Milyonlarca insan istikrarsız, güvensiz emek ve iş ile yaşıyor, mesleki kimlikten yoksun, vatandaşlık haklarını kaybediyor ve düşük ve dalgalı para ücretlerine güveniyor. Pandemi öncesi 2020 yılında, özellikle gençler arasında bu oran yarıya yakındı.
Prekarya “oluşmakta olan bir sınıftır”, henüz “kendisi için” bir sınıf değildir. Prekaryanın içindekiler ortak özelliklere sahiptir ancak ne yapılması gerektiği konusunda birleşmiş değillerdir.
Prekarya Tüzüğü, üç boyut açısından resmi bir sınıf tanımı yapmıştır:
- Ayırt edici üretim ilişkileri (emek ve çalışma kalıpları): Mesela prekaryayı iş statüsünden ayıran şey, kendilerine verebilecekleri bir mesleki kimlik ya da anlatıdan yoksun olmalarıdır. Mesleki güvenlik, işiniz aracılığıyla kendinizi geliştirdiğinize dair bir inançtan kaynaklanır.
- Ayırt edici bölüşüm ilişkileri (gelir kaynakları ve prekaryanın ‘sömürüldüğü’ araçlar): Örneğin ücretlendirilmeyen pek çok iş yapmalıdır. Buna emek için çalışma (iş arama, CV yazma, işe gidip gelme), devlet için çalışma (form doldurma, kuyrukta bekleme) ve yeniden üretim için çalışma (bakım işi) dahildir; tüm bunlar istatistiklerde ve siyasi söylemlerde göz ardı edilmektedir. Ayrıca Prekaryanın ücretli tatil, ücretli sağlık izni ve işveren temelli ileriye dönük emeklilik maaşı gibi ücret dışı hakları çok azdır.
- Devletle olan ayırt edici ilişkiler (hak kalıpları): Prekaritenin Latince kökü ‘dua ederek elde etmek’tir. Devletle ilişkilerin özü de budur. Prekaryadakiler yalvaranlardır ve muhtemelen kendilerini öyle hissetmektedirler. Hak sahibi olmak yerine, akrabalarının, arkadaşlarının, bürokratların, ev sahiplerinin, işverenlerin ve diğerlerinin takdire bağlı iyiliklerine güvenmek zorundadırlar.
Pandemi bize hayati bir ders vermelidir. Toplumun ve hepimizin direnci, toplumdaki en savunmasız ve güvensiz grupların direncine bağlıdır ve her zaman da bağlı olacaktır.
PREKARYALAR
1970’lerde, ideolojik olarak ilham almış bir grup ekonomist, politikacıların kulaklarını ve zihinlerini ele geçirdi. Onların ‘neo-liberal’ modelinin temel dayanağı, büyüme ve kalkınmanın piyasa rekabetçiliğine bağlı olduğuydu; rekabeti ve rekabetçiliği en üst düzeye çıkarmak ve piyasa ilkelerinin hayatın her alanına nüfuz etmesine izin vermek için her şey yapılmalıydı. Merkezi hükümetle eş tuttukları devletten, onun planlama ve düzenleme aygıtlarından hoşlanmıyorlardı. 1980’lerde kristalleşen bir neo-liberal iddia, ülkelerin ‘işgücü piyasası esnekliği’ peşinde koşması gerektiğiydi. İşgücü piyasaları daha esnek hale getirilmediği sürece, işgücü maliyetleri artacak ve şirketler üretim ve yatırımlarını maliyetlerin daha düşük olduğu yerlere kaydıracak; finansal sermaye ‘yurtiçine’ değil, bu ülkelere yatırılacaktı. Küreselleşme ilerledikçe, hükümetler ve şirketler iş ilişkilerini daha esnek hale getirmek için birbirlerini kovaladıkça, güvencesiz çalışma biçimlerindeki insanların sayısı da artmıştır. Prekaryaya dahil olan pek çok kişi işverenlerini ya da kaç tane iş arkadaşı olduğunu ya da gelecekte olacağını bilmiyordu.
