“Kesinlik Üzerine” G.E. Moore`un dış dünyanın kanıtı adlı makalesine cevaben başlar. Orada: “Bakın iki elim olduğunu biliyorum demek ki dış dünyada en az iki şey var; yani dış dünya vardır” denmektedir.
Bilgi ve Bilmek üzerine:
İnsan olduğumu biliyorum gibi önermeler sağduyuyla aşikar önermelerdir, bunlar üzerine samimi olarak şüphelenmek mümkün değildir (Samimiyet= eylem ile düşüncenin uyması). Bundan şüphelenenin, şüphesinin makul olduğuna dair bir ispat yükümlülüğü vardır. Mesela savaş meydanında bir bomba patladığında iki elim var mı sorusu makul olabilir.
Moore un bildiğini söylediği hakikatler bu türdendir. Fakat bu bir “bilgi” değildir ve üzerine konuşurken “bilmek” fiilini buna kullanmamalıyız. Bilgi olması için iddianın yanlış olmasının mümkün olması lazımdır. Moore; bilmeyi yanılmanın mümkün olamayacağı şekilde kullansa da “Bilmek” öznel ve zihinsel olmamalıdır. Çünkü senin öznel deneyimin dilin nesnesi değildir (Mesela çocuğa eli olduğunu dil ile öğretmezsin). Ama bildiğini sanabilirsin. Burada Moore`un bildiğini iddia ettiği şey aslında benim için de olduğu gibi onun için de sabittir. Bu bir kabuldür (inançtır).
Anlam ve Bağlam üzerine:
Anlam dil bağlamında belirir. Yani bir sözcüğün anlamı ilgili bağlamda onun bir tür istihdam edilişidir. Ampirik önermelerin (sınanabilir) doğrulukları ve kesinlik (yanılgının mümkün olmaması) bu bağlama veya referans çerçevesine bağlıdır. Ama her sınama (bağlamın kendisi) da belirli varsayımlara dayanmaz mı?
Referans çevresinin veya bağlamın temelindeki bu sabit varsayımlara / kabülllere genelde bilinçli bir şekilde ikna olarak varmayız, onlar miras aldığımız bir arka-plandır. Moore’un el örneğindeki gibi aslında bütün sorularımızda ve yanıtlarımızda (dil ve düşüncemizde) yerinden sökemeyeceğimiz şekilde demir atmışlardır. Nasıl oluşmuşlardır? Her zaman olmuş olanın yine olacağı ilkesini izlemek olabilir mi (kolektif ve tarihsel birikim)? Ama şu nettir ki bunlar bir çeşit inançtır ve bu inancın temelsizliğini kavramak ve kabul etmek güçtür.
Aşikar önermelerin şüpheci sorgulamaları bu varsayımları açık eder. Bağlamın sınırlarına geldiğimizi (felsefi olarak) bu şekilde alnımız çarptıkça anlarız. Görürüz ki bunlar dünyamızın menteşe kabulleridir (üzerinde döndüğü).
Kuşku üzerine:
Sonu olmayan kuşku samimi bir kuşku değildir. Herşeyden kuşkulanmaya çalıştığınızda çok ilerleyemezsiniz çünkü kuşkunun kendisi kesinliği varsayar. Yani sorduğumuz sorular bazı önermelerin kuşkudan muaf olmasına bağlıdır. (Mesela soru sorarken; konuşabildiğini, karşı tarafın senin duyduğunu kabul edersin).
Kuşku ancak inançtan sonra gelir. Mesela 0=1 gibi bir önermeyi biri ispatlasa bile; ispatta hata olduğuna olan inancım ispata olan inancımdan fazla olabilirdi. Düşünürsek mesela; çocuklar yetişkinlere önce inanarak öğrenir sonra kuşku duyar, öğrenci biraz bildikten sonra ancak kuşkulu sorular sorar. Bu temel inanç ve bilgiler şüphenin zeminini sağlar.
Bu inançların bazıları yukarda bahsettiğimiz menteşe kabullerdir ve fiiliyatta kuşkulanılmaz. Kapının dönmesini istiyorsam menteşeler sabit durmalıdır. Yaşamım bu anlamda birçok şeyi gönül rahatlığıyla kabullenmemi içerir.
Sonuç olarak Wittgenstein`ın menteşe epistemolojisi ve bu inancın arkasındaki temelsizliğe yaptığı vurgu sonrasında Kuhn`da paradigma kavramı ve Lyotard`da Post-modern durumda yansımalarını bulmaktadır.