, yani spontane olarak (kendiliğinden) gelişmeyen, standartlaştırılmış metalar olarak kitlesel boyutta üretilip tüketilen, bireyleri pasifleştirici ve edilgenleştirici etkilere sahip, gerçek olmayan, yapay bir kültür üretir.

Kısaca, modern toplum, kitlelerin örgütlü değil atomize bir yapı arz ettiği ve faşizm gibi irrasyonel ideolojiler tarafından kolaylıkla nüfuz altına alındığı bir kitle toplumudur.

Kültür Endüstrisi

Başta Adorno olmak üzere, Frankfurt Okulu kuramcılarının yaklaşımlarında kültür endüstrisi ve kitle kültürü olgularının bu kadar ön planda olmasının temelinde geç kapitalizmin sadece politik ekonomi ile çözümlenemeyecek kadar karmaşık ve gelişkin bir toplum yaratmış olması yatar. Farklı bir ifadeyle, hegemonya ve ikna süreçlerinin kültürel niteliğinin sistemin genel bütünselliği içinde giderek daha belirgin bir hâle gelmesi bu toplumun en temel özelliklerinden birisidir.

Kültür endüstrisini harekete geçiren temel dinamik piyasadır. Simgesel biçimler, artık, bütün içinde piyasaya yönelik olarak üretilmektedir. Bu nedenle, kültüre damgasını vuran temel güdü en geniş satışı yakalamak ve kısa sürede maksimum kâra ulaşmak olmuştur.

Kant, biçimselci bir anlayış içinde, sanatı, “amaçsız bir amaç” olarak tanımlamışken, Frankfurt Okulu üyelerine göre, modern dünyada sanat, piyasanın dikte ettiği “amaçlı bir amaçsızlığa” dönüştürülmüştür.

Adorno ve Horkheimer’a göre reklam, kültür endüstrisinin “yaşam iksiridir,” sistem her türlü ürünü reklama zorunlu kıldığı için, reklam kültür endüstrisinin ana dilidir, üslubudur.

Reklam metinleri her ne kadar ideolojik açıdan şüpheli olsa da hayatın nasıl yaşanabileceğine dair anlatılar, ortak kimlik nosyonlarına atıflar, insanların nasıl kendilerini göreceklerine dair albeniler, ‘ideal’ insan ilişkilerine dair resimler, insan mutluluğu ve tatminin versiyonlarını sunmaktadır. Adorno, astrolojiyi de kültür endüstrisinin ürünü olarak görür. Geleneksel astroloji kurumsallaşmış “batıl inanç”tır.

Kültür endüstrisinin, mutluluk kaynağı olan haz almayı kültürel mallara, belirli bir eğlence anlayışına hapsetmesi söz konusudur. Bu eğlence “avutucu eğlenme”dir. Modern özne, sadece çalışırken değil ama daha çok eğlenirken teslim olmaktadır.

Eleştirel teorinin öncülerinden Adorno ve Horkheimer için kültür endüstrisi aydınlanma maskesi altında bir kitle aldatmacısıdır.

Adorno ayrıca metni, yazarın niyetine dayanarak incelemenin bizi bir yere götürmeyeceğinin altını çizerek, üretim, ürün ve tüketim arasındaki kopuşa da dikkat çeker.

Adorno, kitle kültürünün insanların zihinlerini sömürgeleştirdiğini belirtirken, Horkheimer ise kitle kültürüne karşı savaşım, ancak, kitle kültürünün toplumsal adaletsizliğin sürüp gitmesi ile ne denli bağlantılı bir olgu olduğunu açıkça görmek ve göstermekle mümkün olacağını vurgulamaktadır.

Frankfurt Okulu kuramcılarına göre, modern toplumlarda kültür endüstrisi, geçmiş dönemlerdeki tahakküm yöntemlerinden farklı olarak çok daha etkili ve yeni bir tahakküm yöntemi olarak işlemektedir. Kültür endüstrisi bugün için de analitik olarak oldukça önemli bir kavramdır.

MEŞRUİYET KRİZİ, İLETİŞİMSEL EYLEM, YAŞANTI-DÜNYASI

Habermas; Marx, Durkheim, Weber ve Parsons gibi klasik düşünürleri ciddi bir eleştirel değerlendirme yaparak kullanır. Habermas’ın bütün çalışmaları insan etkinliğinin iki ayrı bileşeni arasında yaptığı analitik bir ayrıma dayanır;

  • iş veya emek (amaçsal-akılcı eylem)
  • sosyal veya sembolik etkileşim (iletişimsel eylem).

Habermas’a göre Marx çalışmalarında emeğe merkezî bir önem atfetmiş, etkileşimi/iletişimi ise göz ardı ederek onu emeğe indirgemiştir. O yüzden çalışmalarında iş/emek üzerinde değil iletişim üzerinde yoğunlaşır

Yaşantı dünyası aile, arkadaşlar ve gönüllü birlikler gibi, iletişimsel eyleme ve paylaşılan değerlerin geliştirilmesine yönelik etkileşim alanlarını içerir. Sistem köklerini yaşantı- dünyasından almakla birlikte nihayetinde kendi yapısal özelliklerini geliştiren ve temel olarak ekonomi ve devlet gibi yapılardan oluşan alandır. Yani sistem modern hayatın ekonomik ve siyasal/bürokratik alanına karşılık gelir.

Habermas araçsal ve iletişimsel rasyonalite ayrımını iki farklı toplumsal gerçeklik alanında, sistem ve yaşantı dünyası düzeyinde temellendirir. Modern toplumlarda kamusal hayatın rasyonel ve evrensel-karakteristiklerinin yaşantı-dünyasının sömürgeleştirilmesinin tehdidi altında olduğunu belirtir.

Ayrıca geç-kapitalizm olarak tanımladığı dönemde ekonomik krizlerin yanı sıra meşruiyet krizlerinin de önemini savunur. Bu dönemde devlet, müdahalelerle ekonomik krizleri çözebilmekte; ancak bu müdahaleler esnasında tüm talepleri uzlaştırabilme imkânı olmadığından bu sefer de düşünsel bazda meşruiyetini yitirme krizine yol açabilmekte; farklı çıkarları uzlaştırmada başarılı olduğu zaman da çalışma etiği ve rekabet dürtüsünün zayıfladığı bir güdülenme krizine neden olabilmektedir.

Devletin, ekonomik sistemi planlama gerekliliğinin doğurduğu uzlaşmaz talepleri uzlaştıramamasından dolayı meşruiyetini kaybettiği bir meşruiyet krizine yol açabilmektedir. Fakat devlet farklı çıkarları uzlaştırmakta başarılı olursa, bu sefer de çalışma etiği ve rekabet dürtüsü zayıflar ve toplumsal bütünleşmeyi tehdit eden bir güdülenme krizine yol açar.