2008 yılına gelindiğinde EuroMayDay gösterileri aynı gün yapılan sendika yürüyüşlerini gölgede bırakıyordu. Düşman kim ya da neydi? Programatik bir yanıtın eksikliği, sembol arayışıyla ortaya çıktı. Semboller önemlidir. Grupları, çok sayıda yabancıdan daha fazla bir şey olarak birleştirmeye yardımcı olurlar. Bir sınıf oluşturmaya ve kimlik inşa etmeye yardımcı olurlar. Entelektüel kahramanları arasında prekariteyi dile getiren Pierre Bourdieu, Michel Foucault, Jürgen Habermas ve Michael Hardt ve Tony Negri ve arka planda Hannah Arendt vardı.
Prekaryanın tanımlanması
Prekaryanın, Marksist anlamda henüz kendisi için bir sınıf olmasa da, oluşmakta olan bir sınıf olduğunu iddia edebiliriz. En tepede bir ‘elit’ vardır. Maaşlı kesim büyük şirketlerde yoğunlaşmıştır. Daha küçük bir grup olan ‘profesyoneller’ sözleşmeli olarak, danışman olarak ya da kendi hesabına bağımsız çalışan olarak yüksek gelir elde ederler. Gelir açısından profesyonellerin altında, el emeğiyle çalışanlardan oluşan ve giderek küçülen bir ‘çekirdek’ yer almaktadır. Bu dörtlünün altında, giderek büyüyen bir ‘prekarya’ var,
Prekarya şşgücü piyasası güvenliğinden mahrumdur. Bunlar:
- İstihdam güvenliği-Keyfi işten çıkarmaya karşı koruma,
- İş güvenliği – Elde tutma yeteneği ve fırsatı
- ‘yukarı’ doğru hareketlilik ile kariyer imkanı
- İş güvenliği-İş kazalarına ve meslek hastalıklarına karşı koruma,
- Gelir güvenliği – asgari ücret mekanizması
- Temsil güvenliği – Kolektif bir sese sahip olmak
Esnek işgücü piyasası döneminde işlerine geçici etiketi yapıştırılanların sayısı muazzam ölçüde artmıştır (Mesela çağrı merkezi ve teslimat alanında çalışan kuryeler).
Prekaryalaşmak, prekaryal bir varoluşa yol açan baskılara ve deneyimlere maruz kalmak, güvenli bir kimlik ya da iş ve yaşam tarzı yoluyla elde edilen bir gelişme duygusu olmaksızın şimdiki zamanda yaşamaktır. Prekaryayı tanımlayan kısa vadecilik, kişisel ilerleme ya da kariyer yapma olasılığının düşük olması nedeniyle uzun vadeli düşünme konusunda kitlesel bir yetersizliğe dönüşebilir. Özetle, prekaryalar kendilerine yararlı olanı yararsız olandan ayırma kontrolü ve kapasitesi verebilecek bir yaşam tarzı olmaksızın aşırı bilgi yüklemesinden muzdariptir.
Prekarya, zayıflamış bir ‘toplumsal hafıza’ duygusuna sahiptir. Hepimiz kendimizi ne olduğumuz kadar ne olmadığımızla, ne olabileceğimiz kadar ne olamadığımızla da tanımlarız. Prekarya kendi başına var olmaz. Aynı zamanda ne olmadığıyla da tanımlanır. Kesin rakamlar veremesek de, şu anda birçok ülkede yetişkin nüfusun en az dörtte birinin prekaryada olduğunu tahmin edebiliriz.
PREKARYANIN BÜYÜMESİNİN NEDENLERİ
Küreselleşmenin merkezi bir yönü tek bir korkutucu kelimeyle özetlenebilir: “metalaştırma”. Bu, her şeyin alınıp satılan, piyasa güçlerine tabi olan, fiyatları arz ve talep tarafından belirlenen, etkin bir direnme kapasitesi olmaksızın bir meta olarak ele alınmasını içerir.
Çin ve Hindistan`ın iş gücü piyalarasına eklenmesiyle 1,5 milyar çalışan eklenmiştir. Böylece küreselleşen ekonomilerdeki işgücü arzı üç katına çıkmıştır. Bu eklenti küresel gelir eşitsizliğine çeşitli şekillerde katkıda bulunmuştur. Düşük ücretleri, dünyanın geri kalanındaki ücretler üzerinde aşağı yönlü baskı oluşturdu ve ücret farklılıklarını genişletti. Foxconn gibi firmalar küreselleşme için bir metafor haline geldi.
Şirketlerin metalaşması, bugünün sahipleri tarafından verilen taahhütlerin eskisi kadar değerli olmadığı anlamına geliyor. Firma metalaştırılıyor, mali sermaye tarafından ve yöneticiler değil sahipler-hissedarlar tarafından yönetiliyordu. Devralma tehdidi, şirketleri ömür boyu istihdamı azaltmaya yöneltti. İstikrarlı çalışanlar, işverenlerine karşı daha güvenli ve özgüvenli oldukları için toplu olarak örgütlenmeye daha yatkındırlar. İşgücü süreklilikten ziyade proje odaklı olma eğilimine kaymıştır.
Geçici işçiliğe geçiş küresel kapitalizmin bir parçasıdır. Buna, firmaların daha hızlı işçi kaydırmasına yardımcı olan istihdam bürolarının ve işçi simsarlarının büyümesi eşlik etmiştir. İşlevsel esnekliğin özü, firmaların işbölümünü masrafsız ve hızlı bir şekilde değiştirebilmelerini ve çalışanların görevler, pozisyonlar ve işyerleri arasında yer değiştirebilmelerini mümkün kılmaktır. Bu sayede firma işgücü maliyetlerini düşürüyor ve emelilik gibi risk ve maliyetleri işçilere aktarıyordu. Örneğin 2010’da, ücretlerde büyük artışı açıkladığı gün, Foxconn’un başkanı ‘bugün bu sosyal işlevleri hükümete iade edeceğiz’ dedi. Şirketler ‘hafif seyahat’ ederken, bu durum prekaryalar için çok katmanlı gelir güvencesizliği anlamına gelmektedir.
Bunun yanlışlığı henüz fark edilmemiştir. Diğer gelişmekte olan piyasalar da Chindia’ya katıldıkça ücretler üzerindeki aşağı yönlü baskı arttığından, vergi kredisi yoluna giden hükümetlerin ayakta kalabilmek için daha hızlı koşmaları gerekecektir.
Küreselleşen emek sürecinin tabakalaştırıcı karakteri, yukarı doğru sosyal hareketlilikte bir düşüşe neden olmuştur,
Sosyal hareketlilikteki yavaşlamanın bir nedeni de orta gelirli işlerin giderek azalmasıdır.
Birçok ülkede tekrarlanan bu eğilimin anlamı, ‘orta sınıfın’ gelir güvensizliği ve stresten muzdarip olması ve prekaryaya itilmesidir.
PREKARYAYA KİMLER GİRİYOR?
Gençler ve part-time çalışan kadınlar prekaryanın çoğunluğunu oluşturmaktadır. Güvencesizlik evliliği caydırmakta ve daha geç çocuk doğurmaya yol açmaktadır. İş güvenliği kavramının yok oluyor olması günümüz gençliğinin: Ebeveynlerinin statü, gelir, gurur ve istikrar kaybettiğini görmelerine ve zorunlu işsizlik dönemleri arasına serpiştirilmiş düşük ücretli işlere sürüklenmesine neden olmaktadır.
Eğitimin metalaşarak Birleşik Krallık’ta 2009 yılında üniversitelerin sorumluluğu eğitim bakanlığından iş bakanlığına devredildi. Dönemin işletme bakanı Lord Mandelson bu transferi şu şekilde gerekçelendirdi: ‘Üniversitelerin çabalarının meyvelerini ticarileştirmeye daha fazla odaklanmalarını istiyorum … iş dünyası merkezde olmalı’.
Bu arada, kolektif bir dikkat eksikliği sendromuna eşlik eden okuma kapasitesinin kaybolduğuna dair raporlar var. Waiting for Superman (Süpermen’i Beklerken) belgeseli, bu neslin, kendinden önceki nesilden daha az okuryazar olan ilk Amerikalı nesil olduğunu bildirmiştir (Harris, 2010).
Stajyer kavramı da birçok işveren tarafından ucuz ve vazgeçilebilir işgücü elde etmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Bugünün gençleri, kısmen esnek işgücünün bir parçası oldukları, geçici işlerde çalıştıkları, uzaktan çalıştıkları ve benzeri nedenlerle üretim sürecinde kolektif birlikler kurmakta zorlanmaktadır.
Hollanda’da 2005 yılında ortalama net emekli maaşı, net medyan kazancı aşmıştır. Politikacıları korkutan şey basit bir aritmetik. Dünya genelinde 65 yaş ve üzeri nüfusun oranı 2010 ile 2040 yılları arasında iki katına çıkarak yüzde 14’e ulaşacak. Bu nedenle yaşlılar ucuz işgücü kaynağı haline gelmiş, düşük ücretler ödenmiş, çok az sosyal hak tanınmış ve kolayca işten çıkarılmışlardır. Yaşlılar yarı zamanlı, geçici ve serbest meslek faaliyetlerine çekilmektedir.
Etnik azınlıkları da prekaryanın diğer bir kesimi olarak düşünebiliriz: yüksek işsizlik bölgelerinde yoğunlaşma ve küçük ölçekli işletmelerde bağlantı eksikliği ve ortalamanın altında eğitim gibi koşulların acımasız bir kombinasyonundan muzdariplerdir.
GÖÇMEN KONUSU
Göçmenler 2000 yılı itibariyle 70 ülkede nüfusun yüzde 10’undan fazlasını oluşturmaktadır. Bu göçmenler işverenler açısından yüzen bir işgücü rezervi olarak görülmektedir. Politikacılar göçün sınırlandırılması ve göçmenlerin ‘geri gönderilmesi’ taraftarı gibi görünseler de, iş dünyası onları ucuz işgücü için istemektedir.
Gözenekli sınırlara sahip esnek işgücü piyasalarında ücretler, daha yüksek bir yaşam standardına alışmış yerleşiklerin tahammül edebileceğinin altında, yalnızca göçmenlerin isteyerek kabul edeceği seviyelere çekilir. Ulusal kapitalizm de,İngiliz kırsalından değirmenlere ve fabrikalara göçün başını çektiği, ancak dünyanın dört bir yanında biraz farklı biçimlerde tekrarlanan kırdan kente göç üzerine inşa edilmiştir zaten.
2010 yılında Birleşik Arap Emirlikleri’nde işgücünün yüzde 90’ı, Katar ve Kuveyt’te yüzde 80’inden fazlası, Suudi Arabistan’da ise yüzde 50’si yabancılardan oluşuyordu. Bugün 9 milyon Filipinli yurtdışında çalışmaktadır.
Özetle göçmenler küresel kapitalizmin hafif piyadeleridir.
KÖTÜ SENARYO
Gözetim bir kez meşrulaştırıldıktan sonra rahat edemez. Sadece aktif direnişle, sınıf temelli eylemle durdurulabilir. Gözetim saldırganlığı ve güdülere dair şüpheyi besler. Eğer bir adam CCTV’de genç bir kızın yanağını okşarken yakalanırsa, bu bir nezaket işareti midir yoksa yırtıcı bir cinsel niyet mi? Eğer şüphe varsa, önlem olarak kontrolleri haklı çıkaracaktır. Asla çok güvende olamazsınız. Bir koruyucu asla bir kontrolcü olmaktan uzak değildir. Bunun bir sonucu da normal dostluk eylemlerinin geri çekilmesi olacaktır. Aynı kararsızlık ve uzaklaşma eğilimi iş dünyasını da besler.
Neo-liberal devletin temelini oluşturan faydacılık; yaptırımlar, dürtmeler ve gözetim yoluyla azınlığın çoğunluğun normlarına uymasını sağlarken çoğunluğu mutlu etme inancına dayanır. Bu, çoğunluğun tiranlığının yeni bir düzeye taşınmasıdır. Faydacılar, küçük bir alt sınıfla uğraştıkları ve toplumun alt kesiminde gelirler en kötü ihtimalle durgun olduğu sürece bundan kurtulabilirler. Fakat Prekaryanın büyümesi ve gelirlerin keskin bir şekilde düşmeye başlamasıyla birlikte faydacı gündem ve eşitsizliklerin patlamaya hazır hale gelmesi kaçınılmazdır.
UMUTLU SENARYO
Prekaryanın perspektifinden ilerici bir gündem geliştirmek için büyük üçlüyü -özgürlük, kardeşlik ve eşitlik- yeniden gözden geçirmenin zamanı geldi. Kierkegaard’ın da belirttiği gibi, kaygı özgürlüğün bir parçasıdır. Bu, özgürlük için ödediğimiz bedeldir. Eşitlikçi ethos yoluna devam ediyor. Bayrağı, üretim araçlarının belirsiz ve dağınık olduğu toplumda işçilerde yükselen sınıf olan prekaryalar devralıyor.
Her dönüşüm, kilit noktalar üzerinde verilen bir mücadeleye sahne olmuştur. Feodal toplumlarda köylüler ve serfler toprak ve suyun kontrolünü ele geçirmek için mücadele ederlerdi. Sanayi kapitalizminde ise mücadele üretim araçları, fabrikalar, mülkler ve madenler üzerindeydi. İşçiler, emeğin kontrolünü yöneticilere bırakmanın karşılığında insana yakışır iş ve kârdan pay istiyorlardı. Ancak günümüz toplumunda, ilerici mücadele beş temel varlığa eşitsiz erişim ve bu varlıkların kontrolü etrafında gerçekleşecektir. Bunlar ekonomik güvenlik, zaman, kaliteli alan, bilgi ve finansal sermaye olarak özetlenebilir.
Temel bir gelir: Bu öneri halihazırda prekarya gösterilerinin bir teması olmuştur ve birçok seçkin taraftarı olan uzun bir geçmişe sahiptir. Koşulsuz temel gelire karşı öne sürülen başlıca iddialar, emek arzını düşüreceği, enflasyonist olabileceği, karşılanamaz olacağı, popülist politikacılar tarafından kullanılacağı ve bir ‘sadaka’, tembellik için bir ödül ve çalışanlardan alınan bir vergi olacağıdır. Felsefi olarak, temel gelir bir ‘sosyal temettü’, geçmiş yatırımların bir getirisi olarak düşünülebilir.
Zamanın kontrolünü kazanmak: Prekaryalar, emeğin getirisinin azalması ve emek için daha fazla çalışma ve yeniden üretim için daha fazla çalışma baskısı nedeniyle bir zaman sıkışması ile karşı karşıyadır.
yedekler. Endişeli ve güvensiz, hatta ‘harcanmış’ durumdalar, aşırı miktarda emek karşılığı iş yapmak zorundalar ve önlerine gelen bilgiyi sindirip kullanamıyorlar. Temel bir gelir onlara zamanlarını daha iyi kontrol etme imkanı verecek ve böylece daha rasyonel kararlar almalarına yardımcı olacaktır.
Kamusal alanın yeniden canlandırılması: Habermas, kamusal alanın parçalanmasından yakınarak, on sekizinci yüzyılda Londra’nın kahvehanelerine, Paris’in salonlarına ve Almanya’nın ‘masa sohbetlerine’ geri dönmüştür. Nostaljiyle yoğrulmuş görüşüne göre kamusal alan refah devleti, kitle iletişim araçları, halkla ilişkiler ve siyasi partilerin parlamenter siyasetin altını oymasıyla öldürülmüştür.
Prekaryanın yakında çok daha fazla dostu olduğunu görebiliriz. 1930’ların Almanya’sında Nazilerin yükselişi üzerine Papaz Martin Niemöller’e atfedilen ünlü öğüdü hatırlamakta fayda var. Önce komünistler için geldiler ve ben sesimi çıkarmadım çünkü komünist değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, sendikacı olmadığım için sesimi çıkarmadım. Sonra Yahudiler için geldiler ve ben konuşmadım çünkü Yahudi değildim. Sonra benim için geldiler ve o zamana kadar konuşacak kimse kalmadı.
Bu uyarı önemlidir çünkü tehlikeli sınıf neo-faşistler tarafından yoldan çıkarılmaktadır. Merkez sağ, seçmenlerini elinde tutmak için daha da sağa sürüklenirken, siyasi merkez sol zemin kaybediyor ve oy kaybediyor. Bir nesil boyunca güvenilirliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya.
Yeni sınıf prekaryadır; dünyanın ilericileri umutlu bir siyaseti sunmadıkça, bu sınıf toplumu kayalıklara çeken sirenleri dinlemeye çok eğilimli olacaktır. Merkezdekiler yeni bir ilerici uzlaşıyı desteklemeye katılacaklardır çünkü gidecek başka yerleri yoktur. Ne kadar erken katılırlarsa o kadar iyi. Prekaryalar kurban, kötü adam ya da kahraman değildir; sadece çoğumuz prekaryayız.